SİNEM KILIÇ: ‘BU KADAR DA OLMAZ’ DEDİĞİMİZ PEK ÇOK ŞEYİ YAŞADIK

Atakan Sönmez
Cumhuriyet Gazetesi, 06 Aralık 2017

IŞİD tarafından üstlenilen Suruç katliamında annesi Ferdane Kılıç ve ağabeyi Nartan Kılıç’ı kaybeden ve kendisi de yaralı olarak kurtulan Sinem Kılıç, ‘Ne işiniz vardı Kobani’de?’ diye soranlara, “Olmamız gerektiği için orada olduk. Yine ihtiyaç olursa yine olurum” diye yanıt veriyor. Kılıç, “‘Bu kadar da olmaz’ dediğimiz pek çok şeyi yaşadığımız için artık yarını bile göremiyorum” diyor.

Urfa’da IŞİD saldırısı sonucu 33 kişinin hayatını kaybettiği Suruç Katliamı davasının 3. duruşması 13 Kasım’da Hilvan Adliyesi’nde görüldü.

IŞİD bombacılarının bilindiği hatta telefonlarının bile dinlendiği ortaya çıktı

Sanıklar için Baro tarafından atanan iki avukat duruşma başlamadan savunmadan çekilince sanıkların sorgulaması yapılmadan suruşma sonra erdi. Sanıkların müdafileri istifa ettiğinden Barodan müdafi atanmasına, heyet değişikliği nedeniyle adli emanetleri tasnif edemediğinden, eşyaların iadesinin daha sonra karar verilmesine, tanıkların ifadesinin talimat ile alınmasına, müşteki vekillerinin sanığın ve tanıkların huzurda bulundurulmasına dair taleplerin reddine karar verildi.

IŞİD tarafından üstlenilen Suruç katliamında annesi Ferdane Kılıç ve ağabeyi Nartan Kılıç’ı kaybeden ve kendisi de yaralı olarak kurtulan Sinem Kılıç da Hilvan’da duruşmayı takip edenler arasındaydı.

Duruşmadan bir kaç gün sonra Kadıköy’de buluştuğumuz Sinem Kılıç ile Suruç davasını ve kanlı saldırının hayatında bıraktığı izleri konuştuk.

Son duruşmadan izlenimlerin neler oldu? 

Aslında ilk duruşmada bir çok beklentimiz vardı. Ondan sonra beklentileri bir kenara bırakmaya başladık.  Ama yine de son ana kadar sanığın getirtilmesini bekliyorduk. Aileni ve sevdiklerini katletse de, seni öldürmek istese de,  insan o kişiyi mahkeme salonunda görmek istiyor.

Belki bir şey olmayacak. Belki kötü olacaksın, ağlayıp fenalaşacaksın.  Ama ben yine de sanığı o mahkeme salonunda görmek istiyorum.

Sanığın mahkemeye getirilmesine zaten son bir hafta içinde karar verildi.  Son duruşmada her zamanki durumlar tekrar etti. TOMA’larla, akreplerle karşılandık yine. Üstümüz arandı, telefonlara el konuldu.

Önceki duruşmalardan farklı olarak bu kez, askerlerden biri gelip “Yakup Şahin, Deniz Büyükçelebi ve İlhami Balı içeri girsin” dedi. Bu durum ailelerde tepkiye yol açtı haliyle.  Biri hem Suruç, hem de Ankara ve Diyarbakır saldırısının da sanıklarından. Diğer ikisi ise halen firari, yakalanmış değiller.

Aileler tepki gösterince bu kez de “Belki duruşmayı izlemeye gelmişlerdir” dedi.  Bu olay bile aslında duruşmanın nasıl geçeceğini gösteriyordu.

Şu ana kadar saldırının üzerinden 28 ay geçti, 3 duruşma görüldü. Ama duruşma sayısından daha fazla mahkeme heyeti değişti. Son duruşma öncesinde de yine mahkeme heyeti değişti. O yüzden gelen mahkeme heyeti de dosyadan habersiz şekilde geliyor. Aslında hepsi aynı tarafı tuttuğu için, aynı şekilde kararlar veriliyor.

Duruşmada avukatlar bir kez daha sanığın duruşma salonuna getirilmesini talep ettiler. Ancak mahkeme başkanı SEGBİS ile bağlanan  sanığa “Sen hangisini istersin? Cezaevinden bapğlanmak mı yoksa duruşmaya gelmek mi istersin? İstersen susma hakkını kullanabilirsin” diye sordu.

Baronun sanıklar için atadığı avukatlar “vicdani olarak budavada savunma makamında bulunmamaları gerektiğini” söyleyerek davadan çekildiler. Daha önceki davalar gece yarılarına kadar sürerken bu kez dava öğlenden sonra 2 gibi bitti.

 İlk günden bu güne kadar, soruşturma ve yargılama aşamasında somut bir ilerleme sağlandı mı?

Bizim açımızdan hiç bir ilerleme sağlanmadı. Zaten mahkeme, saldırıda yara almayanları müşteki saymıyor. Sadece seyirci olarak duruşmaları izleyebiliyorlar.

Hatta bir kaç hafta önce bir çok arkadaşımızın evine baskın düzenlendi. İstanbul’da Özgen Sadet adlı bir arkadaşımızın annesini ve babasını yere yatırıp üzerlerine namlu doğrultuldu. O şekilde gözaltına alındılar.  Zaten tutukluydu yeni serbest bırakıldı. İki ay içinde yeniden tutuklandı. Olumlu gelişmeyi ibr yana bırakalım, duruşmadan iki hafta önce avukatlarımız Sezin Uçar ve Özlem Gümüştaş tutuklandı.

Yaralılara ve ailelere yönelik halen baskılar ve gözaltılar devam ediyor. Yaralılardan biri olan İlke Başak Baydar şu anda Elazığ Cezaevinde işkence görüyor. Günlerdir kan kusuyor.

Patlamada omurgasına şarapnel saplanan ve yüzde 98 engelli kalan Güneş Erzurumluoğlunun tedavisi halen İsviçre’de devam ediyor. Geçenlerde bir sosyal medya paylaşımı yüzünden ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ davası açıldı hakkında. Polis evlerine gitti ve kendisi yok diye babasını gözaltına aldı. Suruç’la ilgili sorular sormuşlar. Sonra serbest bırakıldı. Aslında bu da gösteriyor ki, iktidarın gözünde biz mağdur değil şüpheliyiz hala.

“SURUÇ’TA CAN VEREN VE YARALANAN İNSANLAR YAĞMALANDI”

Mahkeme, sanıkların duruşma salonuna getirilmemesi hakkında bir gerekçe sunuyor mu?

Hiç bir gerekçe sunmuyor. Avukatlarımız bunu sürekli dile getirdiler. Eğer güvenlik gerekçesi ile getirilmiyorlarsa böyle bir durum yok. Zaten bizim sayımızdan fazla asker var ve defalarca aramadan geçirilerek ve cep telefonlarımıza bile el konularak salona alınıyoruz.

Daha önceki duruşmalarda avukatlarımız yüzyüzelik ilkesinin ihlal edildiği gerekçesi ile sanıkların duruşmada hazır bulundurulmasını istedi.

Aslında önceki heyet de sanıkların duruşmaya getirilmesi yönünde karar vermişti. Ancak son duruşmadan önce yeni heyet bir ara karar alıyor ve yüzyüzelik ilkesinin ihlal edilmediği ve SEGBİS’le bağlanması yönünde bir karar veriyor.

Bizim hala eşyalarımız Suruç’ta. Hem yaşamını yitirenlerin hem de yaralı kurtulanların eşyaları hala bize teslim edilmedi. Her duruşmada bununla ilgili kararın bir sonraki duruşmada verileceği söyleniyor.

Sanıklarla ilgili araştırma yapılırken 3 ay geriye giderek araştırıldığı söyleniyor. Ama bizim eşyalarımız 2.5 yıldır teslim edilmedi. Demek bizimle ilgili araştırma 2.5 yıldır bitmiyor.

Hiç bir gerekçe de göstermiyorlar. Ayrıca saldırı sırasında yaşamını yitirenler ve yaralı kurtulanlara ait 30 bin liraya yakın para kayıp. Üstelik bu paraadli emanette de yok.

Avukatlara ‘üstlerinden 5 lira bile çıkmadı’ denmiş. Böyle bir şey mümkün mü? 33 kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce yaralı var ve ‘üzerlerinden 5 lira bile çıkmadı’ deniyor. Yaşamını yitirenlerden İsmet Baba’nın üzerinde (İsmet Şeker) 30 bin liraya yakın para olduğu ailesi tarafından biliniyor.

Diğer kişilerin üzerinde sadece 100’er lira bile olsa bu paralar kayıp. Ve bundan hiç bahsedilmiyor bile.

Saldırıda yaşamını yitirenler ve yaralananlar yağmalandı mı diyorsunuz?

Evet. Aslında tam olarak ortada bir yağma var.

Duruşma salonunda, senin gibi saldırıda yaralı kurtulanlarla, yakınlarını kaybedenlerle bir araya geldin. Nasıl bir duygu vardı orada? 

Biz içeri girerken oradaki görevli askerlerin bizi izlediklerini farkediyorum. Ben oraya ya babamla gidiyorum, bir başkası annesiyle ya da yalnız geliyor.

Ama biz orada büyük bir aile gibi olduk. Annelerden  biri zaten ‘Bizimkilerin hepsinin kanı bir birine karıştı. Biz zaten bir aile olduk’ demişti. Gerçekten aile olmak böyle bir şeymiş sanırım. Bir araya gelmek, kötü bir olay nedeniyle olsa bile bize iyi geliyor.

Kamuoyunun ve medyanın davaya olan ilgisi nasıl?

Medyanın neredeyse hiç ilgisi yok diyebilirim. Sadece başından bu yana yanımızda olan bazı gazeteci arkadaşlarımız ve bir kaç yayın kuruluşu dışında kalanlar hiç ilgilenmiyor.

Kamuoyunda ise hala bazı insanların ‘Ne işleri vardı orada?’ şeklindeki soruları yine zaman zaman kulağımıza geliyor.

Sen şimdi Kafkasya’da yaşıyorsun. Eğitimin bitti ve orada yaşamaya devam edeceksin. Oradaki arkadaşların ve tanıdıkların böyle bir saldırıyı ve böyle bir olayı nasıl karşıladılar? 

İlk anda zaten orada bizimle birlikte okuyan okul arkadaşlarımızın neredeyse tamamı Bursa’ya geldiler. ‘Bizim evimiz szin evinizdir’in gerçek anlamını orada bize hissettirdiler. Oradaki halkın bir çoğu bu olayı biliyor. Zaten Nartan da ben de aynı fakültedeydik.

Hocalarımız ve arkadaşlarımız ortaktı. Arada ‘neden gitmiştiniz?’ sorusu ile karşılaşsam da, bizi tanıyan insalar oraya ne için gittiğimizi nasıl masum amaçlarımız olduğunu çok iyi biliyorlar.

Bunu savunmak zorunda kalmak nasıl bir duygu? 

Bunu Kafkasya’dayken savunmak zorunda kalmıyorum. Burada savunmak durumunda kalıyorum. Oradakiler tarafsız bir şekilde baktıklarında doğruyu görüyorlar.Ama Türkiye’de Kobani’ye gidiş nedenimizi savunmak zorunda kalmak bazen yoruyor.

Biz ağır kayıplara rağmen bir yandan iyileşmeye, iyi olmaya çalışırken aslında bir başlık altında bir çok mücadele vermeye de devam ediyoruz. Bunun gerekçelerini savunmak zorunda kalmanın nasıl bir duygu olduğunu sanırım tarif edemeyeceğim. Çok zor bir şey çünkü.

Son yıllarda Suruç benzeri saldırılarda çok büyük kayıplar yaşandı. O ailelerle bir temasınız oluyor mu?

Tabi. Atatürk Havalimanı saldırısı mesela beni çok etkilemişti. Ankara Gar katliamında yaşamını yitirenlerin aileleri ile de ilişkilerimiz var. Hatta bugünlerde Gar katliamında yaralı kurtulan Günay Karakuş’un bir resim sergisi var. Onlarla da sürekli iletişim halindeyiz.

Farklı olaylar ama farklı yerlerde gerçekleşse de aynı hedeften çıkan farklı olayların aynı acılara dönüşüp birbirimizi tanımamıza neden oldu.

Zaten failler de sanıklar da ortak olduğu için aslında aynı acıyı paylaşıyoruz.

Suruç’ta saldırıyı yapan Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün kardeşi Yunus Emre Alagöz Ankara’daki kanlı eylemi yaptı.

Babaları da Suruç saldırısından bir kaç ay önce oğullarının IŞİD’e katıldığını söyleyerek emniyete başvurmuş.

Davanın ilk 3 duruşmasına baktığında, nasıl neticeleneceğine dair bir öngörün var mı?

Derler ya; umut her zaman vardır. Ama mahkeme heyeti bu denli yanlı olduğu sürece bizim açımızdan olumlu bir şekilde bitmeyecek.

Bu çok açık. Mahkemeden çıkarken şunu demiştim kendi kendime: Artık olmayan adaleti beklemek gibi bir umudum kalmadı.

Evet belki bir çok açıdan umudumuzu yitirdik ama biz adaleti sadece bir sözcük olarak değil, adaletin altındaki gerçek adaleti aradığımız için elbette küçük de olsa bir umudu tabii ki koruyoruz.

“ÖLÜMLE CEZAYI SAVUNMAK İNSANLIK ONURUNA AYKIRI”

 Türkiye’de zaman zaman köpürtülen bir idam tartışması var. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra bu tartışma daha da tırmandırıldı. Ancak bugüne kadar gerek sizin de aralarında olduğunuz Suruç kurbanlarından, gerekse benzer katliamlarda yakınlarını kaybedenlerden hiç idam talebini duymadık. Senin açından sorarsak, böyle bir davada adalet nasıl tesis edilir?

Birincisi şu an SEGBİS’le de olsa karşımıza çıkarılan bir sanık var ama biz bunun bir kişi olmadığını elbette biliyoruz. İsmi geçen bir kaç kişi daha var. Son duruşmadan bir kaç gün önce iki kamu görevlisi hakkında da dava açıldı. Eğer gerçek adaletten söz edeceksek, önce iddianamede adı geçen sanıklar derhal yakalanmalı ve adaletin önüne çıkarılmalı. Bunun dışında olay anında bir çok insan aslında geç müdahale edildiği için yaşamını yitirdi.

Polisler, patlamanın ardından bize gaz bombaları ile saldırıp ambulansların geçişini de engelledi. Belki zamanında müdahale dilmiş olsaydı, yaşamını yitirenlerin bir çoğu aramızda olacaktı.

O gün orada görevli bulunan polisler de yargılanmalı. ‘Dönemin Suruç Emniyet Müdürü yargılandı’ deniyor ama 12 ay taksitle 7 bin 500 lira ceza aldı. Koltuk takımı alır gibi cezasını ödeyecek. Tabii buna ceza denebilirse. O da yeniden yargılanmalı. Çünkü istihbarat gittiği halde hiç bir önlem almadılar.

Dönemin içişleri bakanı da hesap vermeli. O dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Ankara katliamının yaşandığı 10 Ekim 2015 tarihinde yaptığı açıklamada “Biz kimlerin yaptığını iyi biliyoruz. Bu canlı bombaları yakalayıp adalete teslim edeceğiz. Bakın Suruç bombacısını yakaladık ve adalete teslim ettik” dedi. Bu resmen acılarla dalga geçmekti. Parçalanan canlı bombanın hangi parçasını adalete tesim ettiniz?

İdam talepleri ile ilgili sorunuza gelirsek, ölümü görmüş, yaşamış biri olarak kesinlikle ölümle ceza olabileceğini düşünmüyorum, savunmuyorum. Ölmek, ceza çekmek ya da bedel ödemek değil, hesap vermekten kurtulmaktır. Ayrıca ölümle cezayı savunmak insanlık onuruna aykırı bir durumdur.

Olaydan sonra yapılan resmi açıklamalarda en yaralayıcı olan bu mu oldu?

Evet. Gerçekten bu çok yaralayıcıydı. Olayın üzerinden henüz bir kaç ay geçmişti ve acılar çok tazeydi. İnsanlar da bu açıklamayı alkışamıştı. Bu da çok yaralayıcıydı. Bu olayda en alttakinden en üsttekine kadar tüm sorumlular ne zaman bağımsız mahkemler önünde hesap verirse işte o zaman adalet bir parça da olsa yerine gelmiş olur.

“EN MUTLU ANINDA BİLE BİR HÜZÜN VAR YÜZÜNDE”

Sen anneni ve ağabeyini kaybettin. Baban eşini ve oğlunu kaybetti. Suruç’tan sonra hayatınıza nasıl devam ettiniz? 

Olaydan sonra hep şunu düşündüm. Olay esnasında benim bilincim hep açıktı. Acaba saldırı sırasında bilincimi kaybetmiş ya da bayılmış olsaydım acaba nasıl atlatırdım? Hep bunu sorguladım ve hala da sorguluyorum. Ama sanırım tüm süreci görüdüğüm için kabullenmem daha çabuk oldu. Sadece yaralanıp kurtulsaydım ya da sakat kalsaydım yine belki daha kolay kabullenebilirdim. Ama hayatım tamamen değişti. Hem Türkiye’deki hayatım, hem Nalçik’teki hayatım tamamen değişti. Orada Nartan’la yaşıyordum, buraya geldiğimizde ailemiz buradaydı. Çok da sevgiyle bir birimize bağlı ve tutkun bir aileydik.

Şimdi babama bakıyorum en mutlu anında bile bir hüzün var yüzünde. Onu yanımayanların, bu olaydan haberi olmayanların bile fark edeceği bir hüzün.

Saldırının ardından babanla ilk karşılaşman nerede ve ne şekilde oldu?

Saldırının ardından beni Suruç’tan Antep’e götürdüler. Babam da oraya geliyordu. Benim, annemin ve Nartan’ın ölümünden henüz haberim yoktu. Kapı açıldı, babamı gördüm ve kötü bir durum olduğunu anladım. Babam çok kötü görünüyordu. Hayatımda babamı ilk defa bu kadar yıkılmış gördüm. Ben yine de babam için kontrollü olmaya çalışıyordum. Bir durum olduğunu hissettim ama acaba annem mi yoksa Nartan mı diye düşünüyorum içimden.

Onlar olmasa bile bir çok arkadaşımı kaybettim. Ben patlamnın ardından yerde yatarken annemi görmüştüm. Ama olayın çok da farkında değildim. Ama Nartan bizden çok uzaktaydı en son gördüğümde. Bizden uzak bir yerde fotoğraf çekiyordu. Sonra bizim arka tarafımıza geçmiş. Ben Nartan’ın bizden uzakta olduğunu düşündüğüm için en fazla yaralıdır diye düşünüyordum.

Babama durmadan ‘Hastaneye gidiyoruz değil mi, Nartan’ı almaya gidiyoruz değil mi?’ diye soruyorum.Babam ‘Evet hastaneye gidiyoruz, hastanelere bakacağız’ dedi. Biz Adli Tıp’pa gittik oradan. Ben su süreçte sürekli kendimi kontrol etmeye çalıştım ve ağlamak için kendimi tuttum.

Sanırım bir süre sonra bu kendimi engelleme hali biraz doğallaştı. Cenazede ve sonrasında eve gelenler ‘ilaç mı kullanıyorsun, ne kadar normal görünüyosun’ diyordu.

Psikiyatristim de belli etmemeye çalışsa da bu durumuma şaşırıyordu. Babam ilk zamanlar çok kötüydü bu şoku yaşadıktan sonra. Aradan zaman geçtikçe o biraz durumu kabullenmeye ve toparlanmaya başladı bu sefer ben 5. ayın ardından olayın şokunu yaşamaya başladım.

İlk zamanlarda ben babama destek olmaya çalıştım. Sonra o bana destek oldu.

Saldırı anının görüntüleri sonradan yayınlandı…O görüntüleri izledin mi?

Evet izledim.

Ne hissettin o görüntüyü izlerken?

Çok kötü görüntüler. Tek kelimeyle alçakça.

8 Şubat’taki duruşmaya gelecek misin?

Her duruşma için 2 bin kilometre uzaktan geliyorum. İş durumuma bağlı olarak belki gelemeyebilirim. Ama belli de olmaz.

Zaman zaman hala ‘Ne işiniz vardı orada?’ diye sorulduğunu söyledin. Ne cevap veriyorsun bu soruya?

Buna verdiğim cevap şu; Birincisi; savaşın yaraladığı çocuklara ve insanlara dokunmak, insanın vicdanen birincil görevlerinden biri.

İkincisi; O zaman bir mühendislik öğrencisiydim, şimdi bir mühendisim diyebilirim. Orada bir inşaat projesi vardı aynı zamanda ve teknik anlamda o projeye bir şeyler katabileceğimi düşünüyordum.

Üçüncüsü; Bir çocuğun gülümsemesini görmek orada bulunmak için tek başına yeterli bir nedendi. Çünkü biz oraya oyuncaklarla gidecektik. Olmamız gerektiği için orada olduk. Sadece Kobani’ye yönelik bir hassasiyet değild bu. Kafkasya’da da Çeçenistan’da da, başka bilmediğimiz coğrafyalarda da olsa yine orada olmamız gerektiğini düşünüyorum. Başka bir zaman başka bir coğrafyada olmam gerektiğini düşündüğümde ve kendimi buna hazır hissettiğimde yine orada olurum.

Nitekim Beslan’da da büyük bir katliam yaşanmış ve yüzlerce çocuk ölmüştü.

Suruç’tan bir hafta 10 gün kadar önce annemle birlikte Beslan katliamı ile ilgili TRT’de yayınlanan bir belgeseli izlemiştik.

O kadar kötüydü ki, insanlar ölü bedenler arasında kendi çocuklarını arıyordu. Belgeselin tamamını izleyemeden kapatmıştık. Aynı şey bizim başımıza geldi. ‘Bir insan bunca acıya nasıl katlanabilir’ diyordum. Demek ki başına gelince bir şekilde işin içinden çıkmak durumunda kalıyorsun. Çünkü hayat devam ediyor.

Suruç’ta belki çok ağır bir yara almadım. Ama olay esnasında oradaydım ve ailemden iki kişiyi kaybettim. Hep şunu düşündüm. Aslında en büyük acı benim yaşadığım acı değil.

Belki bugün en büyük acı benimki ama çok daha büyük acıları yaşadılar, yaşıyorlar ve yaşayacak olanlar da var belki bir yerlerde. Ne yazık ki belki de bunlardan birileri yine bizleriz.

Evet yaşadığımız çok büyük bir acı ama çok daha çaresiz durumda ve çok daha büyük acılar yaşayan çocuklar var hala maalesef.

Peki Suruç’ta hayatını kaybedenler ve yaralananlar terör mağduru sayıldı mı? 

Biz terör mağduru sayılmıyoruz.

Peki Suruç’ta ağır yaralananlar ve halen tedavisi devam edenler var. Bu kişilerin tedavisi konusunda devlet bir sorumluluk üstlendi mi?

Herhangi bir fiziksel engelliye ne kadar yardım ediliyorsa o kadar ediliyor.

Nuriye ve Semih aylarca tutuklu kaldı. Bir yandan direniş ve adalet talebi devam ediyor. Suruç’tan bu yana barış ve adalet talebi konusunda toplumun duyarlılığı açısından senin umutlarını arttıran ya da azaltan bir durum var mı? 

Bunca şeye rağmen hala umudumu korumaya çalışıyorum. Zulme karşı direniş, adalet ve barış talebi devam ediyor sonuçta. Nuriye ve Semih en meşru haklarını talep ettiler. Cevap alamayınca canlarını ortaya koydular. Bütün baskılara karşın direnişe devam ediyor olmalarının bir anlamı olmalı.

Toplumun, kendi hayatlarını ortaya koyarak bu mücadeleyi verenler karşısında nasıl kayıtsız kalabildiklerini merak ediyorum. Hiç bu acıları yaşamamış olsam bile ben buna duyarsız kalamazdım diye düşünüyorum.

Biz çok farklı acılar yaşadık, onlar çok farklı acılar yaşadılar. Ama direniş devam ediyor.

Veli Saçılık da Suruç duruşmasını izledi. Veli’yi orada görünce ne hissettin?

Veli Saçılık duruşmadan önce ‘Bakın bugün burada olduğum için gözaltına alınmadım’ dedi. Çünkü her gün gözaltına alınıyor. Ben de ‘O kadar emin konuşma’ dedim.

Mahkeme sonunda zaten TOMA’lar çevremizi kuşattı.

Basın açıklaması yapmanıza izin verilmedi değil mi?

Evet basın açıklaması yaptırılmadı. TOMA ve akrelerle etrafımız sarıldı. ’10 dakika içinde dağılmazsanız müdahale edeceğiz’ dediler.

Veli yine en öndeydi. Oradaki insanlar avukatlarımız, aileler ve saldırıda yaralanan insanlar. Bu insanlara saldırmakla ellerine ne geçecek?

Babam gözaltına alındığında söylemiştim; ‘Dünyayı yakmamak için bana bir neden söyleyin’ diye. Nuriye için de aynı şeyi düşünüyorum. Dünyayı yakmaması için bir neden söyleyin.

İşini kaybetti, tüm talepleri duymazdan gelindi ve tutuklandı. Nuriye’nin ölmesi için her şey yapılıyor. Dünyayı yakmaması için bir sebep yok onun için de.

Ama ben ve benim gibi insanlar yine de barışı ve adaleti savunmaya devam ediyoruz ve edeceğiz.

Kafkasya’da yaşamına devam edeceğini söyledin. Türkiye’de yaşamamaya Suruç saldırısından sonra mı karar verdin?

Zaten bir süredir Kafkasya’da yaşıyordum. Orada yaşamıma devam etmek üzerine planlar dayapıyordum. Ama o olaydan sonra büyük bir kırılma oldu benim için. Türkiye’de ve Kafkasya’da yaşamak konusunda yüzde 50 yüzde 50 gibi bir durum varsa, olaydan sonra bu yüzde 100 orada yaşama kararına döndü.

Doğduğun ülkenin dışında bir ülkede yaşamaya karar vermek zor olmadı mı?

Aslında ne kadar orası Anavatanım desem de doğduğun, çocukluğunun geçtiği, ailenin ve arkadaşlarının yaşadığı ülkeyi terk etmek hiç de kolay değil. Bunları bıraksam bile, burada verdiğim mücadeleyi tamamen bırakmayı, Suruç’ta kaybettiğim aileme ve dostlarıma bir ihanet olarak görürüm.

Anlattıklarından anlaşılıyor ki senin kimliğini oluşturan pek çok katman var. Kafkasyalılık, Türkiyelilik, sosyalistlik gibi. ‘Bugün ihtiyaç olsa yine Suruç’ta olurum’ diyen Sinem’in kimliği nasıl oluştu? Azınlık olmak, farklı bir kültürün ve dilin içine doğmuş olmak, toplumun diğer azınlıklarıyla empati kurmak konusunda etkili oldu mu?

Anne baba Çerkes olduğu için zaten bu kimlik içinde büyüdüm. Zaten onlar da Çerkes derneğinde tanışıp evlenmişler. Zaten dernekte doğduık diyebilirim. Babamın da annmein de gençliklerinden bu yanda bir siyasi kimlikleri vardı. Hem Çerkes kültürünün hem sosyalist kültürün içinde büyüdüm. Kafkasya’ya ilk gittiğimde 12 yaşındaydım. Zaten babam her zaman ‘Oradı anavatanımız’ derdi. Bu bizim evimizde her zaman konuşulurdu.

‘Anavatanı görmeden Çerkes’im deme Sinem’ derdi babam her zaman. 12 yaşındayken ilk kez Nartan’la beraber Kafkasya’ya gitmiştik. Ben dönerken ‘dönmek istemiyorum’ diye ağlamıştım.

Tabi ki orada da zorlandığımız ve bize çok farklı gelen şeylar vardı. Ama ‘burası bizim vatanımız, neden burada değiliz’ diye ağlayarak dönmüştüm. Kafkasya’da yaşamaya ilk karar verdiğimde aslında 12 yaşındaydım.

Liseyi orada okuma planları yapmaya başladım ama bu çok da mümkün değildi. Daha sonra lise bitince üniversite seçeneklerini araştırırken Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun aracı olduğu kontenjana Nartan başvurdu ve üniversite için Kafkasya’ya gitti. Hemen arkasından bir yıl sonra ben de gittim.

“NARTAN’IN ÇEKMECESİNDEN BİR LİSTE ÇIKTI”

‘Nartan’ın hayaliydi ve bunu ben tamamlamak istiyorum’ dediğin bir şey var mı?

Suruç’tan bir kaç ay sonra Nalçik’te Nartan’ın yurttaki odasında bir kutu buldum. Kutudan ‘ölmeden önce yapılacaklar’ listesi çıktı.

O listeyi ilk bulduğunda ne hissettin?

Çok kötü oldum. Zor bir andı. Sonra ağlamanın ve kendini paralamanın hiç bir şeyi değiştirmeyeceğini bildiğim için en azından bu konuda ne yapabilirim diye düşünmeye başladım.

Amatör olarak fotoğrafla ilgilendiği ve fotoğraflar çetiği için ilk sırada bir fotoğraf sergisi açmak vardı.

Hemen bununla ilgili planlar yapmaya başladım. Suruç’un birinci yıldönümünde Bursa’da bir fotoğraf sergisi açtık.

10 Ekim korosu geldi. Annemin ve Nartan’ın sevdiği şarkıları, türkileri söylediler. Ahmet Telli, Nartan’a ve bize yazdığı şiirleri okudu. Ailelerden gelenler oldu. İlk hayalini bu şekilde gerçekleştirmiş olduk.

İkinci hayali de, yazdığı bir öykü vardı. Farklı bir çok kişi arasında el değiştiren bir fotoğraf makinasının hayatını anlatan bir öykü.

Onu da Nartan’ın bilgisayarında buldum. Başlıkları yazmış. ‘Bir oyun ya da kısa metrajlı bir film yapılabilir’ diye not düşmüş.

Ben o olaylar arasındaki olay örgülerini tamamlayabilirim dedim ve bunu yazmaya başladım ve hala yazıyorum. Bakalım sonu ne olur.

Belki bir oyun olarak sahnelenir ya da bir kısa film. Hiçbir şey olmasa da Nartan ve kendim için bunu yapmış olurum.

Bu bittikten sonra listedeki diğerlerine sıra gelecek.

2019 kritik bir tahi ülke için. Önümüzdeki süreç için neler söylemek istersin?

‘Bu kadar da olmaz’ dediğimiz pek çok şeyi yaşadığımız için artık yarını bile göremiyorum. O yüzden önümüzdeki süreç için bir yorum yapamıyorum.