EDİNİLMİŞ YAŞAMIN TUTSAKLARI

Fuat Uğur

Vatan sevgisi soyut bir şey midir? Her giden aynı şeyleri söylüyor, yazıyor. Anavatan topraklarında hissettiklerini çok yoğun duygularla bize aktarıyorlar. Ben de 1991 yılında Kafkasya’ya gittiğimde gördüklerimi, yaşadıklarımı, o bir hafta gibi kısacık zamana sığdırdığım bir ömrü, Güneş gazetesinde bir yazı dizisiyle aktarmıştım.

Sonraki yıllarda gidiş-gelişler çok oldu. Köprülerin altından epey su aktı. Her giden, bilincindeki Çerkesliğin izlerini sürdü oralarda. Kimi aradığını buldu ve hüzünle ayrıldı ata topraklarından, kimi küçümsedi “Paris’i tercih ederim” diyerek.  Ama onlar da ayrılığın acısını yaşamamak için yaptılar bunu. Zayıf görünmek kime yakışır ki, biz Çerkeslere hele hiç.

Bizler hala anavatanımızı bir turist gibi gezip görmeye gidiyoruz. Oralardan kucaklayıp toparladığımız anılar yumağını, edinilmiş bir yaşamın içine saçıyoruz. Derneklerde herhangi bir konuda yapılan toplantı hızla Kafkasya anılarına dönüşüyor. Nedeni açık değil mi? Buralarda başkalarının adına yaşıyoruz. Hissettiklerimiz, gördüklerimiz bile bize ait değil. Yersek de övsek de aklımız hep orada. Aslında alttan alta vatanımıza dönüp yerleşmenin koşullarını arıyoruz, umarsızca.

Peki gidip görüp de Türkiye’ye geri dönerken orada bıraktıklarımız ne düşünüyorlar, ne hissediyorlar acaba? Bunu aklımıza getirdik mi hiç?

Denef Cetao’nun geçenlerde Marje’de yayınlanan o güzelim yazısı (bu yazının edebi değeri var, yabana atılmasın) suratımıza bir tokat gibi çarptı.(*) Bu ziyaretlerde bizleri bir son beklemiyor, çünkü bırakıp giden biziz. Onlar orada kalıyorlar, elleri kolları bağlı. İçlerinden umutsuzca “haydi, artık dönmeyin, burada kalın” demek geçiyor. Hepsi o kadar.  Biz ise bir süre sonra “aklımız orda kaldı” diyoruz, “dönelim artık” diyoruz ama bir süre sonra her şeyi unutup o bildik yaşam mücadelesinin dişlileri arasında ufalanıp gidiyoruz. Oysa onlar “son”u bekleyerek bizleri ağırlıyorlar. Gözleri her anı saptayıp belleklerine kazıyor birer birer. Belki bize kızıyorlar, belki de kendilerine.

Çocukluğumdan, tren yolculuklarının yapıldığı yıllardan kalan bir fotograf vardır belleğimde. Uzak akrabalarımız her yaz bize gelirler ve üç ay sonra da çekip giderlerdi ait oldukları yere. Öyle kaynaşır, öyle birbirimize alışırdık ki, ayrılığı aklımıza bile getirmezdik. Bu birliktelik, güzel günler ömür boyu sürsün isterdik. Anne ve babalarımızın gece yarılarına kadar sohbet edip, bol köpüklü kahvelerini yudumladıkları verandalı evlerin bahçesinde ağaçlara ev kurardık. Onların koruyucu bakışlarını üzerimizde hisseder, azarlarını özlerdik güven duygusuyla. Hayat bir oyun olsun isterdik biz çocuklar. Yaşam bize bir oyun oynardı. Ayrılık zamanı, yaprakların hafiften kızarmasıyla gelip dayanırdı kapımıza. Bir hüzün çökerdi yaz bahçelerinin üstüne. Anlardık bir şeylerin değiştiğini. Annelerimizin sinirli davranışlarından anlamlar çıkarmaya çalışırdık korkuyla. Çocuklar; sürekli aynı şeyi sorardık kendimize, “yaşam neden tatil değil?” diye.

Tren kompartımanlarının pencerelerinden sallanan ıslak mendiller, iki gün önceden başlayan ağlamalar, aslında giden sevgiliye değil, geride kalan güzel anları yeniden yaşayamamanın korkusunadır. Kocaman yakalı ve kocaman düğmeli Dior mantolarının içinde annelerimiz, sıra sıra dizilirlerdi vagonların önünde. Boyunlarına taktıkları fularları dahil, gözlere değmedik bez parçası bırakmazlardı. Çocuklarda tuhaf bir durgunluk. Duyguları belli edememenin, tarifsiz  garip yanlışlığı. Ne kadar üzüntü duysa da saçma sapan laflarla geçiştirilen ayrılık anı. Onlar belki de daha gerçekçidir. Bilinir ki bir sonraki yaz yeniden birlikte olunacaktır. Aynı coğrafyada yaşamanın verdiği güven vardır derinlerde bir yerde.

Çocuklar gerçekçidir her zaman. Doğru onlar için çok nettir. Hedefleri için en doğal olan yolu seçerler. Biz büyükler ise bin bir türlü hesap yaparız. Örneğin bizim için en önemli değerler; vatan, tarihimiz, geçmişimiz, atalarımızın toprakları, yani anavatanımız mı? Hedefimiz oraya, ülkemize geri dönmek mi? Peki o zaman ne duruyoruz? Evet duruyoruz, çünkü kafamızda binlerce hesap var.

Sorum herkese ve aynı:

Bu coğrafyada yaşayan tüm Çerkeslere soruyorum. Acaba, gerçekten, isteyerek, samimi bir duyguyla “TÜRKİYE BENİM ÜLKEM, VATANIM” diyen var mı?

Sözüm “var” diyene değil. Bu soru karşısında 5 saniye bile olsa durup düşünene.

Bizim vatanımız Kafkasya. Topraklarımız orası ama yukarıda da anlattığım gibi biz büyükler hesapçıyız, çocuklar ise saf ve temiz, hesapsız ve kitapsız.

Bunun için, salt bu nedenle,  tüm yatırımımızı şimdiden onlara yönelik yapmalıyız. Hesap yapacaksak hiç olmazsa hangisini yapacağımızı bilmeliyiz.

Ey Kaf-Der, Ey Şamil Vakfı, Ey Kafkas Vakfı, Ey diğer irili ufaklı tüm dernekler! Ey Fuat Uğur, ey DÇP! Artık hep birlikte ya da ayrı ayrı; ama bir şeyler yapalım. Anavatanımız için tek umudumuzun çocuklar ve gençler, kısaca genç kuşak olduğunu artık kavrayalım. Onlara dilimizi, kültürümüzü vatanlarını sevdirmek için büyük bir kampanya başlatalım.

Gerisi boş laf. Bomboş, tamamen boş…

(*) Denef Cetao’nun Marje’de yayınlanan ve beni çok etkileyen yazısı

Kaçıncı kez bu ayrılığı yaşadık ben hesabını şaşırdım artık. Bu “ayrılığın” tarihsel, politik vb birçok ciddi boyutunun ardından yaşamı bire bir etkileyen “psikolojik” boyutu sanırım hepimiz için birinci sıradaydı o an. Havuzun bir tarafına “onlar” -ertesi gün Türkiye’ye gitmek için yola çıkacak arkadaşlar, diğer tarafına da “bizler”- ertesi günüde bir ertesi günüde ve daha çok günleri de o havuzun etrafında geçirecek bizler geçtik ve ayrıldık. Dört günlük beraberliğin ardından aslında biraz saçma geliyordu bu birden bire ikiye bölünmüşlük.  Az önce aya karşı söylenen gıbzelerin güzelliği birkaç dakikada yok olup gidecek miydi gerçektende? Çocukluğumuzdan beri bildiğimiz nedenleri bir kenara bıraktı beyinlerimiz ve o ayrılığı başka nedenlerle açıklamaya çalıştık.

İçimizden bir arkadaş “hadi geri dönüp gitmeyin diyelim” gibi bir teklif getirdi. Bir an bunun birşey getirmeyeceğini bildiğimiz halde hepimiz durduk ve düşündük. Sonra birbirimize bakıp gecenin üçünde yolumuza devam ettik usulca. Kimse konuşmuyordu. Herkesin hesabı kendisiyle ve havuzun diğer tarafında kalanlarla idi. Kimisi kafasından onları suçlu ilan etmişti çoktan. Bizleri burada ” yalnız” bırakıp gidecekleri için. Bir başkası, yapacak onca işi yine bize bırakıp gittiler diyordu içinden. Bende aslında hepsinden birazcık vardı bu duyguların. Çok güçlü, dayanlıklı, sonuna kadar “buralı” göstermeye çalışmıştık kendimizi bu dört gün içinde. “Siz konuksunuz çekip gideceksiniz, on yıl gelmeseniz de size aslında gereksinimiz yok” dedik belki tavırlarımızla; buraya “tenezzül” edip gelmeyecek sizlere… Bu doğru muydu peki? Aslında burada size ne kadar çok gereksinimimiz olduğunu söylemedik ki biz. Biz “Türkiyeli”, “Suriyeli” kimliklerimizden çoktan arınmış taklidi bile yaptık sizlere. Burası ile ilgili “bu kentin merkezi nerede?”, “bu parkta niye kafe yok?”, “neden su içmiyor bu insanlar da narzan içiyor?” vb vb. Aslında ilk kez burada olmamızdan kaynaklanan ama bizim için açıklanması güç sorulara, sanki soruların altında binlerce başka soru varmışçasına kimi zaman savunmalı kimi zaman kaçamak yanıtlar verirken bile aslında çok güçlü olduğumuzu ve “sizsiz de” başa çıkabileceğimizi anlatmaya çalışıyorduk. Gözlerinizdeki hayret dolu anlatımlara bile temkinli yaklaştık. Hayret hayranlıktan doğmuyor sinyali alınca hemen başka bir savunma mekanizması mı geliştirdik acaba. Aynı şarkıları dinleyip aynı melodiyi tutturduğumuz zamanlarda gözlerimiz birbirine değmesin istedik bazen de. Aslında “aynı” olduğumuzu anlamanızı istemedik. İşte tüm bunlar geçiyordu eve dönerken o gece akıllarımızdan ve birden yine içimizden en gerçekçi olanı bana sarıldı ve “üzülmüyorum gittiklerine, burada olan ve olacak olan sensin, ben seni seviyorum” dedi.

Evet düşüncelerimde yalnız değildim. Aslında sizi yeterince sevmemek için çok uğraştık. Alışmamak için. Burada olursanız, burada bizim gibi onlar daha olursa hem kendi yaşamlarımızın ne denli kolaylaşacağını, hem de hep düşünü kurup yapamadıklarımızın nasıl gerçek olacağını sizlere söylemeye cesaret edemedik. sonunda itiraflarla dolu bir “yalnızlık” kalsın istemedik hiçbirimiz.”

“Önümüzdeki yıl yine gelin, her zaman bekleriz, gezeriz, Dombayı’da görürsünüz…” cümleleri hep yarım kaldı ağızlarımızda, tamamını getiremedik bizlerde…”gelin lütfen…size gereksinimimiz var…eğitiminize, bildiklerinize gereksinimimiz var… çok olmak için…%25 olmamak için, bu topraklara daha çok bizim diyebilmek için, bizlerden çok şey almaya gereksinimi olan buralı gençlerin size gereksinimi var…

Koshabledeki Rustam’in, Suriyeli Zaur’un, Hamiskili Fiji Nane’nin, Islameyden Samsudin’in, ve burada gördüğünüz ve sevdiğinize inandığım daha birçok kişinin belki kişisel belki toplumsal sizinde bildiğiniz birçok nedenden dolayı size gereksinimi var. Başı öne eğik giden dedelerimizin sözünü yerine getirmek için size gereksinim var… ” diye tamamlayamadık cümlelerimizi hiçbirimiz. Sizler duymaktan bizler söylemekten korktuk bu cümleleri.

Sizler gittiniz, Maykop’ta , Nalcik’ ta, Şapsig’da yaşam aynen devam etti. Yalnız on üç gün boyunca yaşanılan heyecandan bir eksiklik kaldı, o da bir kaç gün sonra silindi , yalnız “keşke.” diyen yürekler kaldı. Her uğurlamanın ardından söylenen sözler kaldı yüreklerde. bir daha görme umudu kaldı hepimizde…