‘BANA LEZBİYEN DE DEDİLER, YAHUDİ DE, ERMENİ DE, KÜRT DE!’

Hazal Özvarış
T24 Gazetesi, 23 Aralık 2008

“Güneydoğu’da savaş hukukuna geçilsin. Gösteriye füze atılsın.”
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen

“Sapık inançlar (Yezidilik ve Zerdüştlük) meşrulaştırılmak isteniyor.” 
Saadet Partisi Başkanlık Divanı üyesi Fethullah Erbaş

“Eşcinsel lobisi, sözde kültürel faaliyet adı altında sapkınlık için atağa geçti.” 
Gazeteci Fahrettin Dede/Yeni Akit

“Kadınlar erkeklerin üstünlüğünü kabul etsin.” 
Yazar Sema Maraşlı

Bu örnekler, Ocak ayında maruz kaldığımız nefret söylemlerinden sadece birkaç tanesi. Nefret söylemi içeren haberleri arşivleyen Nefretsoylemi.org’a baktığınızda uzun bir listeyle karşılaşacaksınız.

“Nefret söylemi” kavramı, her ne kadar Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından daha sık gündeme geldiyse de Türkiye’nin yabancısı olduğu bir mefhum değil. 6-7 Eylül olayları, Sivas katliamı, gazetecilerin öldürülmesi, Seferihisar’daki linç girişimi, Romanlara, Ermenilere, Kürtlere, LGBT bireylere ve kadınlara yönelik şiddet benzeri birçok olay, Türkiye’nin sicilinde önemli yer kaplıyor.

Bu sicili kayıt altına alan “Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları” kitabı, geçtiğimiz haftalarda Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı derleyen Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’na sorduk:

Nefret söylemi ne zaman suça dönüşür? Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) nefret suçları neden tanımlanmıyor? “Kin ve düşmanlığa tahrik edenleri” yargılayan 216. madde kimi koruyor? Türk medyasındaki hangi gazete, kimden “nefret” ediyor? ‘Diyaloga açık’ Zaman gazetesinin hoşgörü sınırı eşcinsellik mi? Nefret suçları yasası kabul edilirse, resmi makamların nefret söylemleri engellenebilecek mi?

İşte Yasemin İnceoğlu’nun www.t24.com.tr’nin sorularına verdiği cevaplar:

‘NEFRET SÖYLEMİ’ NEDİR, NE DEĞİLDİR?

– Nefret söylemi, ne zaman nefret suçuna dönüşür?

“Nefret söylemi” dediğimiz şey, her zaman açık ve aleni olarak değil, maskeli, örtük bir biçimde de ortaya çıkıyor. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 1997’deki tavsiye kararında nefret söylemi “yabancı düşmanlığı, ırkçı nefret, antisemitizm ve hoşgörüsüzlük temelli diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her türlü ifade biçimi” olarak tanımlanıyor. Bu tavsiye kararına AİHM de kararlarında gönderme yapmaktadır. Nefret söylemi, abartma, çarpıtma, küfür, hakaret, aşağılama, simgeleştirme, şeytanileştirme, insanlıktan uzaklaştırma kategorilerinde gerçekleşir.

Ancak, nefret söylemi ve ifade özgürlüğü arasındaki sınır da korunmalı. Son zamanlarda nefret söylemi kavramını kullanmak çok moda oldu. Herkes “Sen nefret söyleminde bulunuyorsun” demeye başladı. İşte bu noktada karşı tarafın ifade özgürlüğünü kısıtlamış oluyorsunuz. Nefret söylemi, suça giden yolda çok önemli bir geçit. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, devletlere, ulusal yasalar çıkarmak için ortak ölçütler belirlemesini önermiştir. Komite, aynı zamanda nefret söyleminin medya aracılığıyla yayılmasının zararlarını da vurgularken, nefret söylemi üreten ile bunu yayımlayan medyayı birbirinden ayırmanın önemini vurgulamıştır

– Başta hükümet, sonra medya neden bu tavsiyelere uymuyor?

Biz hangi tavsiyelere uyuyoruz ki, buna uyalım! Basın özgürlüğü karnemiz, 2008’den beri kötüleşiyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, Avrupa Birliği İlerleme Raporu, Freedom House Türkiye’ye hep başarısız, kırık not verdi. Notu daha da düşen öğrenci muamelesine tabiyiz ki, bu özellikle medya iklimine baktığımız zaman çok net bir biçimde görünüyor.

Bu konuda STK’ların (sivil toplum kuruluşları) çalışmaları çok önemli. Danışma Kurulu üyesi olduğum Sosyal Değişim Derneği bünyesinde kurulan, halen genişlemeye devam eden Nefret Suçları Kampanyası Platformu oluşturuldu. 26 Ocak’ta kuruluşunu bir basın toplantısıyla duyuracak bu platformun hukuk çalışma grubu Meclis’e sunulacak bir yasa taslağı üzerinde çalışıyor. Ancak, henüz bitmedi.

‘BİZ TÜRK, MÜSLÜMAN, SÜNNÎ, HETOROSEKSÜEL VE ERKEĞİZ’

– TCK’nın 216. maddesi, “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” diyor. Nefret söylemine maruz kalanları koruyabilecek bu madde, neden uygulanmıyor?

Azınlık raporu sürecinde Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu’nun başına gelenlerden bu maddenin nasıl işlediğini gördük. Türkiye’de zaten problem daha çok uygulamada çıkıyor. Yasa yapmakla bitmiyor. Nefret suçlarıyla ilgili yasa çıksa ne olur, diye sorarsanız, bence fena olmaz. En azından baskı unsuru olarak caydırıcı olabilir.

– Yargı, bu tavrıyla kimi koruyor?

Bireyleri değil, devleti koruyor. Var olan egemen ideolojideki “biz” tanımını koruyor.

– “Biz” kimdir?

Bu sürekli bize aşılanan, içselleştirdiğimiz bir şey. Biz, “Türk’üz, Müslümanız, tercihen Sünni’yiz, heteroseksüel, erkeğiz, maçoyuz, Türk aile yapısına bağlıyız. Gelenek ve göreneklerimize bağlı, vatanımıza ve namusumuza düşkünüz.”

Türkiye Cumhuriyeti’nde doğan ve “Ben Türk’üm” diyen standart bir vatandaş, bu tanım dışında kalan herkesi ötekileştiriyor. Ötekilerin, kendi tayin ettiği koşullar ve sınırlar içerisinde varlıklarını sürdürmelerini istiyor. Sokaktaki insan da, kamu otoriteleri de, medya çalışanı da aynı zihni yapıya sahip ve nefret söylemi burada işin içine giriyor. Söylem, dil içinde kurgulanan, toplumsal kökenli bir ideoloji. Söylemin, hangi bağlam içinde üretildiği çok önemli. Ben, size neyi, hangi kasıtla, neden söyledim? Haberlerde de bu böyledir. Hrant Dink’in 301. maddeden yargılandığı cümlesi nasıl bağlamından koparılarak cımbızlandı? Yazının, önceki ve sonraki cümleleri okunsa idrak edilecekti ama dikkate alınmadı.

‘BANA LEZBİYEN DE DEDİLER, YAHUDİ DE, KÜRT DE…’

– Nefret Söylemi ve / veya Nefret Suçları kitabınızdaki Ceren Sözeri ile makalenizi T24’te “Türk medyası Hrant Dink’i nasıl öldürdü?” başlığı ile haberleştirdik. Siz…

Evet, haberin ardından da küfürler geldi.

– Böyle bir sonucu olacağını düşünemedik.

Önemli değil. Başlık güzeldi. Ben Barış Meclisi’nde, Türkiye Musevi Cemaati’nde gidip konuşma yapıyorum, LGBT’lerle Kaos GL, Pembe Hayat, Pozitif Yaşam’a toplantılarında katkı sunuyorum. Bir bakıyorsunuz, lezbiyen dediler. Yahudi de, Kürt de, Ermeni de, hepsini oldum.

‘HETEROSEKSÜELLER EŞCİNSELLERLE; TÜRKLER ERMENİLERLE AYNI KULVARDA OLMALI’

– Söylenenlerden rahatsız mısınız?

Rahatsızlık duymuyorum, hayrete düşüyorum ve bu tepkileri ilkel buluyorum. İnsanımızın ne kadar hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlükle yaftalama ve etiketleme çabası içinde olduğunu görüyorum… Bir insanın bazı grupların haklarını savunması için illa ki o gruba mı ait olması lazım? Ermeni mi, eşcinsel mi olması lazım? Tam tersi! Heteroseksüellerin eşcinsellerle, Türklerin Ermenilerin aynı kulvarda olmaları lazım.

– Bu tavrınız, neden genel kabul görmüyor?

İnsanlar genelde kendilerine dokunanla ilgileniyorlar, dokunmayanlara karşı da duyarsız davranıyorlar. “Öteki”leştirdiklerimizle ne yazık ki empati kuramıyoruz.



‘MEDYA, DİNK CİNAYETİ SONRASINDA GÖREVİNİ YAPMADI’

– Medya da bu etiketleme çabasında nefret söylemleriyle etkin bir rol oynuyor. Ogün Samast, savunmasında “Olaylar, Yasin’in bana internetten gösterdiği manşetler ve okuttuğu yazılar ile beni sürüklediği kin ve nefret girdabında kaybolmam ile başladı” demişti. Siz, Hrant Dink cinayetinin medya ayağını nasıl özetliyorsunuz?

Medya, yargı ve devlet, bir üçlemedir. Dink cinayeti sürecinde ne yazık ki suç ortaklığı ve işbirliği içerisinde ilerlediler. Başlığımızda “Ya Sev Ya Terk Et Ya da …” diyerek çok güzel özetledik.

“Sabiha Gökçen, Ermeni’ydi” diyen Dink, medya için malzeme oldu. Barış adamı bir kişinin katledilmesinde medya, “gönüllü davrandı” diyemeyiz ama bu kadar da bilinçsizce davranılmazdı! Medya, Hrant’ı hem hedef gösterdi, hem yalnızlaştırdı. Bu anlamda Hrant Dink cinayetinde medyanın sorumluluğu had safhada.

Ayrıca, cinayet öncesi kadar sonrası da ayrı bir çalışma konusu. Medyanın, cinayet sonrası, İçişleri Bakanlığı’na bağlı emniyet teşkilatının kararttığı deliller, kaybolan telefon kayıtları, TİB’den gelen kayıtlar… vs., tüm bunlar için hesap sorması gerekiyordu ama sormadı. Medya, aksaklık, eksiklik, yolsuzluk, ört bas edilen ne varsa, onu kazımak için var. Ama medya bu görevini yapmadı.

-Yani emniyet görevlilerini korudu mu?

Başbakanlık, MİT görevlilerinin sorgulanmasını sağlayamadı. Medya neden bunun üstüne gitmedi. Nerede bu kayıtlar, tanıklar, şahitler? Dink ailesinin avukatları her duruşmada bir şeyler istedi, ancak sürekli “kayboldu, yok, silindi” dendi. Medya, hep 5N 1K dedi ama “Kim yaptı, ne yaptı, nereye gitti”de kaldılar. “Neden” diye sormadılar. Umarım bu karar sonrası süreçte medya, biraz günah çıkarır ve yaşananların üstüne gider.
‘Medyadaki nefret söylemi en çok Kürt ve Ermenilere yönelik’

– Medya çalışmalarınıza göre Zaman, Yeni Şafak, Milli Gazete, Vakit, Cumhuriyet gazeteleri inanç, Yeni Çağ ve Orta Doğu ise etnik kökene yönelik nefret söylemlerinde bulunuyor. Türk medyası nasıl işliyor?

Herkesin bir ötekisi var ve kendisine benzemeyene sataşıyor. Bu bir kısır döngü.

Sosyal Değişim Derneği, “Ulusal Basında Nefret Suçları:10 yıl, 10 Örnek” başlıklı çalışma kapsamında; 2008’den 1998’e giden 50 bin haberi içeren on yıllık bir süreci taradı. Irk, dil, din, etnik grup, cinsel yönelim, cinsel kimlik, siyasi görüş, sosyal statü, engellilik durumu gibi kriterler belirledi. Çalışma sonunda nefret söyleminin en çok Kürtler ve Ermenilere yönelik olduğunu gördük.

‘HÜRRİYET, ÖTEKİSİ HİÇ KİMSE DEĞİLMİŞ GİBİ YAPAN BİR GAZETE’

– Size 4 tane gazete ismi söylesek, bu gazeteler sizde nasıl bir izlenim uyandırıyor? Ötekileri kim?

Sorunuza nefret söylemi bağlamında cevap vereceğim.

Hürriyet: Hürriyet ötekisi hiç kimse değilmiş gibi yapan bir gazete. Ama sonuçta amiral gemisi, “Türkiye Türklerindir” logosuyla egemen ideolojinin “biz”lik tanımının en yaygın sözcüsü.

Yeni Şafak: BDP’ye yönelik kullandıkları “Katil Sizsiniz” manşeti…

Yeni Akit: Zenne’yi “sapıkların filmi” olarak tanımlaması, “Eurovision’a Musevi gönderiyoruz” başlığını örnek verebilirim.

Sözcü: Akit’in ulusalcı yansıması. Sözcü ve Akit, karşıt gibi duran ama aynı nefret söylemini üretebilen bir gazete. İş, “ulusal çıkar” konusuna gelince aynı dili konuşmakta hiç zorlanmıyorlar. Örneğin, “Pazarlığı Bırak Gözyaşına Bak” manşeti…

‘İSLAMCI GAZETELERİN EŞCİNSELLİKLE İLGİLİ OBSESYONLARI VAR’

– İslamcı gazeteler arasında, Zaman’ın nasıl bir farkı var?

Kullandıkları dil diğerlerine göre daha usturuplu. Ayrıca, diyaloga açık bir gazete.

– Peki, sınır nedir, eşcinsellik mi?

Evet, ama İslami kesimin tüm gazetelerin eşcinsellikle ilgili büyük bir mutabakatları ve hatta obsesyonları var, diğer deyişle takıntılı ve saplantılılar. Yalnız diğer gazeteler de LGBT’leri doğru temsil ediyorlar gibi bir sonuç çıkarmamak lazım bundan. Sıklıkla sapık, sapkın, etrafa dehşet saçan ve kamu düzenini bozan potansiyel risk grubu olarak gösteriyorlar. Ama başka bir nokta da var. Ben bir eşcinselle bir başörtülüyü çalışmalarımda bir araya getirmek istediğimde eşcinsel elini uzatıyor ve toplantıya geliyor, ama başörtülü arkadaşlarımız bu konuda genellikle direnç gösteriyorlar. “Eşcinsellik, dinimizce günahtır, sapkınlıktır” diyorlar.

– Bunun son örneğini Mazlum-Der gösterdi. Eşcinsel örgütler olduğu gerekçesiyle Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Starbucks işgalcilerinin düzenlediği Uludure açıklamasına katılmayı reddettiler.

Bence bu çok yanlış bir davranıştı. Eşcinseller, hastalıklı bireyler olarak görülüyor. Şu anki siyasi iktidar, bırakın eşcinsellere ve eşcinsel birlikteliğe tahammülü, heteroseksüel ilişkide bile “doğal evlilik” diye bir tanımlama yapıyor.

‘AKP, ENİNDE SONUNDA LGBT HAKLARINI TANIMAK ZORUNDA’

– Nedir “doğal evlilik”?

Ben de bu kavramı “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer Olarak Aile” konulu konferansın akademisyen katılımcılarının yayımladığı ortak bildirgede görmüştüm. 2010 yılında, yine Aliye Kavaf başkanlığında yapılan bir toplantıydı. Hatta NTV’de tartışma programında konuşmuştuk. Bildirgede, aile içi cinsel ilişki (ensest) ile eşcinsellik aynı düzlemde değerlendirilmiş ve doğal evliliklere dayalı çocukların çoğalması talep edilmişti. Yani nikâhsız beraberlikler sonucunda çocuk yapmayın mesajı veriliyordu. Özellikle de son yıllarda, bu yasalara bile konuluyor. RTÜK bunu sürekli zikrediyor. Geçen hafta TBMM’de Fırsat Eşitliği Komisyonu’na gittim, özellikle altını çizdim: “Sadece kadın- erkek demeyelim, LGBT bireyler de diyelim” dedim.

– Cevap ne oldu?

Önerilerimizi dinlediler. İleteceklerini söylediler.

‘HOMOFOBİK SİYASİLER VE MEDYA ÇALIŞANLARI ZENNE’Yİ İZLESİN’

– AKP’den “LGBT bireylerin haklarını savunuyoruz” cümlesini duyabilir miyiz?

AKP’nin işi zor, eninde sonunda LGBT haklarını görmezden gelmeye son vermek zorunda. Bugün de Dink için yürürken “Biz Ermeni’yiz” diye haykıran binlerce kişiyi sokaklarda gördük. Toplum rötarlı da olsa tepki göstermeye başladı. Dolayısıyla LGBT gerçeği de görülecek. Zenne filmi ne kadar güzel yankı uyandırdı. Tüm vatandaşlarımız, ama özellikle de homofobik siyasilerimiz, medya çalışanları gidip izlesinler.

İnsanlar, böyle bir deneyim yaşamayacaklar gibi yaşıyorlar ve konuşuyorlar. Bugün homofobik olan insanların yarın eşcinsel çocukları olursa ne yapacaklar? Öldürecekler mi?

– Sizce?

Gerçek hayatta olduğu gibi filmde de Ahmet Yıldız, babası tarafından öldürülmüştü. Çocuğu eşcinsel olan ailenin bu durumla tek başına başa çıkması zor, ailede korkunç bir baskı oluşuyor, hatta filmde Ahmet’in annesi kocasını Ahmet’e karşı kışkırtıyor, oğlunun eşcinsel olma nedenini kocasında ararken bile toplumdaki yerleşik kanıyı, “erkek adamın erkek oğlu olur”u dile getiriyordu. Bu kadın erkek herkesin içine işlemiş, değiştirmek kolay olmayacak.

– Aliye Kavaf’ın “Eşcinsellik hastalıktır” sözleri hâlâ akıllarda. Nefret suçları yasa tasarısı geçerse, hükümet ve resmi kurumların nefret söylemlerini durdurucu etkisi olur mu?

Fatma Şahin, Aliye Kavaf’tan daha duyarlı ve dikkatli davranıyor ve dinliyor. Geçen hafta Pembe Hayat, trans bireyler, SPOD, Kaos GL Meclis’te isteklerini sundu. Bu daha önce olmamıştı. Tam tersi diyalog yolu tıkanmıştı. Kavaf’ın sözleri ardından hükümetin bir açıklamada bulunması gerekirdi, ancak hiç ses çıkmadı.

Suskunluk, onaylamak demektir. AKP’li biri çıkıp “Bu Kavaf’ın şahsi görüşüdür, yanlıştır, 90’lı yıllardan beri Amerikan Psikiyatri Derneği, Dünya Sağlık Örgütü eşcinsellik hastalık değil, yönelimdir, diyor” diyebilirdi.

– Seçmenleri göz önünde bulundurulduğunda AKP’li bir bakan bunu diyebilir miydi?

Belki de korktular. Yüzde 50 kitleyi karşılarına almak işlerine gelmez. Muhtemelen de büyük çoğunluk Kavaf’a hak verdiği için susmayı tercih etti.

‘KÖŞE YAZARLARI KÖŞELERİNDEN NEFRET KUSUYOR’

– Hükümetin söylemlerinin yanı sıra, gazeteci birlikleri de nefret söylemleri açısından sessiz kalıyor. TGC, Basın Konseyi, ÇGD’nin ilkeleri arasında “barış” dili olarak özetlenebilecek maddeler var. Neden bu madde kullanılmıyor?

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Umur Talu başkanlığında 1998’de Türkiye’de Gazetecilerin Hak ve Sorumlulukları başlıklı, Türkiye’nin en iyi bildirgesi sayılabilecek bir metne imza attı. Metinde nefret söylemi ve nefret suçları eksik, bu madde gelecekte eklenebilir. Yazı işleri müdürleri haberlere daha itina eder oldu. Konsey, dernek, kurulların yanı sıra ombdusmanlar da var, ama köşe yazarlarını zapturapt altına almak mümkün değil.

Sabah’ta Yavuz Baydar, Hürriyet’te Faruk Bildirici, Milliyet’te Belma Akçura ve Derya Sazak var. Yavuz Baydar’a, Sabah’ta sert ve nefret söylemi içeren yazıları yazanları sorduğumuzda, “Köşe yazarlarına karışamıyoruz” dedi. Köşe yazarları, kendi tapulu malları gibi gördükleri köşelerinden müthiş bir nefret kusuyorlar. Nefret söylemlerinde en ön plana çıkanlar, sosyal medya ve köşe yazarları.

‘BASIN KONSEYİ ‘DİŞSİZ BEKÇİ KÖPEĞİ’ ROLÜNÜ ÜSTLENMİYOR’

– Basın Konseyi, Engin Ardıç’ın feminist ve lezbiyenler için söylediği “Orospuluklarına kılıf arıyorlar” sözleri için uyarı vermeme kararı aldı. Bu tavır, köşe yazarlarının nefret söylemlerini teşvik etmiyor mu?

Evet, uyarı vermemekle yapılan onaylanmış oluyor ve diğer köşe yazarları için de özendirici bir hal alıyor. Serdar Turgut’un Rojin için söylediği “Dağa kaldırırdım” ifadesi ardından yine Rojin’e karşı TRT Genel Müdürü’nün söyledikleri var. Bunlar olacak iş mi? TRT gibi, ülkenin kamu hizmeti yayıncılığı yapan kanalının başkanı bu şekilde konuşuyor. İçişleri Bakanı’nın eşcinseller için söyledikleri de var. Bunlar inanılmaz geliyor insana.

Yılmaz Özdil bu konuda başı çekiyor. Star gazetesindeyken, Leeds-Galatasaray arasında oynanan maçı sonrası “Tuu size” olarak okunan “Two Size” manşetini atmıştı. “Biz Türkler, Avrupalı rakiplerimizi çiçeklerle karşılar, alkışlarla uğurlarız ama sizi suratınıza tükürerek gönderiyoruz. Two… Two…”, “Hem İngiltere’ye 2 gol attık hem de 2 kişi öldürdük” gibi devam ediyordu haber.

Basın Konseyi, Batılı demokrasilerdeki “dişsiz bekçi köpeği” rolünü başarılı bir biçimde üstlenmiyor ne yazık ki. Örnek aldığı İngiliz Basın Konseyi oldukça başarılı. Ahmet Türk’e yapılanların ardından Yılmaz Özdil’in yazdığı “Yumruk” başlıklı yazıyı bile oybirliğiyle kınayamamıştı.

– Özdil, Uludere katliamı ardından “katır” yazısıyla bir kat daha çıktı.

Bunu neden yapar bir insan? İnsan bu kadar mı vicdansız olur?

– Bunu neye bağlıyorsunuz?

Bu tarzda yazan bir gazetecinin nefret suçunu tahrik ve teşvik ettiğine inanıyorum. Bunu da sırf tiraj için, benim sadık okurum benden bunu duymak ister, diyerek yazdığını sanmıyorum. Yılmaz Özdil gerçekten böyle düşündüğü ve inandığı için yazıyor. İşte bu noktada gazetecinin sorumlulukları konusu aklına geliyor insanın.

‘DEVLET, TÜRKİYE’NİN NAMUSUNU KORUMAK İÇİN BEKÇİLİK ROLÜNÜ ÜSTLENDİ’

– RTÜK, diğer yapılara kıyasla fazlasıyla aktif çalışıyor. Son olarak müzik videolarına “pornografiye varan içerikleri” gerekçesiyle yaş sınırı getirildi. Siz bu klipleri izlediniz mi?

Hepsini izledim. Öpüşme sahnesi ve dekolte dışında, benim bildiğim porno kavramına dair bir görüntü ile karşılaşamadım.

– RTÜK’ün yanı sıra Yumuşak Makine, Ölüm Pornosu kitapları da Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu raporuna dayandırılarak yargılanıyor. Hükümet pornografiyi sizce nasıl algılıyor?

Devlet, muhafazakârlaşma eğilimi içerisinde Türkiye’nin namusunu korumak adına bir bekçilik rolünü üstlendi. Çıkardıkları kanunlar, radyo ve televizyon düzenlemeleri hep “biz”i korumaya yönelik.

RTÜK’te 9 üyenin 5’ini AKP öneriyor. Diğer dördünü de diğer partiler öneriyor. Üyelerin, partilerle belki organik bir bağı yok, ama dünya görüşleri çok benzeşiyor. Zaten parti de üye adayını kendini istediği gibi temsil edeceği için öneriyor. Mesela düşünsenize AKP beni kontenjanından önerir mi? Hem kadın olduğum için, hem de ideolojim nedeniyle asla önermez. Yanılmıyorsam son yıllarda RTÜK’te, CHP dışında zaten kadın üye hiç olmadı. Hülya Alp iyi ki var; her karara da şerh koymak zorunda kalıyor, düşünsenize.

Benim görüşüm, kamu otoriterlerinin, medya ve STK çalışanlarının eğitilmesi, seminerlere tabi tutulmaları. Erotizm nedir, pornografi nedir, pornografik şiddetin ne demek olduğunu öğrenmeleri gerekiyor.

‘SİNDİRİLMİŞ, AYAR ÇEKİLMEYE HAZIR BİR MEDYA İLE KARŞI KARŞIYAYIZ’

– Kamu çalışanlarının eğitimi önemli ancak Türkiye’nin en etkili ismi Başbakan’ın “Kadın mı, kız mı?” sorusu veya Bülent Arınç’ın Ümit Boyner’i hedef alan “pornocu” polemiğinin nefret söylemlerine nasıl bir etkisi var?

Zihniyet değişimi olmadan hiçbir şey olmaz. 50, 60 yaşından sonra da kimseyi değiştiremezseniz. Şu andakiler için değil, ama gelecek kuşaklar için umutlu olabiliriz ancak.

– Söyleşimiz nefret söylemi üzerineydi, ancak son sorumuzda hükümet ve basın arasındaki somut ilişkiyi sormak istiyoruz. Başbakan medya patronlarıyla, Hasan Cemal’in talihsizlik olarak nitelendirdiği bir toplantı yaptı. Cemal, içerik açısından “devlete hizmet arz eden bir medya görüntüsü” ortaya çıktığını söyledi. KCK kapsamında gazeteciler tutuklandı, Ahmet Şık’ın basılmamış kitabı toplatıldı. Siz, bir akademisyen olarak geçmişe kıyasla son dönem basın ve hükümet ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son dönem siyasi iktidar hoşgörüsüz, otoriter, eleştiriye tahammülsüz. Bunu doğal olarak medya ile ilişkilerine de yansıttı. Medya TCK’nın 301 ve 216. maddeleri, Terörle Mücadele Yasası’nı da içeren bir dizi yasa altında büyük bir hukuki baskıya maruz kalmış durumda. Aynı zamanda medya kendine içselleştirilmiş bir oto-sansür de uygulamakta. Bu süreçte hükümet politikaları eleştirilemiyor, eleştiren kimileri işten atılıyorlar. Sindirilmiş, ayar çekilmeye hazır bir medya ile karşı karşıyayız. Sorumlu gazetecilik yapması istenilen medyanın en büyük sorumluluğunun “hükümete veya devlete karşı olan değil, kamu nezdindeki sorumluluğu” olduğu gerçeğini akıllardan çıkarmamak gerekir.