KUTLU-İL

Bekir Ali Demirel

Bir varmış, bir yokmuş…

Kafdağı’nın Hazar’dan Karadeniz’e kadar uzanan yemyeşil ormanlarla kaplı eteklerinde, adına ”Kutlu-il” dedikleri bir ülke varmış. Neden mi Kutlu-il demişler? Çünkü bereketli topraklarını irili ufaklı binlerce billur suyun suladığı bu ülkede herkes, uzun yıllar süresince ve hep mutluluk içinde yaşarmış. Ağaçları göklere yükselen ormanlarında rengarenk kokulu çiçekler, şifalı otlar, çeşit-çeşit yabani meyveler yetişir; avlamakla tükenmez hayvanlar, kuşlar yaşarmış. Topraklarında ekilenler görülmemiş derecede bol ürün, dikilenler ise tadına doyulmaz lezzette meyveler verirmiş. Kadınları hep ikiz doğururmuş. Koyunları, sığırları, camızları ve atları ise her sene çift yavrularmış. Çocukları gürbüz ve sıhhatli, erkekleri birbirinden yakışıklı, çevik ve kuvvetliymiş. Kızlarının güzelliği ve erdemi ise komşu ülkelerdeki gençlerin dillerindeymiş.

Bir gün, yabancı bir grup insan gelmiş Kutlu-il’e; “Biz de burada sizinle ve dostça yaşamak istiyoruz.” demişler. Kutlu-il’in yaşlıları, yabancıların bu isteğini tartıştıktan sonra onlara; “Madem dost yaşamak istiyorsunuz, hoş geldiniz. Kutlu-il’in bereketi, sizin gibi bin grup dosta da yeter. Buyurun, boş alanlara yerleşin.” demişler. Böylece Kutlu-il’in bereketi ve güzellikleri yanında, misafirperverliği ve cömertliği de dillerde dolaşmaya başlamış.

Çok geçmemiş, peş peşe yeni gruplar gelmiş… Kutlu-il, farklı dil, adet ve geleneklere sahip insanlarla adeta dolup taşmış. Bu defa yaşlılar; “Çok kalabalık olduk, ya barış bozulursa ya mutluluğumuzu kaybedersek” diye, endişeye düşmüşler. Çareler aramaya başlamışlar. Sonunda: “Her topluluktan, onlar adına konuşacak ve kararlar verecek en bilge yaşlıyı seçip göndermelerini isteyelim. Gelen bilge adamlar toplansın, tartışsın, ortak kararlar alsın. Herkes de bu kararlara uysun.” demişler.

Öyle de yapmışlar… İçinde billur suların aktığı bir ırmağın kenarında, bir toplantı düzenlemişler. Bu toplantıya her topluluk, en bilge yaşlısını seçip göndermiş. Bu bilge kişilere, aksakallılar; oluşturdukları meclise, aksakallılar meclisi; meclisin aldığı kararlara da adetlerimiz, demişler. O günden sonra, meclisin verdiği her kararı, hep saygıyla karşılamış ve bu kararlara uymuşlar. Böylece, Kutlu-il’de barış ve mutluluk, sürekli kılınmış.

Dayanışma içinde çalışmışlar, çalışmışlar… çok zengin olmuşlar. İhtiyaçlarından fazlasını birbirlerine hediye olarak vermişler. Birlikte eğlenmeyi ve dansetmeyi, misafiri ve misafirliği sevmişler. Kutlu-il’in zenginliği ve misafirperverliği dilden dile, ta en uzak ülkelere kadar yayılmış. Uzak ve yakın ülkelerden tüccarlar ve gezginler, Kutlu-il’e akın etmeye başlamışlar. İmrenenlerin, kıskananların sayısı da arttıkça artmış. Öyle ki, birçok han ve hakan, Kutlu-il’i istila etmek istemiş; saldırmışlar… Fakat her defasında, Kutlu-illiler yiğitçe savaşmış, istilacıları ülkelerine sokmamışlar. Onlara güç yetiremeyeceklerini anlayınca köşelerine çekilip istila için fırsat kollamaya başlamışlar.

Gel zaman git zaman… Kimi Kutlu-il sakinleri, ülkelerine sığınan yoksul yeni gelenleri, karın tokluğuna çalıştırıp çok daha zengin olmak hırsına kapılmışlar. Onlar zenginleştikçe adaletten ayrılmayan diğerleri fakirleşmiş. Zenginler, daha ileri giderek aksakallılar meclisini de kontrolleri altına almışlar. Bunun sonucunda hemen herkes, adetlere uymaz ve aksakallıları dinlemez olmuş. Ülke insanları; zenginler, yoksullar ve karın tokluğuna çalışanlar diye, üç sınıfa ayrılmış. Böylece, Kutlu-İl’in büyüsü yavaş yavaş bozulmaya başlamış…

Gün gelmiş yoksullar, karınlarını doyurabilmek için zenginlerden ya zorla almaya ya da onlardan aşırmaya başlamışlar. Kimi yiğitler, aksakallılar meclisinin yapamadığını yapmaya kalkışmışlar ve hak arayıp adalet isteyen güçsüzler adına, hak almış ve adalet dağıtmışlar. Yoksul ve güçsüz halk, onları sevmiş ve onlara abrek demiş. Onlar adına destanlar ve yırlar dizmiş. Bunun üzerine, zengin ve yoksul herkes, bir abrek olmaya, adını destanlara ve yırlara yazdırmaya heveslenmiş. Ne var ki yiğitlik bir tarafa bırakılmış; abrek olmanın amacı unutulmuş ve yalnız cesaret öne çıkartılmış. Yiğitlikten yoksun cesaret, insanları daha çok adaletsizliğe düşürmüş; kimse kimseye güvenmez olmuş, herkes, herkesi kendine hasım görmüş. Ülkede gasp, soygun, talan; cinayet, kan davası… almış başını gitmiş. Haksızlık edenler ve haksızlığa uğrayanlar, Kafdağı’nın erişilmesi en zor tepelerine ve en derin vadilerine sığınmışlar. Oralarda yokluk ve kıtlık içinde geçinmeye, taştan ördükleri yüksek kulelerde düşmanlarının saldırılarından korunup yaşamaya çalışmışlar. Sonunda, herkesin övdüğü ve imrendiği Kutlu-il, mutsuz-il durumuna düşmüş.

Kutlu-il’i istila etmek için uzun zamandan beri fırsat kollayanlar, işte bu sırada harekete geçmişler… Önce, paramparça ve birbirinin hasmı olmuş insanlar arasından kendilerine köleler edinmişler. Bunu yaparken hiç de zorluk çekmemişler… Sonra, edindikleri köleleri, kendi kendilerinin ülkesini efendileri adına istila etmeye göndermişler. Onlar da bunu efendileri adına yapmışlar; karşı koyanları ezip geçmişler ve kendi ülkelerini, tepsi içinde efendilerine sunmuşlar.

Zaten mutsuz olan il, büsbütün harap olmuş… Gençleri tükenmiş; kızları gülmez, kadınları doğurmaz, hayvanları yavrulamaz; ağaçları meyve, tarlaları ekin vermez olmuş. Sağ kalanlar, Kutlu-il’i terk edip kendilerinden öncekiler gibi, Kafdağı’nın ulaşılması güç derin vadilerine ve zirvelerine sığınmışlar. Öbek-öbek yerleştikleri küçük ve verimsiz bu yerlerde, öncekiler gibi yokluk ve kıtlık içinde yaşamaya çalışmışlar. Kimi zaman zorlukları aşabilmek için, çoğu zaman da düşmanlarından kendilerine ait olanları geri alabilmek için asırlarca mücadele etmişler. Sonunda bütün yolları, istilacılar tarafından kesilmiş; aç ve susuz bırakılmışlar. Direnecek takatleri kalmayınca da sürülmüşler!

Vatanlarından sürülen Kutlu-illiler kardeşlerine hasret, vatana hasret… dünyanın dört köşesine dağılmışlar. Fakat o günden bugüne onlar; nerede yaşarlarsa yaşasınlar, kim olduklarını ve nereden geldiklerini hiçbir zaman unutmamışlar ve hiç kimseye unutturmamışlar.