“HEPSİ FARKLI, HEPSİ EŞİT”

YEMUZ Nevzat Tarakçı
09.02.2008

2004 yılı Haziran ayında Avrupa konseyinin davetlisi olarak, “İnsan Hakları ve Demokratikleşme Konusunda Türkiye ile Ortak Girişim Projesi” kapsamında, Strasbourg ve Kopenhag’da bir çalışma programına katılmıştım.  

Kahramanmaraş dernek başkanı sıfatıyla, Kafkas STK’ları adına, bir boyutuyla da Birleşik Kafkas Dernekleri Federasyonu’ nu temsilen katıldığım bu programdan ciddi manada istifade ettiğimi söyleyebilirim. 

Her iki merkezdeki program da, üzerinde çok çalışılmış, gerçekten konusunda söz sahibi, itibar edilecek sıra dışı kişilerin görev aldığı, danışmanların çok çaba harcadığı programlardı. 

Bu program aynı zamanda, Türkiye ile Avrupa Konseyi’nin demokrasi ve insan hakları ile ilgili ilk grup çalışmasıydı.  

Grup, başbakanlık insan hakları başkanının yanında, müsteşar, mülkiye müfettişi, vali, kaymakam ve değişik sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin oluşturduğu 15 kişilik bir ekipti. 

Strasbourg’ta,

“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” ile birlikte

“Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi” ve

“Parlamentolar Meclisi” gezilmiş, bu kurumların çalışma alanları ve faaliyetleri hakkında geniş bilgilendirme yapılmıştı. 

Kopenhag’da ise:

“Danimarka Dışişleri Bakanlığı”nın yanında,

“Kopenhag İnsan Hakları Enstitüsü”,

“Polis Koleji” ve

”İşkence Görenlerin Rehabilite Merkezi”nde temas ve incelemelerde bulunmuştuk.  

Temaslar sırasında duyduğum

“insan hakları”

“soykırım”

“sürgün”

“tehcir”

“düşünce, vicdan ve din özgürlüğü”

“ırkçılıkla mücadele”… gibi her sözcük, beni alıp çok uzaklara, 1800’lere, 1864’lere götürmüş, şimdi izahı mümkün olmayan karmakarışık duygular yaşatmıştı. 

Program süresince hep,

İnsana verilen değer,

İnsanın yaşama hakkı,

Özgürlük ve bağımsızlık,

Renk, dil ve din farkı gözetmeme, konuları gündemdeydi.  

Sunumlarda ağırlıklı olarak:

İfade özgürlüğünün önemi,

Tolerans kültürünün nasıl yaratılacağı,

Medeniyetler arası diyalogun sanıldığından da önemli olduğu,

Irkçılık ve hoşgörüsüzlükle savaşım,

Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü,

Örgütlenme özgürlüğü,

Ayrımcılığın önlenmesi konuları işlenmiş, soru ve cevaplarla konular detaylandırılmıştı. 

“Avrupa gençlik kampanyası” konusunda bilgi verilirken yakalarımıza takılan rozette yazanlar dikkat çekiciydi:

“Hepsi farklı, hepsi eşit!” 

Yoğun geçen günün sonunda Avrupa insan hakları temsilcisi şöyle diyordu:  

“Dünyanın hiçbir ülkesinde insan hakları istenilen düzeyde değildir.” 

“Avrupa, insan hakları konusunda, sanıldığı gibi çok mesafe mi kat etti sanıyorsunuz?” 

“Bizim, özgürlükler ve temel haklar konusunda uğraşmak zorunda olduğumuz çok yetkili, aşmak zorunda olduğumuz daha çok engel var!”  

“Avrupa insan hakları temsilcileri olarak yolumuz çok uzun ve çok çetin, bunun bilincindeyiz.”  

“Bizim yetkililer bile bize gereği kadar inanmıyor, güvenmiyor,

belki de işlerine öyle geliyor.” 

“Geliniz özellikle AB üyesi ve tüm dünya STK’ları birlikte hareket edelim, dünyayı daha yaşanılır hale getirelim!” 

“Geliniz renk, dil, din ayrımı yapmadan, düşünceyi suç olmaktan çıkaralım.” 

“Geliniz, ırkçılık ve hoşgörüsüzlükle savaşalım.” 

“İfade ve enformasyon özgürlüğü, kültürel çeşitlilik, hak ve özgürlükler gibi müşterek değerler üzerine kurulu, daha özgür daha hoşgörülü ve daha adil bir toplumu birlikte inşa edelim.” 

Ve ilave ediyordu: “Avrupa Gençlik Kampanyası”nın gençlerden ve gençlik kuruluşlarından istediği ‘Hepsi farklı, hepsi eşit ‘ sloganına dayalı mesajın yayılması konusunda desteğimizi esirgemeyelim.” 

Ne dersiniz bize uyar mı? 

Kafkas toplumu olarak bu kurumlara ne kadar destek verebiliyoruz?

AB fonlarından ne kadar yararlanabiliyoruz? 

Biz toplum olarak, kendimizi, değerlerimizi, kültürümüzü, Avrupa’nın (dünyanın) bu kurumlarına ne kadar tanıtabiliyoruz?  

Yok olma tehlikesi yaşayan bu köklü kültürün yaşatılması için, kendi çabalarımızın yanında Avrupa’nın, dünyanın ilgisi çekilemez mi?  

Dünyamızdan silinip giden toplumlar, diller, köklü kültürler için aklıselim hangi dünyalı sevinebilir ki?  

Veya buna gerek duyuyor muyuz?

Bu kurumların samimiyetine veya gücüne inanıyor muyuz?

Bunlar da ayrı konular. 

“İnsan Hakları Komiserliği”nin çalışma alanı hakkında bilgi veren yetkili, konuşmasını bitirdiğinde fırsatı değerlendirmiş, söz hakkı istemiş, teşekkür etmiş, çalışmalar ve verilen bilgiler için memnuniyetimi bildirmiştim.

Kafkas toplumu adına programa katıldığımı, RF ve Çeçenistan boyutunun beni çok heyecanlandırdığını, Çeçenistan’ın bizim kanayan yaramız olduğunu belirtmiştim.

Ayrıca, konuşmada geçen Rusya Federasyonu ile ilgili tespitlerin dikkat çektiğini, Rusya Federasyonu’nun insan hakları ve özgürlükler konusundaki tutumunun, Dünyanın çok değişik ülkelerinde dağınık halde yaşayan Kafkas toplumu için hayati önem taşıdığını vurgulamıştım.

Zira RF içinde yer alan değişik cumhuriyetlerde yaşayan çok sayıda kardeşimizin ve akrabalarımızın olduğunu, Türkiye’de yaşayan 7 milyona yakın Kafkas kökenli Türk vatandaşının huzurunun bu noktalara bağlı olduğunu belirtmiştim. 

Ve ilave etmiştim:

“Açıklamalarınızda, ikinci kez görevli olarak Çeçenistan’a gittiğinizi, orada çok korkunç insanlık dramının yaşandığını, görevinizin oradaki insanları savunmak olduğunu söylediniz.

1. ve 2. Çeçenistan savaşlarından bahsederken Çeçenistan’daki durumun sanıldığından da vahim olduğunu, orada insanların hiçbir şeye inanç ve güvenlerinin kalmadığını, sivillerin, savunmacılar ve Rus askerleri arasında ezildiğini, yok olduklarını, bu savaşta her iki tarafın da suçlu olduğunu söylediniz”. 

“Nedir acaba özgürlük ve bağımsızlık talep eden masumların suçu?“ 

“İnsan hakları komiserliği, burada neden daha etkili olamadı?”  

“İnsan hakları konusunda Rusya federasyonuna bakışınız nasıl?”  

“Akan kanın durdurulması için yeni öneriniz yok mu?“ 

“Yoksa konu çaresizliğe, çözümsüzlüğe mi terk edildi?” diye sormuştum.  

Konuşmaları takip eden birlikte olduğumuz ekip arkadaşlarım, bu konuşmayla yerinde saptama yapıldığını, bu konuda benim duygularımı aynen paylaştıklarını ifade etmişlerdi.  

Dünyamızda her şeye rağmen kötülerle, kötülüklerle savaşanlar var. Biz inanmasak da inanmasak da var!  

Dernek yöneticilerimiz ve üst kurum yetkililerimiz şüphesiz dünyayla birlikte hareket etmenin bilincindedir.

Ya toplumumuzun ekseriyeti?

Ya gençlerimiz?

“Bunlar boş şeyler!” havasında mıyız?

Yoksa “ Daima ileriye bakalım, gücümüze güç katalım! ”düşüncesinde miyiz?

Gençlerimiz ”Hepsi farklı, hepsi eşit” sloganının neresinde?

Neresinde uyumun, bilincin, birlikte hareket etmenin? 

Sizce dünya nereye akıyor?

Dünyanın nabzı nerde atıyor?