TLEY’İN ÖYKÜSÜ

SIMIHA Orhan Alparslan
(Bilgi: Mahir YENEMUK)

Sonuna kadar açılan konuk kapısında dik vücutlu, uzun boylu bir savaşçı belirdi. Sivri tepeli miğferindeki yarı erimiş kar kütlecikleri aşağı kayıp pervazdan damlıyordu. Gümüş grisi gür bıyıkları sarkıtçıklar halinde buz tutmuşlardı. Göğsünde bir gümüş kancayla kenetli geniş omuzlu yamçısını biraz yana kaydırdı, silahlı sağ elini ve fişekliğinin bir bölümünü açığa çıkarttı. Kapı çerçevesinin iki yanında kalan aralıklardan dışarısı görülebiliyordu. Saz damlı beyaz evlerle çevrili geniş avluya bazı pencerelerden, göz kırpar gibi yansıyan zayıf ışık huzmeleri dökülüyordu.

Açık cümle kapısından içeri bir atlı grubu girdi. Önden, omuzlarında ne olduğu seçilemeyen bir yük ile kare düzeni içinde dört atlı ilerledi. Bunların hemen ardından eğeri boş bir at geliyordu. Daha gerilerde, henüz eve ulaşmamış, tek sıra halinde bir dizi siyah atlı yaklaşıyordu. Yokuş yukarı çıkıyorlardı. Derin kara bata çıka ilerleyen atların ayaklarından yayılan soluk gıcırtı insana tuhaf bir ürperti veriyordu.

Eve önce, önden gelen dörtlü girdi. Uçlarından birer savaşçının tuttuğu iki tüfek arasında beşik biçiminde gerili büyük yamçının üzerinde alev rengi kırmızı giysili bir genç yatıyordu. Hafifçe yana kaymış miğferinin altından kan pıhtılarının şakaklarına yapıştırdığı sarı saçları parlıyordu. Gözler açık fakat gözbebekleri hafif içeri dönmüştü. İki eli hala kamasının kabzasına yapışıktı. Kırmızı meşin çizmeler dizlere kadar çekili, altın işlemeli kırmızı kınında bulunan uzun kılıcı yanı başında duruyordu. Kusursuz bir genç kız yüzü kadar taze bu henüz sakalsız yüz, şuurlu bir yaratığın kesin bir ölüme yüce bir güçle göğüs gerişinin ifadesini korumaktaydı hala.

Hemen odanın ortasına serilen yatağın üzerine uzatıldı. Bu arada yetişen diğer savaşçılar, atlarını yamçılarıyla örtüp, kaşla göz arası bir çeviklikle dizginleri, avlu ortasında bu iş için özel olarak çakılı dev kuru ağacın budaklarına taktılar. Sivri miğferleri başlarında ve silahlı olarak yatağı çember örneği çevirip, kabzalarını yere dayadıkları uzun tüfeklerine tutunmuş durumda korkunç ve sessiz bir bekleyişe geçtiler. Bunların karşısına bereleri altın işlemeli genç kızlar ikinci bir dizi oluşturdu. Demir halkalı bir paçavra meşale, baca başından odaya kan rengi, dalga dalga, gür bir ışık saçıyordu. Avluda, atlar huzursuzluk içindeydiler. Köle haneden ve onun komşu evlerinden, aradaki mesafenin yarı boğuklaştırdığı, dibek sesleri sürekli duyuluyordu. Savaşın devam etmekte olduğu anlamını taşıyan bu sağır seslerin kaçınılmaz etkisiyle, savaşçıların burun kanatları kopacakmışçasına inip kalkıyordu. Cepheye sürekli barut gerekti. Aile ocağında barut hazırlayan kadınların savaşı, aralıksız sürmekteydi.

Kısa bir süre sonra içeri bir kadın girdi. Çember, bir yerinden hafifçe açılıp, yatağa yaklaşması için ona yol verdi. Bu, orada yatan gencin anasıydı. Uzun boylu ve dimdikti. Telaşsız bir yüzü ve antik tanrıça heykellerine özgü bir burnu vardı. Koyu renkli bir tül, oval yüzünü çevreledikten sonra sol omzunda yumuşak bir düğüm oluşturup, topuklarına dek süzülüyordu. Dudakları mutat tebessümünü, kaşları yay şeklini koruyordu. Güzel yüzünde herhangi bir heyecan belirtisini açığa vurabilecek en ufak bir gerilim izi sezilmiyordu.

Cenazeye yaklaştı ve yumuşak, şakacı bir tonla, “Ah oğlum, bu küçücük çocuk halinle böylesine şerefli bir töreni hak edecek ne yaptın?” diye konuştu.

Adigelerin en ileri gelenleri eksiksiz hazır bulunuyordu naaşın başında. Olanca gücünü kullanmasına rağmen yeğeni yolundan döndüremeyen amca, destanlara özgü mertlikleriyle ünlü prens, ardından sayısız kahramanlık ve aşk şarkıları bestelenmiş şık savaşçı, kısaca, şu ana kadar hiçbir gücün karşısında eğilmemiş o dimdik ve bembeyaz başlar, bu yüce ölümün karşısında sıradan, bükülmüş duruyorlardı. Prens, saygıyla ileri bir adım atıp, metin anaya şu cevabı verdi: “Oğlun bütün konularda bizi geçti. Bize ancak kendisine refakat etme şerefi kaldı.”

Anne aynı soğukkanlılık ve sadelikle eğilip oğlunu gözlerinden öptü, çenesini kavuşturdu, kama ve kılıcını göğsünün üzerine çapraz olarak koydu, oğlunu son kez alnından öpüp odadan çıktı.

Diğer ölüm olaylarında olduğu gibi köy bu kez, kadın çığlıklarıyla çınlamadı. Zira gelenekte düşmanla savaşırken ölene ağlamak yoktu. Abla ve bacılar bu kurula saygılı kalmak için canlarını dişlerine takmış, kıyasıya dudaklarını ısırıyorlardı. Diğer evlerden koro halinde aralıksız duyulan dibek sesleri, barut hazırlıklarını ve savaşın devam etmekte olduğunu bir an olsun kimseye unutturmuyordu.

Küçük prens Guşaw, ürpertili, neşeyle parıldayan bu kırmızı giysilere bürünmeden önce uzun, uzun düşünmüştü. Çepeçevre, her tarafta, her şey kıyasıya yerle bir oluyordu. Civar köylerden göklere çılgın alevler yükseliyordu. Bu halleriyle vahşi bir törende birer paçavra gibiydiler. Ormanlar cayır, cayır yanıyordu. Bu arada defalarca bir zamanların asırlık ağaçları göklere uzanan alevli dallarıyla adeta evrenden umutsuzca imdat diliyor, çok geçmeden de dayanılmaz bir çatırtıyla ateş tufanına bir, bir pes ediyordu. Recep seyirci kaldığı bir dizi olayın ardından babasını da kaybetmişti ve bütün bunların üstüne son ölüm kalım toplantılarında, Prens Kangot tüm meclise hitaben haykırmıştı:

“Sizler Kabardey gururunuz uğruna gücünüzün kat, kat üstündeki umutsuz bir savaşı uzatmakta hala inat ediyorsunuz. Karşınızda sonsuz boyutlara sahip dev bir imparatorluk var. Düşüreceğiniz bir alayın yerine ellisi gelecek ve hepiniz yok edileceksiniz!”

Diğer erkekler hep birden ayağa kalkıp hep bir ağızdan; “Silahlarımız ellerimizde olarak, ayakta öleceğiz. Kimse düşmanın önünde diz çöküp yaşamak istemiyor.”

İçten içe bütün karşıt çabasına rağmen Küçük Prens, ruhunun ta derinlerinde düşmanın boyunduruğuna düşme olasılığını fısıldayan kahredici bir esinti sezmeye başlamıştı. Bu düşünce onun körpe beynini acı, acı sızlatıyor, damarlarındaki özgür ata kanını ölçüsüz bir isyanla ateşliyordu. Yaşlı Kangot’un uyarı sesi ve diğerlerinin karşı haykırışları genç yüreğinde kıyasıya çarpışıyor, tüm benliği anlatılmaz bir acı ile kıvranıyordu.

Sonunda kalktı, biraz dolaşmak için ormana gitti. Asırlık bir ağacın altında duraladı. Yerleri okşadı. Nazik elinin toprağı titrettiğini hissediyordu. Böylece hayli dolaştı. Vaktiyle ataları için kutsal bir varlık olan antik meşe ağacının altında eğreti otlarından kendine bir yatak yapıp üzerine uzandı. Tüm geceyi orada geçirdi.

Bir ara kutsal ağacın büklüm, büklüm dalları küçük prensin üzerine eğildiler. Alev, alev yanan alnını okşayarak, yumuşak bir dille ona seslendiler; genç Prens söyleneni çok iyi anladı.

Şafakta, dudaklarında tuhaf bir tebessümle iki kız kardeşinin kendisine doğru geldiklerini gördü. İkisini de muhabbetle kolları arasına aldı, heyecanlı bir sesle konuştu: “Şimdi bana bir Tley elbisesi gerek.”

Bu söz üzerine, iki kız kardeş de küçük prensin ayakları dibine yığıldılar. Sesleri sedaları kesildi. Aynı anda ruhları, önüne geçilmez bir matem duygusunun baskınına uğramıştı. İri, şaşkın gözlerinde çaresizlik parıldıyordu.

Anne etkisiz kalacağını bilerek hiç bir şey dememişti. Fakat amca… Böyle bir şeye kesinlikle razı olmak istemiyordu. Vaktiyle on beş yaşında silaha sarılıp, elli yıl vatanı ve özgürlüğü için savaşmayı çok doğal bulmuştu ama şimdi neslinin son kuşağının da söndüğünü görmek ona belirli belirsiz bir hiçlik duygusuna eşdeğer bir dehşet veriyordu. Kısa boylu, ince yapılı, esmer, kara gözlü, genç bakışlı bir ihtiyardı. Kısa ve düzgün kesilmiş bembeyaz sakalı yüzünü alttan ışıklı bir hilal gibi çevreliyordu. Yerinde duramıyor, huzursuzluk içinde kıvranıyordu. Yeğenini çağırıp hiddetle haykırdı: “Guşaw demek sen, şu dün doğmuş bebek, biz Thamadelerin önünde savaşa gidecek kadar büyümüş sanıyorsun kendini!

Daha sonra otoriter bir sesle emretti: “Yerine dön ve sıranı bekle! Anlaşıldı mı?

Küçük Prens, gözleri saygıyla önüne eğik, yüzünde sanki bu dünyaya ait olmayan bir ışık huzmesi, tek söz etmeksizin bir adım bile geri çekilmeden orada kaldı. İhtiyarın yüzünü, ürperten bir solgunluk kapladı, başı eğildi.

Basık tavanlı geniş odanın katı çıplaklığı içinde, en yaşlılar dahi tek çizgi halinde dizilmiş olarak, thamadelerin tümü hazırdılar. Uzun yaşamlarının bin bir güçlüğü karşısında başları hala dimdik, fakat sakalları bembeyazdı. Gözleri soğuk bir onur tabakasıyla kaplıydı ve her biri yıllar yılı derinlemesine yığılmış bin bir meşakkati uzaklardan yansıtan birer dünya gibiydiler. Ak badanalı bembeyaz duvarlar paha biçilmez silahlarla kaplıydı. Ayaklarının altında ne bir halı ne bir hasır, yalnızca pekişik toprak vardı. Ateşsiz bacadan içeri ocağın küllerini hafifçe kımıldatan bir rüzgâr esiyor, camsız dar bir pencereden de çok az ışık girebiliyordu. Odanın ortasında büyük masanın üstünde taze kan rengi bir kumaş yayılı duruyor, küçük prenseslerden daha büyükçe olanı kardeşinin yanı başında dikiliyordu.

Küçük prens, thamadenin uzattığı silahlara doğru uzandı, yumuşak fakat kararlı bir sesle andını içti: “Düşman üzerine, kılıç gibi keskin, ok gibi hızlı gideceğim. Ayaklarımın altındaki sert toprak korkudan titreyebilir, ama ben asla! Dehşet karşısında gök iki büklüm olabilir, ama ben asla! İmkansız denen başka şeyler olabilir, yerle gök birleşebilir, fakat ben yolumdan dönmeyeceğim.

Silahlar thamadenin elinden küçük prense devrolundu. Kız kardeş hafif bir ürpertiden sonra kırmızı kumaşı biçmeye koyuldu.

Ertesi gün, cepheye doğru rüzgar gibi ilerleyen siyah kitlenin elli metre önünde, bembeyaz atının üstünde alabildiğine mutlu, olağanüstü göz alıcı Küçük Prens, dolu dizgin ebediyet yoluna düştü.

Düşman saflarının ta içlerine dalmış, savaş dumanları arasında şimşek örneği zigzaglar çizerek ilerleyen kırmızı noktayı, yaşlı amcası olanca gücüyle izlemeye çalışıyordu. Bütün hatlar boyunca gırtlak gırtlağa, acımasızca boğuşuluyordu. Tarih böylesine vahşi, bu denli umutsuz bir göğüs göğse savaşa tanık olmamıştı.

Her yanını çepeçevre sarmış ve kendisini adım adım, nefes nefese izleyen ölümü tınmıyordu ihtiyar artık. Ele avuca gelmez hayal örneği, kıran kırana savaşları yarıp geçerek ilerliyordu. Yeğeninin yüksekten gelen sesi onu çağırıyordu çünkü. Nihayet Guşaw’ı toz duman bulutlarının ötesinde, yukarılardan aşağı bakar durumda gördü. Zavallı körpe vücut, bir grup Kazağın süngüleri ucunda göğe kaldırılmıştı. Artık ölümle buluşmuş yüzünü solgun bir tebessüm aydınlatıyordu. Bembeyaz kesilmiş dudaklarından son olarak şu bir kaç söz döküldü: “Ey amcam! Sen ki benden onca yaş fazla yaşadın, hiç bu kadar yükseğe çıktığın olmuş muydu?