KULEDE YAŞAMAK -IV

Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
17.12.2005

Kulede yaşamak insanı daima gözlem ve düşünceye sevk eder.

İnsan, çevresini kaplayan ve maddi bir parçası olduğu doğayı gözlemledikçe, ondan kendince ulaştığı sonuçları, düşünce ve bilgi birikimi süzgecinden geçirerek, sözlü ya da yazılı olarak başkalarına anlatabileceği sonuçlara ulaşır. Kulede yaşayan toplumlar gerçekte doğayı çok iyi gözlemlerler. Bu nedenle ortaya çıkardıkları ve kendilerini ifade edip tanımlayan tüm dil, kültür ve inançları doğadan esinlenerek beslenir, olgunlaşır. Bu esinlenme diğer tür yapıları inşa eden toplumlar için de geçerlidir ama kulede yaşayanlarda, kulenin yapısal yüksekliğinin yaşayanına kazandırdığı gözlem yeteneği neticesinde daha artı değerdedir.

Kulede yaşayanların doğa ile iç içe yaşamdan ve yüksek gözlem yeteneğinden kaynaklanan etkiyle din anlayışı genel olarak pagan eğilimlidir. Pagan inançlar, insan merkezli olarak özel gereksinimlere göre şekillendiğinden, bir anlamda her kabilenin kendine ait totem ve ilahlar oluşturduğu toplumdan topluma farklılıkları olan ilkel bir yapıdadır. Bu özelliklerden kaynaklanacak alışkanlıklarla başlangıçta; Tek tanrılı dinlerin getireceği değişmez kurallar, ululemre itaat, baştan iman etme zorunluluğu, kulluk bilinci, kule yaşamına ters düşebilecek ibadet şekilleri, merkezi otoriteyle bile uyum sorunu olan kule yaşayanları için kabulü zor hatta anlaşılmaz gerekler olarak görülebilir. Ancak pagan inanışlar, bütün karmaşıklıklarına rağmen kitabi dinlerle karşılaştırılamayacak kadar kırılgan ve değişken bir yapıdadır. Pagan inançlı toplumlar değişim söz konusu olduğunda kurallı ve makul çözümler üreten akılcı bir dinle karşılaşırlarsa kitabi dinler kadar direnç gösteremezler. Ancak bu kule yaşamı sürdüren pagan toplumlar için pek de geçerli değildir. Onlar yapının kendilerine verdiği kazanımlarla ilkel inanışlarını daha da dirençli bir hale getirirler. Gerçekte kulede yaşayanlar oldukça muhafazakar yapıdadırlar ve kolayca, en azından kısa zaman dilimi içinde din değiştiremezler. Kule de yaşayanlar başlangıçta tevhide gönül verip, kitabi dinlere inansalar dahi, inancın getirdiklerini yorumlayarak özellikle ibadet konusunda farklı bir yaklaşım izlemekten kendilerini alamayacaklardır.

Günümüzde, kuleler diyarı olarak adlandırdığımız Çeçenya’da İslam’ın ve Svanetya’da ise Hıristiyanlığın yayılış biçimlerini incelediğimizde bu anlattıklarımıza örnek teşkil edecek -en azından bağlantıları göz ardı edilemeyecek- olaylarla karşılaşırız.

Çeçenya’ya, pagan ve kısmen Hıristiyanlığın etkin olduğu karma bir din anlayışının yerine İslamiyet’in girmesi, Doğu’dan Dağıstan üzerinden miladi sekizinci yüzyılda başlayıp neredeyse bin yıl süren bir süreç sonunda 1800’ler civarında tamamlanabilmişti. Burada ilginç olan, 614-654 yıllarında Kafkasları fethe gelen Arap-İslam ordularına karşı Yahudi komşuları Hazarlarla ittifak ederek savaşan Çeçenlerin, 736-738 yıllarında Halife Abdulmalik’in kardeşi Mervan’ın komuta ettiği ordularla yapılan türlü savaşlardan sonra -ilk olarak- İslam’ı kabullenen Çeçen kabile (:tayp) ve köylerinin, doğuda Terek havzasındaki ovalık bölgelerde yer almasıdır. Daha sonra yüzyıllarca kendi karışık antik pagan geleneklerinden vazgeçmeyen kabile ve köyler ise binlerce kulenin de bulunduğu güneydeki dağlık bölgelerde yer almaktaydı. Bu noktada şu gerçeği de unutmamak gerekir: Doğu Çeçen bölgesi zaten sınırda bulunuyordu ve Arap-İslam ordularıyla ilk kez onların karşılaşması kaçınılmazdı. Bu bölge, ormanlık ve ovalık olduğu için kule açısından hiçbir zaman batı bölgesi kadar zengin olmamıştı. Ayrıca İslam orduları daha gelmeden önce de farklı yönlerden gelen istilacı barbar akınlarına yüzlerce yıl direnç göstererek savaşmışlardı. Bu nedenle bölgenin İslam dinini kabulü, savaşlar sonucu oluşan yılgınlıktan değil, dini tanıyarak ve özümseyerek onu benimseme şeklinde olmuştu. Gerçekte, savaşlar karşıt toplumların kültürel etkileşimlerinde çok büyük etkendirler. Savaşan toplumlar daimi bir etkileşim içinde olduklarından aynı zamanda birbirlerini çok iyi tanırlar ve zamanla birçok açıdan benzeşirler. Çeçenlerin İslam’ı ilk kez kabul ettikleri sınır bölgeleri bile yüzyıldan daha fazla süren bir etkileşim sonucunda pagan adetlerini bırakarak Müslümanlığı benimsemişti. Daha çok kulenin olduğu özellikle, günümüzde en korunmuş kule yapılarına rastladığımız batı bölgesinde yaşayan dağlı Çeçen kabileleri ise atalarına ait inançlarını korumuşlardı. Bu inanışlarının sonucu, tüm Kafkas hakları üzerinde etkileri görülen güneş kültünün ürünü olan ve güneydeki dağlık iç kesimlerde binlercesi bulunan kulevari taş mezarlar pagan adetlerin Çeçenler arasında ne kadar yakın tarihlere kadar sürdüğünün bir göstergesidir. Öyle ki, XVIII. yüzyıl sonuna kadar yapımı sürdürülen “Güneş Mezarları” içindeki kurumuş cesetlerle birlikte günümüze kadar korunarak ulaşmıştır. İslam’ı kabul etmelerine rağmen Çeçenler, atalarına ve pagan akrabalarına ait bu mezarlara yan yana yaşamalarına rağmen hiçbir zarar vermemişlerdir. Yine bu noktada bir önemli gerçeğe daha değinmekte fayda vardır. Çeçenler arasında bin yıldan daha fazla, birbirine taban tabana zıt farklı iki inanış bir arada uyum içinde yaşamıştı. Bu durum, Müslüman Çeçenlerin de en az pagan kardeşleri kadar geleneklerinin korunmasına yönelik verdikleri büyük önemden kaynaklanmaktaydı. İnanışı ne olursa olsun tüm Çeçen halkı ortak geleneklerin etrafında birleşmişti. -Günümüzde bile, pagan dönemlerden kalan Dēla veya Dâla kelimesi Çeçenler tarafından “Allah” karşılığında kullanılmakta, Türkçe’deki “Tanrı” kelimesine karşılık gelmektedir. Putları ilâh sayan bu dönemlerden kalan ve Tanrı adı olan bazı kelimeler hala günlük hayatta karşımıza çıkmaktadırDiğer bir deyişle, Müslümanlığı kabul eden Çeçen kabileleri, İslam’ın tebliğ ettiği hayat tarzını kendi gelenekleriyle mükemmel bir uyum içinde bağdaştırmışlar, İslam’ın küfür saydığı atalarından kalan birçok inanışı ve ritüeli terk etmelerine karşılık yeni mensup oldukları bu dini abartmadan benimsemişler, bir Arap, Osmanlı veya Farsi gibi asla yorumlamamışlardı. Hatta aralarından özellikle Sufi düşüncesinin de temsilcileri olan ve farklı Müslüman ülkelerine irşada giden tanınmış din adamları yetiştirmişlerdi. Ancak zamanla, ülkelerine yapılan Rus işgalinin ve zulümle dolu uzun savaş yıllarının getirdiği yıkıcı etkilerle -ki bu noktada sadece Yermolov dönemini hatırlamak bile yeterli olacaktır- dini yorumlama biçimlerinde, Kafkas-Çeçen kültürüne has hoşgörünün yerini, katı bir din anlayışı almaya başlamıştı. Çünkü savaşlar daima, toplumların manevi duygularını en üst seviyeye çıkararak onları her zamankinden daha fazla dinlerine bağlar. Bu durum ise zamanla bağnazlığa açılan bir kapıya dönüşebilir. Dinsel yaklaşım farklılıklarının etkisinden de kaynaklanan bir değişimle on yedinci yüzyılın sonlarından itibaren, henüz Müslüman olmamış ve dağlarda kulelerde yaşayan Çeçen taypları –Galgaylar olarak da anılan- bugünkü İnguş topluluklarına dönüşmüşlerdi.

Müslümanlığın Çeçenler arasında yayıldığı dönemlere ait, bazı esprili ve renkli anlatımlar günümüze kadar ulaşmıştır. Anlatılanlara göre; “Bir köyde hemen herkes Müslümanlığa gönül vermiş ancak, yiğitliği ile bilinen ve çok sevilen bir Çeçen, atalarının inanışından bir türlü vazgeçmemiştir. Köylüler, aralarında yaşayan bu kişinin de kendileri gibi inanan birisi olmasını çok isterler, tebliğde bulunmak amacıyla evine gider ve İslam’a davet ederler. Çeçen, tebliğcileri büyük bir yakınlıkla karşılar ve onlardan inandıkları dinin imani ve ameli özelliklerini anlatmalarını ister. Anlatılanları sabırla dinler. Sonra biraz düşünür ve şu cevabı verir;
– Tamam ben de kabul edeceğim, ancak şimdi değil? Bir hafta sonra! Bu cevabı alan köylüler şaşırır ve nedenini sorarlar. Çeçen muzipçe gülerek cevap verir;
– Şu aşağıdaki besili domuzları kesip “Galnış” yapıp yemeden, üzerine de şu fıçı dolu şarabımı tüketmeden ben hiç müslüman olur muyum?”

Başka bir anlatımda da; “Ovada yaşayan ve Müslümanlığı kabul eden akrabalarının yanına gidip geri gelen dağlı Çeçene köylüleri sorarlar:
– Aşağıdaki akrabalar nasıllar? Hayatlarından memnunlar mı? Bir sıkıntıları, eksikleri var mı?  Dağlı Çeçen biraz sinirli ve şaşkın bir ifadeyle cevap verir;
– Hayatları iyi, bir sıkıntıları yok! Amma bana kalırsa hepsi aklını kaçırmış? Sabah akşam dağlara doğru dönüp, bir iş yapmadan ellerini havaya açıp, yere yatıp kalkıyorlar?!”

Güney Kafkasya’nın Kuzeybatı dağlık bölgesinde, adeta dünyadan kendilerini tecrit etmiş bir halde yaşayan kuleci toplumlardan Svanlar da, Hıristiyanlığı birkaç yüzyıl direndikten sonra oldukça erken tarihlerde üçüncü yüzyılın ortalarında kabullenmelerine karşılık günümüzde hala aynı dine inanan komşularından farklı inanç ve adetleriyle dikkat çekerler. Özellikle ilkel kabile yaşamının izlerinin görüldüğü bu inanışların kimileri günümüze kadar canlılığını koruyarak ulaşmıştır. Svanlar arasında araştırmalarda bulunan ünlü Gürcü yazarlar Vaja Paşavela ve Giorgi Kazbegi, dağlıların “Rculi” dedikleri bu inanışlarına karışmış gelenek ve göreneklerini edebi bir dille kaleme almışlardır. Bu gelenekler arasında bulunan kan gütme, büyük-küçük ilişkileri, ev sahibi- konuk kuralları, evlenme ve kız kaçırma, cenaze adetleri kısaca toplumu ilgilendiren birçok olay ve bunların ritüellerini belirleyen kuralların kökeni binlerce yıl geriye giden pagan dönemlere dayanır ve bölgedeki diğer Hıristiyan toplumlardan oldukça farklılık gösterir.