SAHİCİ BİR MASAL

Kuban Paul Seauhmann
14.08.2004

Bugün dünyanın en değerli karikatüristlerinden Oğuz Aral hayata gözlerini yumdu. Onun anısına aşağıdaki makalesini yayınlıyoruz. (KPS)

Oğuz Aral
1936-2004

Can kardeşim Altan Erbulak’la yıllarca hep aynı odalarda çalışmıştık. Bazen, ayrı gazetelerde çizsek bile yine birbirimizin odasına gidip çalışırdık.

Arada bir bizim odaya Mıstık da düşerdi. Ama gelirken eli boş gelmez, hediye olarak uyuz bir sokak kedisini kapıp getirirdi. Ama Altan’ın huyu daha fenaydı. O, kedi değil sokakta bulduğu perişan birini acıyıp getirirdi. Gençtik, daha törpülenmemiş merhametlerimiz vardı. Yok canımızla garibanları yedirir, içirir bazen giydirir öyle yollardık. Bu insani davranışlarımızdan ötürü bitlendiğimiz çok olmuştur.

Diş takırdatan bir kış günü Altan yine birini getirdi. Biri dediğime bakmayın, yarımını getirdi. Altan, pek servi boylu sayılmazdı ama adam Altan’ın da yarısı kadardı.

O kış kıyamette sırtında üstünü kar kaplamış bir ceket, ayaklarında leş kokulu patlak asker postallarıyla Şarlo’nun daha perişanı bir adamdı. Dişleri takırdıyordu. Çirkin ama sevimli bir yüzü, boncuk gibi mavi gözleri vardı. Odadaki sobayı görünce büyülenmiş gibi yürüyüp soba borusuna sarıldı, coss diye bir ses çıktı.

‘‘Bunu bulabilmek için herhalde çok aradın.’’

‘‘Ellerini koynuna sokmuş sokak ortasında dikilmiş öylece duruyordu. Önce kardan adam sandım. Ama kardan adamlar titremez diye düşünüp biraz ısınsın diye getirdim.’’

‘‘Kısmetli herifmiş bugün bize odun verdiler.’’

O yıllarda, gazeteler eski ahşap konaklarda çıkardı. Müessese müdürümüz rahmetli Nuri Türen, patırtımızdan ve azgınlığımızdan illallah dediği için bizi konağın kullanılmayan arka bölümüne atmıştı. İşimizi bir an önce bitirip de defolup gidelim diye bazen odun bile vermezdi. Biz de yangın baltalarının saplarını veya merdivenleri aşağıdan başlayıp yukarı doğru söküp yakardık. Arka kapıdan çıkmak için merdiven kalmadığından kendimizi sarkıtıp alt kata öyle atlardık.

Biz, çalışmaya dalmışken odayı bir horultu kapladı. Adam sobanın dibine kıvrılmış uyuyordu. Üstünden başından dumanlar çıkıyordu ve bu dumanlar talimden dönmüş asker çorabı gibi kokuyordu. Hişt, höst dedik itip dürttük ama herifi uyandıramadık. Akşam oldu, işimiz bitti büfeci Petro’ya gidip ekmek, peynir, sucuk, gazoz filan aldık. Adamın yanıbaşına bıraktık. Sonra da kapıyı çekip çıktık.

‘‘Yarın biraz eski giyecek getirmeli.’’

‘‘Herhalde sen getireceksin. Ben gömlek getirsem içine düşüp kaybolur da günlerce ararız.’’

‘‘Ben çamaşır, pantolon filan getiririm. Sen de eski bir ceket getir. Palto niyetine giyer garip.’’

Ertesi gün, gazeteye geldiğimizde herhalde yanlış odaya girdik diye önce odadan çıktık ama yine döndük. Bizim mezbelelik gitmiş yerine steril bir hastane odası konmuştu. Arasından zor geçtiğimiz gazete, kitap, dergi yığınları, káğıtlar, boyalar kenara intizamla istiflenmiş, ıvır zıvır dolu masalar pırıl pırıl olmuş, yer tahtaları ovulmuş, hatta kirden dışarıyı göstermeyen camlar bile silinmişti.

Biz, şaşkın şavalak odanın ortasında dikilirken kapıdan sırtında koca bir çuvalla bizimki girdi.

‘‘Ne yaptın lan buraya?’’

‘‘Sabaha kadar temizledim abey. Ekmeklen peynirin hakkını ödemek ilazım deel mi?’’

‘‘O sırtındaki ne?’’

‘‘Oduun.’’

‘‘Odunu nereden buldun?’’

‘‘Oduncudaan.’’

‘‘Parayı nereden buldun?’’

‘‘Burada koca bir bakır tokaç vardı ya. Onu eskiciye sattım abey.’’ Ben,

‘‘Lan seni şimdi…’’ diye başlayıp herifin ümüğüne doğru bir hamle yaparken Altan beni göğüsledi.

‘‘Boşver yahu, hiç olmazsa bir işe yaradı.’’

Herifin bakır tokaç dediği gümüş kaplama bir heykelcikti ve uluslararası bir yarışmada Altan’ın kazandığı bir ödüldü.

Odamız pırıl pırıldı ama aradığımız kitapları, dergileri, resim káğıtlarımızı hatta çini mürekkeplerimizi bile bulamıyorduk. Biz de yenilerini almak zorunda kaldık.

Zülfü, anaç bir merhametle bizi fena halde sahiplenmişti. Adeta bir paşa hayatı yaşıyorduk. Çay ocağı konağın taa öbür tarafında olduğu için gidip çay söylemeye üşenirdik. Zülfü, bir demlik ve çaydanlık alarak bizim çay hasretimizi giderdi. Artık parayı nereden bulduğunu da sormuyorduk. Bir sürü ıvır zıvırımız eksilmiş oda tenhalaşmıştı ama aldıran kim? Demli çayın keyfini çıkarıyorduk.

Zülfü biraz tuhafçana bir adamdı.

‘‘Zülfü şu beşliği al, bana köfte ekmekle bir bira getir.’’ Az sonra,

‘‘Bu getirdiğin ne be?’’

‘‘Beyaz peynir, zeytin, ekmekle ayran… Sana o köftecinin köfteleri dokunuyo abey. Zati miden gaz yapıyo…’’

Bir keresinde Altan onu meyve aldırmaya gönderdi. Zülfü, akşama doğru nefes nefese elinde torbalarla geldi.

‘‘Bütün gün neredeydin lan?’’

‘‘Buradaki manav sizi kazıklıyo abey… 5 kuruşluk mandalinayı 15’e satıyo. Ben de Eminönü’ndeki pazar yerine gittim. Aynı paraya hem mandalina, hem portakal, hem de döngel aldım. Döngel sevmezseniz gidip değiştireyim. Benim canım çekmişti de…’’

Zülfü, nereden bulduysa bir ara bir kömürlü ütü edindi. Biz çalışırken pantolonlarımızı çıkartıp ütülüyordu. Biz de iki dirhem bir çekirdek dolaşmaya başladık. Yalnız biz donçak çalışırken müessese müdürü ya da patronumuz Ahmet Emin Yalman’ın odamızı ziyaret etmeleri biraz tuhaf kaçtı. Zülfü, önce bir yer yatağı edindi. Sonra ona bir somya ile dolap aldık. Sofanın bir kısmını perdeyle kapatıp kendine yatak odası yaptı. Onu maaşa da bağladık.

Her şey güzeldi de, ben çizerken tepeme dikilmesine illet oluyordum. Ben, yazıp çizerken seyredilmek şöyle dursun odada sinek uçsa dağılırım. Üstelik dikilmekle kalmıyor,

‘‘Abey, bu çizdiğin herif niye gülüyoo?’’

‘‘Karşısındaki adam komik bir laf ediyor da ondan.’’

‘‘Bu komik lafı niye ediyo?’’

‘‘Okurlar gülsün diye.’’

‘‘Bu herif, bu kadar gülerse okurlar gülmez ki… Bu, şapşal şapşal bakarsa elalem daha bi güler’’ gibisinden ukalalık da ediyordu. Altan’la kişiliklerimiz çok farklıydı. O, seyredilmekten hoşlanırdı. Hatta, seyredilirken daha güzel bile çizerdi. Sanırım bu yüzden tiyatrocu oldu.

*

Bir gün Altan, öğleye kadar Zülfü’yü arandı bulamadı.

‘‘Nereye gitti bu oğlan?’’

‘‘Ensesine bir şaplak çektim. O da basıp gitti.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Sayesinde hanımla ayrılıyoruz. Beni gammazlamış.’’

‘‘Zülfü öyle bir halt karıştırmaz.’’

‘‘Karıştırmış işte… Benim hanıma, ‘Buraya daha sık uğra. Çünkü senin herife bir sürü kız ziyarete gelip duruyor’ demiş.’’

‘‘Fena mı, evliliğinizi korumak istemiş.’’

Altan’la belki yaşamımızdaki ilk ve son kavgamızı o gün yaptık. İki gün konuşmadık. Ama sonra Zülfü’süz yaşamın acı gerçeği ile yüz yüze geldik. Üstelik herifi fena halde özlüyorduk. Dokunsanız ağlayacak hale geldik. Hele ben, sinek kadar adama vurduğum için suçluluk duygusundan kendimi rakılara vermiştim. Gece gündüz Zülfü’yü aradık sorduk ama hiçbir yerde bulamadık. Zülfü gitti gider.

*

Uzun yıllar sonra Altan’la yine aynı odada çalışıyorduk. Ben Gırgır’ı yönetiyordum, o da Gırgır’da karikatür çiziyordu. Odaya Zülfü girdi. Maviş cıvıl gözleri olmasa tanıyamayacaktık.

Zülfü, şık mı şık iki dirhem bir çekirdek giyinmişti. Sanki boyu bile uzamıştı. Biz dur tut diyemeden atılıp ellerimizi öptü.

‘‘Köfte alayım mı abeyler?’’

‘‘Sen bunca yıldır ne cehennemdeydin?’’

‘‘Almanya’daydım.’’

‘‘Almanya’da ne halt ediyordun?’’ Zülfü,

‘‘Karikatür çiziyordum.’’ deyip koltuğundaki kitabı önümüze koydu. Kuşe káğıda basılmış nefis bir karikatür albümü…

‘‘Yoksa bunları sen mi çizdin?’’

‘‘Sayenizde abeylerim.’’ Karikatürler bize yabancı gelmiyordu ama usta işiydi.

Ben yetmişime geliyorum ne Hasan Kaçan’a, ne Mehmet Çağcağ’a, ne Gürcan’a ne Zülfü’ye ne de öteki Anadolu delikanlılarına akıl sır erdiremiyorum. Cafer Zorlu da Mahmutpaşa’da hırdavatçıydı ve çizmeye otuzundan sonra başlamıştı. Bir köylü çocuğu olan Sivas’lı Yakup Karahan da şu anda Hollanda’da bir mizah dergisi çıkarıyor ve yanında Hollandalı karikatürcüleri çalıştırıyor. Bunu bana lütfen birisi izah etsin. Yoksa merakım koynumda gideceğim.

Oğuz Aral