Nasıl ailelerin kendine özgü
hayat tarzları varsa, şehirlerin ve ülkelerin de kendilerine
özgü kültürleri vardır. Eskimoların yaşamları Güney
Afrikalarınkilerden farklıdır. Her ailenin her toplumun
kendine ait, onları diğerlerinden farklı kılan gelenekleri
vardır. Her ne kadar çoğumuz bu farklılıkların zenginlik
olduğunu söylesek de, bu farklılıklar yanı başımıza
geldiğinde içgüdüsel olarak kendimizi korumak isteriz.
Farklılıklar bizi korkutur. Bu sadece bizde değil, dünyanın
her yerinde yaygın bir duygudur. Kültürel çeşitlilik belki
de bu yüzden sözde desteklediğimiz ama kabullenmekte
zorlandığımız konuların başında gelir.
Mesela sabah kahvaltılarında bizim için vazgeçilmez olan
peynir ve zeytin gibi tuzlu yiyeceklere Avrupalılar
yadırgayarak bakarlar; onlarda kahvaltıda tuzlu yenmez.
Sizce bir Avrupalının bizi bu nedenle yargılaması doğru olur
mu? Veya tersine, biz onları bizim gibi davranmadıkları için
yargılayabilir miyiz?
Günlük hayatta karşımıza çıkan
kültürel çeşitlilik karşısında, en aydınlarımızın bile
önyargıları vardır; çünkü kendimizi bilinenin güvenliğine
teslim etmeyi daha çok tercih ederiz.
Tarihte bu korkular ve önyargılarla davranan birçok egemen
ulus, farklı kökenden gelen etnik ve kültürel grupları kendi
içinde eritmek (asimilasyon) istedi. Fakat bugün geldiğimiz
bilinç düzeyinde bu “eritme” anlayışı artık bir insanlık
suçudur. Farklı olana hayat hakkı tanımamak artık kabul
edilemez bir tutumdur.
Toplumsal hayatımızda da, şirket hayatımızda da, botanikte
de, biyolojide de sağlıklı olan çeşitliliktir. Çeşitlilik
ister kültürel isterse ekolojik olsun, bir sistemin hayat
kaynağıdır. Çeşitlilik sisteme sadece direnç ve istikrar
değil aynı zamanda renk ve güzellik de katar. Biyolojik
çeşitlilik bozulduğunda ise doğanın dengesi bozulur ve
felaketler birbirini takip eder. Türlerin benzer olması iyi
sonuçlar vermez. Aynılık sakatlık doğurur!
Yerel kültürlere sahip çıkmak, bu dünyanın çeşitliliğini ve
dengesini korumak anlamına gelir. Tarihte ilk kez Avrupa’da
ortaya çıkan ve amacı; etnik, kültürel, dinsel ve dilsel
farklılıkları bir potada eriterek ortak ulus yaratmak olan
ulus-devlet projesi bugün artık ciddi olarak sorgulanıyor.
Tek tip ve tek kültürlü bir toplum yaratmış olan Avrupa’da
çok kültürlülük giderek daha fazla savunulan “ahlaki” bir
görüş olarak gelişiyor. Avrupa Birliğinin ve UNESCO’nun
“dünya kültürel çeşitliliğini koruma” politikaları hep bu
yolda atılan adımlardır.
Ben önümüzdeki dönemlerde bir taraftan küreselleşmenin
hayatımızı daha da derinden etkileyeceğine inanırken diğer
taraftan da “dünyalı” olmanın en önemli koşulunun kendine
güvenen güçlü yerel kültürlere sahip olmaktan geçtiğini
düşünüyorum. Nasıl bir Japon kendi özellikleriyle dünya
kültürünün bir parçasıysa, bizler de ancak kendimize has
özelliklerimizle dünya kültürünün bir parçası olabiliriz.
Kendi otantik kimliğimizle barışmalıyız. Bireysel ve
toplumsal olarak bizi biz yapan özelliklerimizi daha iyi
anlamaya çalışmalıyız.
Kültürümüz yaşamımızın ruhudur. O daima bizimdir ve
denetimimizin altındadır. Kültürümüzü yaşatıp, geliştirip,
kullanmalıyız. Böylece o da bizi geliştirecek, gerçeğe ve
hakikate ulaştıracaktır. Ben tüm bunları yaparken yani yerel
olanı yüceltirken evrensel olandan kopmamamız gerekir
düşüncesindeyim. Doğrusu, yerel olanı evrensel bir anlayışla
evlendirebilmektir.
Kaynak: Temel Aksoy |