Bugünü anlamak…
Toplumumuzun bugünkü durumunu pekçok açıdan
değerlendirebilir ve tanımlar çıkarabiliriz. Ben şöyle
görüyorum: Geçmiş, şimdi ve gelecekten oluşan zaman
köprüsünün ortasında durmuşuz. Bir geriye-geçmişe bakıyoruz,
bir ileriye-geleceğe. Aklımız, yüreğimiz, ayaklarımız
bocalıyor. Ne yapacağımıza, nereye gideceğimize karar
veremiyoruz. Şaşkınız, telaşlıyız, biraz da çaresiz.
Oyalanıyoruz, ağır-aheste…
Böyle arafta kalışımızın, böyle ‘zaman akar, biz bakar’
duruşumuzun pekçok nedeni var. Herşeyden önce geçmişine
tutkun bir toplumuz. Geçmiş üzerine kurulu bir
hissiyata-fikriyata-davranışa sahibiz. Geçmişi savunmaya
odaklıyız. Velhasılı, geçmişi yaşamaya kurguluyuz. Böyle
olunca, bugünü anlamakta ve buradan geleceğe yürümekte
zorlanıyoruz.
Geçmişe dönük bu hal, yaşadığımız ağır travmalar ve büyük
kayıplar (savaş, kıyım, sürgün, ağır asimilasyon vb.)
üzerine diyasporada geliştirdiğimiz geçici bir refleksi mi,
yoksa anavatandakileri de içine alan sürekli bir kültürel
karekteristik mi, bilmiyorum. Her ne ise, zihnimize pranga
vuran bu halden biran önce kurtulmamız gereğine inanıyorum.
Kastım geçmişi yok saymak değil elbet. Onu, unutmayacak
kadar yakında ve geleceğimize ipotek koymayacak kadar uzakta
tutmaktan sözediyorum. Tam da Mevlana’nın dediği gibi, tam
da Neşat Ertaş’ın baktığı gibi…
Hiç kuşku yok, çektiğimiz acılar ve verdiğimiz kayıplar
bakımından geçmişin en şanssız toplumlarından biriyiz. Bunu
bileceğiz ve daima hatırlayacağız. Öte yandan, şimdi,
yaralarımızı sarmak, kayıplarımızı telafi etmek ve güçlü bir
gelecek kurmak bakımından pekçok imkanın birarada olduğu
tarihi bir dönem yaşıyoruz. Bugünün değerini anlamalı ve
gereğini yapmalıyız.
Bugün, diyasporada kimliğimizi-kültürümüzü ihya etme şansına
sahibiz. Bugün, anavatanımıza geri dönme ve oradakilerle
birlikte, sahip olduğumuz siyasi-hukuki yapılarımızı (yani
adlarımızı taşıyan cumhuriyetlerimizi) geliştirerek ya da
değiştirerek kendimize bir gelecek inşa etme şansına
sahibiz. İstiyorsak bütün bunları yapabiliriz.
Burada canalıcı sözcük ‘istiyorsak’dır. Bu istek,
birkaçımızı ya da birkısmımızı değil ekseriyetimizi
kapsayacak kadar büyükse; bu istek, toplumumuzun bütün
kesimlerini içine alacak kadar genişse, ve bu istek,
gereğini yaptıracak kadar
güçlüyse bir kıymeti olacaktır.
Evet, bize hükmeden güçler ve gerekçeler yüzünden feda
ettiğimiz bir geçmiş var, şimdi ise hükmedebileceğimiz bir
gelecek fırsatıyla karşı karşıyayız. Kendi irademizle ve
kendimiz için savaşacağımız bir dönem yaşıyoruz.
Bu savaşın silahları akıl, beceri, umut, cesaret ve
kararlılıktır. Bu, daha iyi örgütlenerek,
siyaseti/diplomasiyi daha iyi öğrenerek ve uygulayarak,
diyaspora-anavatan gücünü birleştirerek, anavatana dönüşü
hızlandırarak, üreticiliğimizi ve girişimciliğimizi
artırarak vereceğimiz bir savaştır.
Elbirliğiyle verilecek bir savaş bu. Aklı olanın akıl,
bilgisi olanın bilgi, becerisi olanın beceri, emeği olanın
emek, parası olanın para, heyecanı olanın heyecan koyacağı
bir savaş.
Bugün, geleceği kurmak için ihtiyacımız olan hemen herşeye
sahibiz. Tek eksiğimiz bu tarihi şansı iyi anlamak ve
kararlı bir irade ile gereğini yapmaktır. Başaramazsak tek
sorumlusu kendimiz olacağız.
Geçmişle yüzleşip geleceğe yürümek…
Diyasporada son yirmi-yirmibeş yılımızı kendimizi tanıma,
durumumuzu anlama ve ne istediğimizi tanımlama çabasıyla
geçiriyoruz. Başka bir deyişle, kendi kendimizle
yüzleşiyoruz. Ağır-aksak yürüyen bir süreç bu. Böyle
olmasının pekçok nedeni var elbet. Bana göre şu ikisi ağır
basıyor:
1. Hamasete saplanıyoruz. Geçmişle ilintimizi ‘asalet,
nezaket ve zarafet’, ‘kahramanlık ve şovalyelik’, ‘üstün
kültür’, ‘mükemmel khabze’ vb. hamaset dili üzerinden
kuruyoruz. Övünçlerimizle ve özlemlerimizle, Atlantis
benzeri hayali bir geçmiş dünya yaratıyoruz ve oraya
sığınıyoruz. Bizi esir alan, pasifize eden bir sanal dünya.
Yüzleşmemiz ‘geçmişle oyalanma’ya dönüşüyor. ‘Mükemmel olma
hali’nden gerçek-normal olma haline dönemiyoruz. Oysa biz,
hamasete ihtiyaç duymayacak kadar değerliyiz ve bugünün
dünyasında karşılığı olan pekçok gerçek meziyete sahibiz.
Yahu biz de herkes gibi gerçekiz, normaliz ve bu dünyaya
aitiz.
2. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyoruz. Geçmişi iyi
öğrenmeden fikirler oluşturuyoruz, hükümler çıkarıyoruz.
Yaşadığımız savaşın nedenlerini, seyrini ve sonuçlarını
etraflıca irdelemek yerine kaba bir şablonla, kendimize
Davudvari bir yücelik bahşederek, Rusya’ya ise Golyatvari
bir kötülük atfederek tanımlıyoruz. Bu tanımlama ne yazık ki
bugünkü pozisyonumuzu da belirliyor: Golyat’a meydan oku,
onu yen ve geçmişi geri al… Bu o kadar iddialı, o kadar
gerçekdışı ve o kadar başa çıkılamaz bir pozisyon ki, daha
telaffuz ederken yenik düşüyoruz. Bu iddialı pozisyonun bize
vadettiği tek şey, büyük söz etme gururu ve huzurlu bir
atalet..
Bu tarih okumamız kendimize hiç halel getirmeyen bir konfora
sahip. Şeyhlerimizin, mollalarımızın, feodal beylerimizin ve
Osmanlı sarayında-ordusunda terfi almış öncüllerimizin
çıkarları üzerine kurulu dünyamızı hiç sorgulamayan, buna
gerek duymayan ‘acaba’sız bir rahatlık…
Evet, özellikle bu iki husus geçmişle yüzleşmemizi
ağırlaştırıyor, ve doğru sonuçlar çıkarmamızı zorlaştırıyor.
Bunlara, bugün hala etkisi altında olduğumuz feodal
nizamımızın kısıtlayıcılığını, esastan çok usule önem veren
yaşam anlayışımızın tüketiciliğini ve dini-ideolojik
bagajlarımızın ağırlığını ekleyebiliriz.
İşte bu eksik ve aksaklar geleceğe deplase olmamızı,
gerçekçi gelecek tahayülleri oluşturmamızı güçleştiriyor.
Elbet bunları aşacağız. Ve elbet biz de, diğer toplumlar
gibi, geçmiş labirentinden çıkış yolu bulacağız. Doğru bir
çıkış yolu…
Basit bir yol haritası…
Geçmişten çıkıp bugüne gelebildiğimiz ölçüde geleceği
düşünmeye ve ona dair planlar yapmaya başlayacağız. Yol
haritaları çıkarıp, buna uygun yapılanacağız. ‘Ne yapmalı,
nasıl yapmalı’ üzerine, hepimizin bildiklerini burada bir
kez daha tekrarlayacağım:
1. Hedefi tanımlamak ve anlaşılır kılmak. Toplumun
ekseriyetinin benimsemediği ve katılmadığı hiçbir mücadele
başarıya ulaşamaz. Bunun için toplumsal-siyasal hedefin ne
olduğunu iyi tanımlamak ve anlaşılır kılmak gerek. Pekçok
farklı hedefin dillendirildiği büyük bir karmaşa yaşıyoruz:
Diyaspora için ayrı anavatan için ayrı olandan birlikte
olana, anavatandaki mevcut siyasi yapılar üzerinden gelecek
inşaa etmekten bağımsız Çerkesya ya da bağımsız Birleşik
Kafkasya hedefine, khabza toplumu kurmaktan Rusya’dan
kurtarılmış müslüman bir Kafkasya yaratmaya… pekçok önerme
uçuşuyor havada. Ne istediğimize karar vermeli, toplumun
inanacağı, ulaşılır bulacağı ve güven duyacağı ortak-güçlü
bir hedefi hakim kılmalıyız.
2. Örgütlenme paradigmasını ve modelini yenilemek. Hedefimiz
ne olursa olsun, buna ulaşmanın yolu ancak ve ancak doğru
örgütlenme ile mümkündür.
Siyasetten kamu yönetimine, iş dünyasından eğitim ve
bilime, kültür ve sanattan medyaya… hayatın her alanında
başarı kazanmış zengin bir insan potansiyelimiz var.
Herşeyin ötesinde, iyi eğitimli dinamik bir gençliğe
sahibiz. Lakin ne yazık ki bunların çoğu henüz toplumsal
mücadelemizin kapsama alanı dışındadır. Bunların bir kısmı
belki artık tamamen duymaz olmuştur, ama büyük kısmına
sesimiz ulaşamamaktadır. Mutlaka, sesimizi onlara
ulaştıracak güçlü frekanslar bulmalıyız.
Kaba bir tahminle, bugünkü örgütlenme yapımız
potansiyelimizin yüzde 10’una bile tekabül edememektedir.
Alan büyütmek için örgütlenme paradigmamızı ve modelimizi
mutlaka değiştirmeliyiz. ‘Geçmişe odaklı kültürel
savunmacılık’dan çıkıp geleceği yaratma iddiasına
yükselmeliyiz. Halihazırda zayıf ve çok parçalı olan
örgütlülüğümüzü, benzeşenlerden başlayarak bütünleştirmeli,
etki ve kapsama alanını genişletmeliyiz. Tüm bunlar için
etrafımızda örnek alacağımız pekçok başarılı deneyim var.
3. Karar mercii oluşturmak. Bugün diyasporada en büyük
zaafımız, toplum için ve toplum adına vizyon belirleyecek,
siyaset geliştirecek, plan yapacak ve karar verecek bir
yapının olmamasıdır. Çok merkezimiz (derneğimiz, vakfımız,
federasyonumuz, platformumuz, insiyatif grubumuz vb.), çok
başkanımız, çok yöneticimiz, çok kanaat önderimiz var, ama
bize liderlik edecek, bizi geleceğe taşıyacak
bir merciimiz yok. Karanlık ve fırtınalı sularda
kaptansız-kılavuzsuz-kurmaysız bir haldeyiz. Elbet böyle
gidemeyiz. En kabiliyetlilerimizin yer alacağı bir kaptan
köşkü oluşturmalı, sevabıyla-günahıyla bize öncülük
etmelerine yetki vermeli ve itimat etmeliyiz. Buna diyaspora
meclisi mi deriz, daimi kongre mi, ulusal konsey mi deriz…
Hepsi uyar.
4. Dönüşü önceliklendirmek. Anavatan’dan kopuk bir diyaspora
ayakta kalamaz. Diyasporada yapacağımız herşey kumdan
kaledir, kalıcı olamaz. Dönüşü mutlaka önceliklendirmeli ve
hızlandırmalıyız. Anavatana dönenlerimizin sayısı arttıkça
hem anavatan hem diyaspora güven ve dinamizm kazanıyor,
toplumsal bilinç ve duyarlılık yükseliyor. Abhazya’ya dönmüş
bulunan bin kişinin bile nasıl olumlu çarpan etkisi
yarattığını, hem orada hem burada toplumsal duyarlılığı ve
umudu nasıl yükseltiğini, anadil öğrenmeye ve konuşmaya ne
kadar büyük etki ettiğini hepimiz görüyoruz. Bu sayı
onbinlere çıktığında, sonuçları muazzam olacaktır.
Artık dönüşü söylem olmaktan öte, planlı ve sistemli bir
eyleme dönüştürmeliyiz. Özellikle meslek ve bilgi sahibi
gençleri kapsayacak pilot çalışmalara yönelmeliyiz.
Örneğin, Abhazya artık, “bu yıl şu şu alanlarda eğitim ve
meslek sahibi 300 kişiye iş ve geçim vadediyorum” diyeceği
türden pro-aktif nokta çalışmalar yapabilir.
Örneğin Kaffed artık, “bu yıl 50 ailenin anavatana gidişini
ve orada hayata tutunmasını sağlayacağım” diyeceği türden
somut-pratik çalışmalar yapabilir.
Dönüş, en önemli sınavımızdır. Mücadelemizin nirengisidir.
Gelecek için istekliliğimizi, samimiyetimizi, kararlılığmızı
ve kabiliyetimizi sınıyacağımız yeganedir. Bunu
başaramazsak, kendimizi kandırmaktan ve oyalamaktan öte
hiçbirşey başaramayız.
5. Diyaspora-anavatan birliğini gerçek kılmak. Diyaspora
için ayrı, anavatan için ayrı hedefler ve ulaşma yolları
yoktur. Gelecek hedefi ortaktır, ona aynı yoldan birlikte
varacağız. Bunun için iki tarafı bütünleyecek kurumsal
ortak-daimi çalışma (karar-yönetim-koordinasyon) organları
oluşturmalıyız. İlişkimizi, turistik ziyaretlerden ve
protokol görüşmelerinden çıkarıp iş yapan sahici bir
ortaklığa
dönüştürmeliyiz. Siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik ortak
hedefler belirleyen, bunlar için dönemsel planlar-programlar
yapıp yürütülmesini sağlayan bir yapıyı mutlaka
oluşturmalıyız.
6. Çalışma alanlarını büyütmek ve çeşitlendirmek. Diyaspora
ile anavatan arasında hem nitelik hem nicelik bakımından
henüz başlangıç safhasında olan birlikte çalışma pratiğini
hızla geliştirmeli ve büyütmeliyiz. Siyaset-tarih-kültür-dil
alanlarında faaliyet gösterecek ortak enstitüler, düşünce
kuruluşları, okullar vb. kurmalı, folklöre hapsolan
işbirliği ufkumuzu genişletmeliyiz..
7. Girişimciliği teşvik etmek. Toplumsal yaşamın temelini
ekonomi, bu temeli oluşturan da girişimciliktir. Kafkasya
her bakımdan zengin bir ekonomik potansiyele sahiptir. Biz
beceremezsek başkaları faydalanacaktır. Buradaki iş
imkanlarını değerlendirmek ve geliştirmek, bölgeye
sermaye-bilgi ve teknoloji transferi sağlayacak girişimleri
sistematik hale getirmek üzere münhasır iş konseyleri ve
benzeri ortak yapılar oluşturmalıyız.
8. Kafkasya’da birlik ve entegrasyon. Halihazırdaki
cumhuriyetlerimiz arasında (ilk etapta Abhazya, Adigey,
Kabartay-Balkar ve Karaçay-Çerkes olmak üzere),
birliği güçlendirmek ve adım adım entegrasyonu
sağlamak üzere fikri ve fiili çalışmalar yapmak,
siyasi-ekonomik-kültürel işbirliği alanlarını genişletmek,
bu amaçla ortak kurumsal yapıları oluşturmak.
...Ve bunlara eklenebilecek daha pekçok şey.
Hepsini yapabiliriz, hepsini yapmalıyız. Neydi canalıcı
sözcüğümüz: İstiyorsak…
İstiyorsak, ihtiyacımız olan herşey yanımızdadır ve yolumuz
açıktır.
-----------------------------
(*) KAFFED tarafından 13-14 Aralık’ta Ankara’da düzenlenen
“Sürgünün 150.Yılında Çerkesler;Güncel ve Gelecek”
konferansı konuşma metnidir.
|