ADİGE KÜLTÜRÜNE KISA BAKIŞ

Dr. YEDİC Batıray Özbek
Münih Konferansı’ndan, 2006

Saygı değer dinleyiciler,

Otuz yılı aşkın bir zamandır beraber ve bir tencerenin içinde kaynıyoruz. Hepimizin az çok amacı aynı: Çerkes kalabilmek.

Acaba Çerkes kalabildik mi?  Etnik özeliklerimizden neler yitirdik, neler kaldı? Herkes kendisi bu sorunun cevabını korkmadan yanıtlayabiliyor mu?

Öyle sanıyorum ki çok şeyler yitirdik. Eğer anadilimizle evimizde çocuklarımızla konuşamıyorsak kültürün temel taşını yok sayacağız ve zaman geçtikçe de daha çok yitireceğiz, istesek de istemesek de bu gidişe dur diyemeyeceğiz ve üçüncü kuşakla birlikte Almanlaşacağımızı sanıyorum.

Çerkes sözcüğü tartışılır olduğundan bu terimi kullanmayacağım gibi tartışmalara ve polemiklere de girmek istemiyorum ve sizlere sadece Adige kültürü hakkında bilgi vermeye çalışacağım.

Kültür ‚’’herhangi bir halkın tarih sürecinde ortaya koyduğu her türlü sözlü ve yazılı, taşınır ya da taşınmaz; saraylar, tablolar,  destanlar, romanlar, hikayeler vs. gibi ürünlerin tümüdür’’ diye basitçe tanımlayabiliriz.

Dünyada bir dili konuşan her halkın bir kültürü vardır. Kültürsüz herhangi bir halk yoktur. Dolayısıyla bir halkı kültürsüzlükle suçlamak suçlayanın kültürsüzlüğünü gösterir. Bunun yanı sıra üstün ırk kadar üstün kültürden de söz etmek kökten yanlıştır.

Diasporada hemen hemen her yerde ‘kültür’dernekleri kurulmuştur. Genelde de kültürden anlaşılan ne yazık ki halk oyunları olmuştur. Halk oyunları ise kültür kompleksinin içinde bir alt bölüm olmasına rağmen, dernek etkinliklerinde hemen hemen başrol oynamakta hatta tek amaç olmaktadır.

Gerçekten Adige kalmak istiyorsak bunun tek yolu okuma ve öğrenmeden geçer. ‘’Okumuyan insan bilgi sahibi olamaz. Bilgi sahibi olmayan düşünemez. Düşünemeyen insan da doğru karar veremez.’’ der Yismelıko Özdemır Özbay bir makalesinde. Okumanın ve öğrenmenin bilincinde olan halklar dünyanın en zengin ve ileri devletleri olmuşlardır. ‘’Sizleri Avrupa’ya getiren güç nedir?’ diye sormak istiyorum hepinize.

Çoğunuz para diyeceksiniz. Peki, parayı nasıl ve nereden buldular? Para; bilimin, okumanın, öğrenmenin ve çalışmanın ürünüdür.. Üniversitelerinde günahmış, ayıpmış, Müslüman’mış, komünistmiş gibi sübjektif saçmalıklarla uğraşmadan hiçbir tabu tanımadan her şeyi öğrenmişler ve öğrenmektedirler.
Alman kökenli olan komünist felsefesinin temelini atan Friedrichs Engels, Karl Marks’la iftihar etmişler ve yapıtları yasaklanmadan okunmuş ve tartışılmıştır. İçimizden pek çoğumuz ise ‘’Kiril harflerini’’ Rus harfleri diye öğrenmemekte direnmektedir. Peki Latin harfleriyle olsa öğrenecekler mi dersiniz?

Yıllar önce gençlerimizi yetiştirmek istedik. ‘Komunist’ yapacaksınız dediniz. 19 Aralık 2005 tarihinde Wuppertal’da verdiğim konferansta aynı anne babalar bu kez ‘’bize yardım edin. Çocuklarımız bizi dinlemiyorlar. İstediklerini yapıyorlar. Almanlaştılar’’ dediler.  ‘’Geç oldu hemşerilerim’’ diye yanıtladım. Maalesef geç oldu.

Ne ilginç ki, komünizm bitti, çöktü, halen suçlanmamız bitmedi. Burada Rus ajanı diye suçlanıyor ve Kafkasya’ya gidince de MIT ya da CIA ajanı olarak suçlanıyoruz.

Bizlerde ne olduğumuzu bilemez olduk.

Kim ne derse desin bizim için hiç önemi yok. Çünkü biz kendimizi tanıyoruz: Adige’yiz. Te  tı ADIG.

Bu kısa açıklamalardan sonra asıl konumuza girelim. Kısa kısa kendimce önemli bulduğum konulara değineceğim.

Adige kültürü deyince her şeyden önce binlerce seneden bu yana nesillerden nesillere sözlü anlatımlarla aktarılan efsaneler,  destanlar, masallar ve hikayeler akla gelmelidir.

Burada dünyamızın yaratılışı ile ilgili kısa bir efsaneyi, değerli araştırmacımız Kube Şaban’dan aktarmak istiyorum.

Beraber yola çıkan bir ayı ile tilki bir kovan bal bulurlar ve paylaşamazlar.
Sonunda en yaşlı olanın balı alacağında anlaşırlar. Ve ayı söze başlar:
Dünyamız balçık halindeyken,
İndil nehrini bir adımla geçerken
Oşhıtxu lar (Beştav) küçücük birer tepe iken
Ben daha küçücük bir çocuktum.

Bunları duyan tilki ağlamaya başlar.
– Ne oldu? Neden ağlıyorsun? diye ayı sorunca:
– O tepecikler çocuklarımın mezarları, onları bana hatırlattı da onun için ağlıyorum, diye yanıtlar, bilge aklıyla balı kazanır.

Görüldüğü gibi bu anlatım, bilim adamlarının dünyanın oluşumu hakkındaki tespitleriyle ile az çok çakışmaktadır.

Yine Adigece Oşhıtx (Khşhıtf) (Karaçayca; Beştav, Rusça; Piyatıgorsk) üzerine sayın Prof.Dr. Johann Knobloch’un bir  gezisinde not ettiği bir Legendey’i sizlere aktarmak istiyorum.

….
Beschtau ist (in der Sprache des Turkvolks der Berg-Kabar­diner) der ‘Fünfberg’, der der Stadt Pjatigorsk den Namen gege­ben hat. Auf dem Hügel Maschuk (= tscherkess. ‘Feuerberg’ -ein Signalberg, der vor Einfällen der Kosaken warnen sollte) stehend überblickt man die Kurstadt und das Land mit dem herrlichen Ausblick auf den Elbrus. Man erzählt sich dort, es habe einmal zwei Recken gegeben, den alten elbrus und den jungen beschtau. Beide seien in eine wunderhübsche Jungfrau namens maschuk verliebt gewesen und hätten einen Zwei­kampf ausgetragen. Beschtau spaltete dem alten Elbrus das Haupt – so erscheint der Umriss des höchsten Berges im Kauka­sus dem Betrachter – und mit seinen letzten Kräften warf dieser seinen Gegner zu Boden und zerstückelte ihn in fünf Teile: Beschtau – Fünfberg. Darob war nun die schöne Maschuk zu Tode betrübt und weinte heiße Tränen – die heißen Quellen von Pjatigorsk.

15  Ich habe diese Erzählung anlässlich meines Aufenthalts in Pjati­gorsk 1970 von einem einheimischen Russen gehört. (J. Knobloch 1991;12-13)

….

Beştav (Türk halkı olan dağ Kabardeylerinin dilinde) ‚’beş dağ’ anlamında Pyatigorsk kentine adını vermiştir.

Maşuk tepesinden (=Çerkesce Maş’oku, ateş dağı anlamına gelmekte) Kazak baskınlarını gözleniyor ve ateş yakarak haber verilirdi.

Maşuk tepesinden Elbrus dağına ve Pyatigorsk kentine bakış panoraması çok güzeldir. Sizlere Ruslar tarafından anlatılan bir hikayeyi anlatacağım. ’’Geçmiş zamanda iki cengaver varmış: yaşlı Elbrus ile daha genç olan Beştav. İkisi de Maşuk’a aşık olurlar ve savaşırlar. Beştav Elbrus’un kafasını ikiye ayırır ve günümüzdeki şeklini alırken, Elbrus’ta son gücünü toparlar ve Beştav’ı yere serer ve beşe böler ve Beştav oluşur.

Maşuk’ta üzüntüsünden ağlamaya başlar ve gözyaşlarından sıcak su kaplıcaları oluşur.’’

İzin verirseniz, Ninem Goşexuraj Jançat’tan duyduğum ve 60’lı yılarda yazdığım bir efsaneyi de sizlere aktarmak istiyorum.

Adigeler Kafkasya’yı Tanrı’dan nasıl aldılar?

….
Wie haben die Adyghen. Kaukasus als ihr Heimatland bekommen?  

Vor undenklichen Zeiten lebten alle Völker in frieden zusammen irgendwo in Nach­barschaft. Tha, (dh. Gott) schuf die Welt und ließ allen seinen Untertanen folgen­des mitteilen; sie sollen am nächsten Sonntag zu ihm kommen. Er wolle die neu er­schaffene Welt unter den verschiedenen Völkern verteilen.

Wie angekündigt, kamen alle Völker scharenweise an dem Tag zu Gott und bekamen ihre Siedlungsgebiete. Danach gingen sie fort, um dort ein friedliches glück­liches leben zu fuhren.

Die Adygen (Tscherkessen) aber vergaßen. Ausgerechnet diesen wichtigsten Tag und erschienen nicht vor Tha, da sie sich mit Sane (Wein) trinken und Tänzen verg­nügten. Als der Tag der Teilung schon längst vorbei war, wurden sie erst aus dem Rausch erwacht und erinnerten sich an dem Tag der Zuteilung der Erde unter den Völkern. Aber es war schon zu spät.

– Was sollen wir tun? Wir sind ohne Heimatland geblieben, sagten sie unter sich und beriefen Chase ( dh.Volksrat ) ein. Nach langen Diskussionen, beschloss Chase, trotz der Verspätung zum Tha zu gehen, ihn um ein Heimatland zu bitten.

Danach marschierten die Adygen zu Gott. Ganz vorne die weißbärtige Thamaden, wie die Sitte es will, das Volk hinter ihnen singend und tanzend. Als sie ans Tor des Schlosses kamen, wo Tha seine Residenz hatte, blieb die Masse stehen. Die Thamaden aber gingen ans Tor und klopften. Die Wächter des Gottes öffneten die Tür und fragten; ” was sie wollen, wer sie seien?“

Die Greise verlauteten ihr Anliegen. Erstaunt, was sie hörten, liefen die Wächter rasch zu ihrem Herrn und. Erzählten ihm die unglaubliche Geschichte:

– Ein heimatloses Volk ist. gekommen. Sie heißen Adyghen. Sie wollen Heimatland!” Gott Überlegte sich erstaunt, lange und sprach, zu den Wächtern:

– Adyghen, Adyghen ! Ich kann mich nicht daran erinnern, dass ich so ein Volk er­schaffen habe. Ich habe auch kein. Land mehr zu vergeben. Was soll ich jetzt machen? Führt sie zu mir! Ich möchte dieses Volk kennen lernen, an deren Erschaffung und Existenz ich mich nicht, erinnern kann.

Die Wächter holten die Thamaden mit ihren malerischen Trachten und führten sie zu Tha. Gott betrachtete sie, schaute herab stolz und auch verunsichert. Aber, auch er­staunte sich darüber, was es vorging und fragte zornig:

– Wer seid ihr denn?
– Adyghen.

Adyghen. Adyghen! Wiederholte Tha mehrmals und fragte wieder:

– Wo wart ihr denn, an dem Tag, als ich alle Völker zu mir bestellte und ihnen ihr Heimatland gab?

Der Älteste, der über zwei hundert jähre alte Thamaden, der Vorsitzender der Chase trat selbstsicher einen Schritt vor und sprach:

– Oh, du großer Tha, verzeich uns bitte, da wir den Tag vergessen haben.
– Verzeihen ! Verzeihen! Wie kann, man so etwas vergessen? donnerte Gott.
– Wir haben eine Woche lang gefeiert, gesungen und getanzt. Wir tranken Sane|“ dh. Durch den Rausch von Wein und Tänze haben wir alles vergessen. Außerdem so erging uns immer, wenn wir Feste feiern. Als wir erwachten, war der Tag schon längst vorbei, entgegnete der Weißbärtige.
– Unerhört so etwas ! Gibt es denn auf meiner Welt ein Getränk, das ich nicht kenne und getrunken habe? fragte erstaunt Tha.
– Ja, antwortete der Thamade ohne zu zögern.
– Es sind anscheinend wunderbare Dinge, was ich heute sehe und höre. Führt euer Volk in den Schlossgarten herein! Bring mir auch ein Horn von Sane! befahl Gott.

Die Thamaden holten alle Adyghen in den Schlossgarten mit Tanz, und Gesang. Die Mädchen und Jungen tanzten Wydsch. Hand’ an Hand. Die Alten sangen die Hel­denlieder. Der Thamde der Adyghen hebte nach einer Weile seinen Scepten hoch und hörte man mit allen Geselligkeiten auf.

Danach hielt der Thamade einen Trinkspruch und überreichte dem Gott ein Horn voll Sane, Tha kostete erst seinen Geschmack und gleich darauf entleerte er mit, einem
Zug das ganze Hörn.

– Es schmeckt, ausgezeichnet, sprach begeistert Gott und verlangte   noch   einen   und Trank, und noch einen…… Er mischte sich unter den Adyghen tanzte zusammen mit den hübschen Mädchen. Wydsch, Zefak’u, Zyghetlat, sang mit ihnen in Chor sieben Tage und Nächte.

Als alle nach einer Woche von diesem Glück und Rausch erwachten, sprach Tha mit voller Begeisterung und Anerkennung zu den Adyghen:

Zwar habe ich kein Land stück mehr zu vergeben. Aber den Kaukasus schuf ich für mich, als mein zukünftiger Residenz besonders schön, wie kein anderes Land auf der Welt. Ich muss ehrlich gestehen, dass ihr dieses Land verdient habt. Ich gebe es Euch. Lebt dort glücklich in frieden. Ich werde auch selbst, hier auf dem Berg Oscha-Mafe {Berg des Glückes heißt der Berg Elbrus bei dem. Adyghen.} wohnen und die Welt regieren. Ich komme jeden Sonntag zu Euch zusammen Feste zu feiern.

….

Adigeler tabiatı çok seven ve tabiatla, iç içe yaşayan bir halktır. Evliye Çelebi seyahatnamesinde bilhassa ağaca olan sevgiyi vurgularken kolay kolay ağaç kesmediklerini yazmaktadır.

Adigelerin inançlarına göre kozmos üç kısımdan oluşmuştur; alt, orta ve yukarı dünya olmak üzere. Bu kısımları bir birine bağlayan ise bitkilerdir. Alt dünya; toprağın altı ve kökler, ortası; toprağın üstü ve bitkilerin gövdesi, yukarısı da gökyüzü ile bitkilerin dalları ve yapraklarıdır. Makrokozmos ile Mikrokozmos’u bir birine bağlayan ağaç PçIey’dir (Latince, Platana=Çınar). Bazen de altın bir ağaç olarak düşünülen elma ağacı PçIey’in yerini almaktadır. Kozmosun yeraltı dünyası ve yer üstü dünyası yedişer kattan oluşmuştur. İnsanlar ancak birinci katlara ulaşabiliyorlar. Korkunç olan yeraltı dünyasına ise ulaşılamıyor.

Sayın hemşerilerim, jeologlara göre de dünyamızın en içi devamlı kaynayan lavlarla dolu değil mi? Korkunç sözcüğü buna işaret edilmiyor mu acaba?

Kosmos’un sonu olmadığı da bilim adamlarınca kanıtlanmıştır. Adigeler yedi kat derken bu sonsuzluğu ifade etmek istemişler herhalde.

Saygıdeğer dinleyiciler,

Adigeler iyiliklerin ve iyinin doğudan ve güneyden geldiğine, kötü ve kötülüğün ise kuzey ve batıdan geldiğine inanırlardı. Burada tabiat kanunlarının insanlara olan etkilerini izleyebiliyoruz. Doğu’dan insanlara ve tabiata yaşam veren güneş doğuyor, Güney’den canlılara yaşam veren serinlik ve yağmur geliyor. Kuzey’den ise soğuk, kar fırtına ve en önemlisi Adige halkını kasıp kavuran barbarlar gelirken, canlılara yaşam veren güneş Batı’da kayıp olarak yeryüzünü karanlıklara boğuyordu.

Sözlü Adige kültüründe ilk yeri ‘Nart Kahramanlık Destanları’ almaktadır.

İsa’dan önce 3.000 senesinde söylenmeye başlanan destanlar İsa’dan sonra 300 yılına kadar gelişmesini devam ettirmiştir. Destanlar 30’a yakın efsane birliğinden oluşmuştur. Tanrılar, Mitik yaratıklar ve devlerden oluşan destanların merkez eksenini Nartlar teşkil etmekte ve devamlı olarak birbirleriyle ilişkiler içindedirler.

Destanların temel içeriği kahramanlıktır. İnsanlara faydalı olma, insanların düşmanı olan ve yaşama olanaklarını yok etmek isteyen, tanrı, dev ve ejderhalara karşı yapılan savaşlar. Mücadele yapılırken vahşi ve barbarca kan akıtan kahramanlara değil, akıl ve mantığıyla yada kendilerine yardım eden hayvanların yardımıyla (at, balık, kartal ve yılan) düşmanlarını yenen Nart kahramanlarını görüyoruz.

Etik yönden değerlendirme yapacak olursak Nartlar barbar değil humanisttirler.

Nart Efsaneleri bütün Kafkas halklarınca az çok bilinmekte toponomik merkezini Kuzeybatı ve orta Kafkasya teşkil etmektedir. Doğu’ya gittikçe ve güneye indikçe hem tekstler ve varyantlar azalmakta hem de masallaşmaktadır.

Destanlar Adigelerde nazım ve düz yazı şekilleriyle bize aktarılırken, diğer Kafkas kabilelerinde çoğunlukla nesir yani düz yazıyla anlatılmaktadır. Destanların en karakteristik özelliği nazım tarzında söylenmesidir.

Pek çoğumuz Nart efsanelerinin adını söz edildiğini duydunuz. Destanların yedi cilt içinde Hedeğatle Asker tarafından toplanarak yayınlandığını da duydunuz. İçinizde kaş kişi bir Nart efsanesini okudu ya da dinledi acaba?

Sayın Cem Özdemir bir sohbetimizde şöyle bir anısını anlatmıştı: Cem Nart efsanelerini okudun mu, diyerek Yaşar Kemal soru yöneltir. Hayır, dedim der Cem. Öyleyse sen tam bir Çerkes değilsin, der ünlü yazar.

İzin verirseniz Nart efsanelerinde bir örnek okumak istiyorum. Sawsırıko Sanepsi insanlara nasıl getirdi. (CircassianCanada’da Türkçe’si yayınlandı.)

Tarihte Adigelerden diğer Kafkas halklarına doğru bir kültür etkisi ve akımı olduğu gerek son zamanlardaki Arkeolojik kazılar gerekse 18 ve 19. yy gezginlerinin yazılarında izleyebiliyoruz. Gürcü krallarından Kırım hanlarına kadar hepsi prenslerini Adigelerin yanında Adige xhabze ile eğitmeleri için gönderirlerdi. Bu eğitim sürecinde Nart destanlarını da öğreniyorlar ve ülkelerine götürüyorlardı. Literatürde tersine işleyen herhangi bir kültür akımından ise söz edilmemektedir. İşte bu nedenler, sözünü ettiğimiz kültür etkisi ile Nart efsanelerinin Adigelerden diğer uluslara geçtiği şekli daha doğru bir yaklaşımdır. (Sarkisyanz, E. ve  Essad Bej)

Geçmiş tarihimize bakınca Adige halkının oluşması milattan sonra X. yylara geri gittiğini Leskof yazmaktadır Prof. Sarkisyanz ise ’’ileri bir kültüre sahip olan Adigeler, ülkelerini istila eden barbar halkları asimile etmişler Adigeleştirmişlerdir’’, demektedir.

O halde Adige denen otoktanik bir halk ileri bir kültürün taşıyıcıları olarak Adigey’de yaşıyordu.

Adigeğe nedir?

Adigeğe: İnsanlıktır.
Adigeğe: Saygı ve sevgidir.
Adigeğa: Liberal ve demokratik düşüncedir.
Adıgağe: Çevre ve doğayla iç içe yaşamaktır.
Adıgağe: Cinsiyetler ayrımı yoktur.

Bir atasözümüz der ki; Adige feder beded Adigededer maçeded. Adige gibi olan pek çok, gerçek Adige ise çok azdır.

Adigeler tarih sayfasında daha önceleri çeşitli adlar; Sindler, Meotlar, Heniochlar vs. altında tanınırlardı.

Ünlü Sovyet arkeologu Alexander Leskof  ’Adige Mezar Hazineleri ‘’ adlı eserinde neler yazıyor beraber okuyalım:  MÖ.. 2000 yılarındaki Maykop kültürü günümüzdeki Çerkeslerin ataları tarafından yaratılmıştır. Bu kültür ilk kez 1897’de Vaselewski’nin kazılarıyla ortaya çıkarılmıştır. ‘’Kurganların şaşırtıcı zenginliği bu güne kadar Kuzey Kafkasya halkları için üç bin sene önceki bilinen kültür derecesi hakkındaki düşünceleri değiştirmiştir. Maykop kültürü Güney Rusya’daki diğer kültürleri etkilemiştir. (Leskov 1990, s. 11). Sanat harikası olan bu eserler 1989 yılında Mannheim Reiß müzesinde altı aya yakın zamanındaki SSCB dışında ilk kez sergilenmiştir.

Arkeolejıde Dolmen adı verilen Spı vınexer, sadece Batı Kafkasya ve İspanya’da rastlanan, Karadeniz kıyısına 480 km uzunluğunda 30 ile 75 km genişliğinde rastlanmaktadır. Bunlar 12 parçadan oluşan yer üstü mezarlardır. Sadece Bace (Bagovskaya) bölgesinde 564 adet sayılabilmiştir.  Bu mezarların en eskilerinin yaşı MÖ 2400 senesine gitmektedir ve bronz çağında yapılmıştır. Yer üstü gömü geleneğini MÖ 1400-1300 yıllarında bırakmışlardır. Bu mezarlar çok güzel ve düzgün bir şekilde zımparalanmış ve kesilmiş kumtaşı, kristalli, kireç ve karataş büyük parçalarından yapılmıştır. Deniz seviyesinden 250 ile 400 metre yukarılarında görülmekte ve dört değişik yapı tiplerine rastlanmakta ve genelde tek bir dağ keçisi rölyefi ile süslenmişlerdir. Blok halinde yontulmuş kayalardan yapılan bu mezarların uzunluğu 2.23 m. ve yüksekliği 1.60 ile 1.40 m arasında değişebilmektedir. Giriş kesiminde küçük yuvarlak bir kapı oyulmuştur ve onu kapayacak şekilde de taştan bir tıkaç yapılmıştır. Bu mezarlara ilk önceleri kabile reisleri gömülürken daha sonra kolektif mezarlar olarak kullanılmıştır. Dolmenlerde, parmak üç ya da dört köşeli tarak şekilleriyle süslenmiş testiler bulunmuştur. Ayrıca disk şeklinde seramikten yapılma iplik eğirme aletleri bazılarında da metalden yapılma, zırnıklı bronzdan yapılma süs eşyaları ve aletleri de bulunmuştur. bkz. resim
(Kaynak; Markovin, W.I./ Muntschajew, R.M. Kunst und Kultur im Nordkaukasus.s.18)

Bonn Üniversitesi dil bilimcilerinden Kafkasolog J. Knobloch ‘Kafkas Nart efsanelerinde Homer kahramanları ve Hıristiyan kutsalları ‘ homerische Helden und christliche Heilige und kaukasischen Nartenepik“ (Heidelberg 1991) adlı yapıtında yunan harfleriyle Mezıtheos yazılı bir kitabenin Karadeniz’in Kuzey yakalarında bulunduğunu yazmaktadır.

Mezıth-Мэзытхь, Adigelerin ormanlar tanrısıdır. Adige anlatımlarına göre Mezıth altından kılları olan erkek yaban domuzunu binek hayvanı olarak kullanır. Mezıth bir emriyle ormanlarda yaşayan hayvanlar toplanırlar ve Mezıth kızı onları sağar. Dir (1925, s. 140 Anthrops Bd. 20).

Mezıth ormanlarda yaşayan hayvanların da koruyucusudur. Avcılar ava çıkmadan önce onun duasını almaları gerekmektedir. Avlanan hayvanın kemikleri toplanarak bir arada toprağa gömülür. Bu hayvanın tekrar canlanacağına inanırlardı.

Chancerij’in yazdıklarına göre Mezıtha altından tüyleri olan çok iri erkek domuza binip gezerdi. Onun emriyle geyikler, dağ keçileri vs. toplanırlar ve çok güzel kızlarda onları sağarlardı.

Bu anlatımın haricinde bugünkü Taganrog kentine yakın bir yerde bulunan ve üstünde Yunanca Mecytheos-Mezıtheos yazısı bulunan kaya parçasında ise bir keçinin ve insanın ayakları görülmektedir. Adigelerin Yunan efsanesinin Pan’ından etkilendiklerini görebiliyoruz.

Burada şöyle bir soru geliyor akıllara. Acaba atalarımız Yunan harflerini kulandılar mı acaba? (bkz. resim.)

Daha önce sözünü ettiğimiz Sind-Meotlar MÖ. 400’de kent devleti kurarlar. Başkenti Gorgipa günümüzdeki Anapa kentidir. Rus bilim adamı Kruschkol 1971’de Moskova’da yayınladığı eserinde yukarıdaki sorumuzu yanıtlamaktadır. Sindler MÖ. 3. yy.dan beri hayvancılık, balıkçılık, çok iyi çömlekçilik yapmışlar ve demiri işlemişlerdir.

Sind’ler devlet organizasyonu kurmuşlardır. Çok ilginç olanı ise halkın kendi arasından krallarını ve kraliçelerini seçmesidir. Yani kraliyet babadan oğula geçmiyordu. Dinleyiciler müsaade ederse bir kaç bin sene ileriye atlayarak Mısır’da kurulan Çerkes Kölemenleri devletine kısaca değinmek istiyorum. ’’Prof. Erdal Marcel Türk kölemenlerinin tamamen tersine Çerkes kölemenlerinde sultanlık babadan oğula değil, seçimle kendi aralarında en yetkili kimseye geçerdi’’, diye yazmaktadır.  Bu demektir ki, Adige kültürünün temelinde demokrasi düşüncesinin yatmaktadır.  Gelelim gene Sind-Meotlara. Sind-Meotlar para bastırmışlar. Hatta kanunlar çıkarmışlar güzel sanatların gelişmesini desteklemişlerdir. Devlet olmanın şartlarından olan; seçim, kanunlar, para bastırma ve güzel sanatları destekleme Sind-Meotlarda gözleyebiliyoruz.

Her kültürde olduğu gibi Adige kültürünün de kendine has özellikleri vardır. Bir kültürün gelişmesi ve biçim alması halkın yaşam şekliyle doğru orantılı olarak gelişmektedir. Adige halkının yaşadığı topraklar kavimler göçü yolunun üzerinde olması en büyük talihsizlikleri olmuştur. Çünkü durmadan savaşmak zorunda kalmışlardır. Ülkeleri her yüz senede bir istilaya uğramış yakılmış ve yıkılmıştır. Bu nedenle de ne Adigeler çoğalabilmiş ne de barış görmüşlerdir. Toplum devamlı savaş nedeniyle yaşam tarzını da eğitimini de ona paralel, şartların gerektirdiği şekilde geliştirmiştir.

P’ur denilen erkek çocukların eğitim metodunun temelinde de bu neden yatmaktadır. Eğitim için diğer bir aileye verilen hatta çalınan erkek çocukları on yedi on sekiz yaşına kadar p’urunda kalır. Anne baba sevgisinden, duygusallıktan uzak tam bir savaşçı olarak yetiştirilirdi. Rahmetli Ninem Goşechuraj Jançat ‘’gece, evinde yatağında yatan genç delikanlı alaya alınırdı’’, diye anlatırdı. Görüldüğü gibi Spartakid yaşam tarzı vardı.

Burada akıllara bir soru gelebilir, Adigeler neden saraylar kaleler vs. inşa ederek tarihi eserler bırakmadılar diyerek.

Gerçektende Adigeler saraylar inşa etmemişlerdir. Çünkü buna zaman bulamadıkları gibi taştan konak yapmayı da korkaklık kabul ediyorlardı.

Ava çıkan bir Adige’nin karşısına birden bire bir ayı çıkar. Hemen bir birlerine sarılırlar. Adige kamasını çeker ve önce büyük bir hızla ayıya saplamak ister. Ancak bundan vazgeçerek yavaş yavaş kamayı saplar.

Neden?

Hızla kamayı sapladığını biri görürde ‘’korkudan hızla sapladı’’ diye anlatırsa korkaklığını gösterir diye düşündüğünden.

– Adigeler ticareti para ve kazanç karşılığı bir şeyler alıp satmayı ayıplamışlardır. Bu nedenle ticaretle uğraşan az Adige vardı.

Adige xhabze Çerkes kültürünün ve yaşam düzeninin temel taşıdır desek yanılmayız. Xabzeler sözlü kanunlardı. Alman literatürüne Adygejısches Ehrenkodex adı altında geçen xhabzelerimiz yıllarca toplumumuzu ayakta tutmuştur. Bu sözlü kanunlar devamlı olarak çağa uydurularak değiştirilirdi. Ünlü iki xabze yapıcısı olan Jabaghı ile Degumıko Yedıc Zeleskeri’nin adlarını yazmak istiyorum.

Jabagh’ı birçoğumuz az çok tanırken Degumıko Yedic’i hiç kimse tanımamaktadır.

Yedic Zeleskeri Degumuko; Batı Adigey’de 19. yy başlarında yaşamış olan halk filozofudur. Kanun yapıcı ve uygulayıcıdır. Davalarda hakimlik yapar ve verdiği kararlara itiraz edilmezdi.  Kanun yani xhabze yapıcısıdır. Yedic kısa boylu, atının eğerinde belli olmayacak kadar küçük bir insandı. Ünü ise ta Rusya içlerine ve Çar’a kadar ulaşmış birisiydi. Kurulan halk meclislerinin tartışılmaz başkanıdır. Adigey’de genelde her üç yılda bir gelenek ve görenekleri çağa uydurmak ya da yeni problemleri geleneklere göre çözümlemek için genel halk kongreleri yapılırdı. Bu genel halk kongresinin en sonuncusu 1829 yılında Yedic başkanlığında yapılmıştır.

Yedic Zeleskeri geleneklere göre kanun yapıcı demiştik; bunu kanıtlayıcı şu olayda anlatılır. ‘’Adige geleneklerine göre ‘başlık!’ olarak kızın dayısına baştan aşağı donanmış bir at verilirdi. Bu ata binmek ve at takımlarını kullanmak ise çok ayıp sayılırdı. At ölünceye kadar faydalanılmadan bakılmak zorunluluğu vardı. Zaman savaş zamanı. Diğer taraftan kuraklıklar, bulaşıcı hastalıklar Adige halkını kırıp yok ediyordu. Yedic atının üzerinde bir mahkemeden geri gelirken halkın şu sözlerle söylendiğini duyar; Yedic herhalde yaşlandı ve artık düşünemez oldu. Bulunduğumuz kıtlığı yaşamıyor mu, bilmiyor mu? Biliyorsa şu ‘başlık!’ olarak verilen atın faydasını bırak birde zararı olduğunu göremiyor mu, farkında değil mi? Olayı kavrayan Yedic Zeleskeri vakit geçirmeden üç yılda bir toplanan Halk Meclisi’ni beklemeden xhabzeyi değiştirmek gerektiğini ama nasıl yapacağını düşünerek evine gelir.

Davadan davaya giderek uzun zaman evinden uzak kalan Yedic avluya girince avluda bağlı olan atı görür ve misafir var diyerekten sevinir. Hemen misafir evine girer fakat içeride kimse yoktur. Buna şaşar ve ev halkına sorar: ”Bu atın sahibi nerede?”. ”Atın sahibi sensin. Sen davadan davaya koşarken kız kardeşinin kızı evlendi ve sana da bu atı geleneklerimize göre gönderdiler”, cevabını alır. Yedic Zeleskeri hemen bu ata biner ve köyü herkesin şaşkın bakışları arasında bir baştan bir başa dolaşır. Yedic’in yaptığı gelenek olduğundan ve bu yaptığı da her yere sözlü olarak yayıldığından o günden sonra ‘başlık’ olarak gönderilen atlara da binmek gelenek haline gelmiştir.

Yedic Zeleskeri ile ilgili diğer bir olay da şöyle anlatılmaktadır. ‘’Yedic adını çok duyan Rus generallerinden birisi onunla tanışmak ister ve bu isteğe olumlu karşılık verir. Yedic yanında koruyucu ve yardımcıları olmak üzere kararlaştırılan Rus kalesine gider. General adını ve ününü çok duyduğu bu filozof için bir karşılama merasimi hazırlatır. Yedic ve yanındaki gurup kaleye girince general yaklaşan gurubu göstererek yanındakilere Yedic hangisi olduğunu sorar. Atın üzerinde görünmeyecek kadar küçük olan şahsı gösterdiklerinde, ”bu mu ünü her yöne yayılan ve kendisinde söz edilen Yedic Zeleskeri” diyerek general kahkahalarla gülmeye başlar. Bu sıra atlılar yaklaşmış ve generalin gülmeleri de bitmemişti. Yedic saygıyla selamladıktan sonra, neden güldüklerini sorar. Durum kendisine anlatılınca Yedic generale kendisiyle at göğüsleme güreşi yapıp yapmayacağını sorar. General derhal atına atlayarak karşısına dikilir. Verilen komutla atlar bir birlerine doğru koşmaya başlarlar. Bir anda şimşek gibi iki at karşı karşıya gelir ve o anda nasıl olduğu bilinmeden Rus generalinin Yedic’in elinde, atı ise kaçarak uzaklaştığı görülür. Yedic bir elinde havada debelenen Generali şeref tribünündeki yerine getirir ve yere bırakır. Misafirler ve seyirciler neyin nasıl olduğunu anlayamazlar ve generale de iyi bir ders vermiş olur.’’ (Yukarıdaki bilgileri Maykop kentinde bir sohbette Dr. Batırbıy Bırsır anlatmıştı.)

Nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Öleceğini anlayınca atına binerek ‘uzakta bir mahkemeye çağrıldım’’ diyerek evinden ayrılır, vatanının topraklarına ve ormanlarına doğru at sürer ve bir daha da izine de rastlanmaz. Zannımca bu yolla mezarının yapılarak insanların kendisini putlaştırmasını önlemek istemiştir.

Adigeler Fransızlar gibi tarihte ilk ihtilal yapan halktır.

Abzechler ilk kez 1770 yılında asillere (pşı ve verk) karşı ayaklanırlar. Diğer feodal Adige kabile beylerinin ve Rusların yardımıyla, devrim hareketi bastırılır. Ancak bağımsızlıklarına çok düşkün olan Abzechler yirmi yıl kadar sonra 1790’da ikinci kez başarılı bir ayaklanma yaparak beylerini öldürürler. Hayatlarını kurtarabilenler diğer Adige kabilelerine sığındıkları gibi pek çoğu da Moskova’ya ,  -tıpkı Fransız asilzadelerindin yaptığı gibi – giderek Ruslara sığınırlar. Verklere de aşağıdaki şartlarla, Abzech bölgesinde yaşamalarına izin verilir ve canları bağışlanır;

1) Abzech ülkesinde yağma yapmayacaklar.
2) Diğer yörelerde yağmaladıkları malları vs. Abzech topraklarından geçirmeyecekler
3) Abzech ülkesinde yaşamaya karar verenler diğer halk gibi kendi emeği ile çalışarak geçinmek zorunda olacaklar.

Fransız ihtilali ile birlikte gerçekleştirilen Abzech devrimi bilim adamlarınca yeterince araştırılarak incelenmemiştir. Fransız ihtilali, aydınlarca başlatılmış, organize edilmiş ve yürütülmüştür. Aydınları, üniversiteleri olmayan Adigey’in derin ormanlarında ve dağlarında yaşayan Abzechleri devrime iten ve başarıyla götüren etkenler nelerdir?  Eğer ‘dış etkenler’ ise, kıyı halkları daha önce etkilenmeleri gerekmez miydi? Bu ve benzeri pek çok sorular yanıtsız kalmaktadır. (Vorlesungen von, Prof. Dr. M. Sarkisyanz. SAI- Heidelberg. Trubetykoy, Nikolaj Sergejewitsch Fürst Erinnerungen an einen Aufenthalt bei den Tscherkessen des Kreises Tuapse. In: Caucasica, 1934, 11, S. 1-39)

İlk kez Sovyetlerin kurulması ile Adige halkı barışa kavuşur. 1920’den 1990’a kadar binlerce yıldır ihmal ettikleri çağdaş kültürü yakalamak yarışına girerler ve kültürün her dalında başarılı eserler yaratırlar. Adige dili edebiyat dili haline getirilir; Çeraşe Tembot (Çeraşe Tembot yokluklar içerisinde Adige Make gazetesini kendi el yazısıyla çoğaltıp çıkarmıştır), Jane Kırmız, Kışeko Alim, Meşbaşe İshak, Kuyeko Nalbi Balkar Fovset gibi edebiyatçılar ve Paştı Germen, Bırsır Abdullah,  Felıx gibi ressamlar, dünyanın tüm dilbilimcileri tarafından tanınan ve saygınlık duyulan Prof. Kumacho Muhaddin ve Çeraşe Zeynep ve dünyaca ünlü Leningrad senfoni orkestrasının ve İngiltere kraliyet senfoni orkestrasının direktörlüğünü yapan Juri Temirkan’i örnek olarak gösterebiliriz.

Adige kültürünün oluşması için o dili konuşan bir toplumun ve devletin varolması gerekmektedir. Adige dilinin resmi dil olarak her dalda kullanıldığı devlet olmadan Adige kültürü gelişemez. Gelenekleri xabzeyi yaşatacağız çırpınmaları Çerkes toplumunu kurtaramaz ve kurtaramayacakta. İşte derneklerimize bir bakalım üye sayımız çoğalıyor mu azalıyor mu?

Görüldüğü gibi azalmaktadır. Azalması da normaldir. Çünkü kendini yeniliyen çağa uyduran bir Adige toplumu içinde yaşamıyoruz. Aksine başka kültürler içinde yaşıyoruz. Onlardan etkileniyoruz. Evleniyoruz, okullarına gidiyoruz. Farkına varmadan asimile oluyoruz.

Bizi ayakta tutacak nedenler yalnız dil değildir. Bilgidir. Okuma yazmadır. Kendi dilimizde okuma yazmadır. Etnolog olarak okuduğum kitaplarda çok ilginç bölümlerden birisini size aktarayım ki dilin önemini anlayasınız. Çinliler Uzakdoğu’nun ticaretini ellerinde tutuyorlar. Uzakdoğu’da herhangi bir ülkeye ya da kente taşınan Çinlilerden iki aile bir araya gelince ilk defa konuştukları ve konuşmakla kalmıyorlar yaşama geçirdikleri kendi ulusal dillerinde okul açmaktır. Hem de parasını kendileri karşılayarak.

Ya bizler?

Bizler harflerin ne olup olmayacağı konusunda olayı yanıltmak için Kiril mi Türkçe mi (Türkçe harfler yok Latince harfler vardır) tartışmalarına girişiyoruz. Harfler bir semboldür. Rus’u, komünisti, gericisi, ilericisi vs olmaz. Ama şu anda bile içimizde, Kiril harflerini Rus harfleri olduğu için o alfabeye karşı olan ve öğrenmeyenler var.

Adige milli benliğimizi kabullenip geliştirilmesinde çalışmalıyız. Birbirimizle ilişkileri çoğaltmalıyız. Çocuklarımız bir birleriyle görüşmeli ve arkadaş olmaları gerekir.

Hatasız insan olmaz. Herkes şu ya da bu şekilde bir hata yapabilir. Bu hatalarımızı büyütmeden tekrar arkadaş olmamız gerekir.

Belirli bir amaca ulaşmak için çeşitli vasıtalar vardır. Kimi yaya, kimi taksi, kimi tren kimi uçakla gider. Neden benim gibi yaya gitmiyor diye kızmayı, dışlamayı bir kenara itmemiz gerekmiyor. Her türlü düşünce çokluğuna saygı duymamız gerekiyor.

Toplumsal problemlerle kişisel problemleri bir birine karıştırmamamız gerekir. Kişisel olarak beni sevmeyebilirsin, sevmek zorunda da değilsin. Ama toplumsal mücadelede kol kola olmamız gerekir.

Anadili konuşmaya önem vermemiz gerekir. Çağımızda hangi neden gösterirseniz gösterin asla kabul edemem çocuklarımıza anadilini öğretmenin zor olduğu söylemlerini.  Anne ve Baba Adige ve çok iyi dil biliyorlar. Çocuklarının ismi Denef, Nart yani Adige ismi ama Adigece bilmiyor. Daha önceleri Adigelik iyi halk danslarıyla eşdeş tutulurken buna şimdi ismini, Adige adı verip, Adigelikle özdeşleştirildi.

Diasporada artık Adige dili konuşulmaz oldu. Dilin yok olmasıyla da Adige kültürü ve Adige bilinci de yok olmaya başladı. Bu nedenle de beynimizde kökten değişimler olmazsa diasporada ayakta kalmamız çok zor.

Nedir bu kökten değişimler diye soracak olursanız bunun cevabını sizlerden dinlemek istiyorum.

Ve şimdi size sorumu yöneltiyor ve cevabınızı ya da sorularınızı bekliyorum.

Sevgilerimle.