BİR KULE YAPMAK -III

Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
14.01.2006

Kule, başlangıcını ister Çatalhöyük’e isterse Babil’e dayayalım çok farklı amaçlar için birbirlerine benzer şekillerde günümüze kadar yapıla gelmiştir. Bu vazgeçilmez yapının çeşitleri arasında bir tanesi vardır ki; özellikle ortaçağ savaşlarında çok kullanılmıştır. Bunlar, kaleleri yıkmak, korunaklı surlara çıkarma yapmak için kullanılan, tekerlekler üzerinde hareket edebilen “hücum kuleleri”dir. Büyük İskender’in meşhur generali Antigonos’un da oğlu olan Demetrius Poliorcéte tarafından icat edildiği söylenen bu kuleler ahşaptan yapılma kare planlı, çok katlı, dışı zırhla veya kalın hayvan derileriyle kaplı piramidal gövdeli idi. Saldırılarda surların yanına kadar yanaştırılan bu kulelere büyük taş ve gülleler atan mancınık gibi diğer silahlar yerleştirilebiliyordu. Ayrıca her katta hasar gören duvar hizasına göre rampa edecek mekanizma ve askerler bulunuyordu.

Bir başka kule türü ise ülkelerin sınırlarından başlayarak merkezi yerleşimlerine kadar uzanan bir çizgide birbirlerinin görüş ve duyuş mesafesindeki yüksek noktalara inşa edilen haberleşme kuleleri idi. Bu kuleler ağına “ateş kuleleri” de denirdi. Benzer örneklerini Kafkasya’da da tespit ettiğimiz ateş kulelerinde, bir ülkenin sınırında düşman tespit edildiğinde, bu yapılarda devamlı bulunan görevli askerler tarafından ateş yakılarak, çan (veya davul) çalınarak veya ayna yardımıyla ışık verilerek merkezdeki yöneticiler haberdar ediliyordu. Anlatıldığına göre, Eski Yunan ve Roma gibi uygarlıklardaki bu tür kulelerde şimdiki modern haberleşmelerin işlevini gören çok basit bir yöntem uygulanıyordu. Buna göre; Her kulede bir kum veya su saati bulunurdu. Görüş menzilindeki kulede bir ateş yakıldığı tespit edildiğinde bu saate bakılarak, ateştin yandığı süreye göre saatin gösterdiği rakam veya harf okunuyordu. Diğer kuleye haber vermek üzere de ateş yakılırken suyun bir harf hizasına inmesine kadar ateş gösteriliyor ve o harfe gelince önü kapatılıp tekrar açılıyordu. Işığın yanma süresine göre oluşturulan işaretlerle bu şekilde basit cümleler kurmak dahi mümkün olabiliyordu. Günümüzde ülke sınırlarda bulunan ve son derece gelişmiş uydu bağlantılı haberleşme cihazlarıyla donatılmış düşman “gözetleme kuleleri” bu geleneğin bir devamıdır.

Kafkasya’ya yapılan imha ve istila saldırılarına karşı stratejik noktalarda özellikle de Çeçenya’da inşa edilen kuleler arasında da benzer iletişim şekillerinin varlığından kısmen de olsa haberdarız. Ayrıntıları hakkındaki bilgiler tam olarak günümüze kadar ulaşmamasına karşılık bu kulelerden çeşitli yöntemlerle haberleşme yapılabiliyordu. Buna göre; Herhangi bir tehlike anında toplumun savunmaya çekilebilmesi, kadın ve çocukların güvenli bölgelere uzaklaştırılması,  halkın silahlanarak saldırıya uğrayan bölgelere yardıma gidilebilmesi için; Sesli olarak: “kısa aralıkları gittikçe artan ve temposu daha da hızlanan” -özellikle davul gibi- ses çıkaran aletler yardımıyla, ışıkla haberleşmede ise “birbiri peşi sıra kısa ve keskin huzmeler gönderilerek” haberleşme gerçekleştiriliyordu. Böylece, kulelerde yaşayanların yine kendi aralarında anlamlarını kararlaştırdıkları ses ve ışıkların biçim ve şekilleri adeta bir şifre işlevini görerek çeçen kulelerinin bir tür “enigma”sını oluşturuyordu. Bu kulelerde sadece savunma amaçlı değil, birbirinden çok farklı amaçları olan düğün, eğlence, tören, toplantı, cenaze ve imece “:belkhi” gibi sosyal olaylar için de kulelerden çeşitli haberlerin verilmesi mümkün olabiliyordu. Bu iletişimde kullanılan “Bir kısa, bir uzun ve tekrar bir kısa” sesle veya ışıkla yapılan gruplamanın “karşıdaki kuleden bilgi isteme” girişi olduğunu biliyoruz. Ancak bu tür sosyal olayların nasıl duyurulduğu hakkında daha ayrıntılı bilgilere artık sahip değiliz. Fakat, ayrıntılarını bildiğimiz bazı haberleşme tekniklerinden haberdarız. Bu kulelere istenildiğinde asılan büyük keçe yaygıları, taşıdığı renk ile çeşitli toplumsal olaylar hakkında bilgi vermekteydi. Asılan keçe yaygı, siyah renkli ise: o yerleşimde “cenaze veya yas” olduğu, sarı renkli ise: “bulaşıcı hastalık ve karantina” olduğu, kırmızı renkli ise: “savaş hazırlığı, savaştan dönen yaralılar olduğu veya kan davası sürdüğü”,  yeşil renkli ise “yeni bir çocuğun doğumu-hastalıktan veya bir beladan kurtulma durumu-daha geç tarihlerde ise hacıların dönmesi” gibi sevindirici bir gelişme olduğu ve şölen verildiği, beyaz renkli ise: düğün ve eğlence yapıldığı, asılan keçe üzeri çeşitli renklerdeki motiflerle süslü ise “İmece” için halka davet anlaşılmaktaydı. Kulelerin toplumsal hayat içerisindeki bu son işlevleri Stalin’in 1944 yıllarındaki büyük kitle sürgünüyle tamamen ortadan kalkmıştır. Böylece sürgünde nüfusunun büyük bir bölümünü yitiren Çeçen halkı, binlerle ifade edilebilecek yıllar boyunca devam ettirdiği bu iletişim türünü ve halk kültürü içerisindeki anlamını tamamen yitirmiştir.

Kule çeşitlerinden bahsederken; Yine yangın ve afetlerin halka duyurulması için inşa edilen kuleleri de bu bağlamda ele almadan geçemeyiz. Bunlardan İstanbul’daki, son şekline 1850’li yıllarda kavuşan narin Beyazıt Kulesi, ertesi günkü sis, poyraz vb. olayları haber vermek için farklı renklerde yakılan ışıklarıyla günümüzde bile hala işlevine devam etmektedir. İstanbul’da bulunan ve şehrin silueti içinde ilk akla gelen unsurlardan birisi olan “Galata Kulesi”de vaktiyle Galata’ya karadan yapılacak saldırıları engellemek, Haliç’e gelen gemileri izlemek ve onlara haber vermek amacıyla 1349 yılında Cenevizli mimarlarca inşa edilmişti. Başlangıçta İsa kulesi denilen bu yapı daha sonraları inşa edildiği bugünkü Beyoğlu civarının eğimli arazisinden dolayı İtalyanca’da “yavaş yavaş inmek” anlamına gelen “Calata” sözcüğünden dönüşen adını almıştı. Osmanlı döneminde, Hezarfen Ahmet Çelebinin masalsı uçuşuna da kaynaklık eden bu kule yangın kulesi olarak kullanılmıştı.

Kule deyince akla gelen başka mimari elemanlar da vardır. Kalelerin duvarlarına bitişik ve belirli aralıklarla yapılıp surları düşman saldırılarına karşı korumak için dışarıya çıkıntılı olarak inşa edilen “çıkma” veya “cumba kule” (ki bunların da kendi içlerinde köşe kulesi ve çıkma köşe kulesi gibi türleri vardır), eski ortaçağ kalelerinde hazine odasının da içinde yer aldığı “son sığınma kulesi-başkule” (Donjon), çokgen gövdeli “tarassut ve mahpus kulesi”, dört köşeli savunma amaçlı “ayrık kule” gibi yapıları da kule çeşitleri arasında anmak gerekir.

On birinci yüzyıldan itibaren Avrupa’da Kiliselerde yaygınlaşarak dini mimarinin önemli bir elamanı haline gelen ve içerisine çan konulan yüksek kulelere “Çan kulesi” (fr.Clocher) deniliyordu ve İslam mimarisindeki cami minarelerine karşılık geliyordu. Büyük katedrallerde bu kuleler “kilise kulesi” olarak adlandırılıyordu. Kule deyince unutulması olanaksız olan bir çeşit de denizcilerin karanlık gecelerde başlıca rehberi olan kıyılardaki “deniz fenerleri”dir. Antik çağlardan beri yaygın olarak tüm dünyada kullanılan bu yapılar bir anlamda “karşılıksız yapılan yardımın” da evrensel sembollerine dönüşmüştür. Tabi bu yapıları anımsadığımızda Jules Verne’nin “Dünyanın ucundaki fener” adlı yapıtındaki ironik olayları düşünmekten de kendimizi alamayız.

Gerçekte her kulenin bir öyküsü vardır.