ANADİLDE EĞİTİM ÜZERİNE

Serdar Ant

Cumhurbaşkanlığı Kültür Ve Sanat Ödülleri Aralık ayı başında Çankaya Köşkü’nde düzenlenen bir törenle verildi. (Hürriyet, 5 Aralık 2008) Edebiyat alanında ödül alan ünlü yazar Yaşar Kemal, törende (Hürriyet’e göre) “tarihi bir konuşma” yaptı. Yaşar Kemal, konuşmasında kimi önemli gerçeklerin altını çiziyordu:

“Biz cumhuriyet çağının sanatçıları, romancılar, şairler, ressamlar önce kendi kültürümüze, dilimize dönmeyi öğrendik. Tercüme bürosunun çevirdiği Dünya klasikleriyle yetiştik. Halkevlerinin, Köy Enstitüleri’nin kuruluşlarına yardım ettik. Köy Enstitüleri ki gelecekte dünyamızı gerçek insanına kavuşturacak bir eğitim düzenidir. Şimdi bugünkü yeryüzünün eğitim düzeni, düzen değil. Böyle bir pedagoji olmaması gerek dünyada. Pedagoji hiçbir şekilde yenileşmemiş. İnsanların kafasına koyuyorlar bir takım bilgileri, onlar da unutup gidiyorlar. Bugünkü eğitimle barış da olamaz. Mesela Hiroşima’ya bombayı atanların hepsi aşağı yukarı, onu imzalayan ABD devlet Başkanı, on binlerce, milyonlarca adamı öldüreceğini düşünen insan da bu okullardan gelmiştir. Bu okullar zülüm okuludur. Dünyanın bütün gazetelerinde aşağı yukarı bunları yazdım.”

Konuşmasının bir başka yerinde de 20. yüzyılın belki de insanlığın en acılı yüzyılı olduğuna dikkat çeken Yaşar Kemal şunları söylüyor:

“Milyonlarca insan, çoğunluğu da genç, bu yüzyılda öldürüldü. 20. yüzyılda çıkan üç savaşın adı da Dünya Savaşıydı ve bu savaşı Avrupalılar çıkardı. Haa suçluyor musun? Elbette suçlayacağım. Herkesin suçlaması lazım… Avrupa uygarlığın memleketleri olacak. Ama bu Avrupa üç defa savaş çıkardı. En korkuncu da üçüncü savaştı, Soğuk Savaştı. Korkunçtur o. İnsanı yozlaştırdı, edebiyatı yozlaştırdı, sanatı yozlaştırdı. 19. yüzyıldan kalanlar büyük insanlardı. Tolstoy mesela, 19. yüzyılın büyük insanıydı. Biz onun değerini hâlâ bilemiyoruz. Büyük yazarların değerini bilecek durumda değiliz. Savaş, adı ne olursa olsun bir yıkımdır ölümdür. İnsanlığı öldürür. Bugün milyonlarca insan açlıktan, bakımsızlıktan ölüyor. Ama devam edemeyecek böyle. Ya insanlık yok olacak ya bugünkü sistem devam edemeyecek. Ne halt ederlerse etsinler? Başlarına bela olacak böyle bir şey. Bugün çok kötü günler yaşıyor insanlık. Bundan sonra kesinlikle olacak bunlar. Bir Türk yazar da bunları söyledi diyecekler. Edebiyatım umurumda değil, namusum umurumda.”

Amacım Yaşar Kemal’in konuşmasını satır satır aktarmak, dile getirdiği kimi doğruları yinelemek değil. Ama en azından kendi payıma şunu söyleyebilirim ki, yukarıda aktardıklarımın altına tereddütsüz ben de imzamı atarım. Ne var ki, Yaşar Kemal kimi gerçekleri dile getirirken, bir noktada idealizme saplanıyor; dahası o idealizm, kendisini örtük olarak ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin temel bir talebini savunmaya götürüyor. Türkiye’nin kültürel çeşitliliği ve zenginliğini vurgulayan Yaşar Kemal, anadilde eğitim konusunda ise şunları söylüyor:

“Anadolu’da yaşayan her halk kendi ana dilini kullanacak. Kendi ana dilinde eğitim görecek, kitaplar yazacak, filmler çekecek. Biz çok kültürlü toprak olduğumuzun farkına varacağız, çıkarımızın yasakta değil, özgürlükte olduğunun bilincine varacağız.”

Bugün Anadolu’da yaşayan herkes, zaten kendi ana dilini kullanıyor. Bunu kimsenin engellediği yok. Üstelik böyle bir yasaklama da mümkün değil zaten. Bugün Türkçe dışındaki çeşitli dillerde kitaplar da yayınlanıyor, filmler de çekiliyor, müzik de yapılıyor! Bu konuda da hiçbir engelleme yok!

Peki, anadilde eğitim? Bilindiği gibi anadilde eğitim bugün bir siyasi taleptir. Yaşar Kemal’in “adı ne olursa olsun bir yıkımdır, ölümdür” diye tanımladığı savaş yoluyla, son 25 yıldır Anadolu’yu kana bulayan ayrılıkçı bir terör örgütünün ve onun yasal uzantılarının bir talebidir anadilde eğitim… Ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin, özerklik ve/veya federasyon yoluyla bağımsızlığa ulaşma stratejisini geçerli kılma yolunda, bugün için elde etmeyi amaçladığı kimi taktik kazanımlardan biridir anadilde eğitim… Hangi iyi niyetle savunulup, hangi saflıkla meşru gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, sonuçta hizmet edeceği amaç Türkiye’nin bölünmesi olacaktır!

Ne var ki, işin bu siyasal boyutunu şimdilik bir yana bırakalım ve “Yaşar Kemal gibi büyük bir yazarımızın elbette bir bildiği vardır” diyerek ona hak verelim. Peki, anadilde eğitim gerçekten uygulanabilir mi? Yaşar Kemal’in iddia ettiği gibi Türkiye’ye özgürlük getirebilir mi? Yakın geçmişin ve günümüzün siyasal çatışmalarının yarattığı önyargıları bir yana bırakarak, eğer anadilde eğitim geçerli olursa nelerle karşılaşılabileceği konusunda tarafsız bir şekilde düşünmeye çalışalım.

Diyelim ki, bugünden tezi yok, artık Kürtler Kürtçe eğitim görsün, Lazlar Lazca, Araplar Arapça, Çerkesler Çerkesce, Boşnaklar Boşnakça, Gürcüler Gürcüce, Rumlar Rumca, Ermeniler Ermenice ve eğer bir sakıncası yoksa (!) Türkler de Türkçe eğitim görsün! Madem artık “demokratikleşiyoruz”, madem amacımız “özgürlük”, o zaman herkes kendi dilinde eğitim görecek. Bu noktada anlaştık!

Bir an için, böyle bir uygulamanın Türkiye’nin bütünlüğü, ulusun birliği için hiçbir tehlike yaratmayacağını da varsayalım. İddia edildiği gibi, herkesin anadilinde eğitim görmesinin serbest olması ile ülkemiz parçalanmayacak, öyle Kürdistan, Lazistan, Çerkesistan vb. kurulmayacaktır! Zaten anadilde eğitim isteyenlere sorduğumuzda da “biz bu ülkenin bölünmesini istemiyoruz, birlik istiyoruz” demiyorlar mı? Bir an için buna da inanalım! Temel koşulumuz, ülkemizin bölünmemesi… Bu noktada da anlaştık!

Peki, ne oldu şimdi? İnsanlar, anadilde veya değil, neden eğitiliyorlar? Nedir eğitimin amacı? Eğitim her şeyden önce sosyalleşmeyi sağlamak, toplumsal uyumu gerçekleştirmek, toplumsal yaşamın uyum ve düzen içinde ilerlemesini temin etmek için yapılır. Diğer bütün hedeflerinin yanı sıra eğitim, öncelikle bireyin topluma uyumu için gereklidir. Toplumsal yaşamın dirliği, düzeni ve birliği içindir. Eğitimin birincil amacı budur!

O zaman bir an için düşünelim, herkesin anadilinde eğitim gördüğü bir ülke olduktan sonra, örneğin “bankacılık” işlemleri nasıl yürütülecektir böyle bir ülkede?

Şunu hemen söyleyebiliriz ki artık bütün etnik gurupların kendi dillerinde hizmet veren bankaları olacaktır. Örneğin Kürtler Kürtçe, Türkler Türkçe, Lazlar Lazca, Çerkesler Çerkesce, Boşnaklar Boşnakça, Gürcüler Gürcüce, Rumlar Rumca, Ermeniler Ermenice, Araplar da Arapça hizmet veren bankalarda yapacaklardır işlerini… Öyle değil mi, adamı kendi dilinde eğittikten sonra, bunu kullanmasını, bu eğitimin gerektiği şekilde ve nitelikte toplumsal yaşama katkı yapmasını da sağlamak gereklidir! Yoksa anadilde olsun ya da olmasın fark etmez, neden eğitim görüyoruz ki? Ayrıca siz bu etnik çeşitliliği daha da arttırabilirsiniz isterseniz…

Dahası, bu bankaların her birinin, diğerlerinden sadece biri ile değil, hepsi ile ilişkileri de olacaktır. Çünkü varsayımımız belli: ülkemiz bölünmeyecek! Hiçbirimiz istemiyoruz bunu! Yani Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Boşnak, Gürcü, Arap, Ermeni, Rum vb. hep beraber yaşayacağız. (Sanki şimdi yaşamıyoruz!) O zaman ekonomik hayatın önemli bir unsuru olan bankacılık sektöründe hizmet veren bir bankada, işlemlerin bütün bu dillerde yapılması gerekir. Yani falanca banka, esas olarak Kürtlere hizmet etse bile, o Kürtlerin mesela Lazlar, Türkler, Çerkesler, Boşnaklar, Gürcüler, Araplar, Rumlar ya da Ermenilerle ekonomik ilişkileri olacaktır. Mesela bir Türk’ün Kürt müşterisi için o Kürdün parasal işlemleri yaptığı bankaya para havale etmesi gerekebilir; o Türk, Kürtçe bilmediği için o bankanın Türkçe bilen eleman istihdam etmesi ve yaptığı her işlem için diğer bütün etnik gurupların dillerini bilen elemanlar bulundurması ve bütün bankacılık kayıtlarını bu dillerde de tutması gerekecektir. Diğer bütün etnik gurup bankalarının da aynı şekilde davranması zorunlu olacaktır. Şimdi bu durumun işlem hacmini ve iş yükünü nasıl arttıracağını, kısacası ne kadar “pratik” ve “uygulanabilir” olduğunu düşünebilirsiniz sanırım!

Tabii toplumsal yaşam sadece bankacılık alanından ibaret değil. Yaşamın aklınıza gelebilecek her alanında bu çeşitliliğin yarattığı sorunlar ve yükle karşı karşıya kalınacaktır. En basit bir etkinlikten en karmaşık toplumsal-ekonomik-askeri-siyasi-ticari-hukuki-sanatsal-sportif işleme ve örgütlenmeye kadar bu etnik karmaşa söz konusu olacaktır! Ve en sonunda da “bu işler böyle yürümüyor, o zaman etnik temelde ayrışalım da toplumsal yaşamın işlemesini kolaylaştıralım” talebi meşruiyet kazanacak ve gündeme getirilecektir! (Yani, yukarıda belirttiğimiz “biz bu ülkenin bölünmesini istemiyoruz, birlik istiyoruz” söyleminin artık zerre kadar değeri kalmayacaktır, çünkü bunlar söylenirken, ülkenin toplumsal yaşamı zaten her alanda paramparça edilmiş olacaktır!)

Dahası, bugüne kadar Türkiye’de resmi dil Türkçe olduğu için toplumsal yaşamın her alanındaki işlemler Türkçe yapılmaktaydı. Ama artık herkesin kendi anadilinde eğitim görmesini kabul ettik! O zaman herkesin anadilde öğrendiklerini gelecekteki yaşamında uygulayacağı kanalların ve kurumların da oluşturulması gerekecektir. Kısacası, böyle çok dilli bir yaşama geçiş aşaması, onun uygulanabilmesinden daha da zor olacaktır! Örneğin hekim yetiştirmek için Tıp Fakültesi mi kuracaksınız, o zaman Türkçe, Arapça, Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Boşnakça, Çerkesce, Ermenice, Rumca eğitim veren fakülteler kurmak zorundasınız! Bu ülkede bir tek hekim yetişmiyor ki? Mühendisi var, öğretmeni var, avukatı var, iktisatçısı var, hemşiresi var, askeri var. Say, say bitmez! Bütün bu fakültelerde eğitim verecek personeli yetiştirmeniz, kitapları o şekilde yazmanız da gerekecek! Sonra da bunlar arasında bir uyum sağlamalısınız! Tabii işin ilk ve ortaöğretim aşaması apayrı bir konu!

Örneğin Kürtçe eğitim veren bir fakülteden mezun olan bir sağlık elemanı, diyelim ki bir hekim, Kürtlere hizmet veren bir hastanede çalışacaktır. Peki, o hastaneye ölümcül bir Laz ya da Gürcü hasta geldiğinde ne olacaktır? O hastaya “senin ne işin var burada, kendi hastanene git” denilecektir doğal olarak! Çünkü istenilse de o hastaya hizmet verilemez. Çünkü ne hekimler hastanın dilinden anlayacaktır, ne de hasta hekimlerin… Tabii bunun için Hipokrat yemininin “anadilde eğitim özgürlüğü” göz önüne alınarak yeniden yazılması da gerekecektir! (Uygarlığa katkımız da bu olsun!)

Ya da böyle herkesin anadilde eğitim gördüğü, yaşamın her alanında anadilini konuştuğu bir toplumda, diyelim ki bir “Laz uşağı” ile bir “Çerkes güzeli” birbirlerine âşık oldu ve evlenmek istiyor Peki, nikâhı hangi dilde kıyacağız? Doğacak çocuğun ana dili ne olacak? Lazların okuluna gidip orada Lazca eğitim mi alacak, Çerkeslerin okuluna gidip orada Çerkesce eğitim mi görecek? O yavrunun, diyelim ki, dayısı ya da halası da, varsayalım ki Kürt ya da Boşnak biri ile evli olabilir. O zaman aile içi iletişim nasıl sağlanacaktır? Herkes yanında bir mütercim tercümanla mı dolaşacak? Bu çocuk, hep “çocuk” olarak kalmayacak tabii ki, büyüyecek ve örneğin askere gidecek. Hangi askeri birlikte yapacak askerliğini peki? Orduda bölükler, taburlar, alaylar, tugaylar, tümenler, kolordular etnik kökene göre mi oluşturulacak artık? Yoksa herkes karışık olarak bulunacak da, diyelim ki bölük komutanı emir verirken 7-8 dilde mi tekrarlayacak emrini? Bir düşünsenize, düşman karşıdan geliyor, bölük komutanı “ateş!” diye emir verecek, ama bunu 7-8 dilde birden söylemesi gerekiyor! Sonuçta bölük, aynı anda ateş edene kadar düşman işini çoktan bitirir! Hepsinden önemlisi, komutan kimden olacak? Kürt mü, Türk mü, Laz mı, Çerkes mi, Arap mı, Boşnak mı, Gürcü mü, Ermeni mi, Rum mu? Kim? Ve emrindekilerin hepsinin anadilini nasıl öğrenecek o komutan?

Neyse, ben Yaşar Kemal kadar “ileri görüşlü”, “yaratıcı” ve “özgürlükçü” olmadığım için ancak bu kadarını hayal edebildim! Kimileri Yaşar Kemal’in bu tür görüşlere Nobel ödülünü almak için destek verdiğini iddia ediyorlar. Dünyaca ünlü yazarımızın gerçekten böyle bir amacı var mıdır bilemem, ama böyle bir toplumun romanını yazarsa, Jules Verne’i bile gölgede bırakıp “bilim kurgu” alanında dünya edebiyatına adını altın harflerle yazdırabilir!

Ne var ki sorunun bir de başka bir boyutu var. Yaşar Kemal gibi bir yazarın bu tür düşünceler dile getirmesi, böyle uçuk-kaçık isteklere destek vermesi karşısında insan ister istemez soruyor: neden?

Akla ilk olarak para, unvan, saygınlık sağlama gibi nedenler gelebilir. Oysa Yaşar Kemal bütün bunlara sahip değil mi? Belki “sadece Türkiye’de değil, dünyada da tanınmak için bu şekilde davranıyordur” diye düşünülebilir. Ama Yaşar Kemal, eserleri yabancı dillere de çevrilmiş, dünyaca tanınan bir yazar… Yok, eğer tek amaç Nobel almaksa, dünya edebiyatına adını altın harflerle yazdırmış, birçok tanınmış yazar var ki, Nobel sahibi değiller. Dahası, Nobel ödülü de pek öyle matah bir şey değil. Örneğin Nazım’ı bütün dünya tanıyor. Nobel sahibi mi Nazım? Yüz tane Orhan Pamuk, bir Nazım eder mi?

Son yıllarda her fırsatta özür kampanyaları düzenleyerek Avrupa’nın gözüne girmek için takla üstüne takla atan kimi çapsızların kimi davranışlarının nedeni, bir dereceye kadar anlaşılabilir! Çünkü herkes sahip olduğu değerleri pazarlar, herhangi biri değeri olmayanlar da kendini… Oysa Yaşar Kemal çapsız bir yazar değil, bu kategoride değerlendirilemez. Kendine özgü bir dil yaratabilmiş, eserler vermiş, dünyaca üne kavuşmuş bir yazar. Kısacası ihtiyacı yok böyle şeylere!

O zaman geriye tek bir seçenek kalıyor: anadilde eğitim gayet mantıklı, makul, uygulanabilir bir istektir ve Yaşar Kemal de bunun için destek vermektedir bu talebe…

Peki, öyle mi gerçekten? Yukarıda özetlemeye çalıştıklarımız bile anadilde eğitimin ne derece “mantıklı” ve “gerçekleşebilir” olduğunu göstermiyor mu? Dahası, dünyanın hiçbir yerinde eğitim anadilde yapılmıyor. Anadilde yayın yapmak, anadili konuşmak, kitap yazmak, film, müzik vb. serbesttir, ama eğitim dünyanın her yerinde anadilde değil, resmi dilde olabilir ancak. Falanca yerde azınlıklar eğitimlerini anadilde yapıyorlar ya da Almanya’da Türklere bu hak tanınıyor gibi gerekçeler bu bağlamda bir anlam ifade etmez. Eğitimin her aşamasında, o ülkenin bütün insanlarının anadillerinde eğitim görmelerinden bahsediyoruz çünkü. Öyle ayrıntı türünden uygulamalardan değil. Kaldı ki “azınlık” kavramı açısından bakacaksak soruna, bu iş tam bir dipsiz kuyudur. Türkiye’de etnik kökene göre hareket edilecekse, bunun içinden çıkmak mümkün olmaz.

Ama bir başka boyut var ki, o daha da ilginç… Bir an için varsayalım ki, anadilde eğitim uygulanabilir bir talep olsun ve yarından tezi yok gerçekleşsin. Kim anadilde eğitim görmek istiyorsa, bu haktan yararlansın… Ne değişecek peki? Hiçbir şey… Ülkemizin sorunları anadilde eğitim görmemekten mi kaynaklanıyor? Şimdi dağdaki PKK’lı da, onunla savaşan asker de, fabrikasından işçi çıkaran işadamı da, kapının önüne konulup işsizler ordusuna katılan işsiz de, ev hanımı da, politikacı da, kısacası herkes biliyor ki, sorun eğitimin dili değil, niteliği! Eğer verilen eğitimin içeriği beş para etmiyorsa, o eğitimi anadilde yapsanız ne olur, yapmasanız ne olur! Örneğin Yaşar Kemal sormak gerekir, kendisinin “gelecekte dünyamızı gerçek insanına kavuşturacak bir eğitim düzenidir” şeklinde tanımladığı Köy Enstitüleri’nin belirleyici özelliği anadilde eğitim veriyor olması mıydı?

Kürtler ya da başka bir etnik gurup, daha kaliteli, bilimsel ve laik bir eğitim, daha çağdaş koşullar, daha çok okul, daha çok öğretmen, daha eşit şartlarda gelişim imkânı, eğitimde daha iyi olanaklar, kısacası “gelecekte dünyamızı gerçek insanına kavuşturacak bir eğitim düzeni” talep edeceklerine, öncelikle anadilde eğitim istiyorlarsa, açıktır ki burada amaç eğitimle ilgili değildir. Türkiye’nin sözde “solcuları”nın bir kısmı da bu kervana takılmış sürüklenmektedir.

Sorun, pedagojik değil politiktir. Öyle olunca da buraya kadar söylediklerimin pek bir anlamı kalmıyor aslında. Çünkü günümüzde politika tutarlılık, ilke, erdem, akıl, mantık gibi unsurlara önem vermeyen bir alan. En azından burjuva politikası böyle… İşin özünde, çıkar ve güç ilişkileri belirleyici oluyor. O çıkar ve güç çemberine bir girerseniz, ya ilkelerinizi bir yana bırakıp oyunu kurallarına göre oynayacaksınız ve Yaşar Kemal gibi sonunda komik olacaksınız, ya da politika yaptığınızı sanarak ilkeli davranıp geçerli kurallara göre başarısız olarak niteleneceksiniz! Tutarlı, ilkeli, akıllı ve erdem sahibi insanların dünyayı ve ülkeyi yönettiği bir çağda ise, zaten politika “tarih” olmuş demektir.

Örneğin Ermeni sorunu konusundaki durum da bir anlamda böyle değil mi? Günümüzde Ermeni konusu tarihi bir sorun olarak mı anlam kazanıyor, yoksa politik bir sorun olarak mı? Her iki taraf da bu konuda tarihsel tezlerini ortaya koyup, gerçekten özgürce tartıştıklarında bu mesele aşılacak mı sanıyorsunuz? Eğer böyle düşünenler varsa, ya gerçekten “Ermeni sorunu” bağlamında neyi tartıştıklarını bilmiyorlar ya da politikanın ne demek olduğunu… “Ermeni sorunu” da politik bir konudur ve bu nedenle öyle belgelere ve arşivlere dayanarak haklılığımızı ispat etmeye çalışmak boşunadır. Güçlü olmak, her zaman haklı olunduğu anlamına gelmez. Ama eğer haklıysanız, bunun ancak gücünüzle desteklendiğinde bir anlamı ve geçerliliği olacaktır. Türkiye, haklı olduğu davaları gücüyle destekleyemediği ya da yeterli siyasal, ekonomik ve diplomatik güce sahip olamadığı için sıkıntı çekmektedir.

Bu ve benzer sorunlar bağlamında Yaşar Kemal’lerin gündeme gelmesinin asıl nedeni de, o anadilde eğitim taleplerine bir tür güç sağlama isteğidir! Diğer bir ifadeyle, Yaşar Kemal bu taleplere destek vermenin kendisine sağlayacağı yararlardan ötürü değil, sorunun bizzat özüne taraftar olduğu için bu yaştan sonra böyle davranmaktadır.