SANATÇI ve ÖLÜM

Kuban Paul Seauhmann
04.05.2009

Türk Sineması’nın ilk filminden, günümüzde çekilen son filmine dek geçen sürede gerçek anlamda trajediler yaşandı. Dünyada sanatçının (kendisi arzu etmemişse) böylesine rezil rüsva olduğu ikinci bir ülke yok.

Özel televizyonların daha kurulmadığı, TRT’nin kapısından çalışan olarak girebilmenin sıkı torpillerle olduğu dönemlerde Türkiye’de ilk kez kurulmuş (fakülte bazında 1976-1977 dönemi) İletişim Bilimleri Fakültesi, Sinema Televizyon Bölümü’nün ”Türkiye’yi kurtaracak” ilk mezunları olarak öğretim görevlisi olma hakkını elinin tersiyle itmiş, soluğu Yeşilçam’da almıştık.

İdealimiz büyüktü. Dünyanın en güzel filmlerini yapıp Türk Sineması’nı layık olduğu yere getirecektik.

Yeşilçam sokağına ilk girişimizle burnuna yumruk yemiş boksör gibi yere serildik. Akademik eğitimle donanmış beynimiz yerinden çıktı.

Biz sanırdık ki, önce senaryo için en az 6-7 ay çalışırsın. Sonra çekime çıkar, yazdığın senaryoyu da -kutsal kitapmış gibi- asla değiştirmezsin. Nerdeee… Ortada 2 sayfaya yazılmış bir öykü. Haydi çekime. Yanlış anlaşılmasın, çekime dediğim o dönemin en ünlü aktör ve aktristleriyle.

Sonra çekim aşaması. Sette bir curcuna. Senaryo olmadığı için ”ünlü oyuncularla” yönetmen arasında mutabakat ve ”motor”. Sonuç olarak karşınızda Yeşilçam filmi.

Büyük hayal kırıklığı yaşadık hepimiz.

Yeniyiz diye hiçbir film şirketi yönetmenlik yaptırmıyor, ille de yönetmen yardımcılığı yapacaksın. Sorun değil o da yapılır. Neden yapılmasın. Gelin görün ki, yardımcısı olacağın yönetmenler tam bir balta. Böyle bir kaç filmde çalıştık.

Sonra Adana’dan gelen bir pamuk tüccarının film şirketi kurmasıyla kötü talih yüzümüze güldü ve ilk filmimiz çektik. Daha önce yazdığım öyküyü ”çok etkili buldu” Adanalı pamuk tüccarı film patronum. ”Sende umut var” dedi.

Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim.

Çekim senaryosunu filmde oynayacak olan, Erol Taş, Yılmaz Köksal ve Süleyman Turan’a yolladım. Düşüncelerini bana bildirmelerini rica ettim. İkinci gün üçü de ofise geldi. Fellik fellik Kuban arıyorlar. ”Eyvah” dedim. Ne yanlış yaptım ki?

Buluştuğumuz da elimi hararetle iki elleriyle kavrayarak sıktılar ve 30 yıllık aktörüz, ilk kez bir yönetmen bize çekim senaryosu verdi ve fikrimizi almak istedi. Bırak çekim senaryosunu, sete konunun ne olduğunu bile bilmeden gideriz. Şu kostümlerle gelin derler, o kadar.

Filmi çektik. Herkes tadına vararak oynadı. O dönemde de en çok izlenen filmler arasına girdi.

Gel gelelim, Yeşilçam acayip bir sokak. Kimin eli kimin cebinde bellli değil. ”Yapımcı”lar ‘Oskar’lık senaryo götürsen beğenmez, burun kıvırır.

Bu konuyla ilgili bir anımı aktarayım. Senaryo konusunda ”uzman” bir film şirketi sahibi vardı. Elimde de 3-5 öykü. Götürdüm hiçbirini beğenmedi. Olabilir. Ben de sonuçta basit bir sinemacıyım. Ancak çevremdeki diğer yönetmenler de bu konuda illallah etmişler. Bir gün üşenmedim, Creator diye 1980’lerde Amerika’yı kasıp kavuran bir film vardı (Peter O’tool baş rollerdeydi) onu video kasetten sahne sahne senaryosunu çıkardım. Tabi oradaki Adam, Adem, Mary, Meryem oldu. New Jersey’i de İstanbul yaparak son cilasını attım.

”Yazdığım” senaryoyu, iki yönetmen arkadaşı da ”şahit” olarak yanıma alarak bu ”senaryo uzmanı” yapımcıya gittik. (İki arkadaşım sahte senaryonun ne gibi bir sonuç alacağı konusunda iddiaya bile girdiler.)

Senaryoya şöyle bir baktı. Sonra daha dikkatli okudu. Daha sonra daha daha dikkatli bir ön bir arka sayfalarına gitti, geldi. Eyvah, dedim adam gerçekten bu işi biliyor.

Kafasını kaldırdı. Bu senaryo iş yapmaz. Son derece amatörce yazılmış, dedi. Dramatik kurgusu kötü, ana fikri yok…

Kale boş…

Topa, bırakın ayağınızla, yere eğilip kafanızla vursanız gol olacak.

Gençlik işte. Boş durur muyum?

Beyefendi o okuduğunuz, Amerika’da gişe hasılat rekoru kırmış bir filmin senaryosu. Yalnız isimler ve mekanları değiştirdim. Sizin senaryodan da sinemadan da anladığınız yok.

Önünde el büyüklüğünde pirinç kül tablası var. Her an kafama fırlatacak. Eli gidip geliyor titreyerek kül tablasına.

Biraz sessizlikten sonra bana baktı, ”sen bu kafayla sinemadan ekmek yiyemezsin” dedi.

Dediği de çıktı. Sinemadan ekmek yiyemedik. İmdadımıza özel televizyonlar yetişti. Gerçi o da ayrı bir konu…

Bugün gazetelerde aktör Yaman Tarcan’ın ekonomik zorluklardan bunalarak intihar ettiğini okuyunca bu ”yapımcı” aklıma geldi.

Bir dönemler istatiksel olarak da Türkiye’nin en çok kazanan sektörü olan Yeşilçam’ın neden yok olduğunu herhalde anlatabilmişimdir.

Bir sanatçı bir filmde oynadığında aldığı 3 Kuruş para ile o filmle ilgili ilişkisi kesilir. Oysa o film on yıllarca orada burada gösterilir ve para kazanmaya devam eder. Gelişmiş sinema endüstrisi olan ülkeler bunu daha önceden bildikleri için, sinema çalışanlarını telif sistemiyle yaşam boyu gelir elde edebilecek duruma getirmişlerdir. Kendimden örnek vereyim. Kendi ismimle çektiğim film sayısı 4. Yardımcılarımın ismini vererek yönettiğim film sayısı 6. Yazdığım senaryo (çekilen) 20. Eğer bu ürünleri Türkiye’de değil de sinema endüstrisi olan herhangi bir ülkede vermiş olsaydım, şimdi çalışmaya gereksinim duymadan CC Yazarları Kitapları Serisi’ni çıkarmış sizlere sunmuş olurdum…

Yaman Tarcan’a Allah’tan rahmet diliyorum. Figüran ve set işçisi adı altında iliklerine kadar sömürülen emekçilerinde saygıyla önlerinde eğiliyorum.

SonSöz
Çerkes, insanlara haddini bildirmez, haddini bilmesini bekler. (Kuban)