KARDAN KÜÇÜK KIZ

Anonim
Derleyen: HAPİ Cevdet Yıldız

O sıralar ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Kazıkoğlu (Къазэкъохьаблэ) köyünde düğün vardı. Cumartesi günüydü. Kaşenim (konuştuğum kız) oraya çok yakın bir köydendi, düğüne gelir diye düşünmüştüm. Kazıkığlu’na Düzce’den gidilen yoldan gitmiştim ama kestirme yolu bilmiyordum, köyün nereye düştüğünü az çok biliyordum.

Köyden (Sarayyeri/Къоук1ьэхьаблэ) Kutse (Куцэ) ile Ramisıj’ı (Рамисыжъ) ayarladım. Ramisıj köydeki Ordulu bir ırgat ailenin oğlu idi. Üçümüz de  ortaokula gidiyorduk. Cebimde para vardı. Düzce’ye doğru yürüyerek yola çıktık. Komşu Arapçiftliği (Къазыкъкойц1ык1у/Шапсыкой) köyü bakkalından bir paket sigara ve kibrit aldım. İzleyen Türk köyü Körpeşler’e ulaştığımzda sigaraları yaktık. E, adam olmuştuk ya…

Mehtaplı bir yaz akşamıydı. Yaya idik. Baktım karşıdan büyük amcam (Rufat) Düzce’den dönüyor. Hemen sigarayı söndürüp attım, Kutse de attı, ama Ramisıj geç kalmış, yakalanmıştı. Amcam, Ramisıj’ın cebini aradı, bir şey bulamadı, çünkü paket benim cebimdeydi. Amcam sordu:
– Bu elindeki de neydi, diye.
– Amca, yol kıyısına izmarit atmışlar, nedir, söndüreyim bari diye aldım, dedi.
– Nereye gidiyorsunuz?
– Yaz sinemasına, bahçeli sinemaya gidiyoruz, dedi Ramisıj. Bizse korkumuzdan konuşacak durumda değildik.
– Gidin ama sen Ramis, ayağını denk al, yoksa pişman ederim seni. Bunu bil, dedi amcam.

Kuşkusuz amcam saf biri değildi. Niye biz ikimizin üstünü aramadı ki diye hala düşünürüm.

Yola devam ettik, o sıralar insanlar, tabii Adige olmayanlar,  mısır tarlalarında ve bahçelerde çalışıyorlardı. Sora sora sonunda Kazıkoğlu’na ulaştık. On dakika olmuştu ya da olmamıştı, hatiyak’o (yönetici) oyunu durdurdu. Çerkesce olarak “Allah hepinizden razı olsun, paydos!” dedi. Gece yarısıydı. Herkesin gidecek bir yeri vardı. Ortaokul arkadaşlarımız ise bizi buyur edecek yaşta değildiler. Ramisıj:
– Samanlığın birine çıkalım, hava sıcak, yarınki düğünü görmüş oluruz, dedi.

Bunu uygun bulmadık. Düzce’ye dönen kamyonlar vardı, Ramisıj, “Öyleyse söyleyip bir kamyonun kasasına  binelim” dedi ama bunu da kendimize yediremedik. “Yaya olarak yola devam” dedik. Bir araba görünecek olursa, kenara kaçıp saklanıyor, su döküyormuş gibi yapıyorduk. Yani kendimizi “küçük düşürmek”  istemiyorduk.

Kazıkoğlu Düzce arası yaklaşık 10 km. Yolun ortalarında bir değirmen vardı. Oraya yakın bir yerde konakladık. Çok yorulmuştuk. Ramisıj “Biraz uyuyalım”  dedi ve hemen uykuya daldı, ama Kutse ağlamaya başladı:”Burası dağ başı, kurtlar vardır, bizi yiyecekler” diye. Kutse’yi ikna edemedik. Zoraki yola devam dedik.

Düzce’ye vardık, sabahçı kahvesine girdik. Çay yeni demlenmişti. Para verdim, Ramisıj ile Kutse gidip sıcak ekmek ile beyaz peynir getirdiler. Karnımızı doyurup köyün yolunu tuttuk. Köye girerken kadınlar hayvanları sürüye katmak için köy dışına çıkarıyorlardı. Görünmeden eve gireyim derken, kapımızın önünde tek arabamızın koşulu olduğunu gördüm. Saklanmama zaman kalmadan babama yakalanmıştım:
– Aferin, dedi babam, hayret erken kalkmışsın. Atla arabaya, annenler tütünü kırmışlardır, getirmeye gidelim.

O yıl köy mezarlığının arkasındaki yeri icarlayıp tütün ekmiştik. Annem ve yanındaki kadınlar önden döndüler, babamla ben tütünleri toplayıp sepetlere yerleştirdik, sonra arabaya yükleyip eve getirdik. Annem sofrayı kurmuştu. Sofraya oturmak zorunda kaldım, anlaşılan cezam bitmemiş olmalıydı…
– Atla arabaya, karpuza gideceğiz, dedi babam.

Karpuzu babam kopardı, ben de arabaya yerleştirdim. İş bitti derken, babam “Sen burada bekle, ben Bırgehable meşe (Быргьэхьаблэ мэщ;Akınlar köyü sınırında, 15-20 dakika uzaklıktaki tarlaya) gidip bir bakacağım” dedi.

Bu arada uykuya dalmışım, babam döndüğünde, arabayı devrilmiş, karpuzun yarısı kırılmış, atı da sıkışıp yarı boğulacak halde buldu. Böylesine durumlarda çok asabileşebilen babam, hayret bir şey demedi. Yeniden karpuz kopardı, onları arabaya yükledik. Köyün yolunu tuttuk.

Atı çözdüm, eve gireyim derken öğle ezanı okundu. Evimizin kapısı caminin ve bahçesinin tam karşısındaydı. Babam beni görüp oradan seslendi:
– Ağaca çık da yaşlılar için dut silkele, dedi. Böyle olacağını bilsem ön kapıdan değil, arka kapıdan eve girerdim ama yine çekeceğim varmış demek ki…

Cami bahçesi yemyeşil çimenlerle kaplıydı. Şimdiki gibi küresel ısınma olayı ve kuraklık yoktu. Yerler ter temizdi. Cami avlusunda 8-10 ihtiyar vardı, namaz için bekliyorlardı. Bir de daha ilerideki bir dut ağacının altında beyaz koyun pöstekisine uzanmış mışıl mışıl uyumakta olan Kutse. Onun durumunda olmak için vermeyeceğim bir şey olamazdı o an için. Kutse’nin babası da cami avlusundaydı ama babası iç güveyi bir Abaza’ydı. Abazalar gençlere karşı daha toleranslı oluyorlardı. Annesi ise köyden varlıklı bir Wubıh, Kovk’ı (Къоук1ьы) kadını idi.

Dut silkeledim. İhtiyarlar “Gel sen de ye” diye tutturdular. Dut yerken yine uykuya dalmışım. Babam kaygılanarak, Kutse’nin yanına koşmuş, “Bugün ne oldu bilmiyorum, bizim çocuk durmadan uyuyor” demiş, Kutse de “Bırak, uyusun” diye karşılık vermiş. Bunu Kutse’den daha sonra öğrenecektim. Babam “Hadi eve git” deyip beni “azat” etti.

Daha sonra Kutse’ye sordum: “O üzerinde uyuduğun kocaman beyaz pöstekiyi nereden buldun” diye. O da “Odasına dalıp hocanın (imamın) pöstekisini kaptım” dedi.

Kutse, Tıfı’nın (Тыфы) kardeşidir. En büyükleri şimdi rahmetli olan Habıt’ (Хьабыт1; köpek dışkısı), sonra büyük ablası Guzı (Гузы;Tek Yürek), küçük ablası Naşho (Нашъухъо;Ela Göz), en küçükleri de Kutse (Куцэ; teker parmağı) idi. Bir ablası daha vardı, küçükken ölmüştü, adı da anımsadığım kadarıyla Şaş ya da Nekar (Нэкъар; Kara Göz) idi.