”ÇERKESLER” KİTABINA İLİŞKİN BİRKAÇ ELEŞTİREL GÖZLEM ve RESMİ TARİHTEN SIZANLAR

Emrah Cilasun
Virgül Dergisi, Ekim 2004

Kemal Karpat, bugünkü Türkiye nüfusunun %40 ila 50’sinin Balkan ve Kafkas kökenli olduğunu belirtmektedir (K.H. Karpat, “Turks Remember Their Ottoman Ancestor”, in K.H. Karpat (ed), Ottoman Past and Today’s Turkey, Leiden, Boston-Köln, 2000, s. XVI ). Cumhuriyet Türkiye’sinin, azınlık milliyetleri ve ezilen ulusu inkar ettiği ve/veya onları, tek bir kalıba döküp, yekpareleştirmeye zorladığı göz önünde bulundurulacak olunursa, Karpat’ın yukarıdaki belirtisinin önemi ortaya çıkmaktadır. Hal böyle olunca, Türkiye’de yaşayan azınlık milliyetler üzerine tarihsel bir araştırmanın -Hamit Bozarslan’ın değimi ile- “serinkanlı” yapılmasının gerekliliği, bilimcilerin önünde bir zorunluluk olarak durmaktadır.

Arsen Avagyan’ın Çerkesler (Arsen Avagyan, Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin Devlet-İktidar Sisteminde Çerkesler, Belge Yayınları, Ocak 2004.) adlı kitabını okumaya başladığımda “serinkanlı” çalışmaya duyduğum özlemle, epey heyecanlandım. “Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin Devlet-İktidar Sisteminde” üst başlığını taşıyan bu iddialı doktora tezinin, geçmişten buyana hasıraltı edilmiş kimi gerçekleri su yüzüne çıkartacağını umut ettim.

Teşvik edici sorular

Bu satırların yazarı, etnik kökeninde bir miktar Çerkesliği de taşısa, katien bir Çerkes milliyetçisi değildir. Çerkes uzmanı ise hiç değildir. Amatör bir tarihçi ve araştırmacıdır. Bunları belirtiyorum zira, Avagyan’ın kitabının birinci bölümü (“Kuzey Kafkas Müslüman Boylarının Osmanlı İmparatorluğu Topraklarına Göçertilme Nedenleri ve Bu Yer Değiştirmenin Seyri”) ve ikinci bölümü (“Osmanlı İmparatorluğu Devlet Erkinde II. Abdülhamid ve İttihat Terakki Döneminde Çerkes Siyaseti”), yüzeysel bilgilerimle, önsezilerimle, kurguladığım hipotezleri önemli ölçüde teyit etmiştir. Kitabın en önemli yanı, Rusya ile Osmanlı arasındaki çıkar çatışmalarının dişlileri arasında Çerkeslerin nasıl öğütüldüğünü bütün çıplaklığı ile sergilemesidir. Avagyan, Osmanlı İmparatorluğu’nun “dağlılar” için döktüğü gözyaşlarının sadece sahteliğini ispat etmekle kalmıyor bilakis, onca zorluklarla dolu göçün (salgın hastalıklar, entegre kampları, kitlesel ölümler vb.) ardından, İstanbul’un, bu insanları neden ve niçin coğrafyasının en sorunlu bölgelerine yerleştirip, tabasına aldığını sorgulamaktadır. Avagyan’ın çalışması, harem üzerinden oluşan “akrabalık” ilişkisinden, sistemin üst yapı kurumlarında Çerkes soylularının entegre edilişine, nihayet, göçertilenlere Osmanlı’nın gösterdiği “şevkat”e kadar birçok faktörün, Çerkeslerde düzene nasıl biat edişi beraberinde getirdiğini deşifre etmektedir.

Osmanlı toplumundaki görev dağılımında, payına savaşçılık düşen Çerkeslerin orduda nasıl da yükseldiklerini belgeleyen kitap, haksızlığa uğramış bir milli azınlığın (Çerkeslerin), düzen tarafından bir başka milletin (Ermenilerin) soykırıma uğratılmasında nasıl kullanıldığını, tarihsel nedenleriyle ifşa etmektedir. Hem sağda hem de solda, siyaset, cemaat ve etnik aidiyetin iç içe geçtiği Türkiye’de, acaba, -1960-90 arası yaşanılan kanlı saflaşmalarda- Yozgat’tan Maraş’a kadar uzanan coğrafyada, Çerkeslerin büyük çoğunluğunun, faşist ya da gerici-muhafazakar safta yer almalarının perde arkasında, tehcir ve taktile uğrayan Ermenilerin yaşadıkları topraklara iskan edilmelerinin tarihsel izleri var mıdır? Avagyan’ın kitabının birinci ve ikinci bölümleri, okuyucuyu, bu türden bir dizi soruların sorulması için adeta teşvik etmektedir.

Sınıflar nerede?

Fakat ne ilginçtir ki, Avagyan okuyucuyu, bu cins soruları sormaya teşvik ederken, bütün Çerkesleri, topyekün bir kefeye koymaktan çekinmiyor. 289 sayfalık kitabı bitirdiğinizde Çerkeslerin sizde bıraktığı intiba, “eşkiya”lık ve “katil”likle dolu bir sicil dosyası. Bir bilimci açısından “iyi ulus” olamayacağı gibi “kötü ulus” olamayacağı da su götürmez bir gerçektir. Ancak Avagyan, burada, maalesef Türk resmi tarihinin yekpareciliğini tersinden üstlenmiş oluyor. Tabii böylece kitabın üçüncü bölümünün (“Çerkeslerin Milli Kurtuluş Hareketine Katılmaları 1919-1923”) üzerine bilimsel titizlikten uzak bir yaklaşımın gölgesi düşüyor.

Avagyan’a göre Milli Mücadele’de sınıflar yok; Bir yanda Ankara bir diğer yanda İstanbul ve bunların arakasında bulunan büyük güçler ve tabii bir de, bu kampların birbirlerine karşı ilk başta kullandıkları kitlesel güce sahip “eşkiyalar” (yani Çerkesler) var. Halbuki Avagyan’ın sıkca gönderme yaptığı Doğan Avcıoğlu bile, “para eşraftan can köylüden” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, c.3, İstanbul Matbaası, 1974, s. 1011) diyerek Milli Mücadele’nin iki kutbunu kabullenmek zorunda kalmıştır. Türk resmi tarihi, 1919-23 yıllarına damgasını vuran, keşmekeşliği, çıkar çatışmalarını ve hatta bütün bunların bir tezahürü olan iç savaş faktörünü görmemeyi bir avantaj telakki etmiştir. Onun içindir ki, resmi tarih, esas olarak Milli mücadelenin “milli” boyutuna vurgu yapmaya bayılır.

Japon tarihçi Yamauchi Masayuki ise, işgale karşı çarpışan güçleri “konformistler” ve “nonkonformistler” diye ikiye ayırmaktadır. (Yamauchi Masayuki, “Reflections on the social Movements during the National Liberation War of Turkey: A Tentative Analysis of Partisan Activities in Western Anatolia”, Journal of Asian and African Studies, No.15, Tokyo, 1978, s.16/31-32) Masayuki, Milli Mücadele’nin ilk yıllarında sivil ve askeri bürokrasi içersinden gelenlerin başını çektiği, “yukarıdan” yapılan örgütlenme (“konformistler”) ile, çok çeşitli nedenlerden ötürü kurulu düzene vaktiyle baş kaldırmış olan, asker kaçaklarının, zeybeklerin, efelerin, hapisane firarilerinin, ordudan atılmış küçük rütbeli subayların, velhasıl “belalılar” takımının “aşağıdan” oluşturdukları direnişin (“nonkonformistler”) varlığına dikkat çeker. Bugün elimizdeki verilerden yola çıkarak, Masayuki’nin değindiği ikinci gurubun (“nonkonformistler”in) daha Birinci Cihan Harbi’nin sonlarına doğru, hangi siyasal ve iktisadi koşullardan ötürü neden, niçin ve nasıl yeşerdiğini görebiliriz. Mustafa Kemal’in, 20 Eylül 1917’de kaleme aldığı bir rapor, sanırım, yukarıda değindiğim siyasi ve iktisadi şartları çarpıcı ifadelerle ortaya koymaktadır. “Hükümetle halk arasındaki bağlar tamamiyle çözülmüştür. Halk dediğimiz şey, bugün kadınlardan, sakat erkeklerden ve çocuklardan ibarettir. Bunların hepsinin gözünde Hükümet, kendilerini açlığa ve ölüme sevkeden kuvvettir. İdari mekanizma, otoritesini kaybetmiştir. Umumi hayat anarşi içindedir. Hükümetin attığı her adım, halkın kendisine karşı olan nefretini arttıracak yolda tesirler yaratmaktadır. Bütün memurlar rüşvet kabul ediyor ve her türlü yolsuzluğa alet olmaya hazır bulunuyor. Adalet mekanizması tamamiyle durmuştur. Emniyet kuvveti işlemez haldedir. İktisadi hayat korkunç bir süratle çöküntüye doğru gidiyor. Ne halkın, ne de hükümet memurlarının yarına güvenleri yoktur. Yaşamak zorluğu, en iyilerin ve en namusluların mukaddeslik duygularını sarsıntıya uğratıyor. Harp daha çok zaman devam ederse, bütün kısımları zaten felce uğramış olan hükümet binası ve hanedan birdenbire çökebilir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.2, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1999, s.120-125)

Tehlike kimin için?

Burada sorulması gereken en önemli soru, Mustafa Kemal’in belirttiği durum kimin için tehlike oluşturmaktadır? Savaşta daha da yoksullaşan geniş köylü kitleleri, hatırı sayılır işçi sınıfı ve halkın bir unsuru olan asker kaçakları, zeybekler, efeler, hapisane firarileri, ordudan atılmış küçük rütbeli subaylar, velhasıl “belalılar” takımı için mi? Sanmıyorum. Zira, Mustafa Kemal gibi bir “erkan-ı harp” mensubunu telaşa düşüren, “felce uğramış olan hükümet binası ve hanedan”ın çökmekle karşı karşıya bulunduğu gerçeğidir.

Mustafa Kemal’in bahsettiği ortamda, zenginleri haraca bağlayan, askeri birliklere saldıran, ve adına devlet yöneticileri tarafından “şaki” denenleri resmi tarihin görmek istememesi ve/veya onları aşağılaması anlaşılabilir. Fakat bırakalım sıradan bir tarih çalışmasını bir yana, hele hele bir doktora tezinde, aynı devlet argümanlarıyla kalem oynatmak nasıl açıklanabilir? Avagyan çalışmasında, maalesef, 1919-23 arası dönemde Milli Mücadele’nin saflarındaki bu ciddi farklılığı görmediği gibi, bir de üstüne üstlük resmi tarihin üslubunu kullanmakta da bir beis görmüyor. Avagyan, bu insanlara “eşkiya” diyor. Tabii bu “eşkiya”ların başında da, -tıpkı resmi tarihin yaptığı gibi- Çerkes Ethem’i görüyor. Ben burada tartışmayı boğmamak için, Ethem Bey, “eşkiya” mı değil mi gibi bir polemiğe girmeyeceğim. (Bu konuda dahil olmak üzere Ethem Bey’i tüm yönleriyle irdelediğim,“Bâki İlk Selam” -yabancı arşiv belgelerinden ve kendi kaleminden- Çerkes Ethem, (Belge Yayınları, Mart 2004) adlı kitabıma bakılabilir.) Fakat kaçınılmaz olarak, Avagyan’ın Ethem Bey’i ele alırken, bilimsel titizlikten nasıl uzak düştüğüne ilişkin birkaç örnek vereceğim.

Hatalar ve vahim hatalar

Avagyan, Ethem Bey’e gönderme yaparken yegane kaynak olarak, Çerkes Ethem Anılarım ( Avagyan, kitabının Biblografya bölümünde kaynak kitabı, “Çerkes Ethem Anılarım, İstanbul, 1998” şeklinde veriyor. Berfin Yayınları tarafından yayınlanan bu kitabın evveliyatı 1962 senesine uzanır. İlk defa kitabı yayınlayan Dünya Yayınlarıdır. Ve kitabın özgün ismi Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları dır. Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları, oldukça sorunludur. Önsöz’de, “Çerkes Ethem hatıralarını Atina’da yazmıştır. Bu hatıraların bir kopyesi sonradan affedilerek memlekete dönen bir arkadaşında kalmıştı. İşte ondan aldığımız hatıraları yayınlıyoruz” denmektedir. Aynı Önsöz’de, “Ele Geçen Hatıralar”a bir sansür uygulandığı da şu sözlerden anlaşılmaktadır: “Hatıraların bir kısmı kendisini tenkit edenlere küfürden ibaret. Bu kısım okunmağa bile değmez.” s.6 ) adlı kitabı, kullanıyor. Parantez içersinde de belirttiğim gibi bu kitap sorunludur. Fakat biran için bu kitabın, Ethem Bey tarafından kaleme alınmış olduğunu var sayalım. Bu taktirde bile Avagyan, Ethem Bey’e gönderme yaparken bir tarihçinin göstermesi gereken titizliği maalesef, gösteremiyor. İşte bir örnek. “Alaşehir’de ise, toprağı kazdırıp yeni gömülen kadın ve kızların cesetlerini, sırf çetecilerin ziynetlerini almaları için mezarlarından çıkarttırmıştır.” ( Avagyan, age, s. 194)

Şimdi bir de Avagyan’ın gönderme yaptığı, Ethem Bey’in olduğu söylenen “ele geçen hatıralar”ına bir bakalım:

“Alaşehir’de, para vermedikleri için yataklarında boğulan karı koca, ırzlarına tecavüzden sonra öldürülüp gömülen kızların ve bazı Alaşehirlilerin cesetlerini gömülü bulundukları yerlerden çıkarttık. Bu arada gasp edilen para ve mücevherler de yine gömüldükleri yerlerden çıkartıldı.

“Bütün bunları yapanlar, Mustafa Bey’le adamlarından Alaşehirli reji kolcubaşısı Salih ve yirmi beş kişiydiler… Cinayet eserlerini kendi elleriyle kuyulardan çıkarttım. Ondan sonra da idam sehpalarının başına getirttim.” ( Çerkes Ethem Anılarım, Berfin Yaıynalrı, İstanbul., 1998, s. 14-15 )

Avagyan’ın yorumu ile Ethem Bey’e ait olduğu söylenen satırlar arasındaki fark son derece net ve ortadır. Benim herhangi bir yorum yapmama gerek kalmıyor. Burada acı olan, bir tarihçinin “eşkiya” diye adlandırılan Ethem Bey’e karşı resmi tarihin cephanesi ile ateş etmeye kalkışmasıdır.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, Avagyan’ın Ethem Bey’e ilişkin bilimsel ve titiz araştırmacı olmayan yaklaşımı sırf yukarıdaki örnekle sınırlı değildir. Bir başka, örnek verelim. İzmir’de, 24 Ekim 1921 senesinde, İngilizlerin ve Yunan işgal kuvvetlerinin himayesinde, “Şark-ı Karib Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti”nin (Yakın Doğu Çerkeslerinin Haklarını Sağlama Derneği) kongresi yapılır. Avagyan’a göre, “Ethem teslim olduktan sonra, Yunan komutanlığı, Ethem gibi bir Çerkes lideri ellerinde olduğu için, Batı Anadolu’nun Çerkes topluluğunu kullanabileceklerine karar verdi. İngilizlerin de desteğiyle 24 Ekim 1921’de İzmir’de, Çerkeslerin Yunan Ordusu’na desteğini sağlamak amacıyla bir ‘Çerkes Konferansı’ düzenlendi.” ( Avagyan, age, s. 210)

Avagyan’ın bu konuda yegane kaynağı Tarık Zafer Tunaya’dır. ( Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1986, c.2) Söz konusu Çerkes Kongresi’ni belgeleriyle birlikte gün ışığına çıkartan Tunaya, Avagyan’ın kurduğu kongre-Ethem Bey ilişkisini kurmamaktadır. Tunaya’ya göre, “Bu gelişmelerin Anzavur ve Çerkes Ethem olaylarını kapsayıp kapsamadıkları üzerinde durulabilir… Çerkes Ethem eylemlerine gelince, Müdafaa-i Hukukçular arası bir iç çatışmanın sonucu olmuşlardır. Çerkes Ethem’in ve kuvvetlerinin Yunanlılara katılması da, Cemiyetçe güdülen Çerkes sorununa bağlanamaz.” ( Tunaya, age, s. 609) Fakat Avagyan, böylesi bir bağlantıyı kurmakta o denli heveslidir ki, -doktora tezinin en vahim hatalarından birini yaparak- “Kongrede Çerkes Ethem bir konuşma yaptı” diyebilmektedir. (Avagyan, age, s. 211) Bırakalım Tunaya’nın kitabında yayımladığı kongre belgelerinin altındaki 23 adet imzanın içersinde Ethem Bey’in adının bulunmamasını bir yana, aynı Tunaya’nın kitabında Ethem Bey’in bu kongrede konuştuğunu belirten tek bir cümle dahi yoktur. Olamaz da. Zira, Ethem Bey, kongreden yaklaşık 6 ay evvel (25 Nisan 1921’de) İzmir’i terk edip Atina’ya geçmiştir. ( Emrah Cilasun, age, Fransız Belgeleri 5, s. 197)

Tarihleri doğru okumanın gerekliliği

Avagyan, yanlış yaklaşımını Ethem Bey’in Bolşeviklerle ilişkisini ele aldığı bölümde de sürdürmektedir. Yazar bu bölümde de, tarihleri ve olayları birbirine karıştırıyor, gelişmeleri kendi başına irdelemiyor ve sanki ele aldığı noktalar birbirlerinin doğal sonucuymuş gibi başlıyor “tarih” anlatmaya. Ortaya, böylece hem Ethem Bey’in ve hem de Türkiye’de komünist mücadelenin yanlış bir tablosu çıkıyor.

Avagyan’ın burada ilk hatası, kurgusuna ilk önce, Mustafa Kemal’in kurdurttuğu resmi TKP ile başlaması. Ardından Yeşil Ordu’ya geçmesi. Bu kurgu sırasının yanlışlığına birazdan değineceğim, fakat, yazar bu tarih sıralamasının yanlışlığının yanı sıra, gizli TKP’e ise (Mustafa Suphi TKP’si değil) hiç değinmiyor.

Yeşil Ordu’nun kuruluş tarihi, Mayıs 1920’dir. ( Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), c.1, BDS Yayınları, İstanbul, 1991, s.84) Avagyan’ın iddia ettiği, “Enverci sayılan Yeşil Ordu”nun, (Avagyan, age, s. 207) Enver Paşa ile hiç ilgisi yoktur ( Yamauchi Masayuki, The Green Crescent Under The Red Star, Enver Pasha in Soviet Russia 1919-1922, Tokyo, 1991. Enver Paşa ile diğer İttihatçılar arasındaki yazışmaların orjinal haliyle verildiği bu kitapta, İttihatçı liderlerin hele hele Enver Paşa’nın bu örgüt ile ilişkisini gösteren tek bir belge bulunmamaktadır.) . Tamamen Mustafa Kemal’in rızası ile kurulmuştur. ( Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, c.2, İstanbul Matbaası, 1974, s. 559) Doğrudur kurucularının hepsi İttihatçı saflardan gelmektedir. Örgütün kuruluş amacı, geniş halk yığınlarının, erkanı harplere duyduğu güvensizliği bertaraf edip onları Ankara’nın yanına çekebilmek ve iç isyanlarla baş etmektir. Örgüt kısa sürede ikiye bölünmüştür. Ethem Bey bu dönemde teşkilata katılır. Radikal kanat, Rusya’dan gelen Şerif Manatov’un önayak olmasıyla gizli Komünist Partisi’ni kurmuştur. Parti’nin kuruluş tarihi, Temmuz 1921’dir. Parti, radikal programıyla (Gizli Parti’nin programında, “İngiliz politikasının aleti olan Hürriyet ve İtilafçılar’ın onursuz İstanbul hükümetine karşılık, eski İttihatçılar’ın maskeli olarak kurdukları Kuva-yı Milliye hükümetinin de komünizmden yana görünmeye çalışmakla birlikte, gerçekte aldatıcı bir milliyetperverliği temsil ettiği, TKP’nin ise her iki hükümetle de hiçbir ilgisinin olmadığı belirtilmektedir.” Bakınız, Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, c.1, BDS Yayınları, İstanbul, 1991, s.97), çok kısa süre içersinde, kurduğu teşkilatlarla, işçi sınıfı ağırlıklı Eskişehir’de yürüttüğü faaliyetlerle, Mecliste bulunan Halk Zümresi gurubuyla, Ethem Bey’in önderliğindeki Kuavayı Seyyare içersinde sahip olduğu prestij ve Ethem Bey’in finanse ettiği Yeni Dünya gazetesi ile Ankara’daki yönetimin gözüne batmıştır. (Cilasun, age, s.49-51) Özetin özetini vermeye çalıştığım bütün gelişmelerin ardından, Mustafa Kemal, kontrolü elden bırakmamak için bir yandan komünistlere karşı şeker ve sopa politikası uygulamış, diğer yandan da 18 Ekim 1920’de, resmi Komünist Partisi’ni kurdurtmuştur.( Tunçay, age, s.205) Mustafa Kemal, Ethem Bey’i – Avagyan’ın yanıldığı gibi Eylül’de değil (Avagyan, age, s.205)- 1920 Ekim’inin sonlarında resmi partiye bir mektupla davet etmiştir.( Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.10, s. 82)

Sovyetlerin tavrı

Zamanın Sovyet Rusya’sı, Ethem Bey’e karşı yılan eğrisi bir politika izlemiştir. Örneğin ilk başlarda Ethem Bey’in finanse ettiği Yeni Dünya gazetesini, “Komünizm’in, ona bir Müslüman ahlâkı atfeden, ilkel ve bilisiz, fakat nispeten dürüst yorumları” şeklinde tanımlanmış (Tunçay, age, s. 85), daha sonra, Ethem Bey ile Ankara’nın arasının açılmasının ardından ilk başlarda Ethem Bey ile sıkı temasta olan Sovyet temsilcisi Upmal, Mustafa Kemal ile yaptığı 1 Ocak 1921 tarihli görüşmede -Mustafa Kemal’in, Ethem Bey’in arkasında Sovyetlerin bulunduğunu ima etmesine karşılık- Ethem Bey’i, “ilkesiz anarko-Bolşevizimden sultancılığa dönmekle” suçlamıştır. (Mustafa Kemal- Upmal görüşmelerinin tüm metni için bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.10, s.233-239/317-328) Dolayısıyla, Sovyetlerin o günlerde izlediği tutarsız politikayı arkasına alarak Avagyan’ın, “Ethem’in Bolşevik yanlısı faaliyetlere bu denli sürüklenmesinde Kemalist hükümetin payı olduğu” (Avagyan, age, s. 205) şeklindeki iddiasına Upmal’i, “şahit” göstermesi mümkündür. Bu iddia, Sovyet tarihçi Noviçev’in, Ethem Bey’i, “Kemalist provokatör” (Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, c.2, Tekin Yayınları, İstanbul, 1979, s. 710) olarak tanımlamasını hatırlatmaktadır. Fakat kim tarafından söylenirse söylensin, bu iddianın tarihi gerçeklerle bir alakası yoktur. Zira o halde, Ethem Bey’e karşı, Kemalist hükümet tarafından Aralık 1920’de başlatılan tasfiye hareketine karşı, THİF’in ( Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası gizli TKP’nin daha sonra legalleşerek 7 Aralık 1920’de aldığı addır. Bakınız. Mete Tunçay, age, s. 97) daha alt kesimlerinin Ethem Bey’in yanında yer almalarını, örneğin, Ankara’dan, Ethem Bey’in üzerine gönderilecek olan bir tren dolusu kuvvetin hareketini engellemek için demir yolu işçileri arasında örgütlenen grevleri, Eskişehir’de, “kirli gürûh”a karşı Bolşevizm’in safında yer alınmasını talep eden bildirileri neyle açıklayacağız. (Emrah Cilasun, age, s. 56) Yoksa bu tarihi gerçeklerin arkasında da başka “Kemalist provokatör”ler mi vardı?

Ethem bey ‘Enver’ci miydi?

Avagyan’ın bir başka iddiası da Ethem Bey’in Enver yanlısı olduğudur. (Avagyan, age, s.207, 210) Yazar ardını araştırmadan ve sorgulamadan burada da, bol miktarda resmi tarihin cephaneliğinden faydalanmaktadır. Mustafa Kemal’in, Kazım Karabekir’in çizdikleri Ethem tablosunu olduğu gibi doktora çalışmasının satır aralarına yerleştirmektedir. (Avagyan’ın başvurduğu diğer bir kaynakta Cemal Kutay’dır. Pan Türkist çizgisi bütün çalışmalarına sirayet etmiş olan Cemal Kutay’ın ise Ethem Bey’i -uysa da uymasa da- zorla “Enverci” göstermesinde garipsenecek hiçbir şey yoktur. Kutay’ın bu akıllara durgunluk veren iddiasının tamamen gerçek dışı olduğu belgelerle çürütülmüştür. Bakınız. Emrah Cilasun, age, s. 77-80)

Mustafa Kemal’in, Ethem Bey’i tasfiye ederken “Bolşevik”liğin yanı sıra bir de “Enverci” suçlamasında bulunması doğaldır. Çünkü, Ethem Bey ve komünistlerin tasfiyesinin ardından, Mustafa Kemal’in hedeftekiler listesinde Enverciler bulunmaktadır. Yıllar sonra anılarını yazan Kazım Karabekir’in de, adı “hain”e çıkmış Ethem Bey hakkında “Enverci” diye suçlamada bulunmasına şaşmamak gerekir. Çünkü “İzmir Suikastı Davası”nda yargılanarak, adı İttihatçıya çıkan ve böylece bir komploya kurban giden bu paşanın, resmi tarihle fazla ters düşmeden (örneğin Ethem Bey meselesinde Mustafa Kemal ile hem fikir olarak), yeni Türkiye’nin bir değil birkaç kurtarıcısı olduğunu göstermesi gerekmektedir. Burada şaşılması gereken, bilimsel bir çalışmayı yapanın, tarafların tümünü yeterince araştırıp sorgulamamasıdır.

Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, Ethem Bey’e nazaran çok daha İttihatçıydılar. Her ikisinin, Talat ve Cemal paşalarla olan ilişkileri bilinmektedir. Ethem Bey ise, İttihatçıların düşün dünyasından yaşamının sonuna kadar etkilenmesine rağmen, İttihatçı önderlere karşı tavrını, daha 1919’da -İzmir valisi Rahmi’nin oğlunu neden kaçırdığını anlattığı mektubunda- almıştır. (“Eminim ki, Rahmi Merkez-i Umumi’nin -kastedilen İttihat ve Terakki’nin yönetimidir. E.C.- kör bir aleti olduğunu nedamet etmiş ola…” Mektubun tümü için bakınız, Emrah Cilasun, age, s. 34 ) Buna rağmen, doğrudur, Enver ve adamları Ethem Bey’i yanlarına çekmeye çalışmışlar fakat bunda muavfak olamamışlardır. Ve nihayet, Anadolu’daki gelişmeleri epey geriden takip eden Enverciler, tıpkı Ankara Hükümetinin ağzıyla Ethem Bey’e saldırmışlardır. Trabzon’daki Küçük Talat Bey’in, Moskova’daki Enver Paşa’ya 12 Mayıs 1921’de yazdığı mektup buna örnektir. “Bir tamiminizde Ethem ve Reşid meselesinden bahsetmenizi muvâfık bulmadım. Bu adamlar hakkında öyle propagandalar yapıldı. Resmi tebliğlerde o kadar acı şeyler yazıldı ki, hadd-i zatında az çok hizmetleri ile beraber birer şaki olan Türk köylerini gaddarane bir süratle soyup soğana çeviren bu üç kardeş, bu gün haklı haksız, her ne ise halkın çok menfuru oldular. Bence artık böyle adamlardan el etek çekilmeli. Bazen bize en yakın ve namuslu ve hamiyetlerine tamamen inandığımız arkadaşlara tahammül edilmezken, böyle bütün varlıkları mağdur kanları ile bulanan bu insanları nasıl tesahup edebiliriz? Zaten bugün kabul edip de üzerinde yürümek istediğimiz prensiplere nazaran bizim hangi eşhas ile hangi sınıflar ve zümrelerle elele vereceğimiz taayyün etmiştir.” (Yamauchi Masayuki, The Green Crescent Under The Red Star, Enver Pasha in Soviet Russia 1919-1922, Tokyo, 1991, s. 228)

Kimler mandacı idi?

Avagyan’ın kitabında akıllara durgunluk veren bir başka noktanın da “Çerkes aristokrasisinin Amerikan mandacısı olduğu” ve “Mustafa Kemal’i de kendilerine ayakbağı gördükleri” (Avagyan, age, s. 195) şeklindeki iddiadır. Üzülerek belirtmek gerekiyor ki, anlaşılan Avagyan başvurduğu kimi kaynakları titizlikle incelemek zahmetini göstermemiş. Örneğin kendisinin sıkca gönderme yaptığı Doğan Avcıoğlu’nun konuya ilişkin değerlendirmesi şöyledir: “İsmet İnönü ve Saffet Arıkan ve onlarla yakın işbirliği yapan Ahmet İzzet Paşa, Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasının kabulü için çaba göstermişlerdir. Bu amaçla, Ahmet İzzet Paşa, bir tasarı hazırlamıştır. Tasarı, İsmet Paşa’nın ‘Yaşamak için tek uygun çare Amerikan mandasıdır’ yolunda Kazım Karabekir’e yazdığı bir mektupla birlikte Saffet Arıkan tarafından Erzurum’a getirilir.” (Doğan Avcıoğlu, age, c.1, s.264-265) Kemalist yazar Avcıoğlu’nun, Mustafa Kemal’in tavrına ilişkin fazla bir bilgi vermemesi ve/veya Mustafa Kemal’in mandacılığa karşı durduğu izlenimi vermesi doğaldır. Tuhaf olan ise, Avagyan’ın, Avcıoğlu’nun bu çizgisini “titizlikle” üstlenmesidir. Halbuki, dünyaca ünlü İttihat uzmanlarından Hollandalı (Avagyan, age, s. 160’da doktora çalışmasında kabul edilmeyecek türden bir hatayı, maalesef, burada da yapmakta ve Erik Jan Zürcher’i okuyucuya “Alman tarihçi” diye tanıtmaktadır.) Erik Jan Zürcher, Mustafa Kemal’in “başlangıçta Amerikan mandasına hayırhah baktığı”nı tespit etmektedir. (Bilal Şimşir’den aktaran Erik Jan Zürcher, Milli Mücadele’de İttihatçılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.183 )

Mağduriyet psikolojisi

Bütün bu sıraladığımız hatalar, maalesef, kitabın tümünün bilimselliğine gölge düşürmektedir. İster istemez, kitabın, katliama uğramış bir ulusun içersinden çıkıp gelen bir tarihçi tarafından, mağduriyet psikolojisi ile yazıldığı kanısını uyandırmaktadır. Sistematik bir soykırıma uğramış Ermeni ulusunun çektiği ızdırapları -hangi etnik kökenden gelirse gelsin-, bilince çıkartması gereken bir tarihçinin, bir başka etnisitenin (Çerkeslerin) tarihine ilişkin kaleme aldığı kitapta, sadece bir yerde, -o da lütfen- “pek çok mahrumiyete” (Avagyan, age, s. 25) katlanmalarından bahsetmesi hazindir.

Avagyan’ın kitabı, yayınlandıktan kıs bir süre sonra, bir Çerkes sitesinde tanıtıldı. Siteye gelen okuyucu yorumlarından bir tanesi dikkatimi çekti: “Bu kitabı okumadım, okumakta istemem, çünkü bir Ermeni’nin Çerkesler hakkında ne kadar bilgisi olabilir? Olsa da Çerkesleri oldukları gibi anlatacağını hiç zannetmiyorum, zaten bu kitapla da ortaya koymuş yazar Çerkesler hakkında ki düşüncelerini. Halen Türkiye de bir Ermeni soykırımından söz edilmesi ve bu konunun kitaplara aksetmesi hayretler uyandırıyor.” (9 Nisan 2004 tarihli Nartajans sitesinden alınmıştır.)

Türkiye’de, gıdasını resmi ideolojiden alan ırkçı kuramların, diğer azınlıkların yanı sıra Ermenileri ve Çerkesleri “içerideki düşmanlar” (Nihal Atsız’ın vasiyetnamesinden aktaran Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1993, s. 363) olarak tanımlamasından bir haber olan yukarıdaki Çerkes okuyucunun, yazdıkları da aynı derecede hazindir. Hakim ulusların, ezilen ulusları birbirlerine düşürmeleri tarihsel bir gerçektir. Ezilen ulus mensuplarının ise hâlâ bunun farkında olmamaları insanı kahretmektedir.

Avagyan’ın kitabı, bütün eleştirilerime rağmen kaydı ihtiyatla okunması gereken bir çalışmadır. Eleştirilerimin yeni çalışmalarına hayırlı vesile olmasını dilediğim Arsen Avagyan’ın Çerkesler adlı kitabı, her halükarda, Çerkeslerin, kendi tarihlerini de gözden geçirmeleri için kapıyı aralamaktadır.