ÖZGÜRLÜĞÜ HATIRLAMAK – ÖNCESİ VE SONRASIYLA 1992/1993 ABHAZYA SAVAŞI

Sezai Babakuş

Abhazya halkı, 14 Ağustos 1992’de Gürcistan’ın saldırısı ve işgal girişine karşı başlattığı ulusal kurtuluş savaşını 30 Eylül 1993’de kazandı. 30 Eylül, Abhazya için özgürlük günüdür. 30 Eylül, hepimiz için özgürlüğü hatırlama günüdür. Abhazya halkının inanç, cesaret, kararlılık ve üstün beceri örneği göstererek kazandığı bu zafer haksızlığa ve zorbalığa karşı verilen mücadelenin en parlak örneklerinden biri olarak insanlık tarihine geçti. Bu zafer, dünyada özgürlük, barış ve adalete inanan ve bu uğurda mücadele veren tüm insanlara umut, güç ve cesaret verdi. Bu zafere öncülük eden tüm siyasi ve askeri liderleri, bu mücadelede saf tutan tüm kahramanları selamlıyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum.

Zaferin 15. yılında, zaferi mümkün kılan ve Abhazya’yı özgürlüğe taşıyan tüm kahramanlar adına ve anısına, yakın tanıklık ettiğim bazılarını sizlere anlatmak, paylaşmak istiyorum. Kendimce bir anı defteri oluşturdum. Savaşa tanıklık eden herkesi yazmaya çağırıyorum. Savaşlar toplumlarda ayrı bir bellek oluşturur; öykülere, şarkılara, masallara yer açar. Herkes ne biliyorsa yazmalı, toplumsal belleğe bir tuğla koymalı. Bu savaş, bu zafer ve bu zaferi sağlayanlar fazlasını hakediyor…

Sezai Babakuş

Vladislav Ardzınba

1990’da acemi bir parlamento başkanıydı, kritik süreçlerde sınav verdi; halkının kaderine hükmetti ve ülkesini bağımsızlığa taşıyan “gerçek” bir kahraman oldu…

Hiç kuşku yok ki, Abhazya bugünlere, Vladislav Ardzınba’nın bilge, kararlı, karizmatik lider kişiliği sayesinde ulaştı. O’nu 1989’da Abhazya’yı ilk ziyaretimde tanımıştım. O zaman, ekonomi editörü olarak çalıştığım Hürriyet Gazetesi adına, Türk-Sovyet Karma Ekonomi Konseyi toplantısı için Moskova’ya davet edilmiştim. Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’den 1 hafta ek izin koparmış, Moskova programı sonrası, Sovyet Yazarlar Birliği’nden Rady Fish ve Vera Feyenova’nın yardımları ile Abhazya’ya gidebilmiştim. Gorbachev’in “glasnost” ve “perestroyka” fırtınası devam ediyordu ya, yine de 23 Ekim 1989’da, Moskova’dan bir uçağın diğer yolculardan tecrit özel bölümünde, tek başıma yolculuk ederek Sohum’a ulaşmıştım. 130 yıl sonra anavatanla kucaklaşmanın coşkusu, doğal güzelliğin ve 87 derecelik “çaça”nın sarhoşluğu, akrabalar, yazarlar, şairler, parlamenterler, bakanlar derken, 27 Ekim günü, Abhazya Tarih ve Bilim Enstitüsü Başkanı (1988’de bu göreve seçilmişti) ve SSCB Halklar Meclisi üyesi (B. Şinkuba ve F. İskender ile birlikte o yıl Abhazya’yı temsilen seçilmişti) V. Ardzınba’nın odasındaydım. 1985’de Hatti-Hitit tarihi üzerine doktorasını tamamlamış genç bir akademisyenken (14 Mayıs 1945 doğumlu) Abhazya’yı da içine alan büyük değişimin anaforunda politikanın içine sürüklenivermişti. Dinamik ve karizmatikti. Abhazya’da tanıştığım kişiler içinde en etkileyici olanıydı ve hiç kuşku yok ki, herkesten bir adım öndeydi.

Eski Sohum Limanı’na bakan Enstitü binasındaki ofisinde 4 dilin (Abhazca, Türkçe, İngilizce ve Rusça) harmanlandığı 1,5 saate yakın görüşmemizde, O Abhazya’nın ahvalini anlattı, ben de Türkiye’ninkini… Ardzınba’nın etnik contentinde Türklük vardı. Annesinin baba tarafı Abhazlaşmış Türk’tü, Osmanlı’dan kalan…

Abhazya kritik bir sürece girmişti. Sovyetler dağılıyordu ve yerine neyin konacağı henüz belli değildi. Gürcistan’da Abhazya’yı ilhak heveslisi milliyetçiler Zviad Gamsakhurdia öncülüğünde güç kazanıyordu. Kısa süre önce, 1.000 kadar milliyetçi Gürcü militanın Abhazya’ya saldırısı 16 kişinin öldüğü çatışmalarla püskürtülmüştü. 3-4 ay içinde Abhazya’da parlamento seçimleri yapılacaktı ve Ardzınba, Abhaz ulusal hareketi Aydgılara (Birlik) tarafından desteklenen adayların başında yer alıyordu. Daha şimdiden Abhazya’nın yakın geleceğine hükmedeceğini biliyor gibiydi.

Sonunda, “Abhazya için yeni bir gelecek başlıyor. Buraya gelmeli ve bize katılmalısın” diyiverdi.

Henüz politikanın acemisiydi ama inandırıcılığı ve ikna gücü yüksekti. En azından bana söktü… “Bunu düşüneceğim” dedim. En az bir yıl sürecek mazeretim vardı.

30 Ekim’de (tam da 30. yaş günümde) Abhazya’dan yüksek duygular ve karmaşık düşüncelerle ayrılmıştım. Söz yerindeyse vurgunu yemiştim. Sohum’dan Batum’a sekiz yolcu kapasiteli pervaneli bir uçakla katederek, henüz yeni açılan Sarp sınır kapısından geri dönmüştüm. Üç beş gün içinde, İstanbul’un da, gazeteciliğin de, yaşamımın da katlanılmaz derecede sıkıcı olduğunu anlayıvermiştim (!). Çetin Emeç “parlak bir kariyerin var, yazık etme” dedi; oğul Simavi, “Moskova’da büro açma iznini yeni aldık, istersen Moskova temsilcimiz ol” önermesinde bulunmuştu. Arkadaşlardan “deli misin”ler, aile çevresinden de “olmaz”lanmalar yükselmişti.  Doğruydu, iyi bir mesleğim, işim, eşim, çevrem vardı. Kariyerim “parlak”tı. Kısa süre önce TÜSİAD tarafından “yılın gazetecisi” seçilmiştim vs. Herkes haklıydı.

Zaman kazanmak için, daha önce planlanmış (orada yaşayan sevgili biraderim sayesinde) Amerika macerasına sığındım; “dilini geliştir, yeni dünyayı keşfet vs.” cinsinden bir program… Sekiz ay sürdü. Kendi “eski”sine, köklerine dokunan birine onlarca “yeni dünya” verseniz ne yazar. Ben de yeni dünyanın eski insanlarına takıldım;  biraz Kızılderili biraz Amish (savaşı ve teknolojiyi reddeden bir halk) dolanıp durdum. Çetin Emeç’in öldürüldüğünü (7 Mart 1990) New Echota’da (Gordon County/Georgia) sürgünde ölen Çeroki’lerin (Cherokee) anısına yapılan “Gözyaşı Yolu” anıtını ziyaret edip 1984’de 9.000 Nevajo ve Apaçilerin (Apache) 500 kilometre yürütülerek sürgün edildiği Bosque Redondo’ya (Fort Summer/New Mexico) doğru yol almaktayken öğrendim. Döndüm, 1991’in 14 Nisan’ında iki valiz eşya ile Abhazya’ya teslim oldum.

İki gün sonra Ardzınba’nın huzurundaydım. Biraz şaşkın biraz memnun karşıladı. “Düşünmek epey uzun sürmüş” dedi. Böylece Sohum’un iki gözde binasında (Ritsa Oteli ve Parlamento Başkanlığı) “yeni hayat”a başlangıç yaptım.

Ardzınba, beklendiği üzere, 1990’un başında yapılan seçimlerde parlamentoya ve ilk oturumda da Parlamento Başkanlığı’na seçilmişti. Abhazya’nın siyasi yapılanmasında Parlamento Başkanlığı en üst makamdı. 1922’de kurulan Sovyetler Birliği 1991’in başında dağılmıştı. Dağılma süreci birliği oluşturan cumhuriyetlere bağımsız ülke statüsü kazandırıyordu. Ancak birlik içinde yer alan onlarca özerk cumhuriyetin, özerk bölgenin, kray ve oblastın ne olacağı belirsizdi. Birliği dağıtan Gorbachev bu kadar detay düşünmemişti. Rusya, kendisine bağlı özerk yapılarla Federasyon oluşturmuştu. Bunun diğer ülkelere de örnek olması bekleniyordu. 28 Nisan 1991’de Gürcistan bağımsızlığını ilan etmiş, Mayıs ayında yapılan seçimde de Zviad Gamsakhurdia devlet başkanı seçilmişti. Gürcistan yönetiminin Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ve Güney Osetya özerk bölgesi ile nasıl bir “gelecek” öngördüğü belirsizdi.

Kısaca, Abhazya’nın kaderini yakından etkileyecek gelişmelerin göbeğindeydik.

Ardzınba’nın gündeminde yapılacak çok iş vardı. Benim de… İlk haftalar daha çok geçmişi öğrenmek bugünü anlamak üzerineydi. Tarihle yüzleştim. Dilimdeki, yüreğimdeki pası attım. Abhazya’nın etnik dengeler üzerine kurulu siyasi, hukuki ve idari yapısını hatmettim. Isındım… Bir bilgisayar operatörü (Mişa), bir Rusça-İngilizce çevirmen (Luda), iki Macintosh (Kiril ve Latin shift), bir renkli printer ile oluşturduğumuz enformasyon merkezimizde kolları sıvadım.

Parlamento Başkanlığı’nın resmi yazışmaları için kurumsal bir konsept oluşturarak işe koyulduk. Önceliği ekonomi ve dış ilişkiler (özellikle diaspora ile ilişkiler) alıyordu. Abhazya’yı tarihi, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal yanlarıyla özet olarak tanıtan Türkçe ve İngilizce bir dosya hazırladık ve yavaş yavaş Abhazya’nın envanterini çıkarmaya, sektör analizleri yapmaya başladık. G. Gagulya’nın başkanlığında Dış Ekonomik İlişkiler Komitesi’ni kurduk. Yatırım ve Kalkınma Ajansı için çalışmalara başladık. Oçamcira limanı ve çevresini kapsayacak bir serbest bölge projesi geliştirdik. Sohum-Trabzon arasında doğrudan deniz ulaşımının sağlanması ve Sohum Gümrüğü’nün kurulması, diasporadan olası geri dönüşçüler için kurumsal bir yapı oluşturulması  vs. çalışmalarına başladık. Türkiye’den Abhazya’ya ilk iş gezisini gerçekleştirdik. Sevgili dostum Mümtaz Demiröz (o sıralar Abhaz Derneği başkanıydı) ile birlikte bir otobüs dolusu potansiyel yatırımcıyı ve çeşitli yayın kuruluşlarından 7 gazeteciyi İstanbul-Sarp-Batum üzerinden (macera dolu bir yolculukla) Abhazya’ya getirdik. Böylece ilk ortak yatırım projeleri hayata geçmeye başladı. (Bu gezi ile Abhazya’ya gelen İzmirli iki Türk genç girişimcinin (Cahit ve Cem) öyküsü özel önem taşıyordu. Torbalı’da kiremit-tuğla fabrikası sahibi bu gençler Abhazya İmar ve İnşaat Kurumu Başkanı A. Arşba ile Tkvarçal bölgesinde ön yatırım tutarı 1 milyon 300 bin dolar olan bir kiremit-tuğla fabrikası kurulması için anlaşmışlardı. Cahit ve Cem 1991/92 kışında  Abhazya’ya defalarca geldiler. Sonunda proje detaylandırıldı ve işin başlaması için Gagrabank’da açılan ortak hesaba 100 bin Dolar para yatırdılar. Bu para ile fabrikanın kurulacağı alanda hafriyata başlanmıştı. 14 Ağustos’ta savaşın başlaması ile A.Arşba  -ortaklarına karşı sorumluluğunu yerine getirerek- bankada kalan 78.000 Dolar’ı çekip Nalçik’e götürdü, Cahit ve Cem’i arayarak parayı Nalçik’ten alabileceklerini söyledi. Cem ve Cahit Nalçik’e gidip A. Arşba ile buluştular paranın yarısını Abhazya’ya destek için bıraktılar. Bu para, savaş sırasında Türkiye’den Abhazya’ya yapılan ilk yardım olarak kayıtlara geçti. Cahit ve Cem’e cömertlikleri için, Arşba’ya da dürüstlüğü ve örnek davranışı için teşekkür ediyorum.)

Abhazya’ya gelen gazeteci dostlarımın haberleri ve benim çeşitli gazete ve dergilerde çıkan yazılarımla, Türkiye’deki hem kendi camiamızın hem de genel kamuoyunun ve iş çevrelerinin Abhazya’yı tanımaları yönünde güçlü adımlar attık. Bu sayede Türkiye’den Abhazya’ya çok hızlı geliş gidişler başladı. Çeşitli sektörlerde (tarım, inşaat, turizm ve orman ürünleri) ortaklıklar kurulmaya başlandı. Bu gelişme Abhaz-Adige işadamlarını da harekete geçirdi, kurdukları çok ortaklı şirketle (Nartaş) Abhazya’da iş yapmak üzere kolları sıvadılar. Diaspora ile ilişkileri daimi ve sistemli hale getirmek amacıyla Türkiye’den üç kişiye -Atay Ceyişakar, Cengiz Gül ve İrfan Argun- Abhazya’yı temsil yetkisi verdik. (Kısa süre içinde dış temsilcilerimiz arasına ABD’den Yahya-İnal Kazan ve İngiltere’den George Hewitt katıldı. Nalçik’ten Moskova’ya, Kazan’dan Ufa’ya temsilcilik ağı genişledi. UNPO/Temsil Edilmeyen Halklar Örgütü ile gayet verimli işbirliği kuruldu). Bu arada, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden 25 kadar gencin Abhazya’ya üniversite okumak üzere gelmesi umut ve heyecanı daha da artırdı. (Bu öğrencilerin bir kısmı kaldı ve Abhazyalı oldu; halen milletvekili ve Abhazya Ticaret Odasi Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Soner Gogua, Kardeşlik Vakfı Başkanı Oktay Çikatua ve Geri Dönüş Komitesi’nde görev yapan Erkan Kutarba ilk akla gelenler.)

Velhasıl diaspora-anavatan köprüsü kurulmuştu ve işler iyi gidiyordu. Öyle ki, gelen-gidenle ilgilenmekten, hayali proje ve önermeler dinlemekten sıkılmaya bile başlamıştık. Kiminin milyar dolar sermayeli şirketi vardı, kiminin de Türkiye’yi yönetenleri yönetecek kadar siyasi gücü… İlkokul mezunundan uluslararası siyaset, marangozdan makro ekonomi dersleri almaya alışmıştık. Dahası Abhazya ekonomisini bir anda düze çıkarmak için organize işler (sahte Dolar basmaktan, kenevir-esrar yetiştirmeye kadar) öneren avantürler de peyda olmuştu. Olsun, Apsua dediğin “yüksekten uçar”dı…

Gördüm ki, Abhazya’nın en acil sorunu dış dünya ile haberleşmesindeydi. Rusya ve Gürcistan’a entegre bir telefon sistemi vardı; çok eski ve hantaldı. Bu sistemle uluslararası görüşme yapmak hemen hemen imkansızdı. Yeni bir sistem için Türkiye’den destek arayışına başladım. Dönemin Maliye Bakanı Adnan Kahveci ile ilişkilerim iyiydi, Ankara’ya gelerek kendisi ile görüştüm. Abhazya’ya, toplam bütçesi 600 bin Dolar’ı bulan 10 bin abone kapasiteli bir telefon sistemi kurulması konusunda “yardım” sözü aldım. Ancak Abhazya’nın Moskova ve Tiflis ne der kaygısından kaynaklanan kararsızlığı ve Kahveci’nin görev yaptığı ANAP iktidarının sona ermesi nedeniyle bu proje gerçekleşemedi. (Kaderin şu cilvesine bakın ki, 5 Şubat 1993’de Adnan Kahveci, eşi ve kızının trajik ölümünün kısmi tanığı oldum. 5 Şubat 1993’de Abhazya Dışişleri Bakanı Sait Tarkıl ve Yazarlar Birliği Genel Sekreteri Rauf Bijnu ile temaslarda bulunmak üzere geldiğimiz Ankara’dan İstanbul’a dönüyorduk; eski bir Suzuki 4 çeker içinde, yeni açılan TEM’de ağır aksak yol alıyorduk. Yol tenhaydı ve Gerede’ye 30-40 kilometre kala hızla bizi geçen siyah Mercedes’i kıskanmıştık. 20 dakika sonra Gerede çıkışına geldiğimizde polis araçları ve ambülanslar arasında o siyah Mercedes’in hurdaya dönmüş halini görüp halimize şükretmiştik. Yarım saat sonra radyodan Kahveci’nin Gerede’de trafik kazasında öldüğü haberini dinliyordum. Araç o araçtı.)

Ardzınba’nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları vardı. Yine de, 1991 sonlarına doğru şartların giderek ağırlaşması O’nu da kaygılandırmaya başlamıştı.

Ardzınba’nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları vardı. Yine de 1991 sonlarına doğru şartların giderek ağırlaşması O’nu da kaygılandırmaya başlamıştı. Gürcistan, Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ile Güney Osetya özerk bölgesi ile ilişkilerini düzenleyen anlaşmaları ve federal yapıdaki 1978 anayasasını feshederek, 1921 anayasasına dönmüştü. Abhazya’nın Gürcistan yönetimine “yeni dönemde nasıl bir siyasi-hukuki ilişki içinde olacaklarının” konuşulacağı görüşme talepleri yanıtsız kalıyordu.

Abhazya bu sancılı süreçten geçerken Gürcistan’da da işler karışıyordu. Gamsakhurdia karşıtları güçlenmiş, iktidar savaşı kızışmış, Tiflis ve Kutaisi gibi büyük kentlerinde sokak çatışmaları başlamıştı. Gürcistan’ın da karmaşık bir yapısı vardı; farklı etnik, sosyal ve siyasal klanlar arasında öldüresiye bir iktidar savaşı yaşanıyordu. En büyük hesaplaşma, kendilerini “asil Gürcü” sayan Kartveller ile “Gürcüleşmiş” Megreller (Lazlar) arasındaydı.

Abhazya Parlamentosu’nda Abhaz ve Gürcü-Megrel vekiller arasında uzun, sert ve sonuçsuz tartışmalar yaşanıyordu. Abhaz aydınları ve halk temsilcileri tarafından kurulan, liderliğini Sergey Şamba’nın yaptığı Aydgılara (Birlik) hareketi, siyaset üzerinde baskısını artırıyordu.

Abhazya Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim modelinde (protokolünde) en üst siyası otorite parlamento başkanıydı. Üç yardımcısı (Gürcü-Megrel, Ermeni ve Rus) vardı. Protokole göre, Abhazya Parlamentosu 28’i Abhaz, 26’sı Gürcü-Megrel, 6’i Ermeni, 4’ü Rus ve 1’i Rum olmak üzere 65 milletvekilinden oluşuyordu. Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun siyasi yetkisi sınırlıydı. Daha çok gündelik idari işlerle ilgili yetkilere sahipti. Başbakan Gürcü-Megrel, bir yardımcısı Abhaz, bir yardımcısı da Ermeni idi. Diğer bakanlıklar da Abhaz, Gürcü-Megrel, Ermeni ve Rus’lar arasında paylaştırılırdı. Dışişleri ve savunma bakanlıkları yoktu, bunlar Sovyetler’in yetki alanındaydı.

Bu denli karmaşık ve hassas dengeler üzerinde kurulu yapıda karar almak ve iş yapmak giderek imkansızlaşıyordu.

Yine sonuçsuz kalan bir parlamento toplantısının ardından, acemiliğin çaresizliğe dönüştüğü bir günün sonunda Ardzınba ile dertleşiyorduk. Bana genellikle ya soyadımla ya da “danışman” diye hitap ederdi.

Liderlik mi, diktatörlük mü?

Soruyordu, “Söyle bakalım danışman, ne yapmalı”…

Sözü dolandırmadım, “yetkileri tek elde toplamak gerek. Abhazya’nın artık parlamento başkanına değil siyasi iradeyi üstlenecek güçlü bir lidere ihtiyacı var. Buna hazır mısınız?”

Soruyordu, “Bana diktatörlük mü öneriyorsun”…

Cevap, “diktatörlük değil, güçlü liderlik… Bunu siz üstlenmezseniz başkası talip olur”.

Hızlı ve keskin siyasi gelişmeler ister istemez Ardzınba’yı “lider”liye itiyordu. İlk adım, yönetim protokollerini zorlayarak, yasama ve yürütmeyi tek elde toplayacak fiili “Devlet Konseyi”nin oluşturulmasıydı. Bu adım doğaldır ki parlamentodaki ayrışmayı hızlandırdı. Gürcü-Megrel vekiller kazan kaldırmıştı. Abhaz, Ermeni, Rus ve Rum vekillerin desteği ile Ardzınba ipleri tek elde toplamaya başlamıştı. Gürcü-Megrel vekiller kısa süre sonra Parlamentodan çekilerek, Turbaza Hotel’de ayrı bir “parlamento” oluşturdular. Saflaşma, Gürcü-Megrel halkın sokak gösterileriyle destekleniyordu.

Abhazya ile birlikte Güney Osetya’da da sıcak gelişmeler yaşanıyordu. Gürcistan’ın Güney Osetya’nın özerkliğini kaldırma girişimi çatışmalara yol açmış, Osetya Parlamentosu 1 Aralık 1991’de bağımsızlığını ilan ederek kendi silahlı birliklerini kurmuştu. Gamsakhurdia’nın “eli silah tutan tüm Gürcüler Güney Osetya’ya” çağrısı Rusya’yı harekete geçirmiş ve Rus ordu birlikleri Güney Osetya’yı desteğe gelmişti.

Bölgedeki siyasi-askeri gelişmeler Abhazya yönetiminin de önceliklerini değiştirmişti. Gerginlik çatışmaya doğru sürükleniyordu. İki kademeli bir strateji oluşturuldu; (1) Gürcistan’ın askeri müdahale hevesini kırmak, soruna görüşmelerle çözüm aramak için Gürcistan Yönetimi’ni ikna etmek, (2) olası bir askeri müdahaleye karşın hazırlık yapmak… Abhazya’nın coğrafi konumu, tarihi, siyasi ve kültürel bağları dikkate alındığında nereden destek aranacağı belliydi; Rusya ve Türkiye…

21 Mayıs 1991’de, kardeş Kafkas halkları temsilcileri Abhazya’ya destek için Sohum’daydı. Gelenler arasında en dikkat çekici kişi, hiç kuşku yok ki, siyah fötr şapkasıyla Cahar Dudayev’di… Ve Dudayev Rusya’ya meydan okuyordu…

Rusya Federasyonu ile ilişkiler Federasyonda yer alan Kardeş Kafkas halkları ve cumhuriyetlerinin de katkılarıyla iyiydi. Ardzınba Moskova yönetimi ile ilişkileri, S. Baburin gibi birkaç “etkin” siyasetçinin desteği ile geliştirmeye çalışıyordu. Rusya’nın, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısına hemen müdahale etmesi Abhazya’da güven yaratmıştı. Bu arada, Kuzey Kafkas Halkları’nın birliğini sağlamak amacıyla 1989’da kurulan Kafkas Halkları Konfederasyonu, 1-2 Kasım 1991 tarihinde Sohum’da toplanan genel kurulunda Abhazya’ya “tam destek” kararına varmıştı. Güney Rusya’daki Kazaklar Abhazya’yı desteklemek üzere kalabalık bir heyet göndermişti. Ayrıca Abhazya gibi Gürcistan ile ilişkileri askıda bulunan Acaristan ve Güney Osetya yönetimleri ile “ortak tutum” belirlemek üzere temaslara başlanmıştı. 1991’in 21 Mayıs’ı (Kafkasya’dan Osmanlı’ya sürgünün yıldönümü) tüm kardeş Kafkas halklarını Abhazya’ya destek verdiği büyük bir gövde gösterisine dönüşmüştü. Adige’den Kabardey-Balkar’dan, Karaçay-Çerkesya’ya, Çeçenistan’dan, Osetya’dan, Dağıstan’dan yüzlerce delege Sohum’un eski limanındaki “Muhaceret Anıtı”nda bir araya gelmişti. Konuşmacılar arasında en fazla dikkat çeken siyah fötr şapkasıyla Cahar Dudayev’di. Sovyet Strateji Hava Kuvvetleri Tümen Komutanlığı (Tümgeneral) görevinden ayrılmıştı ve 27 Ekim 1991’de Çeçenistan’ın devlet başkanı olacağı siyasi yürüyüşünün başında bulunuyordu. “Tüm kötülüklerin anası olarak” tanımladığı Rusya’ya meydan okuyan konuşması kalabalık üzerinde derin bir sessizlik yaratmıştı. (Yanımda duran Kafkas Halkları Konfederasyonu Başkan Yardımcısı Genadi Alamia’nın, “Bu adam Rusya’ya ve Ruslara karşı nefret dolu. Tanrı hepimizi bu nefretten korusun, Kafkasya’ya kan ve gözyaşı getirmesin” diye kulağıma fısıldayışını dün gibi hatırlarım.)

21 Mayıs anması çok dokunaklıydı. Hava karardığında tören katılımcılarının tümü sahile yayılmıştı ve her birinin elinde meşaleler, mumlar vardı. Sahili aydınlatıyorlardı, ‘sürgünde giden kardeşleri dönerse yolu bulabilsinler’ diye. Çıplak ayaklarıyla Karadeniz’e dokunan Hibla Gerzmava (dünyaca ünlü soprano), “Deniz kardeşimi geri ver” diye ileniyordu. (Bu töreni ayrıca yazacağım.)

Gürcistan’a karşı safları sıklaştırma çabası hararetli bir tempoda devam ediyordu. Ardzında sık sık Moskova’ya gidiyor, Rusya ile ilişkileri güçlendirmeye çalışıyordu. Eksik olan Türkiye ile yönetim düzeyinde ilişki kurmak ve büyük nüfusa sahip Abhaz-Adige diasporası ile ilişkileri daha güçlü hale getirmekti. Bu çerçevede Ardzınba ve beraberinde üst düzey bir heyetin Türkiye ziyareti, gerekli ve öncelikli hale gelmişti. Bunda ısrarlıydım, çünkü olası bir çatışmada diasporanın desteğini kazanmak önemliydi. Öte yandan bu ziyaretin çeşitli riskler taşıdığının da bilincindeydim. Rusya tarafından nasıl karşılanacağı belli değildi. Zira ete-kemiğe bürünmeye başlayan Rusya desteğini, karşılığı olmayan bir adımla riske atmak akıllıca olmazdı. Ayrıca, Türkiye’nin resmi olarak Abhazya meselesini nasıl algıladığı belirsizdi ve başarısız bir ziyaretin Gürcistan’a karşı elimizi zayıflatacağı muhakkaktı. Arzınba’nın da kafasında aynı sorular vardı. Ben, Türkiye’de temsil yetkisi verdiğimiz 3’lü (A. Ceyişakar, İ. Argun ve C. Gül) ile ziyaretin detaylarını kotarmaya çalışırken Ardzınba da Rusya’nın nabzını ölçmeye çabalıyordu.

Gürcistan’da iç savaş sonunda 6 Ocak 1992’de Gamsakhurdia devrildi, yerine “Beyaz Tilki” lakaplı Shevardnadze geçti. “Beyaz Tilki” selefini aratacak denli şovendi…

Gürcistan’da şiddetlenen iç savaş iktidarın devrilmesiyle sonuçlanmıştı. 6 Ocak 1992’de Zviad Gamsakhurdia ülkeyi terk etti ve Çeçenistan’a sığındı. Devirenlerin oluşturduğu Devlet Konseyi yönetime el koydu ve Devlet Konseyi Başkanlığı için Moskova’dan Eduard Shevardnadze davet edildi. “Beyaz Tilki” lakaplı Shevardnadze, Sovyetler Birliği’nin son dışışleri bakanıydı ve Gorbachev ile birlikte “Sovyetleri yıkan” lider olarak Batı’da yüksek krediye sahipti.

Shevardnadze’nin gelişi Abhazya’da yalancı bir umut yarattı. Gamsakhurdia gibi şoven ve saldırgan olmayacağı, Abhazya ile ilişkilerde “akıl yolu”nu tercih edeceği beklendi. Ancak kısa sürede umutlar “boş”a çıktı. “Beyaz Tilki” selefini aratacak denli “densiz”di…

Shevardnadze’nin Batı’daki kredisi Gürcistan’a ihtilaflı konuma rağmen Birleşmiş Milletler’e ve AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) gibi uluslararası kuruluşlara üyelik sağladı. Bu üyeliklerle Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya Gürcistan toprağı olarak tanımlanmıştı.

Abhazya’da gerilim tırmanırken Haziran ortasında Güney Osetya’da savaş patlak verdi. 18 Haziran 1992’de Gürcistan birlikleri Güney Osetya’ya saldırdı. Rusya’nın müdahalesi ile 4 Temmuz’da ateşkes imzalanarak güvenlik koridoru oluşturulmuştu.

O hafta Ardzınba Moskova’ya gitti. Beş gün sonra döndüğünde yanına çağırdı ve Türkiye ziyaretini en kısa süre içinde yapmamız gerektiğini söyledi. Bunu farklı ihtimaller ışığında yorumladım; (1) Moskova’dan umduğunu bulamamıştı, (2) Rusları kızdırmak pahasına Türkiye şansını kullanmak istiyordu, (3) Ruslara, “siz destek vermezseniz başka kapılar açarız” mesajı vererek etkilemek istiyordu, (4) Ruslar, Türkiye ziyaretine onay vermişti.

“Hangisi” diye sorduğumda “hepsi” cevabını vermişti.

24-31 Temmuz tarihlerini belirledik. Cumhurbaşkanı (Turgut Özal), Başbakan (Süleyman Demirel), Başbakan Yardımcısı (Erdal İnönü) Dışişleri Bakanı (Hikmet Çetin), Parlamento Başkanı (Hüsamettin Cindoruk), muhafete parti başkanları (Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit) ile görüşmeleri de hedefleyen bir program için çalışmalara başladık. Elbette, diaspora ile şaşalı bir kucaklaşma ihmal edilmeyecekti. Ardzınba ile birlikte Türkiye’ye gelecek heyet K. Ozgan (Parlamento Dış Ekonomik İlişkiler Komitesi Başkanı), G. Dopua (Enerji, Ulaştırma ve Haberleşme Bakanı), N. Çanba (Kültür Bakanı), G. Alamia (Parlamenter, Kafkas Halkları Konfederasyonu Başkan Yardımcısı), A. Cergenia (Ardzınba’nın Özel Temsilcisi ve Başdanışmanı) ve benden oluşuyordu.

Abhazya, Sovyetler Birliği’nin gözde turizm merkezlerinden biriydi. 500 bin civarında insanın yaşadığı bu ülkeye her yıl 5 milyondan fazla turist gelirdi. Sovyetler’in dağılma süreci Abhazya’ya turist gelişini büyük ölçüde engellemişti. Gelen turist sayısı 1990’da 1 milyona, 1991’de 400 bine ve 1992’de de yüz binin altına düşmüştü.

1992’de iyice tırmanan gerginlik yüzünden Abhazya’da yaşam giderek zorlaşıyordu. Ruslar ve Rumlar Abhazya’yı terk etmeye başlamıştı. Korku ve karamsarlık kanser gibi yayılıyordu. Korkuya meydan okumak üzere bir şey yapmak gerekiyordu. Ve ünlü açıkhava şenliği böyle başladı…

Güney Osetya’daki çatışmalar, o sıralarda Gagra, Pitsunda, Gudauta ve Sohum ve Oçamçira sahillerinde tatil yapanları kaçırmakla kalmamış, yerli halkı da sindirmişti. Sohum’da yaşam giderek soluyordu, hava kararmadan kent yaşamı duruyordu; insanlar sokaklardan çekiliyor, evlerine kapanıyordu. Sohum neredeyse ölü bir kent olmuştu. Rumların Yunanistan’a, Rusların Rusya’ya göçü hızlanmıştı.

Karamsarlık kanser gibi Sohum’u rehin almıştı ve ben insanları sokaklarda tutmak için ne yapmak gerektiğini düşünüyordum. Rotsa Oteli’nin deniz tarafında Ermeni Agop’un işlettiği cafe ve çevresinde haftada bir şarkılı-danslı bir açık hava etkinliği düzenlemeye karar verdim. Türkiye’den gelen öğrencilerin ve yakın dostlarımın desteği ile Haziran’ın ikinci yarısı Cuma öğleden sonrası şenlik başladı. Müzik ve dans gruplarının performanslarıyla desteklenen bu mütevazı şenlik iki hafta içinde, taa Gagra’dan, Gudauta’dan, Oçamçira ve Tkvarçal’dan da insanların geldiği, binlerce kişinin katıldığı, umut ve yaşamın korku ve karamsarlığa meydan okuduğu bir karnavala dönüştü. Abhaz, Rus, Ermeni, Gürcü, Rum şarkı ve danslara rap, vals, slow, tango eklendi… Sergiler, sokak tiyatrosu, mim gösterileri, şiir düelloları izledi. Bu küçük adım o kadar etkili oldu ki, yazarlar, şairler, ressamlar, parlamenterler, bakanlar icabet etmeye başladı. Herkes Cuma’yı iple çeker oldu. Ardzınba da dayanamadı, geldi, 10 yıldır ilk kez dans etti. Beni, “sen sihirbaz mısın” diyerek kucakladı. Velhasıl “Sezai’nin Karnavalı” taa Nalçik’e, Maykop’a, Moskova’ya, Leningrad’a kadar uzanan bir efsane oldu. O hafta karnaval varsa savaş yok demekti. (Bu karnavalı, Agop’un cafesini, Agop’u ve Ritsa Oteli’ni ayrıca yazacağım.)

Savaş yaklaşıyordu ve Ardzınba, “Savaştan çok, sonrasını düşünüyorum. Gürcüler bizi yenemez ama bu savaşta en değerli insanlarımızı kaybedeceğiz. Zaten nüfusumuz az ve geride kalanlarla toparlanmamız kolay olmayacak” diyordu. Bu dokunaklı sözler bana, tanıdığımda politikanın acemisi olan Ardzınba’nın artık halkının kaderine hükmeden bir lidere dönüşmeye başladığını anlattı…

Türkiye’ye gelişimizden kısa süre önce Ardzınba’nın ofisinde hazırlıkları gözden geçiriyorduk. Yorgundu, gergin ve tedirgindi. Ayağa kalktı, geniş pencerelerden eski limana, dev okaliptüs ağaçları arasından Karadeniz’in maviliğine uzun uzun baktı. Sesi titriyordu, “Biliyorsun Şevardnadze tüm çağrılarımızı ve görüşme taleplerimizi reddediyor. Bugün bir kez daha telefonla ulaşmaya çalıştım, görüşmedi, yardımcısı kaçamak cevaplar verdi. Artık savaşın çok yakınımızda olduğunu hissediyorum. Bu, her bakımdan haksız bir savaş olacak. Gürcistan hırsızı, uğursuzu, narkomanı üstümüze salacak, biz ise tam tersine en iyi, en nitelikli gençlerimizle kendimizi savunacağız. Savaşın en büyük haksızlığı burada. Bizi yenmeleri, Abhazya’yı ele geçirmeleri mümkün değil. Tarihte hiçbir güç Abhazya’yı ele geçiremedi. Gürcüler de bunu yapamayacak. Ancak en değerli insanlarımızı kaybedeceğiz. Savaşın kendisinden çok sonrasını düşünüyorum. Zaten nüfusumuz az ve geride kalanlarla yeniden toparlanmak hiç de kolay olmayacak” dedi.

Bu dokunaklı konuşma bana, tanıdığımda politikanın acemisi olan Ardzınba’nın artık halkının kaderine hükmeden bir lidere dönüşmeye başladığını anlattı. Konuşma dramatikti ama benim açımdan güven vericiydi. O’nu teselli edecek hiçbir söz yoktu. Sadece, bu konuşmanın kendisine olan inancımı ve saygımı pekiştirdiğini söylemekle yetindim.

Tekrar masasına döndü ve önündeki dosyalara bakarak, “Önümüzdeki parlamento toplantısında egemenlik meselesini görüşeceğiz ve karar alacağız. Zira artık Gürcistan Parlamentosu’nun ve Gürcistan Devlet Konseyi’nin aldığı kararlar sonucunda bizim Gürcistan’la hiçbir hukuki ilişkimiz kalmadı. Bu durumda biz de kendi yolumuzu belirlemek durumundayız.” diye devam etti.

Önümüzdeki parlamento toplantısı 23 Temmuz Perşembe günü (1992) yapılacaktı. Türkiye ziyareti ise 24 Temmuz Cuma günü başlayacaktı.

“Bu durumda Türkiye ziyaretini erteleyecek miyiz ya da siz gelmeyecek misiniz” diye sordum. Zira egemenlik kararının Gürcistan’ı kızdıracağı, ayrıca hemen Türkiye’ye gitmenin Rusya tarafından nasıl algılanacağı da belli değildi. Haydi, bunları bir tarafa bıraktık, bu denli kritik bir karar sonrası bir numaralı liderin ülke dışına gitmesinin halk tarafından nasıl değerlendirileceği düşünülmeliydi. Bunları sordum. Gülümsedi. “Hepsini düşündüm. Türkiye’yi ziyaret programı şimdilik aynen devam edecek” dedi. Biraz daha üsteledim. Zira Türkiye’den (yönetimden ve diasporadan) karşılığı olmayan yüksek bir beklenti içinde olmasından korkuyordum. Türkiye ziyaretinin önemi ve beklentiler konusunda hep ölçülü ve temkinli değerlendirmeler yapmıştım. Bu kritik dönemde, Abhazya’nın bağımsızlığı yolunda atılacak en önemli ve bir o kadar da tehlikeli bir adımdan hemen sonra Türkiye’ye gitmekle beklenti çıtasını çok mu yükseltiyorduk? Ayrıca Türkiye’de hedeflenen görüşmelerin çok gerisinde bir ziyaret programı oluşmuştu. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı ile görüşme henüz konfirme edilmemişti.

“Bunları önümüzdeki günler düşünmeye ve değerlendirmeye devam ederiz” dedi. Düşünme ve değerlendirme son ana kadar devam etti.

23 Temmuz 1992’de Abhazya Parlamentosu “egemenlik” kararı aldı. Parlamento ve çevresinde toplanan coşkulu kalabalık bağımsızlık yolunda atılan bu adımı kutluyordu. Muhteşem bir gündü ve üç gün önce Abhazya’ya gelen gazeteci dostum Nazım Alpman (Milliyet’ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir devletin doğuşuna, kuruluşuna şahit oldum, inanılmaz” diye özetliyordu.

23 Temmuz sabahı, Abhazya’nın hemen her bölgesinden gelen binlerce insan Parlamento binasının etrafında coşkulu bir kalabalık oluşturdu. Sloganlarla, bayraklarla, pankartlarla, çiçeklerle, şiirlerle, şarkılarla Parlamento’ya destek veriyorlardı. Tam bir bayramdı. Saat 15:00 sularında Parlamento oybirliği ile (Abhaz, Rus, Ermeni ve Rum vekillerin tamamının oyu ile) Abhazya’nın egemenlik kararını aldı ve ilan etti. Egemenliğin simgesi olarak bayrak ve devlet arması kabul edildi, milli marş için karar alındı. Muhteşem bir gündü ve üç gün önce Abhazya’ya gelen gazeteci dostum Nazım Alpman (Milliyet’ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir devletin doğuşuna, kuruluşuna şahit oldum, inanılmaz” diye özetliyordu. (Nazım Alpman, bir haftalık Abhazya ziyaretini Milliyet’te kapsamlı bir yazı dizisi ile milyonlara aktarmış, Abhazların “Tanrı tüm halkları özgür, mutlu ve müreffeh kılsın, Abhazları da unutmasın” duasına uluslararası ün kazandırmıştı. Teşekkür ediyorum.)

“Egemenlik Bayramı”nın sıcaklığını üstümden atıp Türkiye’yi ziyaret için hazırlıkları gözden geçirmek (görüşmelerde masaya konacak tanıtım ve proje dosyalarını tamamlamak ve ziyaret programına son şeklini vermek) üzere ofise geçmiştim. Saat 19:00 suları Ardzında kapıdan başını uzattı, “gidiyoruz” dedi.

24 Temmuz Perşembe günü saat 10:15’de, bizi Soçi’den İstanbul’a getirecek uçak havalandığında, hepimizi için için kemiren “Rusya veya Gürcistan’ın Rusya’daki eli Türkiye’ye gidişimizi engeller mi” tedirginliği yerini “işler yolunda” rahatlığına bıraktı. Ardzınba  ve beraberindekiler, ülkelerini temsilen, Rusya dışında bir ülkeye ilk kez gidiyordu. Ve Türkiye’deki Abhaz-Adige diasporası ilk kez anavatandan bu düzeyde bir heyeti karşılayacaktı. Yeterince heyecan vericiydi. Ve 7 günlük ziyaretin her anı heyecan dolu geçti.

Resmi-gayrı resmi tüm görüşmelerin Abhazca yapılması konusunda mutabakata varmıştık. Ve tercüme işi bana düşüyordu. Abhazca’ya o denli hakim olmadığımı söyleyince, Ardzınba, “Abhazca’ya değilse de Abhazya’ya hakimsin. Benim de Abhazca’m iyi değil. Senden, görüşmelerde ne söylediğimi değil ne söylemek istediğimi anlatmanı istiyorum” diyerek özgüvenimi yükseltti.

Gezi ufak tefek aksiliklerle başladı. Atatürk Havaalanı’nda bizi karşılayacak ekip yanlış uçağa gitmiş, çaresiz pasaport kontrolüne vardığımızda bizi bulabilmişti. Çıktığımızda ise kim hangi araca binecek kargaşası yaşandı. Hesapta olmayan bir oldu-bitti ile yüz yüzeydik; karşılama ekibinde Tarık Ümit de vardı ve Ardzında ile ben apar topar T. Ümit’in aracına bindirildik. Türkiye ziyaretinin “derin devlet” ve “mafya” ile şaibeleşmesi iyiye alamet değildi. Bu, pimi çekilmiş bir bombanın kucağa düşmesi gibi bir şeydi. T. Ümit Ardzınba ile aynı sülaledendi. Temsilcilerle birlikte daha önce Abhazya’ya gelmiş, “ilişki ağı, gücü ve becerisi” konusunda Ardzınba’yı etkilemeye çalışmıştı. T. Ümit konusunda temsilciler arasında da görüş farklılıkları vardı. Ancak baskın ve ele avuca sığmaz bir karakter olduğu için kimse başa çıkamıyordu. Ardzınba’yı akrabasından uzak durması konusunda ikna etmem o kadar kolay olmadı. Hiç değilse bu ilişkinin “özel” kalmasını, resmi ve açık görüşmelerde yer almamasını sağlayabildim.

Ardzınba ve heyeti Türkiye’deyken, Başbakan Süleyman Demirel ve Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin Tiflis’e giderek Şevardnadze ile anlaşma imzaladılar. Bu, Şevardnadze’ye “Abhazya’ya saldır, destekliyoruz” demekti. Belleğimize, “arkadan hançerlendik” olarak kazındı…

Türkiye ekibimiz hükümet düzeyinde görüşme ayarlayamamıştı ancak Ardzınba’nın mevkidaşı TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk ile Dolmabahçe Sarayı’nın şaşalı ortamında yaptığımız görüşme, Cindoruk’un babacan ve insanı rahatlatan kabulü ile hepimizi motive etmişti. İyi bir başlangıçtı ve başarılı bir görüşmeydi. Akabinde Adapazarı’ndaki diaspora ile büyük kucaklaşma, Ardzınba’ya “iyi ki geldik” dedirtecek cinstendi. İstanbul’daki basın toplantısı, röportajlar, protokol yemekleri, İTO ziyareti, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret ve özel protokol defterine tarihte ilk kez Abhazca yazmak hepimizi kanatlandırmıştı. (Anıtkabir ziyaretimiz görülmeye değerdi. Devlet başkanı ziyaret protokolü uygulanmıştı. Aslanlı Kapı’da tören-protokol amiri (albay) tarafından karşılanmış, önde Ardzınba arkada 30-40 kişilik Apsua-Dzohua heyeti ağır adımlarla Anıtkabir’e yürümüş, iki askerin taşıdığı çelengin Ardzınba eliyle mozolenin önüne konulması sonrasında Anıtkabir özel defterinin yazılması törenine geçilmişti. Bir gün öncesinden Ardzınba ile deftere yazılacak metin üzerinde çalışmış, Abhazca olarak bir paragraflık özlü bir metin oluşturmuştuk. Protokolün kendisini çok heyecanlandırdığını, defteri yazarken tuttuğu kolumu morartırcasına sıkmasından anlayabiliyordum. Yazı bitip dönüş yoluna koyulduğumuzda hala kolumu sıkıyordu; yüzü terlemiş ve için içini yiyordu. Kulağıma “kahretsin unuttum, bir sözcüğü eksik yazdım”, dedi. Ben de, önemli olanın o deftere Abhazca yazmak olduğunu, küçük bir eksikliği dert etmemek gerektiğini belirterek biraz yatıştırmaya çalıştım. Öyle ya, Türkiye’nin en yüksek protokolünde yerimizi almış, hem Abhazya’nın hem Abhazca’nın resmi kayıtlara geçmesi sağlanmıştı.)

TBMM’de, Meclis’te grubu bulunan siyasi parti yöneticileriyle seri görüşmelerimiz de iyi gitmişti. Hele DSP grubunda Genel Başkan Bülent Ecevit ile görüşmemiz çok sıcak ve samimi geçmişti. (Bu görüşmenin ilginç detayını da sizlerle paylaşmak isterim: Refah Partisi grubundaki görüşmemizin bitimi ile DSP grubu ile görüşmemiz arasında 15 dakika kadar zaman vardı. Ekibin bir bölümü koridordaki tuvaletlere yönelmiş bir bölümümüzde Ardzınba ile birlikte biraz arkadakiler bekleyerek ağır ağır yürüyorduk. Rahmetli Ecevit gelmekte olduğumuzu duyunca koridora çıkarak bizi karşıladı ve arkadakileri bekleyemeden toplantı odasına geçtik. Tokalaşma ve tanışma faslından sonra büyük toplantı masasına oturduk. Ecevit tüm nezaketi ile “hoş geldiniz” konuşmasına başladı. 3-5 saniye sonra kapı çalındı, heyetten bir-iki kişi daha içeri girdi, Ecevit yerinden kalkıp onları kapıda karşıladı, yerlerine oturttu, konuşmasına devam etti. Derken kapı bir kez daha çalındı, yine aynı seremoni, tekrar konuşma, tekrar kapı… Ardzınba bu duruma çok kızmıştı, bana döndü, “vara” dedi, “patlayasıcalar, ya toplanıp birlikte girseler ya da koridorda bekleseler ya!”… Absürd ancak insani bir durumdu. Neyse ki Ecevit’in nezaketi ve hoşgörüsü ile sonrası iyi geçti. Ecevit, kendisine verilen özet bilgiyi dikkatle dinledi, yetinmeyip sorular sordu. Tam görüşme bitecekken G. Alamia Ecevit’i şair olarak bildiğini, şiirlerini Rusça çevirilerinden okuduğunu ve çok etkilendiğini söyledi. Ecevit memnundu, birkaç imzalı kitabını Gena’ya verdi. Bu görüşmenin başarılı geçtiğini, Abhazya’da savaş başlar başlamaz Ecevit’in yaptığı basın açıklaması ile bir kez daha anlayacaktık. Ecevit, 19 Ağustos tarihli açıklamasında, Gürcistan’ın Abhazya’ya saldırısında Türkiye’nin vebali olduğunu açıkça belirtecekti.)

Ancak, ANAP (dönemin ana muhalefet partisiydi) Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la yaptığımız görüşme, dipten dibe nasıl bir blokajla karşı karşıya olduğumuzu anlamamızı sağladı. Yılmaz’ın, görüşme sırasında, Dışişleri Bakanlığı’nın kendisine Abhazya heyeti ile görüşmemesi konusunda telkinde bulunduğunu ancak bunu kabul etmediğini açıklaması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Abhazya’ya olumsuz bakışını deşifre etti. Bununla kalsa iyiydi, bizim heyet henüz Türkiye’deyken Başbakan (S. Demirel) ve Dışişleri Bakanı (H. Çetin) ile görüşmek üzere randevu beklerken her iki zat 30 Temmuz günü Tiflis’e giderek Gürcistan’la -Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya’yı da içine alan üniter devlet yapısını onaylayan- anlaşmalar yaptılar. Televizyondan, Demirel’in Tiflis Havaalanı’nda, “Türkiye ile Gürcistan arasında yepyeni ve sıcak bir ilişkinin kurulmakta olduğunu” ila edişini izledik. Demirel-Şevardnadze kucaklaşması ve taraflar arasında imzalanan 6 ayrı anlaşma… (Muhtemeldir ki, Şevardnadze’nin iki hafta sonra Abhazya’ya saldırı kararında Türkiye’den aldığı bu desteğin büyük payı vardır.) Hepimiz üzerinde büyük hayal kırıklığı yaratan bu durum, birçoğumuzun belleğine “arkadan hançerlendik” olarak kazındı.

Ardzınba ve heyeti diaspora ile kucaklaşmanın heyecanı ve T.C. Hükümeti’nin tecridinin hayal kırıklığı ile Türkiye’den ayrıldı. Ben de onlarla geri dönecektim. Son gün akşam odasına çağırdı. “Burda kalmalısın. En azından 1-2 hafta kalmalı ve yaptığımız görüşmelerin takipçisi olmalısın.” dedi. İtiraz ettim, “Ya savaş çıkarsa”. “İyi ya” dedi. “Savaş çıkarsa Türkiye’de yapılacak çok iş var”… Ve çantasından kalınca bir zarf çıkardı, “Al, burada biraz para var. Senindir. Bir süre buradaki masraflarını karşılar”. Olmazlanmalarım işe yaramadı. Üsteledi, “maaş olarak düşün” dedi. Zarfı çantama koydum.

Ertesi gün, heyeti yolcu ettikten sonra evde zarfı açtım, çoğu 5’lik, 10’luk toplam 2.280 dolar vardı. Bu parayı gönül rahatlığı ile kabul edebilir ve harcayabilirdim. (Zira bu gezinin yol ve konaklama masrafları hariç, Abhazya’da bulunduğum bir yılı aşkın süredir tüm masraflarımı kendim karşılamıştım.) Ancak paranın küçük banknotlardan oluşması, bir anda, bunun Sohum gümrüğünden giriş yapanlardan alınan 10 Dolar’lık vize paraları olduğunu anlamamı sağladı. Daha doğrusu, böyle olabileceğini düşündürttü. Pratik bir hesapla 228 kişiden toplanan 2 bin 280 Dolar. Eh, bu da makuldü; gümrük açılalı 8 ay olmuştu ve bu yolla Abhazya’ya ancak bu kadar insan giriş yapmıştı. Bu bir anlamda Abhazya’ya resmi olarak gelen dövizin toplamı idi. Ardzında, bu parayı heyetin yolluğu olarak yanına almış, ancak Türkiye’deki tüm masraflar ev sahipleri tarafından karşılandığı için harcanmamıştı. Sonuç olarak, Abhazya’nın sahip olduğu yegane döviz ellerimdeydi. Yüzümde acı bir tebessüm, ilk görüşmemizde Ardzınba’ya iade etmek üzere paraları zarfına koydum ve bu görüşme 12 Ekim 1992’de Lihni’da oldu. Zarfı uzattım, “Abhazya’nın döviz rezervini çarçur edemezdim” dedim. Bunu nasıl anladığımı sordu. Sadece gülümsedim…

14 Ağustos’ta Gürcistan ordu birlikleri Sohum’a dayandı. Amaçları Sohum’u teslim almak ve Abhazya yönetimini lağvetmekti. Abhazların elinde silah yoktu, cephane yoktu. Ama direnmek için ihtiyaç duyulan iki şey vardı: Kararlılık ve cesaret…

Ve Türkiye’de, Ardzınba’nın talimatıyla “yaptığımız görüşmelerin” takibi, camia ile ve basınla ilişkileri geliştirmekle uğraşırken ve 17 Ağustos’ta Abhazya’ya dönmek üzere hazırlık yaparken, 14 Ağustos Cuma günü, Gürcistan Abhazya’ya saldırdı. Gürcü askeri birlikleri ellerini-kollarını sallayarak Gal, Oçamçira ve Gulrıpş’ı geçmiş, Sohum’a –KrasnyMost (Kızıl Köprü)- kadar kolayca gelebilmişti. (Abhazya’nın, Sohum, Oçamçira ve Gudauta’daki Rus askeri kışlalarından edinilmiş birkaç yüz hafif silahla oluşturulmuş küçük milis-gerilla grubu dışında örgütlü bir askeri gücü yoktu. Yine de, Gürcü birliklerinin Sohum’a kadar hiç silah patlamadan nasıl kolayca gelebildiği, halen sorgulanmaktadır.) Geç saatlere kadar taraflar arasında görüşmeler yapılmıştı. Abhazya Gürcü kuvvetlerinin çekilmesini, Gürcistan ise Sohum’un teslim edilmesini istiyordu. Taraflar birbirine 24:00’e kadar süre vermişti ve gece yarısı Krasny Most’ta (Kızıl Köprü) silah sesleri duyuldu. Böylece, 30 Eylül 1993’ kadar (410 gün) sürecek olan savaş başlamıştı.

Ardzında ve Abhazya’nın yönetim kadroları o gece Gudauta’ya geçmişti. Abhazya’nın cılız direnişine karşı denizden ve havadan desteklenen Gürcü birlikleri 15 Ağustos akşamı Sohum’u büyük ölçüde ele geçirmişti. Gürcistan Abhazya’nın Rusya ile bağlantısını kesmek üzere Gagra’ya da çıkartma yapmıştı. Gal ve Oçamçira ile birlikte, Abhazya’nın hemen hemen yarısının, iki gün içinde Gürcistan’ın kontrolüne geçtiği anlaşılıyordu. Abhazya’nın elinde silah yoktu, cephane yoktu. Ama direnmek için ihtiyaç duyulan iki temel şey vardı: Kararlılık ve cesaret…

Abhazya’nın 30 Eylül 1993’de Gürcistan’a karşı kazandığı büyük zaferin 15. yılı kutlamaları, Abhazya’nın bağımsızlığının tanınması süreci ile birleşerek muhteşem bir bayrama dönüştü.

Bu bayrama, Abhazya’nın Dostları ile Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun ortak organizasyonu ile katıldık. Abhazya için tek yürek olduk; savaşı hatırladık, kahramanlarımızı andık, özgürlüğü tattık, bağımsızlığı kutladık ve geleceği birlikte kurmak için umudumuzu yükselttik. Katılan herkesi kutluyorum.

AD. Sezai Babakuş

Abhazya’nın gururuna, onuruna ve sevincine ortak olan üzere Abhazya’nın Dostları ve Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun organize ettiği ilk grup 24 Eylül’de, ikinci grup 26 Eylül’de, üçüncü grup ise 29 Eylül’de Abhazya’ya ulaştı. Türkiye, Kıbrıs, Suriye, Ürdün, çeşitli Avrupa ülkeleri ve Kuzey Kafkasya’dan gelen katılımcılarımızla birlikte sayımız 150’yi aştı. Ayrıca, Kafkas-Abhazya Dayanışma Komitesi’nin organize ettiği (yaklaşık 100 kişi) ve kendi başına katılanlarla diasporadan katılımcı sayısı 300’den fazlaydı. Başta Rusya Federasyonu ve Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerinden gelen delegeler olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinden binlerce Abhazya destekçisi, Abhazya halkı ile omuz omuza bir arada idi. 30 Eylül günü başkent Sohum’da yapılan zafer kutlamalarına 100 binden fazla insan katıldı. İnsanlar gülen-sevinen yüzler ve ışıltılı gözlerle birbirine sarıldı. Bu kucaklaşma geçmiş içindi, bu kucaklaşma şimdi ve gelecek içindi. Abhazya Abhazya olalı, Kafkasya Kafkasya olalı böyle bir gün yaşamadı. Sevincimiz daim olsun…

Soçi Havaalanı ve Pso Sınır Kapısı’nda değişen bir şey yok…

Rusya’nın tatil cenneti Soçi’deki ‘uluslararası’ havaalanı ilk gördüğüm 19 yıl öncesinin aynısı kalmış. Hizmet binalarının ve ekipmanlarının yetersizliği ve eskiliği, personelin asık suratı, usandırıcı kötü muamele vs. aynen devam ediyor. Rusya’nın Moskova, St. Peterburg gibi Batı’ya yakın giriş kapılarının aksine Soçi, hem yabancıları hem kendi yurttaşlarını bezdiriyor. Umalım kış olimpiyatları vesilesi ile önümüzdeki yıllar daha modern ve güler yüzlü bir havaalanı olur.

Bizi ilgilendiren asıl nokta, Pso nehri üzerindeki Rusya-Abhazya sınır kapısı. Artık ‘pes’ demek gerekiyor. 1995’de Abhazya’ya karşı başlatılan ağırı ambargo ile sıkılaştırılan sınır kapısı, aynı sinir bozuculuğunu koruyor. Elde bagaj yüzlerce metre yürümek zorunda bırakılmanız, saatler süren bekletilmeleriniz, insan yerine konulmamanız. Bu olağanüstü uygulama sadece bizim için değil, giren çıkan Rus, Abhaz herkes için. Biz Abhazya’ya girerken Abhazya’dan Rusya’ya geçen Rusya’nın önde gelen politikacılarından (parti başkanı ve milletvekili) Jirinovski’de ancak aracı aranarak, kimlik kontrollerinden ve az da olsa bekletilmelerden nasibini alıyordu. Velhasıl Pso, herkes için daraltılmış bir gömlekti. Rusya’nın en sıkı kapılarından biriydi. Neyse ki, sevindirici haber (Devlet Başkanı Bagapş ve Dışişleri Bakanı Şamba söyledi) Rusya-Abhazya görüşmelerinde, söz konusu sınır kapısının kısa süre içinde gevşetilmesi kararına varılmış. Yerine, İngur üzerindeki Abhazya-Gürcistan sınır kapısı sıkılaştırılacakmış.

Eh, sıkı mıkı, sonrası Abhazya… Herkes mutlu, güler yüzlü, coşkulu… Geri dönüş gününe kadar (12 gün) keyifler yerinde. Sonra yeniden eziyetli sınır geçişi ve Soçi havaalanı çıkışı… Ne yapalım, ‘gülü seven dikenine katlanır’… Ümidimiz, biran önce (denizden ve havadan) doğrudan Abhazya’ya gidip gelebilme imkanının oluşması. Trabzon-Sohum arasında yolcu taşımalı deniz ulaşımının bir-iki aya kadar, İstanbul-Sohum hava ulaşımının da önümüzdeki yaza kadar açılması dileği ile… (Bagapş ve Şamba her iki yol için gerekli çalışmaların başlatıldığını söyledi.)

Abhazya’da büyük değişim…

1989’da başlayıp giderek koyulaşan Abhazya ile ilişkilerim 1997’den sonra seyrelmeye başlamış, en son 2003’de Abhazya’da bulunmuştum. Bu 19 yıllık zaman içinde ilk kez insanların gözlerinin içinin güldüğünü, korku, kaygı ve tedirginliğin silindiğini yerini umudun ve güvenin aldığını gördüm. Bu muhteşem değişimi sevinç gözyaşlarıyla karşıladım. Bulunduğum 12 günlük sürede 500’den fazla tanıdıkla kucaklaştık, birbirimize “başardık” diye sarıldık. Evet, başarmıştık. Ne yalan söyleyeyim, bu başarıya kattığımdan kat kat fazlasıyla gurur payı aldım… Bu, işin bir yanı.

Diğer yanı ise, sınırdan itibaren yenilenmeye başlanan yol (şimdilik Gagra-Gudauta arasına kadar ve daha sonra Sohum’a girerken), hızla tamir-bakımdan geçirilmeye başlanan binalar, açılan yeni yerler… Velhasıl, yaşam hızla normalleşmeye ve canlanmaya başlamış. Bu da yıllardır devam eden Gürcistan tehdidinin ve yeniden savaş ihtimalinin ortadan kalkmasının mutlak sonucu. Artık Abhazya ay be ay, yıl be yıl değişecek; canlanacak ve gelişecek… Abhazya ile Rusya arasında imzalanan “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”na göre, Rusya Abhazya’ya (2 yıl içinde) altyapı yenileme ve geliştirme için 10 milyar Ruble (yaklaşık 400 milyon USD) yardımda (hibe) bulunacak. Yollar, köprüler, okullar, hastaneler, kamu binaları, enerji nakil hatları vs. yenilenecek.

İllaki Sohum…

Gagra, Pitsunda, Gudauta, Novy Aphon canlanmış, ayaklanmış. Ne güzel. Ancak benim gözde şehrim Sohum’dur. İllaki Sohum… Yaklaştıkça heyecanım, coşkum arttı. Akşam geç saatlerde geçtik Sohum’dan ve grubun kalacağı Kındıh’a (Sohum-Oçamcira arasında) Ofkaliptnaya Roşşa (Okaliptus Bahçesi) tatil köyüne ulaştık. İlk kez Türkiye’den gelen bir heyet Oçamçira tarafında konaklıyordu. Oçamçira ve daha içerde yer alan Tkvarçal henüz Pso’dan Sohum’a kadar olan bölge gibi canlanmamıştı. Savaşta en fazla tahrib olan, nüfusu büyük ölçüde Sohum, Gudauta, Gagra’ya göç eden kentlerdi. Söz yerindeyse, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’su gibi, şimdilik daha geri kalmış yerlerdi. Neyse, 100 kişiyi aşan kafilemizle oraları da biraz şenlendirdik.

3-4 saatlik uyguyla (illaki Sohum sendromu) ertesi gün erkenden Sohum’a döndük. Haklıymışım. Makyaj yapmış bir kadın güzelliğinde bekliyordu. Sohum’u kucakladım. Sohum beni kucakladı. Kent merkezi ışıl ışıl, muhteşem olmuş. “Piyasa caddesi” adını verdiğim sahil düzenlenmiş, ışıklanmış, keyiflenmiş. 1991-1992 yıllarında 2 yılı aşkın yaşadığım Ritsa Oteli bakmaya kıyılamayacak güzellikte yenilenmiş. 2 yıl yaşadığım suit odanın (iç içe iki oda) gecelik fiyatı 7 bin 800 Ruble’ye (yaklaşık 320 USD) çıkmış. Bu kez olmadı ama bir dahaki gidişime kadar para biriktireceğim, hiç değilse 1 gece, başarabilirsem bir hafta keyfini çıkaracağım…

Ritsa’nın altında çeşitli restaurantlar, cafeler açılmış; Abhaz mutfağı yanında dünya mutfaklarından lezzetler sunan… Bir de, doğrusu İstanbul’da bile göremeyeceğiniz kalitede, aynı anda 15-20 kişinin faydalandığı bir internet cafe var ki, görülmeye değer. Ritsa’nın denize bakan tarafındaki meşhur Agop’un cafesi, o da eski salaş halinden çıkmış, değişime ayak uydurmuş, müdavimlerine kızgın kumda bizim bilişimizle “Türk kahvesi” servisine deva ediyor. Artık sevgili Agop yok (1992’de Gürcülerin saldırısına uğramış, ağır yaralanmış kısa süre içinde ölmüştü), yerine ablasının oğlu Valeri kahve pişiriyor. Lezzet aynı. 12 günde kaç kahve içtim Allah bilir…

Zafer ve hüzün bir arada…

26’sında ikinci grubumuz geldi. Geriye Dönüş Devlet Komitesi’ne pasaport başvuruları, gezelim görelim programları, tanıdıklarla görüşme trafiği vs. İlk toplu anma ve kutlama için Gudauta’nın Lıhnı köyüne gittik. Matem ve coşku bir arada. Zafer ve hüzün yan yana. Savaşta yitirilenler için hüzün, kazanılanlar için sevinç. Konuşmalar, ağıtlar, şarkılar, geleneksel at yarışları ve ikramlar… Kadehler hem şehitleri anmak için, hem zafer için hem bağımsızlık için kalktı.

14 Ağustos 1992’de başlayan savaş 30 Eylül 1993’de, Abhaz silahlı güçlerinin İngur nehri üzerindeki Abhazya-Gürcistan sınırına Abhaz bayrağını çekmeleriyle sona erdi. Bu savaşta nice yiğit kalplere gömüldü. Özellikle 24 Eylül’den itibaren Abhazya’yı kurtarmak için başlatılan büyük saldırıda, hem Sohum hem Oçamçira-Tkvarç al cephelerindeki çatışmalarda gün be gün bedeller ödendi. Evet, 30 Eylül Abhazya için zafer günü, özgürlük günü. Ama aynı zamanda matem ve hüzün günü. 24 Eylül’den itibaren, evlerde, apartmanlarda, köylerde, mahallelerde, kasabalarda, kentlerde anmalar-kutlamalar yapılır. İçselleşe içselleşe 30 Eylül günü başkent Sohum’da Zafer Meydanı’nda toplanılır.

29’u akşamı 3. grubumuz geldi. Sabah 09’da, önümüzde Kafkas Dernekleri Federasyonu ve Abhazya’nın Dostları çelenklerimizi taşıyan gençlerimizle Sohum’daki Şehitlik Anıtı’nı ziyaret kortejine katıldık. Çelenklerimizi bıraktık. Saygı duruşumuzla, kahramanlarımı zı selamladık. Sonra, Zafer Meydanı’ndaki törene katıldık. Saatler süren resmi geçit, çoluğu çocuğu, kadını erkeği, genci yaşlısı, misafiri ev sahibini, askeri sivili hepimizi bir araya getirdi. Yüz bin insan tek yürekti. Abhazya için tek yürek olduk; Savaşı hatırladık, kahramanlarımızı andık, özgürlüğü tattık, bağımsızlığı kutladık ve geleceği birlikte kurmak için umudumuzu yükselttik.

Sonra akın akın sahile indik, kilometrelerce uzayan sahil boyunca kurulan sofralarda lezzetler tadarak şarap kadehlerimizi özgürlüğü, barışa ve adalete kaldırdık. “Şükür” dedik, “Şükür bu günleri de gördük”… Hep birlikte şarkı olduk, dans olduk. Çağladık…

Sonra (bir kısmımız), Devlet Başkanı Sergey Bagapş’ın verdiği “kutlamaları kabul” resepsiyonuna ve yemeğe katıldık, onura ve gurura ortak olduk, (diğer kısmımız ise) havai fişeklerinin büyüsünde kendimizden geçtik.

Ve gökyüzü hüzünden ve sevinçten gözyaşı olup aktı üstümüze.

Ve hep birlikte karar verdik; geçmişi unutmadan geleceğe umut bağladık. Artık yitirdiklerimiz de yanımızdadır.

Ve artık hüzün de bir sevinçtir bizim için…