EVRENSEL KÜLTÜRÜN KÖKLERİ

TLETSERUK Nahit Serbes
10.10.2010

Herkesin, başkalarının ne yaptığını merakla takip ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Beş milyar insan da iletişim ağlarıyla birbirine sürekli bağlı bir şekilde yaşıyor. Bu dünya eskisine kıyasla çok daha şeffaf, katılımcı, paylaşımcı ve demokratik bir dünya.

Daha da önemlisi değişimi bir mecburiyet ve dayatma olarak görmek yerine, kucaklayarak değişimin kendisi olabiliyoruz.

Eğer kendimize, çevremize, işimize, kültürümüze, dünyaya yeni bir gözle bakmaya başlarsak, en çözümsüz gibi görünen sorunların bile üzerinde bir ışık yanmaya başlar. Yeni bir gözle baktığımızda, şimdiye kadar fark etmediğimiz yeni çözümleri de görmeye başlarız.

“Eski”ye körü körüne bağlı tutucu insanlar, kendilerini sadece yeniliklere değil, bu yeniliklerden kaynaklanacak fırsatlara de kapatıyorlar. Yenilikçi olmak hayati derecede önemlidir. Kendini yenileyemeyen, zamana ayak uyduramayan insanların da kültürlerin de küçülerek yok olması, inanılmaz derecede hızlı gelişen bir süreçtir. Bu süreç o kadar hızlı işler ki, bu kültürü yaşayanlar bile ne olduğunu anlayamazlar. Dilimizin, nasıl birden bire yok olduğunu, son elli yılda hepimiz görmedik mi? Yenilikçiliğin önünde türlü çeşitli engeller vardı. Bu güne kadar İçinde bulunduğumuz ortamın hoşgörüsüz ve yargılayıcı olması, bizi asimile eden en önemli unsurların başında gelmiştir. Yenilikçi fikirleri engellenen insanlar, bir süre sonra düzene boyun eğerler.

Daha dün gibi hatırladığımız 1864 sürgün olayı ile Osmanlı’ya bir milyon Kuzey Kafkasyalı Çerkes göç etmek zorunda bırakılmıştı. Peki, havaya uçup gitmediklerine göre nerede bu insanlar, önce dillerini kaybettiler, sonrada diğer kültürel özelliklerini.

Geçenlerde Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gitmiştim. Müze müdürü benim Çerkes asıllı olduğumu bildiği için, bir arkadaşı ile beni şöyle tanıştırmıştı, Nahit bey de Hatti asıllıdır. Daha sonra da bana dönerek; Hattilerin de Kafkasya’dan Anadolu’ya gelmiş Çerkesler olduklarını biliyor musun, dedi.

On beş bin yıldan beri Kuzey Kafkasya da yaşayan Çerkesler Moğol saldırıları ve daha önceki dönemler de akın akın Anadolu’ya göç ettiler, medeniyetler kurdular ve sonunda da asimle oldular. Bugün kendilerini Anadolu halkı olarak tanımlıyorlar.

Yüzyıllar öncesinde Viyana iç kalesine sızan akıncı beyinin adının Çerkes dayı olması, Çerkeslerin, Osmanlı tarihindeki rolünü de daha açık bir şekilde göstermektedir. “Çerkes Dayı” olarak bilinen ve hikâyesi dillere destan olan bu kahraman, 27 Eylül 1529 tarihinde Viyana kuşatması esnasında surlarda açılan bir delikten ardına bakmadan atıyla şehre dalmış. Bir süre sonra içeride tek başına olduğunu fark ederek, Avusturya askerlerine karşı kahramanca savaşıp şehit düşmüş.

Avusturya Kralı Ferdinand bu savaş kahramanının atlı heykelini, onun anısını yaşatmak için Viyana’nın Am Hof sokağı’nda, 11 numaralı evin (fırın olduğu da söyleniyor) kemerinin altına yerleştirmiş. Bu bina, Çerkes Dayı’nın savaşıp şehit düştüğü büyük meydandadır ve uzunca bir dönem bu meydan “Çerkes Meydanı” olarak anılmıştır. Meydan, şimdilerde “Heidenschuss” adını almıştır.

Bu olay Çerkeslerin o dönemde Osmanlı İmparatorluğu topraklarında ne kadar etkin bir halk olduklarının kanıtı niteliğindedir.

8 Mayıs 1583 yılında Osmanlıları bölgeden atmak için harekete geçen yetmiş bin kişilik İran ordusunu üç gün üç gece devam eden Meşaleler Savaşı’nda bozguna uğratan Özdemiroğlu Osman Paşa da Çerkes asıllıdır. Şirvan, Kuzey Azerbaycan ve Gürcistan’da Osmanlı hâkimiyetini pekiştirip, özellikle Çerkesya’ya sürekli seferler düzenleyen Alanların yaşadığı, Dağıstan’ı da içine alan Kuzey Kafkasya’yı fethederek bir ölçüde akrabaları olan Çerkesleri de rahatlatan Özdemiroğlu Osman Paşa döneminde Osmanlı devleti doğuda en geniş sınırlarına kadar ulaşmış oluyordu. 28 Temmuz 1584 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun sadrazamı olan Osman paşanın askerlerinin çoğunluğu Çerkeslerden oluşuyordu. Peki ama o zamanki yüz binlerce Çerkes’e ne oldu acaba? Tabii ki onlar da asimile oldular.
Maykop kültürünü Anadolu’ya taşıyan Anadolu da dolmenleri inşa eden Çerkeslere ne oldu, onlar da binlerce yılda Anadolu halklarına karıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, Batı Trakya’da ilk Türk cumhuriyetinin, Türkiye Cumhuriyetinin kurucularının öncüleri hep Çerkesler olmuştur.
Türklük son 200 yılda Kıpçakların, Çerkeslerin ve Anadolu’nun yerli halklarının bu topraklarda ürettikleri kültürel bir kimliktir.

Dolayısıyla bugünkü Türkiye de Çerkeslerin özbeöz anavatanıdır. Anadolu pek çok dilin, halkın, etnik grubun ve mahalli kültürün bir arada yaşadığı, dünyanın ilginç bölgelerinden de birisidir. Yani yukarıda adlarını saydığımız halkların meydana getirdiği ve “Anadolu Kültür Sahası” adını verdiğimiz coğrafyanın adını verenler de bizim atalarımızdır.

11 Mayıs 1918’de kurulan Birleşik Kafkasya Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olarak kabul edildiğini birçok insanımız bilmez. Çerkeslerin kısa zamanda asimile olmalarının iki çok önemli sebebi vardı. Birincisi Çerkes dilinin telaffuzunun çok zor olması, ikincisi de belli bir Çerkes alfabesinin yaygın bir şekle kullanılır olmayışıydı. Bu nedenle Osmanlı’da ve Mısır’da kısa bir zaman dilimi içine asimile oldular.

Türklüğümüz ile de tabii ki, gurur duyuyoruz ve duyarız ama o başka bir şeydir. Bugün hala Çerkesler Rusya’daki bir milyon kişilik nüfuslarıyla dimdik ayakta duruyorlar. Kabardey Balkar, Abhazya ve Adigey cumhuriyetlerinin ve üniversitelerinin olması, alfabelerinin olması hayati bir öneme sahiptir. Bunların yanında Başbakan Erdoğan’ın Almanya’da tartışma başlatan, asimilasyon insanlık suçudur’ açıklaması da çok önemlidir. Türkiye de henüz asimile olmadan kalan son Çerkeslere kendi dillerinde öğrenim şansının verilecek olması sanıyorum insanlık adına ve evrensel kültürün kökü olan bir kültürün kaybolmaması adına son şanstır. Bu konuda, liderlerimize çok önemli görevler düşmektedir. Liderlerimiz (Kafkas Dernekleri Federasyonu) hatalara ve başarısızlıklara karşı açık bir tavır sergilemeli, kültürümüzü yaşatma ruhunu her zaman canlı tutma gayreti içinde olmalıdır.