Hepimiz para
kazanmak için çalışıyoruz ama tek başına para kazanmak
yetmiyor. İnsanlar daha fazlasını istiyorlar ve çalıştıkları
yerlerden başka şeyler de bekliyorlar.
• Öncelikle İnsanın vicdanını zedeleyen işlerin yapılmadığı,
doğayı kirletmeyen, devlete vergisini veren bir şirkette
çalışmak istiyor, insan.
• Karar alırken çalışanlara da söz hakkı tanıyan bir iş
yerinde çalışmak istiyor.
İşler daha yaratıcı ve esnek hale gelince insanların çalışma
hayatından beklentileri değişti.
Sahip oldukları niteliklere kıyasla daha az gelir elde
etmelerine rağmen yaptıkları işi sevdikleri için yapmaya
devam eden birçok insan var. Bu insanlar yaptıkları işte
öyle bir anlam buluyorlar ki işin kendisi ödül haline
gelebiliyor.
Diğer taraftan ödül ve cezayla insan çalıştırmak giderek
zorlaşıyor. Koyulan ödüller cazibesini yitiriyor, cezalar az
geliyor. İnsanlar ödül ve cezaya bağımlı hale geldikçe iş
yapmaya gönüllü olmuyorlar. Kimse “ekstra” geliri olmayan
işi de yapmak istemiyor.
Ödül ve ceza odaklı işyerleri, çalışanlar üzerindeki
kontrolü her geçen gün daha fazla artırırken çalışanlar da
daha “zeki ve yaratıcı” aldatma yöntemleri buluyorlar. Ödül
ve cezanın dozu arttıkça iş ahlakı yozlaşıyor.
Daniel Pink, 2008 yılında yaşadığımız küresel finans
krizinin nedenlerinin başında, ödül-ceza sisteminin olduğunu
söylüyor. Pink’e göre, üst düzey finans yöneticilerine
verilen yüksek primler, onların ahlak dışı davranmalarına
yol açtı. Para, bizim başkaları için harcadığımız zamanın ve
kattığımız değerin karşılığıdır. Para bir “hak ölçüsüdür.”
Fakat para her şeyi satın alamaz. Paranın değerini ve
önemini asla yadsımıyorum; ama çalışanların kalbini
kazanacak, onları şirkete bağlayacak şey asla para değildir.
Onların yaptıkları işi gönülden yapmalarını sağlayacak ortam
tek başına parayla yaratılamaz.
Öyle ortamlar vardır ki ne kadar para verirlerse versinler
insan bir saniye bile orada durmak istemez. İnsan haksızlığa
uğradığı, yaptıklarının beğenilmediği, kendisinden daha
fazlasını alabilmek için iyi olduğu zamanlarda bile kötü
olduğunu duyduğu, destek yerine azar işittiği, sorunlarını
anlatmaya cesaret bulamadığı, hatalara karşı hoşgörünün
düşük olduğu şirkette, kendi iç motivasyonu ne kadar güçlü
olursa olsun fazla kalamaz.
Harvard Üniversitesi öğretim görevlilerinden otantik
liderlik üzerine uzmanlaşan Bill
George, çöküşe giden şirketlerdeki en önemli hatanın
sadece “rakamlarla yönetmek” olduğunu söyler. Bir şirket,
aldığı tüm kararları sadece kârlılığı düşünerek alırsa uzun
dönemde ayakta kalamaz.
Şirketlerin kârlılıklarını gözetmeleri elbette şarttır.
Şirket yaptığı işi yanlış yapıyorsa kâr edemez. Kâr etmek,
bir şirketin "doğruları" yaptığının kanıtıdır. Ayrıca kâr
etmek şirketin büyümesi, yeni yatırımlar yapması için
birikim yaratması demektir.
Peter Drucker “Kârlılık bir şirketin amacı değil, o
şirketin yaptığı işin doğru olduğunu kanıtlayan bir
geçerlilik testidir.“ der.
Ama şirketin kâr etmeyi sürdürebilmesi için birlikte
çalıştığı insanların da çıkarını düşünmesi gerekir, aksi
takdirde şirketin kurduğu düzen kalıcı olmaz.
Şirket, kendi çıkarıyla çalışanların ve iş yaptığı diğer
kesimlerin çıkarları arasında denge kurduğu zaman kalıcı,
sürdürülebilir bir düzen kurabilir.
Çalışanların çıkarını düşünmek demek onlara sadece parasal
ödül vermek değildir.
Şirketlerin her çalışanı iş gücünden öte insan olarak
görmesi ve bu insanın hayatta aradığı anlamı bulacağı iş
ortamı yaratması gerekir.
Kullandıkları markalardan katıldıkları etkinliklere,
kurdukları sosyal ilişkilerden kendilerine biçtikleri
rollere kadar hayatın her alanında "anlam" arayan insanlar
için para artık tek başına bir motivasyon aracı değildir.
Çünkü insanlar belirli geliri elde ettikten sonra “daha
fazla parayla” mutlu olamıyorlar.
Faydalanılan Kaynak: Temel Aksoy Marketing Blog |