KARADENİZ: BİR HALKLAR MOZAİĞİ

Habib Gül

Karadeniz yüzyıllar boyunca çeşitli imparatorluklar, krallıklar ve devletler arasında anlaşmazlıklar ve savaşlar nedeni olagelmiştir.

İlk çağlardan günümüze bu coğrafyanın onlarca savaşa ve paylaşıma maruz kalması, yalnızca yeraltı ve yerüstü kaynaklarının zenginliğinden değil, daha önemlisi bölgenin stratejik konumundan dolayıdır. Özellikle deniz yolu ve kervan ticaretinin dünya ekonomisinde belirleyici olduğu dönemlerde bu temel bir nedendir. İkinci bir neden ise, yayılmacı emellere elverişli stratejik konumudur.

Bugün Karadeniz denilince ilk akla gelen yeşilliği, fındığı, çayı, hamsisi ve bir de egemenlerce uydurulmuş ve çoğunlukla aşağılayıcı nitelik taşıyan fıkralardır. Bunlara da kısaca değinmekle birlikte, biz burada esas olarak bu bölgenin tarihi, egemen sınıflar açısından stratejik önemi ve bu coğrafyada yaşayan birçok ulus ve azınlığın tarihsel bağları ve “kader” ortaklığını ele alacağız.

Karadeniz’in genel ekonomik yapısı ve Türkiye ekonomisindeki yeri

Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan nüfusun önemli bir kesiminin temel geçim kaynağı tarımdır. Fındık, çay, mısır gibi çeşitli tarım ürünleri Türkiye’nin ihracatında önemli bir yer tutmaktadır. Genel olarak tarımsal üretim Karadeniz ekonomisinde önemli bir yer tutsa da, iç bölgelerine baktığımızda iktisadi yapıda önemli farklılaşmalar görülür. Örneğin Doğu ve Orta Karadeniz bölgelerinde tarımsal üretim ve tarıma dayalı ekonomik yapı ağırlıktadır. Daha çok fındık, çay, hamsi, mısır ile özdeşleşen bölgede ayrıca patates, arpa, pirinç, soğan, ayçiçeği, şekerpancarı, kendir ve tütün, mandalina, portakal ve limon yetiştirilmektedir. Yanı sıra hayvancılık ve bal üretimi yapılmaktadır.

Doğu ve Orta Karadeniz’de tarımsal üretime uygun bir sınai gelişme de söz konusudur. Bu bölgede yaygın olan sanayi kuruluşları, tarımsal ürünlerin işlenmesi amacı ile kurulan tesislerdir. Çay, fındık işleme, bitkisel yağ, sigara, şeker, kağıt, süt ürünleri ile, deniz ve orman ürünlerini işleyen fabrikalardır. Ağır sanayi ise daha ziyade Batı Karadeniz’de konumlanmıştır. Karabük ve Ereğli’deki demir-çelik ile Ereğli-Zonguldak taş kömürü ve bu kömür havzasından çıkarılan taşkömürünün kullanıldığı Çatalağzı Termik Santrali Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. (Örneğin sadece Zonguldak’ın 1995 yılı Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya katkısı cari fiyatlarla 1.170 trilyondur. Bu katkısıyla Türkiye’nin tüm illeri içerisinde 12. sırayı almaktadır.) Yine bölgede yer alan birçok hidroelektirik santrali ve çimento üretimi ile ateş tuğlası üretimi yapan fabrikaları da bu sınai üretime eklemek gerekir. Dolayısıyla Karadeniz sadece tarımsal üretimiyle değil sanayisiyle de Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutuyor. Sadece niceliğiyle değil, “madenci fırtınası”nda olduğu gibi militan ve kitlesel eylemleriyle de Türkiye işçi sınıfının çok önemli bir bölüğünü barındırıyor.

Karadeniz kömür madeninin yanı sıra linyit, altın, bakır, gümüş gibi yeraltı kaynaklarıyla da Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca deniz ulaşımındaki gelişkinliği ve Zonguldak, Samsun, Sinop, Hopa başta gelmek üzere birçok irili ufaklı limanlarıyla yurt içi ve uluslararası ticarette önemli bir yeri vardır. Tarihte olduğu gibi bugün de Karadeniz bu stratejik yapısı, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile egemen sınıflar için büyük bir önem taşımaktadır.

Karadeniz: Halklar mozaiği

Lazların tarihini Çerkez, Gürcü, Abhaz, vb. Kafkas halkları ile Ermeni ve Kürt halklarının tarihinden ayrı ele almak mümkün değildir. Bütün bu halklar, gerek coğrafi gerekse tarihsel olarak içiçe geçmişlikleri, aynı imparatorlukların zulmüne maruz kalmaları vb. nedenlerle benzer tarihsel süreçleri yaşamış, aynı kaderi paylaşmışlardır. Aynı topraklar üzerinde yaşamış kimi halklar ortak krallıklar ve beylikler kurmuşlardır. Örneğin MÖ. 12-11 yüzyıllarda Karadeniz kıyılarının doğusunda (Trabzon ve çevresi) kurulan Kolkhide Krallığı, Lazlar ve Abhazların ortak krallığıdır. MÖ. 1. yüzyılda Romalılar bu coğrafyayı işgal edene kadar birlikte yaşamışlardır. İşgalden sonra Romalılar Kolkhide Krallığı’na son vererek kendi denetimlerinde Lazika (Lazistan) Krallığı’nı oluşturmuşlardır. Bu aynı zamanda yüzyıllarca beraber yaşamış bu halkların bitmez acılarının başlangıç tarihidir. Bağımsız statülerini yitiren bölge halkları dinsel, kültürel ve iktisadi olarak Roma İmparatorluğu’nun ve değişik tarihlerde Pers ve Osmanlı gibi değişik imparatorlukların sürekli baskı, asimilasyon, katliam ve sömürücü yönetiminde yaşamışlardır. Dönem dönem bağımsız devletlerini kursalar da bu çok uzun sürmemiş, bir biçimde bölgedeki egemen imparatorluğun boyunduruğuna girmek zorunda kalmışlardır. Örneğin Kolkhide Krallığı’nın son bulmasından sonra Lazlar, Abhazlar ve diğer Kafkas halkları, değişik tarihlerde değişik krallıklara ve özerk yapılara sahip olmuşlardır. Ne var ki bu krallıklar güçlü bir merkezi yapıya sahip olamamış, dolayısıyla siyasal-iktisadi bağımsızlıklarını sağlayamamışlardır. Bu nedenle egemen imparatorlukların yayılmacı emellerine ve politikalarına bağımlı davranmak zorunda kalmışlardır.

Yüzyıllarca Roma ile Pers imparatorluklarının egemenlik sahası, dolayısıyla sayısız savaşların nedeni olan Karadeniz ve Kafkasya halkları, tarih boyunca ortak kaderi paylaşmışlardır. Kimi dönem imparatorlukların zulmüne karşı özgürlük savaşını birlikte yürütmüşler, kimi zaman yüzyıllarca beraber yaşamış halklar olmalarına rağmen değişik imparatorlukların yanında birbirlerine karşı savaşmışlardır. Örneğin 542 yılında Bizans ve İran arasındaki egemenlik savaşında Abhazlar Bizans’ın yanında savaşa girerken, Lazlar İran’ın yanında savaşmışlardır. Bizans ve İran’ın antlaşmasıyla biten bu savaşın sonucunda Lazistan iki imparatorluk arasında paylaştırılmıştır. 572 yılında bağımsızlıklarını kazanmak için savaş başlatan Ermenilerle birlikte Abhazlar ve Lazlar da İran’a karşı savaşmışlardır. Bölge halkları değişik dönemlerde egemen imparatorluklar arasında değişen güç dengelerine göre onların yanında savaşsalar da, uygun koşullar oluştuğunda ortak düşmana karşı da birlikte savaşabilmişlerdir.

Sömürgecilik ve din faktörü

İşgal ve ilhaklar özünde askeri zorun ürünü olsalar da, bunların kalıcılaşmasını sağlayan yöntem ve silahlar çok çeşitlidir. Zira tek başına zor politikaları işgal edilmiş topraklardaki halkları köleleştirmeye yetmemektedir. Tersine, orta vadede daha güçlü patlamaları mayalamaktadır. Sömürgeci güçler için en etkili silah, bir halkın tarihinden, kültüründen, ulusal kimliğinden ve dini inançlarından arındırılarak köleleştirilmesi ve yeni bir kimlikle/egemen gücün kimliğiyle yeniden şekillendirilmesidir. Bir halka uzun süreli boyun eğdirmek ancak böyle mümkün olabilmektedir. Bu, sömürgeci güçlerin kullandığı en etkili ve sonuç alıcı silahtır. Bu gerçekliği somut olarak Kafkas halklarının ve Lazların tarihinde de görmek mümkündür. Bizans İmparatorluğu MÖ.1. yüzyılda Lazlar da içinde olmak üzere birçok Kafkas halkının ortak krallığı olan Kolkhide’yi kendi egemenliğine aldıktan sonra, özellikle kültürel ve ideolojik (din) kurumsallaşma için yoğun bir çaba harcamıştır.

Bu birkaç nedenden dolayı önemliydi. Birincisi, henüz ulusal kimliğin gelişmediği bir çağda kabile ve aşiretsel toplulukları bir arada tutan din olgusudur. İkincisi, Hıristiyanlık dinini esas alan Roma İmparatorluğu ile Mazdeizm’i (Zerdüşt dini) esas alan Pers İmparatorluğu arasında dünyaya hakim olma savaşı dinsel ayrılıklar üzerinden yürüyordu. Dolayısıyla her imparatorluğun egemenlik sahası kendi dininin kabul gördüğü sınırlarla ölçülüyordu. İşgal edilen topraklarda yaşayan halklara kendi dinini kabul ettirmek ve bu din esaslarına dayalı bir yönetim, yaşam ve kültür yaratmak, sömürgeci egemenliğinin güvence altına alınması anlamına geliyordu.

Kafkas halklarına Hıristiyanlığı kabul ettirmek Roma için sancılı bir süreç olarak yaşandı, fakat sonuçta MS. 532 yılında kendi egemenliğindeki Lazika Krallığı Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etti. Aynı dönemlerde Abhaz halklarının bir kesiminin de (Apsilyalılar ve Misimyalılar) Hıristiyanlığı kabul ettikleri görülüyor. Lazlar ve diğer Kafkas halkları 7. yüzyıla kadar Hıristiyan olarak yaşamışlardır.

Özellikle 5. yüzyıldan başlayarak İran ve Bizans İmparatorlukları arasında şiddetli bir savaş sürmüştür. Bu savaşın nedeni Kafkasya coğrafyası üzerindeki egemenlik sorunuydu. Çünkü ekonomik bunalım yaşayan bu imparatorluklar için bu bölgeye sahip olmak, hem ekonomik hem de yayılmacı stratejileri açısından can alıcı önemdeydi. İran, Çin ve Hindistan’a bağlanan ticaret yollarına (İpek yolu) sahip olmak için Kafkasya’nın Karadeniz kıyılarına sahip olmak zorundaydı. Böylece Bizanslı tüccarlardan dilediği gibi yüksek vergi alabilecek, bu topraklardan geçerek Orta Asya’ya geçen tüm ticaret yolları üzerinde denetim kurabilecekti. Bu kendi ekonomisi için muazzam bir kaynak, Bizans ekonomisi için ise tam bir yıkım olacaktı. Askeri olarak da bölgeyi (Abhazigia ve Lazika) bir üs olarak kullanarak Bizans İmparatorluğu’na daha kolay saldırılar düzenleyebilecekti. Yüzyıllar boyunca bu iki imparatorluğun yayılmacı ve işgalci politikaları sonucu katliamlara, sürgünlere maruz kalan bu halklar, 570’lere gelindiğinde, bu kez de Muhammed ve onu ardından halifeleri Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin İslamiyet’i yayma zulmü ile yüz yüze kalacaklardı.

7.nci yüzyılda toplumsal bunalımın ortaya çıkardığı yeni dengeler ve istilalar

8.nci yüzyıla, Bizans da dahil bütün imparatorluklara bunalım ve altüst oluşlar damgasını vurmuştur. Bunda imparatorluklar arası süren savaşlar bir etken olmakla beraber, bunalımın nedenleri daha köklü ve derinliklidir.

Sömürgelerin hızla gelişip yaygınlık kazanması, imparatorlukların savaş ganimetlerine dayalı ekonomilerine giderek zayıflatan bir etkene dönüşmüş ve sömürgecilik üzerinde yükselen yeni bir toplumsal-siyasal yapılanma sınıfsal farklılaşmayı da beraberinde getirmişti. (İlk koloniler Lazika’da oluşmuştur.) Bu yeni gelişmenin ve toplumsal çelişkilerin yarattığı bunalım sürecini en ağır yaşayan Araplar, bunu ancak yeni bir din olgusuyla aşabilmişlerdir. Kervan ticaretinin ölüm noktasına gelmesi ve artan nüfusa karşın ekilebilir toprakların oldukça yetersiz kalması, Arap toplumunda yeni temeller üzerinde sınıfsal çelişki ve çatışmanın zeminini yaratmıştı. Bir yandan belli bir yaşam düzeyine sahip şehirlerde yaşayan kesim, diğer yandan ne kalacak yeri ne de ekecek toprağı olan Bedeviler… İşte Arap toplumunda sınıfsal çelişki ve çatışmaların bu tablosu İslam dininin de zemini oldu.

570 yıllarında Arap toplumundaki bu hoşnutsuzluğu arkasına alan Muhammed yeni bir ideolojik formasyonla ortaya çıktı. Bu İslam dinidir. Sistemden hoşnutsuz ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Bedevilerin tepkisini yeni bir dinsel kimlik etrafında birleştiren Muhammed, sadece iktidarı ele geçirip kendini peygamber ilan etmekle kalmadı, İslamiyeti dünyaya yaymayı hedefleyen işgalci bir politikayı da esas aldı. Muhammed’in bu istilacı emellerini ardılları olan Arap halifeleri de sürdürdüler. Halife Ömer’in döneminde (634-644) Suriye, Filistin, Mısır ve İran’ı ele geçirdiler.

640 yılında Ermenistan işgal edildi. 642’de ise Gürcistan ele geçirildi. Gürcistan üzerinden bütün bir Kafkasya’nın işgaline yönelindi. Bu Arap istilacıların en önemli hedefidir. Hem İslamiyet’i yaymak, hem de ticaret yollarına sahip olmak için genelde Kafkasya, özelde ise Lazika ve Kürdistan stratejik bölgelerdir. Nihayet 8. yüzyıla gelindiğinde, Kafkasya’dakiler dahil birçok halk Arap istilacıların İslam’ı kılıç zoruyla kabul ettirme çabaları altında kan kusmaktadır. 7. yüzyıla kadar Hıristiyan olarak yaşamış olan Kafkas halkları ve diğer halklara İslam dini dayatılır. Kabul etmeyenler ya kılıçtan geçirilir ya yurtlarından kovulurlar. Laz halkı da bu kılıç politikasından fazlasıyla nasibini alır ve topraklarından kovulur.

Selçuklu’dan Osmanlı’ya uzanan süreç ve artan zulüm

Arap istilaları, İran’la bitmez tükenmez egemenlik savaşları ve artan iç çelişkiler Bizans’ı içte ve dışta zayıflatmıştı. 11. yüzyıldan başlayarak Moğol istilasından kaçıp Anadolu’ya akan Türkmen kabileleriyle girilen çatışmalar, Bizans’ın yenilgisi ve Selçukoğullarının egemenliğinde merkezi Selçuklu devletinin kurulmasıyla sonuçlanmıştı.

Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun bir dizi dezavantajı vardı. Denizle bağlantısı yalnızca işgal ettiği Lazika’nın (Lazistan) Rize, Artvin şehirleri ve Gürcistan ile Abhazya ile sınırlıydı. Bu durum Selçuklu için dezavantajdı. Zira bölge imparatorlukları arasındaki güç dengelerinde Karadeniz’in tuttuğu yer oldukça önemliydi. Selçuklunun diğer bir dezavantajı ise, çevresinin Hıristiyan devlet ve imparatorluklarla çevrili olmasıydı. Kuzeydoğu’da Gürcüler ve Trabzon Rum İmparatorluğu, Sinop’tan Alanya’ya kadar Anadolu’yu içine alan çemberde Bizanslılar, Kilikya’da Ermeniler ve daha ilerde Antakya ve Urfa prenslikleri vardı. Laz, Rum, Ermeni ve Gürcüler başta olmak üzere birçok ulustan halkın bin yılları aşan beraberlikleri ve kültürel kaynaşmışlıkları söz konusuydu.

Üçüncü bir olumsuz olgu ise, sürekli olarak Orta Asya’dan Anadolu topraklarına yeni aşiretlerin akmasıydı. Selçuklu devleti bu yeni kabileleri kendi yayılmacı emelleri doğrultusunda sınır bölgelerine yerleştirdi. Ancak bu aşiretler komşu imparatorluk topraklarına yönelmek yerine iktisadi ve siyasi olarak zayıflayan Selçuklu’nun topraklarını işgal ederek, ayrı ayrı aşiret krallıkları kurdular. Bu Selçuklu’nun yıkılışını getirdi.

Anadolu’daki beylikler arasında Osmanlılar sivrilip gelişerek, istilacı ve yağmacı karakterde bir askeri devlet olarak örgütlendiler. Gerek Selçuklu’nun liman kentleri üzerindeki zayıf etkisinin iktisadi yapısında yarattığı zayıflık ve diğer imparatorluklara karşı yaptırım gücünün olmayışı, gerekse deniz ticaretinin giderek önem kazanması, Osmanlıların liman kentlerine daha yoğun seferler düzenlemelerinin esas nedenidir. Çünkü ancak bu yolla batının ekonomik gücünü sınırlayabilir, doğu ticaretini ele geçirebilirlerdi. 1460’lara gelindiğinde Ege’de Enez, Limni, Midilli, Foça, Atina dükalığını, Karadeniz’de Amasra, Sinop, Trabzon Rum İmparatorluğu’nu kendi egemenlikleri altına almışlardı. Bu, deniz ticareti üzerinde büyük bir egemenlik alanı kazanmak anlamına geliyordu.

1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u işgal ederek Laz Krallığı’na son verdi. Yanı sıra Melo, Ganio, Arhavi, Viçe, Atina, Hopa, Batum, Çhala, Begleva, Moğedi gibi birçok şehir ve köy işgal edildi, halklara büyük bir zulüm yaşatıldı. Bu zulmün karşısında başta Lazlar olmak üzere diğer bölge halkları savaştılarsa da, sonuçta Osmanlıların entrika ve zulmüne yenik düştüler. Osmanlılar bu işgalde, başka şeylerin yanı sıra, bölge halkları üzerinde dini büyük bir baskı aracına dönüştürdüler. Yüzyıllardır Hıristiyanlığı benimseyen Lazlar ve diğer halklar şimdi Osmanlıların dinsel dayatmalarıyla karşı karşıyaydılar. İlk dönemlerde ayaklarını daha sağlam yere basmak için nispeten daha esnek davranan Osmanlılar, özellikle 1512-20 yılları arasında bölgedeki diğer dinlere mensup halklara büyük acılar çektirdiler. 2. Selim’in işgal ve zulmü üzerine misyoner Lui Grancerios’un kaleme aldığı bir metin Lazların yaşadıklarını özetlemektedir:

“Rize nahiyesi Trabzon’la Gürcistan arasındaki sahil boyunca uzanmaktadır. Bu nahiyenin Trabzon’a yakın kesimindeki ahali Yunanca, Gürcistan’a yakın olan kesimindeki ahali de Megrelce konuşmaktadır. Rize Lazların kendi kentidir. Lazlar Megrel ulusundandır. Zamanla İslam’a geçişler olmaktadır. İslam’ı kabul etmeyenlere ağır vergiler yüklenmekte, ekonomik ve moral baskı yapılmaktadır. Bu baskılar Lazların Türklüğe boyun eğmelerinde büyük rol oynamaktadır. Bazı aileler yeni doğmuş erkek çocukların öldürüp yok etmektedirler. Zira böyle yapmakla evlatlarını ağır yaşam koşullarında İslam’a zorlanmaktan kurtarmış sayıyorlardı. Yetişkin kızlarını yeniçerilerle (Osmanlı askeri) evlendirmeye özen gösteriyorlardı. Bu yolla bir dereceye kadar rahat yaşama şansı elde etmeye çalışıyorlardı. Lazların isimlerinde değişiklik yapılmaktadır. Hıristiyan isimleri Müslüman isimleriyle değiştiriliyor. Çok az miktarda Laz geleneksel Hıristiyan ve milli ad ve soyadlarını koruyabilmiştir.” (Aktaran Muhammet Vanilişi-Ali Tandilava, Lazların Tarihi, Ant Yayınları, s.47)

Lazların yaşadığı bu süreç, tam bir parçalanma, bölünme ve değişik kültürler içerisinde erime sürecidir. İslamiyet’i kabul edenler kimliklerini yitirirken, Hıristiyan kalanlar Rumlar arasında yaşamayı tercih etmişlerdir. Çok az bir kesim bulundukları yerlerde kimlik ve kültürlerini yarım yamalak korumaya çalışmıştır.