Konu hakkında yazan katılımcılarımız:
(Alfabetik sıra ile)

Erhan Hapae, ZemskySabor, Soner Kocsav, Turgut Janxot, B. Atcı, ÇAŞE Osman, Ptlıjı, HAPİ Cevdet Yıldız, Aytek Sey, Mehmet, K’EREF Albuz, Albuz Gergin, Cherkessia, Nartıj, Necdet Hatam, Morkano, Müzeyyen Kip, Şhaxyit

 
CircassianCanada Notu: Aşağıda yayınlanan metinler Denetim Kurulu Üyelerimizce denetlenip yayına verilmiştir.
                     


KUŞHA Faruk Özden

Uygun olan xabze ise, onun uygunluğuna karar verecek olanda toplumdur. Toplumdan onay almayan hiç bir şeyde xabze olarak nitelendirilemez.

Fertler arası karşılıklı etkileşimden hareketle, kişi ile toplum ve de toplumun kendi ivmesi olarak xabze gündeme gelir.


Yazılı hukuk sistemi ve organize olmuş devlet yapısı ortaya çıkmayan toplumlarda, toplumu yöneten ve yönlendiren kurallar silsilesinin Çerkes toplumunca isimlendirilmesidir xabze.


Fertler arası ilişkilerde saygı esastır diyoruz. Ki, günümüz dünyasında insanca yaşam denilen şeyde de kişilerin karşılıklı saygıları ilkesi esastır. Bizlerde saygı esaslı ilişkilerde xabzeyi ararız.


Geçmişteki büyük ailelerimizde xabzede esas büyüğe saygı ve ona öncelik vermek diye nitelenirdi. Aile reisinin önceliği aileyi bir arada tutmaktı. Büyükbaba ve büyük anne, çocuklarını, gelinlerini, torunlarını bir arada tutmak. Ailenin kasası büyükbabaydı. Daha doğrusu büyükbabanın kontrolünde büyükannenin sandığı idi. Eğer büyükanne yoksa evin bekar genç kızının çeyiz sandığı idi kasa.


Traktörün köye girmesiyle, emek yoğun çiftçilikten, makinalı tarıma geçilmiştir. İlk köyü terk edenler köyün zenginleri ve az topraklı fakirleri olmuştur. Makinalı tarımla açığa çıkan istihdam fazlaları şehrin yolunu tutmuş ve büyük ailede ilk çatlaklar oluşmaya başlamıştır. Büyük ailenin parçalanmaya başlamasıyla, toplumda başkalaşım ve değişim ile birlikte asimilasyonda hızlanmıştır.


Akla gelen soru: Toplumu xabze mi yönlendirir, yoksa toplum değişimle xabzesini kendi mi yaratır veya oluşturur?


Yumurta ve tavuk gibi klasik ve basit benzetme.


Toplumsal değişimin yavaş olduğu dönemlerde xabze toplumun önünde ve genellikle yönetir ve yönlendirirdi. Ancak günümüzde toplumsal değişim ve dönüşüm o kadar hızlı ki toplumu xabze yöneteceğine, tersine toplum değişimi ile xabze ye öncülük etmektedir.


Toplumsal gelişmede, aşama olarak ilk site devletleri ve köleci toplum bir kaç bin yıl sürmüştür. Feodal toplum ise yaklaşık bin yıl sürmüştür. Toplumlar bu aşamaları kendi iç dinamikleri ile tabi dışarıdan hızlandıran etkenlerle kendileri geçmişlerdir. Çerkeslerde ise yarı köleci yarı feodal yapı kendi iç dinamikleri ile değil tamamıyla dış etkenlerce tasfiye edilmiştir. Köleciliği tasfiye edip feodal toplumsal yapıyı oluşturmadan ikisi birlikte dış güçlerin müdahalesi ile tasfiye edilmiştir.


Eğer ki, toplumsal değişimleri, toplumun iç dinamikleri ile gerçekleştirmiş olsaydı, bu gün xabze ağıtları yakmazdık. Bir tarafta hala feodalite özlemleri, öte yanda xabze bitti bizde bittik söylemleri.

Saygılarımla

 

 

Erhan Hapae

07. 02. 2009

 

KUŞHA Faruk Merhaba,

Feodallerin (kölecilerin) tasfiyesi bizzat Adigeler tarafından yapılamadığı, Ruslar ve Osmanlılar tarafından yapıldığı için mi toplum içindeki masumiyetleri sürüyor diyorsun. İlginç bir yaklaşım. Sürgün onları da mağdur etti sonunda, eskiden mağdur eden iken onlarda mağdurlar arasına mı katıldılar? Masumiyetleri o nedenle, öyle mi?

 

 

KUŞHA Faruk Özden

08. 02. 2009

 

Belirleyici olan yarı köleci, yarı feodal yapıdan, köleciliğin ve nihayetinde feodalitenin toplumun kendi dinamikleri tarafından, tasfiye edilip edilmemesi olgusudur. Eğer iç dinamikler tarafından tasfiye edilseydi, onların yerine yeni bir yapılanma ortaya çıkardı.


Tamamıyla tek partili (Türkiye ve Sovyetler içinde geçerli) merkezi ve de dışarıdan gelen otoritelerce toplumun yönetilmesi ve tasfiyenin onlar tarafından tamamlanması, toplumsal gelişmede bir eksiklik olarak ortaya çıktı. Yani köleci toplum dahi feodalite tarafından tasfiye edilmemiş, feodalitenin hükümranlığı kesinleşmemişti ve de feodalitede kendi xabzesini tam olarak oluşturamamıştı.


Toplumsal gelişmenin hareketi sarmal olarak nitelenir. Önde toplumsal gelişme ve arkasında onun oluşturduğu ilişkiler yumağı yani xabze. Toplumsal gelişme ve değişim köleciliği tamamlayıp ve de tasfiye edip, feodal yapı tamamen hakim olsaydı, xabze de bu yapıya göre oluşurdu. Ancak toplum henüz köleciliği tamamlayamadığı için, xabze de köle sahipleri ile yeni yeni oluşmaya başlayan feodalleri de kapsayan bir yapı arzetmiştir.


Tasfiye edilen sınıfın masumiyetinden söz edebilir miyiz? Hayır. Tasfiye gerek yerel güçler tarafından yapılsın, gerekse dışarıdan müdahale ile yapılsın tasfiye edilen masum değildir. O miadını yani son kullanma tarihini doldurmuştur veya son kullanma tarihi gelmese dahi yürürlükten kaldırılmıştır.

 

Masumiyetinde ısrar edersek, sadece toplumsal gelişme tamamlanmadan, erken emekli edildikleri için mağduriyetlerinden söz edebiliriz. Bu mağduriyet, yani gelişimini tamamlayamama, kendi xabzesini oluşturamama gibi bir eksikliği de beraberinde getirir. Esas mağdur olan toplum ve xabzedir. Toplum doğal gelişimini tamamlayarak sıçramalarını yapmış ve kendi xabzesini de olgunlaştıramamış olur.

 

 

ZemskySabor

08. 02. 2009

 

Sayın KUŞHA, açtığınız konu başlığı diğer konudaki gibi katılıma kapalı değilse birkaç cümle eklemek istiyorum müsaadenizle.

Öncelikle Adige halkının sosyal değişim, gelişim sürecinin yarıda kesildiğini bende düşünüyorum.  
Bu konudaki cümlelerinize katılıyorum.  

Sonrasında xabze ve Adigage ile ilgili düşüncelerin olaraktan öyle zannediyorum ki, hukuk ile ahlakı birbirine karıştırıyoruz.

Xabze Çerkeslerin (Adigeler) toplumsal hukuku görevini ifa ediyordu…

 
Xabzeyi toplumsal yaşantıda bireyin günlük davranış kalıpları olarak değerlendirmek, xabzeyi küçültmek ve anlamsızlaştırmak anlamına gelir.


Xabze bireyin, ailenin, sülalenin, kabilenin ülkenin genel teamüllerine kesin kez uymak zorunluluğudur.  
Xabze yasa veya hukuk demektir.  

Bu çerçevede xabze; milleti bir arada tutmayı hedefleyen, toplumun bütün katmanlarının içerisinde buluşabildiği ve benimseyebildiği, ortak bir bütünlüğe gövde olmayı amaçlayan, değişik zaman ve mekanlarda, ülkenin içinde bulunduğu değişik sorunlar sebebiyle, toplanan genel özellikli Adige Xaselerin,  üyelerinin halkın temsilcileri (vekil) vasfıyla değişik konularda aldığı kararların bütünüdür. Bu yönüyle xabze ,  bireyin davranış sosyal davranış kalıpları değil, yasama erkinin uygulamaya koyduğu kanunlar, yasalar bütünüdür.
 
Herkes uymak mecburiyetindedir ve aksi durumlarda yaptırımı elbette mevcuttur.

Adigage ise, bireyin toplum içerisinde kabul edilebilir seviyede olgun duruşa sahip olmasını hedefleyen ahlak öğretisidir.
  
Ahlak deyince hemen cinsellik akla gelmesin.  

Ahlaklı olmak; yardımsever, cesur, mert vb. erdem içeren hasletleri bünyesinde barındırmak demektir.

Bu yönden bakıldığında Adigeler (Çerkesler) Adigage (Adigelik) deyimi ile bireyin hareketlerini toplum içerisindeki genel yaşantıya uyarlaması, iyi hareketlerde bulunan şahısların davranışlarının genel kabul görerek örnek alınması, birey üzerinde sosyal sorumluluk bilincinin aşılanmasını hedefler.  


Adigage, Adigelerin birey-birey ve birey-toplum ilişkileri bütünsel olarak düzenleyen davranış kalıplarıdır.  
Bu hukuk normu değildir. Kısaca Fransızların nezaketi, İngilizlerin centilmenliği vb. gibi tanımlanabilecek Adigelerin sosyal hayatı düzenleme tarzıdır.  


Bireyin ülkeye, topluma, hayata ve olaylara karşı ahlaklı bir duruş sergilemesinin sosyal parametreleridir.
Günümüz tabiri ile standartların üstünde erdemli ve vakur insanların davranışları Adigage'ye dahil edilirken,  bu kişilerde aynı zamanda birer fenomene dönüşmüştür.  

Mesela; çokça tartıştığımız iki konu var.  


Birincisi saygı, ikincisi birlik!

İnsanlar arasında ilişkilerde saygı bir nezaket kuralıdır.

Bunu xabze olarak değerlendiremezsiniz.  

Bunun yeri Adigage’dir.

 

Benzer şekilde, insanları sosyal ortamlarda değişik amaçlar için birleştirmeye çalışmak Adigage’nin yükümlülüğü değildir.


Bir arada yaşamasını, iş görmesini istediğiniz insanlara, o yapıda varoluşlarının ve de iş yapabilmelerinin önün açacak, yapının düzenli ve sürekli etkin olmasını sağlayacak, iş disiplini ve bilincini verecek kurallar yasalar kabul ettirmek zorundasınızdır.  


Bu o yerin, o işletmenin, o derneğin, o yörenin, o ülkenin xabzesi, yasası olur.


Birlikteliğin ortak paydasını yaratacak yasaları işletmeye alırsanız bu, değişik statü ve beceriklilikteki değişik düşünce ve eğitimdeki insanların bir arada iş görebilmelerini ve yaşayabilmelerinin alt yapısı olan kuralları yani xabzeyi işler hale getirirsiniz.  

Büyüğe saygı, yardımseverlik, mertlik vb. iyi hasletlerin yüceltildiği ahlak ve sosyal his mekanizması Adigage, başka bir şeydir, toplumda herkesin şartsız-şurtsuz uymak mecburiyetinde olacağı kanunlar yani xabze başka bir şeydir.

Kısaca, birey ilişkilerinizde nazik ve centilmen bir Adige olamayabilirsiniz, Ancak bu sizin Adige ülkesinde yaşamanıza engel değildir.


Ancak halkın hukuku olan xabzeye uymamanız cezai yaptırımlara uğramanıza neden olur.


Mesela; bölgenizde çıkan bir savaşa katılmak tamamen hür iradenize kalmıştır. Katılmazsanız Adigage’ye göre yanlış yapmışsınızdır. Sizi ayıplarlar ama köyünüzde yüzünüz tutarsa yaşamaya devam edersiniz.
Ancak savaş sırasında düşmana şu veya bu şekilde yardım etmişseniz, sizi öldürürler bu kanundur, yasadır.

Bu xabzedir.  

Okuduğunuz için teşekkür ederim. :-)

Saygılarımla.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

09. 02. 2009

 

Sayın Z. Sabor,

Diğer başlıklarda da ben herhangi bir sınırlamada bulunmadım, bulunamam da. Ancak aykırı başka seslerin sabote tavırlarına karşı çıktım.

Değerlendirmelerinize de kısa bir açılımda bulunmak istiyorum:

Toplumumuzda fert ile fert, fert ile toplum ve de toplumun iç ilişkilerini düzenleyen kurallara xabze dememiz gerektiğini yinelemiştik.

Sizinde yinelediğiniz gibi yazılı hukuk kuralları ve normları olmayan Adige toplumunda hukuk sistemine xabze denmiştir. Günümüzde saygı esaslı davranışları da toplumumuz xabze olarak nitelemektedir. Bence de xabze bu değildir. Ancak kişinin toplum içinde nasıl davranması gerektiğinin de xabze ye uygun olup olmadığı sorgulanır ki, yanlıştır. Kişinin toplum içinde nasıl davranacağının müeyyidesi yemıku/haynapedir. Eylemin mihenk taşı Adigage’dir.


Adigage’ye uymanın ölçütü work olmak, work gibi davranmaktır. Davranmazsan yemıku olur, daha ağırı haynapedir. Bütün toplum tarafından ayıplanır. Adigage’de de eylem biçiminin ölçütü sosyal sınıftır, yani work gibi davranmak.


Saygılarımla.

 

 

Soner Kocsav

09. 02. 2009

 

Sayın Özden,  

Bunu söyleyecektiniz madem neden bugüne dek eleştirip durdunuz beni ve bazı arkadaşları.

"Yani köleci toplum dahi feodalite tarafından tasfiye edilmemiş, feodalitenin hükümranlığı kesinleşmemişti. Ve de feodalitede kendi xabzesini tam olarak oluşturamamıştı."

Oluşturabilseydi eğer dış güçler tarafından yıkılmaz, dış mihrakların kışkırtmaları ile kendi halkı tarafından alaşağı edilmezdi. Tamam mıdır şimdi? :-)

Saygılar.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

10. 02. 2009

 

Sayın Kocsav,


Yine yanlış ata oynuyorsunuz. Toplumdaki gelişmenin kesintiye uğradığını, normal gelişimini tamamlayamadığını her zaman söylüyorum. Geçmişteki saptama ile;temiz kan, feodalizm ve otorite savunuculuğunun ne alakası var.

Eğer ki, toplum normal gelişimini sürdürebilseydi; feodalite köleciliği tasfiye edecekti, ortaya merkezi bir krallık yapılanması çıkacak, belki de bütün Kafkasya’da hükümran olacaktı. Toplum kendi burjuvazisini oluşturacak, gelişimine devam edecekti.


Bütün bunların olması gerektiğini söylemekle günümüz de feodalizmi ve otoriteyi savunmanın ne alakası var?

 

 

ZemskySabor

10. 02. 2009

 

Sayın KUŞHA,  

Herhalde work kelimesini edilgen anlamda kullanıyor olmalısınız.

  
Yani burada Work gibi olmak davranmak derken, kelimenin asıl manası olan hayata karşı asilane bir duruşu kastediyor olmalısınız.


Aksi taktirde iyi-güzel davranış sergileyen herkesin cismani olarak work-work soyundan olması düşünülemez ya da tam tersi; yanlış-kötü davranış sergileyen herkesinde soy olarak avam takımından olduğu da varsayılmaz!

 

 

Erhan Hapae

10. 02. 2009

 

Değerli Arkadaşlar

Adigelerde çok ciddi köleci bir dönem yaşandığı konusunda şüphelerim var. Çünkü köleci toplumlar güçlü merkezi devletler kurdular, bin yıldan fazla bir dönem boyunca bir yandan köleleri kontrol altında tutabilen bir otorite vardı. Bunun sonucu toplu üretimler yapılabildi, Roma, İskenderiye gibi çok önemli şehirler kuruldu.  Roma Hukuku, Mısır Medeniyeti gibi insanlık tarihinin çok önemli sıçrama noktaları birazda köleci toplumun eseridir.

Adigelerde böyle bir merkezi durum yok. Daha çok köleci imparatorlukların yıkılması sonucu Orta Avrupa’da ortaya çıkan feodalizme benzer bir şey var sanki.

Köle değil de serf. Mesela öldürülemiyor gibi hakları var. Yine bu efendilerin ortaya çıkması sayesinde toplumsal yasalar ve insanlığı geliştiren incelikler (sanat-estetik) ortaya çıkabilmiştir diye düşünüyorum. Her gün toprakla uğraşıp duran yorgun serfler oluşturmuş olamaz xabze'yi herhalde. Geçimini bedeniyle kazanmayanların işi olsa gerek.

Değerli arkadaşlar,  

Xabze yerel bir şey olmakla birlikte, birazda küresel şeyler çağrıştırıyor. Yekure xabze, Adıgager Tsıfığe gibi tüm insanlığa şamil felsefeler içeriyor.  

Çok abartmadan yerli yerine oturtabilirsek ne mutlu.

Sizlere kolay gelsin.  

Sevgilerimle.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

10. 02. 2009

 

Sayın Sabor,

Ferdin fert ile ilişkisini de bir yönüyle xabze diğer yönüyle Adigage olarak nitelendirebiliriz. İnsanlar arası ilişkilerde nezaket kurallarına Adigage diyelim. Ancak toplumda çok önemli yeri olan, at ve atlı ile ilgili ritüellere ne diyeceğiz? Aynı şekilde ‘’Nısaşe Gup’’ın nasıl davranması gerektiğine dair kurallar silsilesine ne diyeceğiz?


Cenaze haberi vermeye giden atlı, gittiği eve 30-40 m. kala attan sağdan iner, atın soluna geçer, kamçısını sol ele alır ve atın gemini kısa tutardı. Bunu görenler de cenaze haberi vermeye geldiğini anlarlardı. Ki, bu da xabzedir. Ancak günümüzde uygulama imkanı kalmamıştır.


Nısaşe Gup misafir gittiği köye yaklaşırken, misafir gidilen aileye gup thamade; şu kadar kişi olarak, şu kadarı genç kız, diye bir sayı bildirirdi. hıbar yeğaşe gönderilir, ev sahipleri de buyurun diye bir ulak gönderirlerdi.


Dönüşte köye yaklaşılırken thamade yine haber gönderir, kazsız belasız gelinin aldık geliyoruz, diye. Düğün sahipleri de pehaje ile nısaşe gupu karşılarlardı. Pehajenin:söğüş et, thurij, halıve veya thurımbey değişmez mönüsü idi. Tabii ki, gelin eve geldikten sonra nısaşe nışın yenmesi. Bütün bunları Adigage olarak nitelendiremeyiz. Bunlar xabzenin küçük uygulamalarıdır.


Xabzeyi günümüzdeki anlamı ile hukuk olarak nitelendirmek ne kadar doğrudur?


Yine günümüzde uygulanması kalmayan başlık. 50 yıl önce vit, zış, şığınaphe (iki öküz, bir at ve elbiselik için bir miktar para) iken nakde dönüşen uzun tartışma ve toplantılarla 3 bin Lira’ya indirilen, ancak bir iki sene geçmeden artısının el altından alındığı uygulama.


Uzunyayla’da xabze için yapılan son toplantı, başlık ile ilgili idi. Müeyyidesi olmadığı için uygulanamadı. Kızların artık mal yerine konmak istememeleri ve toplumdaki bilinçlenme bu uygulamanın sonunu getirmiştir. Xabze ortadan kalkmıştır.


Son iletinizdeki work gibi davranmak ile ilgili sorunuz cevabını da içermektedir. Asilane duruş, centilmen davranışı diye de niteleyebiliriz.


Saygılarımla.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

10. 02. 2009

 

Sayın Hapae Erhan,


Adigelerdeki kölecilik hiçbir zaman Eski Roma Köleci Toplumu gibi olmamıştır. Her şeyden önce köle sahiplerinin büyük malikaneleri, binlerce dönüm arazileri, yüzlerce kölesi olmamıştır. Orta Çağ Serfliği’ne yakın bir uygulama diyebiliriz. Yarı köleci yarı feodal yapılanmada efendilerden o kadar zenginleşip malikaneler, konaklar yapanlar olmamıştır. Pşıların evleri dahi diğer evlerden biraz daha düzenli, bir kaç odası fazla olurdu. Köleler efendileri için çalışırken hem efendinin yiyeceğini, hem kendi yiyeceğini çıkartırdı. Artı değeri fazla değildi. Çünkü artı değeri fazla olsaydı, büyük paralar biriktirirler, Avrupa’da olduğu gibi efendilerine malikaneler, şatolar yaparlardı.


Osmanlı toprağına geldikten sonra, askeri bürokraside yer alanlar ancak diğer evlerden daha gösterişli evler veya konaklar yapmışlardı.


Sizinde yazdığınız gibi köleci imparatorlukların yıkılmasından sonra Orta Avrupa’da ortaya çıkan feodalizmi çağrıştıran, çok küçük iz düşümü bir toplumsal yapı.


Kabardey’de toplumsal yapının omurgasını workler oluştururdu. Kundetey tamamen bir workler federasyonu idi. Ki, pşıların hegemonyasını kabul etmediler.


Xabzeyi uygulayan ve de uyana work gibi tabiri kullanıla gelmiştir. Demek ki xabze ile work olmanın bir illiyedi vardı. Xabzenin yapıldığı, oluşturulduğu yer xase. Xaseye katılanlarda avam olacak değillerdi herhalde. Tabii ki worklerdi. Xabze yapıcı ve uygulayıcısı workler.


Xabze her ne kadar lokal olsa dahi, küresel değerleri içermesi onun ilerici yönünü gösterir. Sizin de söylediğiniz gibi genel kabul; yekur xabzes. Uygun olan, uygun görülen xabzedir ve de Adigager tsıhuğas yani Adigelik insanlıktır gibi saygı ve insani değerleri de içermesi en iyi göstergedir.

Saygılarımla.

 

 

ZemskySabor

10. 02. 2009

 

Aydınlatıcı bilgileriniz için teşekkür ederim sayın KUŞHA.

Sizin yazdıklarınız ile kendi düşüncelerimi birleştirdiğimde şu kanaate vardım: Geçmişte Adigeler kanunu töreyi veya nezaketi sırası gelince uygulansınlar diye icat etmemişler,  bizatihi yaşayarak yazmışlar,  adetleştirmişler!

Canlı ve dinamik bir halk bu demek galiba.

Saygılar, selamlar.

 

 

Soner Kocsav

10. 02. 2009

 

Sayın Özden yanlış ata oynayan kim?

"Sayın Kocsav,

Yine yanlış ata oynuyorsunuz. Toplumdaki gelişmenin kesintiye uğradığını, normal gelişimini tamamlayamadığını her zaman söylüyorum. Geçmişteki saptama ile temiz kan, feodalizm ve otorite savunuculuğunun ne alakası var" dediniz.

Temiz kan, feodalizm… Ben bunları eskinin feodal düzenini getirelim diye mi savundum? Pşi, work v. s. Otorite savunuculuğu çıktı şimdi de. Evet doğrudur, gereklidir. Peki bunu hangi faşist/baskıcı ideoloji ile bağdaştırıyorsunuz da karşı çıkıyorsunuz?

Sayın Özden benden bilgili olabilirsiniz ama bunu ima etmek için yazılanları en uç düşünceler olarak görüp ders vermeye kalkmayın.

"Eğer ki, toplum normal gelişimini sürdürebilseydi:feodalite köleciliği tasfiye edecekti, ortaya merkezi bir krallık yapılanması çıkacak, belki de bütün Kafkasya da hükümran olacaktı" dediniz.

Biz ne dedik? Rusların yaptığını biz yapardık hiç olmadı. Kimse de ayaklanmaz, kendi insanlarını öldürmez, Rus oyunlarına alet olmazdı. Sonuçta kazanan, kazandıran yine otorite, yine feodalite olurdu. Sayın Hapae'nin verdiği örnekler feodalitenin tanımlanmasında kullanılan tarihi verilerdir. Bunları söylemiştim.

Ancak siz ilk yazımdan itibaren söylenen şeyleri görmezden gelip almışınız sazı elinize ta başından beri aynı melodiyi çalıyorsunuz.

Satranç oynamıyorum. Kimseyi mat etmek gibi bir derdim de yoktur.

 

 

KUŞHA Faruk Özden
10. 02. 2009


Sayın Kocsav,


Sizi üzdüysem özür dilerim. Yalnız taviz vermediğim bir kaç konu var: Bunlardan birisi Çerkes olduğum
ikincisi her türlü baskı ve otoriteye karşıyım ve demokrasiyi savunuyorum.

 
Şimdiye kadarda bilgimle kimseyi de ezmeye çalışmadım, hatalarım ve de yanlışlarım hatırlatıldığında da özür dilemesini biliyorum.


Bu platformda herkes bildiği konuları işlerse, karşılıklı olarak kendimizi geliştiririz.


Yineliyorum: Demokrasiyi savunuyorum, ırkçılığa karşıyım, her türlü despotizm ve baskıcılığa karşıyım ve de Çerkes’im.

Saygılarımla.

 

 

Turgut Janxot

10. 02. 2009

 

Sayın Koçsav,

aruk ağabeyle ilgili forum tartışmalarınızı hayranlıkla izliyorum. Açıkça söylemek gerekirse aranıza da girmek istemiyorum.


Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim.


Tartışmalarımızda özellikle Faruk ağabeyin sadece size karşı değil, herkese karşı takınmış olduğu tutum beni çok mutlu ediyor,


Konulara vakıf, eleştirisini yaptıktan sonra karşısındakini kırdıysa hemen ondan özür dileme, kısaca pek alışık olmadığımız şeyleri yeni katılımcılarımızdan, bu değerli büyüklerimizden görmek, örnek olması açısından bence çok değerli.


Bu anlamda ben herkese bu tutumlarından dolayı teşekkür ederim. hepimiz bir amaç için mücadele ediyorsak zaten olması gereken davranış şekli de bu olmalı.

Selam ve saygılarımla.

 

 

Soner Kocsav

11. 02. 2009

 

Estağfurullah.

Bende "öncelikle" siz Faruk bey ve sayın Sabor’un benim sözlerime bakarak hakkımda söylediklerini yanlış anlayabilecek/anlayan insanlardan ve son olarak da kabalık ettiysek sizden özür dilerim. Çünkü genelde bizim toplumda alışkanlıktır. Kişinin ne söylediklerinden çok, onun hakkında orada burada söylenenleri dikkate alırız. Bu hatayı bende çok yapmışımdır. Tartışmayı bu kadar çok uzatmamın nedeni; kendimi savunmam gerektiğinden ve en önemlisi yanlış anlaşılmaktan korkmamdan dolayıdır. İnsanlarla ilişkilerde en çok korktuğum yanlış anlaşılmaktır.

Ayrıca sayın Özden bu tartıştığımız konuda en açık sözler "genetik özelliklerimiz" başlıklı yazının içindedir,  başka yerde değil.

Tekrar bir tartışma açma niyetinde değilim. Sadece şunu diyeceğim. Benim savunduğum düzen(otoriter, kısmi feodal, milliyetçi) gençler ve yeni nesil adınadır. Yoksa sizler gibi büyüklerimize, (bu tabiri kabul etmeseniz de) thamadelerimize yol gösterme amacında değilim. Benim derdim yeni nesildir ve onların Adigeliği, Çerkesliğidir. Sonuçta bende o gençlerden biriyim.

Demokrasi insanları daha çok böler, çünkü her kafadan ses çıkar düşüncesinde olan biriyim. Bu yaşadığımız sözde demokrat ülkede neden her kafadan ses çıkıyor ama bunların çoğunu kimse dikkate almıyor. İşte demokrasiyi isteseniz de uygulayamıyorsunuz. Çünkü bu milli değerlere, birlikteliğe zarar verir. Kaldı ki,  bizim gibi daha millet olamamış, bu bilince sahip olmayan insanlar için kesinlikle çözüm değildir bu. Otorite olmadan da demokrasi bir şey ifade etmez. Ben bunu söyledim, başka bir derdim yok.

Yineliyorum. Her konuda otoriteye tarafım. Bu, savunduğunuz demokrasiyi bile bitirmez, aksine demokrasiyi işe yarar hale getirir. Irkını sevmek milletini sevmektir, diğer ırkları düşman görmek değildir. Başkasının kölesi olmaktansa kendi milletimin kölesi olmayı yeğlerim. Başkasının dilini konuşmaktansa kendi milletimin hangi lehçesi olursa olsun dilini konuşmayı yeğlerim. Anavatanımda yaşamadıktan sonra kendimi özgür sayamayacağımı, tam anlamıyla Adige olamayacağımı kabul ederim. Çünkü özgürlüğü orada bıraktık başka yerlerde ne kadar uğraşsak da kazanamayız diyenlerdenim. Xabze Adigelik içindir, kendine Adige demeyen için xabze bir anlam ifade etmez.

Tanıştığıma memnun oldum sayın Özden. Sizin adınızda saygıdeğer Doğan Özden thamademize de selamlarımı gönderiyorum.

Saygılar.

 

 

B.  Atcı

11. 02. 2009

 

Değerli CC katılımcıları Faruk ağabeyin foruma yazmaya başlaması ile ciddi bir yazı trafiği oluşmuştur. Kendilerine teşekkür ederim.


Xabze denilince sadece saygı düzleminde algılanır duruma gelmesi xabzenin sofra düzlemine indirgenmiş olması bir çokları tarafından xabzenin doğru algılanmadığının ve xabzeye dolayısı ile de feodaliteye bir noktada haksızlık edilmesine neden olduğu kanısındayım. Xabze içi boşalmış halde adı kaldı, en asgari insani davranış olan saygı gibi tek ayak üstünde bırakılmıştır. Aslında xabzenin bir çok ayağı vardır. Tek başına örf adet değildir toplumun ve ferdin yaşam biçiminden tutunda mezara girişine kadar
Hak, hukuk, miras , ceza ve definine kadar her şeyini düzenleyen bir kurallar silsilesidir diye biliyorum.
Xabze, sosyal statüsü, yaşı cinsiyeti gözetmeksizin her bireye mutlak yaptırımı ödülü ve cezası olan bir hukuk sistemidir. Xabze asla feodal despotizm değildir, yanlış uygulamalar istisnadır. Demokraside de hukukta da yanlış uygulamalarını çokça görebiliriz.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

11. 02. 2009

 

Xabze bir yönüyle fertler arası ilişkilerden başlayarak, ferdin toplum içindeki davranışlarıyla genişleyen ilişkiler yumağı, bir tarafı örfi öte yanı hukuki kurallar ve ritüeller manzumesidir. Yazılı değildir, çünkü toplumun yazısı yoktur. Eğitiminin alındığı yer haşeş, çünkü toplumun okulu yoktur.


Heşeş, Türkçe karşılığını misafirevi olarak söyleyebiliriz. İşlev ve uygulama alanı olarak hem okul, hem kulüp, hem de haber merkezi durumunda idi.


Haşeş başlı başına bir kültür kurumu idi. Gençler toplum içinde nasıl davranılacağını haşeşte yhamadelere hizmet ederek öğrenirlerdi.


Köye gelen misafirler haşeşte ağırlanırdı. Ailenin büyükleri haşeşte otururlardı. Köyün yaşlıları da haşeşte toplanırlardı. Ailenin reisi dışarıdan dönerse, atını haşeş'ın önüne çeker ve oraya inerdi.


Tek iletişim aracı başka köylerden gelenler olduğu için en taze haberler haşeşte anlatılırdı. Haşeş hizmet yapan gençler için eğitim kurumu görevi görürdü. Toplum içinde nasıl davranılacağı ve uygulamaları orada öğrenilirdi.


Xabzenin okullarından biri haşeş ise diğeri de gurup eylemleri idi. Nısaşe gupte thamadelerin yakınında bulunarak, şhağırıt olarak görevlendirilmekte xabze yi öğrenmek için uygun ortamı sağlardı.


Xabze yaşanarak öğrenilirdi.
 

İlk gençlik yıllarımda dedem; Si şale şha nasıl kırılır öğreteyim, dedi. Sofrada kelle vardı, ki koyun kesilince haşlama et ile kellenin sağ tarafı dedeme gelirdi. Önce tarif etti, sonra uygulamasını yaptırdı. "Artık delikanlı oldun, gittiğiniz bir yerde eğer sofraya kelle gelirse, nasıl kırılacağını bilmen gerekir" dedi. Ki, kelleyi kurallarına göre parçalayamamak büyük ayıp sayılırdı.

 

 

ÇAŞE Osman

11. 02. 2009

 

Kocsav kardeş, madem sen otorite ve birazda feodaliteyi savunuyorsun adının başına diğer ağabeylerin gibi sülale adını da yaz. Yazmadığına göre var bir şeyler ama çözemedim. Kafam karıştı diyaloglarınızdan. Eski topraklar sülale adlarına meraklıdır. Sanki bu ülkede bir şey ifade ediyormuş gibi. En demokratları bile böle ise Adigelik sülalecilik olmuş demektir.

DAVUR Kocsav senin sülaleden anavatanda baya var. Boş ver bu ülkede zaman kaybetme. Ağabey tavsiyesi sana.

 

 

Soner Kocsav

12. 02. 2009

 

Bildiği konuları işlemekte ayrı bir muamma. Bana diyordunuz ya sayın Özden, workmişsin, bunun cihazı mı var ‘’work ölçer’’ diye.

Hangi konulara kim vakıftır, bunu da ölçecek cihaz yoktur. İkimiz tartışıyoruz, kim karar verecek ve neye göre karar verecek haklılığa?

Beş tane N bir tane de K var. O da ''kim'' sorusu. Bu tartıştığımız konuya vakıf olan kişi kimse çağıralım bize öğretsin eğrisini doğrusunu. Şiirsel oldu ama :-) var mı öle biri sayın Özden?

 

 

Soner Kocsav

12. 02. 2009

 

Son yazınız geç düştü sayın Özden. O nedenle son yazıma ekleme yapmam lazım. Xabzenin anlatıldığı yerde dinlemek lazım. Buyurun devam edin… Bilmeyenlerde öğrensin, bizde tazelemiş oluruz. Elinize sağlık.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

12. 02. 2009

 

Sayın ÇAŞE Osman,

Adigeler kendilerini diğer Adigelere tanıtırken, bildiğim kadarıyla aile isimlerini kullanırlar. Aile ismini kullanmakla demokratlığın ne alakası var anlayamadım?

Demokrat olmak siyasi bir duruştur. Kabul edersiniz etmezsiniz, sizin bileceğiniz bir şey.

Yanlış görmediysem siz de aile isminizi kullanmışsınız. Demek ki bu ülkede de bir şey ifade ediyormuş ki siz de kullanıyorsunuz.

 

 

ÇAŞE Osman

12. 02. 2009

 

Demokrat bir Çerkes (sizin gibi) herkesi eşit görür. Abzegh, Kabardey ayrımı yapmaz. Her ortamda bırak kabilesini sülale adını bile ön planda gereksiz yere tutmaz. Yani bu adlandırma bir mesaj içermiyor ise gereksizdir. Ben sizin mesela bu Çerkes tanımından ne anladığınızı merak ediyorum. Kendinize Adige değil Çerkes diyorsunuz. Çerçevesi geniş ise bu tanımınızın daha da anlamsız olur sülale adınızı kullanmak. Haksız mıyım?

Ben Adige’yim, Abzeh’im, ÇAŞElerdenim. Yazılarınızı okuyunca o kadar da demokrat olmadığımı söyleyebilirim. Çerkes Adige demektir, derseniz bu saçma olur. Ki, Adige xabze yerine Çerkes xabze demeniz lazım. Bir tarafta öle öbür tarafta farklı tanımlama olmaz. Çünkü her iki isimlendirmeyi de Türkiye diasporasına hitaben yapıyorsunuz. Neden bu farklılık o zaman demezler mi?

 

 

KUŞHA Faruk Özden

12. 02. 2009

 

Sayın ÇAŞE Osman,


İletinizde adımdan bahsetmeseniz de zannedersem benden yani KUŞHA Faruk Özden’den bahsediyorsunuz. Demokratlığım veya Adigeliğim ile ilgili size veya başkalarına bir şey ispat etmek zorunda olduğumu hissetmiyorum. Kimlere mesaj verdiğimi veya vermeye çalıştığımı da istediğin gibi yorumlaya bilirsin.


Ben Kabardey’im. Uzunyaylalıyım, Eğer ki Türkiye’nin başka bir yöresinden Abzeghler veya Shapsughlar ile ilgili bir şeyler yazmaya kalkarsan ukalalık yapmış olurum. Mesela siz kendi yörenizi veya kabilenizi niye yazmıyorsunuz?


Bazıları gibi Türkiye den Kafkasya’yı yönetme ve düzeltme ukalalığında da bulunmuyorum. Xabze ile ilgili söyleyeceğiniz sözünüz varsa buyurun tartışalım. Kişisel polemiklerden kaçınmaya çalışıyorum.

 

 

Ptlıjı

13. 02. 2009

 

Xabze ye bu kadar önem verilmesinin sebepleri neler olabiliri düşününce; acaba diyorum sürgün dolayısıyla kendini çeşitli alanlarda geliştirememiş gelişmesi kesintiye uğratılmış bir halkın savunduğu son kale mi?


Saygılarımla.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

14. 02. 2009

 

Değerli Kardeşlerim,


Bir konuya açıklık getirmek gerekir. Anlattığımı zannettiğim ancak yeterince açmadığım, feodal kültür ve feodal xabze ile ilgili açılımlarda bulunayım.


Literatürde toplumların çeşitli aşamalardan geçtiği kabul edilmiştir. Tabii ki tarihi ve sosyolojik kanıtlar olmazsa bu görüşler kabul görmez. Basit olarak fazla teferruata girmeden:insanlar toprağa yerleşip , toprağı işlemeye başladıktan sonra köyler oluşmuş, köylerin birleşmesiyle şehirler ortaya çıkmıştır. İlk şehirlerin Mezopotamya’da Sümer’de kurulduğu söylenir. Şehir yerleşim yerleriyle birlikte güçlü olanlar başkalarının emeğine konmak için onları köleleştirmişler ve de köleci toplum ortaya çıktı. Her şehri ayrı bir devlet olarak, site devleti olarak Antik Yunan’da görürüz. Köleci şehirlerden köleci imparatorluk ortaya çıktı. En önemlisi Roma İmparatorluğu’dur. Köleci şehir devletleri ve köleci imparatorluklar kendi hukukunu ortaya çıkardı. İlk yazılı hukuki metinler Sumer’de Hammurabi Kanunları, site devletinde Antik Yunan’da Solon Kanunları ve köleci Roma İmparatorluğu’nda Roma Hukuku. Günümüzde ki hukuk normlarının kaynağı kabul edilir. Roma Köleci İmparatorluğu’nun parçalanması ile Avrupa’da karanlık çağ başlar: Feodalite dönemi. Doğu’da ise yeni bir dünya görüşü ve inanç sistemi ile yükselen bir medeniyet ve toplumsal yaşam: İslam. Ancak İslam’da köleciliği tasfiye etmemiş ancak en büyük sevaplardan birisinin köle azadetmek olduğunu vurgulamıştır.


Adigeler bir taraftan Batı ile öte taraftan Doğu ile ilişki içindeydiler.
 

Toplumlardaki bütün bu değişim ve gelişimler, kendi kültürünü, yaşam biçimini ve hukukunu yarattı.
 

Adigelerde toplumsal yaşam yarı köleci yarı feodal yapı arz ettiği için, bu toplumsal yaşamın kültürü oluşmuştu ve ondan öteye gidemedi.


Daha önceki açıklamalarımızda Adigelerde toplumsal gelişmenin kesintiye uğradığını söylemiştik. Toplumsal gelişme köleciliği tasfiye edemeden, yarı köleci yarı feodal yapıda iken kesintiye uğradı.


Toplumsal gelişme feodal yapıda kesintiye uğradığı için bir yönüyle feodal kültür ve de bu kültürün ögelerinden olan feodal xabzede takılı kalmıştır.


Kültür; müziğinden edebiyatına, giyim kuşamından toprağı işlemesine, sanatından xabzesine kadar toplumun oluşturduğu değerler yekunudur.

Sürgünle kesintiye uğrayan toplumsal gelişme ile kültürel gelişim ve değişimde akamete uğramıştır.

Son otuz yılda Adige Toplumu diasporada o kadar saldırıya uğramıştır ki, ya her şeye karşı tepkili veya tamamıyla teslimiyetçi bir tavır sergilemiştir. Topluma saldırı daha çok mecazi anlamda olmuştur. Üretim ilişkilerindeki aynilik beraberinde kültürel alanlardaki benzeşmeleri de hızlandırmıştır.


Diaspora Adigelerinin kendi dillerini kullanamamaları, zaten yazılı olmayan sözlü geleneğe sahip edebiyatlarını da bitirmiştir. Yeni nesiller dillerini bilmemekte veya kullanamamaktadır. İçinde yaşadıkları toplum ile farklı olduğunun farkında, Ancak farklılığını nasıl savunacak? Üretim ilişkilerinde bir fark yok. Giyim kuşamda da bir fark kalmadı. Dili farklı, ancak kullanamadığı için, içinde bulunduğu toplumda da savunma mekanizması olamamaktadır.


Adigelerin diasporada, içinde yaşadıkları toplumdan farklılıklarını öne sürebilecekleri tek savunma mekanizmaları xabze kalmaktadır. Hangi xabze?


Dağarcığında kalanı kadar. kimine göre büyüğe saygı, kimine göre bayanlara saygılı davranmak, kimine göre zexeste katı ritüellere uymak.


Saygılarımla.

 

 

Soner Kocsav

15. 02. 2009

 

Sayın Özden işte bu yazıya diyecek sözüm yoktur. Keşke ta başlarda demokrasi adı altında tartışma yapmayıp bunları söyleseydiniz de bizde, bende gerekli gereksiz diyaloglara girmeseydik. Sonuçta düşüncelerim üzerinde herhangi bir değişme olmamıştır. Herhalde olayları anlayış farklılığımız var. Siz bu anlattığınız durumu önceden de biliyordunuz ya da hatırlatıldı bir şekilde ve tarihsel olarak günümüze başka yorumladınız, ben bildiğim bu durumu başka yorumladım. Olay bundan ibaret. Hangisi doğru 20 yıl sonra tartışan kalırsa tekrar tartışılır ve inşallah çözüme kavuştururlar.

Saygılar.

 

 

Erhan Hapae

18. 02. 2009

 

KUŞHA Faruk Merhaba,

Biliyorsun diğer taraflarda palavra vs. gibi çok ciddi işlerle uğraştığım için senin köşeni ihmal ettim biraz,  sanma ki seni rahat bırakacağız.

Kavram kargaşalarından kurtarmak için, feodalizmin iyi veya kötü olduğuna dair fikir yürütmeden ne olduğunu anlamaya çalışırsak aydınlatıcı olur düşüncesindeyim.  

Feodalizm önemli, birden fazla fikir var ve sonuç olarak Fransız Devrimi bizzat feodalizmin içinden doğdu.  Diğer yandan xabze dediğimiz şey biz Çerkeslere feodalizmden miras.  Eğer Çerkesya feodalizmini kavrayabilirsek ancak xabze'yi kavrayabiliriz diye düşünüyorum.

Mesela feodalizmin ekonomik alt yapısı toprak. Bir mülkiyet ve varidatla direkt ilişkili.  Özgürleşen ve bir takım kahramanlıklar sonunda (belki de birtakım eşkıyalıklar sonucu) soylu sınıfa kabul edilen kişiler var ama soyluların beceriksiz çocuklarının herhangi bir kahramanlık yapmasına gerek kalmadan soyluluğunu sürdürmesi,  varidatla izah edilebilir ancak.

Siz felsefe ile ilgili birisi olarak dış dünyayı bilirsiniz biraz, diğer yandan dile hakim ve Türkiye Çerkesleri arasında feodal etkilerin en çok hissedildiği Kabardey geleneğine de vakıfsınız. Bu bakımdan mülkiyet meselesinden başlayıp, onun oluşturduğu yaşam kültürü olan xabze'yi adım adım anlatırsanız, konuyla ilgili arkadaşların katkılarıyla değerli bir tartışmaya dönüşebilir bu başlık. Ricamız belki biraz daha çok çalışarak bizlere yardımcı olman.

Kolay gelsin diyorum şimdiden.

Sevgilerimle.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

19. 02. 2009

 

Sayın Hapae Erhan,


Konuları adım adım, anlatarak ve de tartışarak irdeleyelim.


Öncelikle dünya tarihinde feodalizm nedir ve de nasıl bir yönetim biçimidir sorusuna yanıt vermeye çalışalım:
Köleci Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle oluşan Avrupa’da oluşan toplumsal sistemdir feodalizm. Roma İmparatorluğu’nda, büyük tarımsal çiftliklerde, özellikle kuzeyden gelen barbar akınlarının da etkisiyle ticaret gerilemiş ürünler satılamaz olmuştur. Tarım işletmeleri içine kapandı, köle emeği kendi şahsi ihtiyacını dahi karşılayamaz oldu. Köleler efendileri için gereken miktarda ürün üretemez duruma gelince köle sahipleri tarafından azat edildiler. Ferdi özgürlükleri olan, ancak toprağı terk edemeyen, toprağa bağlı köylülük sistemi ortaya çıktı ki, bu köylülere serf denirdi. Serfler feodalin toprağında kiracı durumunda idiler. Toprağın kirasını da ya ürün olarak veya feodale çalışarak emek olarak öderlerdi.


Azat edilmiş eski köleler yeni küçük çiftçiler tümüyle özgür değildiler. Üzerinde çalıştıkları toprakları terk edemeyen ve de onun sahibi olamayan sözde özgür köylüler.


Feodal düzenin siyasi yapılanması piramit gibidir. En üstte kral veya imparator, onun altında büyük soylular, onun altın da küçük soylular ve en altında ise en geniş tabakayı oluşturan serfler bulunurdu.


Feodal sistemde üretim araçlarının yanında, askeri güçte feodal beyler arasında paylaşılmıştı. Piramidin en üstünde kral olsa dahi, o kadar güçlü değildir. Kralın yetkileri de sınırlıdır. Nedeni de temel üretim aracı olan toprağın feodal beyler arasında bölünmüş olmasıdır.


Donanımlı askerlerden oluşan askeri birliğin masraflarını kral karşılayamamakta, askeri güçte feodal beyler tarafından karşılanmaktadır. Kralın savaşta başarısı feodal beylerin başarısına bağlıdır. Savaş teknolojilerinin gelişmemiş olması şatolara gizlenen feodalleri, kralın gücünden dahi korumuştur.


Feodalizmde ekonomik yapı basittir. Feodalin toprağını işleyen serf, kendi yiyeceğini ayırdıktan sonra kalan ürünün tamamını beyine toprağın kirası olarak öder. Bazen kira, beyin kendi işlettiği toprakta çalışmak veya şatosunu yapmak, tamir etmek şeklinde de ödenmekte idi.

 
Feodal sözleşme soylular arasında veya efendi ile serf arasında koruyan, korunan şeklinde yazılı veya sözlü bir antlaşmadır. Karşılıklı hukuki, mali ve de askeri yükümlülükleri kapsar. Feodal sözleşmeye göre koruyana süzeren, korunana vassal denir. Feodal sözleşmeye vassallık sözleşmesi de denir.


Feodalizm de toplum, asiller, ruhbanlar ve serf, köylüler olmak üzere sınıflara ayrılmışlardı.


Asiller toprağın sahibi, üretime katılmayan, serflerden aldıkları ürünlerle geçinen, savaşan askerlik yapan üst tabaka insanları.
 

Ruhbanlar asil olmasa dahi kiliseyi temsilen papanın vekili ve de asiller gibi büyük toprakları olan din adamları.


Serfler toplumun tabanını oluşturan, üretim yapan, kendi yiyeceğini aldıktan sonra ürünün büyük kısmını efendisine veren, geniş kitle. Toprağa bağlı sözde özgür, aslında toprakla birlikte satılabilen insanlar.
Özet olarak feodal sistem kısaca böyle tanımlana bilir.

 

 

Erhan Hapae

20. 02. 2009

 

KUŞHA Faruk, derli toplu bir şekilde gayet güzel özetledi konuyu. Şimdi bazı sorularla konuyu açmaya çalışalım.

Feodal bir ülkede düzen birazda federal bir yapı içeriyor, öyle mi? KUŞHA'nın belirttiği gibi askeri güç tek kişinin elinde değil artık. Bu nedenle kralın savaş yapma girişimleri kendi kararına bağlı değil, muhakkak diğer feodal efendilerin onayını ve desteğini almak zorunda. Bu bütün hayati konularda da böyle. Bu ise birden fazla güç odağını işaret ediyor. Bir nevi güçler ayırımı.

Tek sesli diktatörlüklerin pek hazetmediği bir durum bu.  Birde kilise var bir üçüncü güç olarak. Kilisenin gücünü sayın KUŞHA'ya soracağız ve muhtemel ki detaylandıracak. Ancak feodalizmde; Kral, Derebeyler ve Kilise olmak üzere üç ayrı güç odağı var ve her zaman fikir birliği içinde değiller. Bu bir bakıma yönetim zaafı oluşturuyor ama halk ve düşünce dünyası için daha elverişli bir vaha.

Mesela Osmanlı’da bu tip bir feodalizm yok. Hatta padişah aynı zamanda halife. Beylerbeyi gibi yöneticiler var ama bunlar atanmış ve her an görevden alınabilir ve hatta öldürülebilir. Mülkiyetleri yok ve kiracılar sadece, dolayısıyla miras bırakamıyorlar. Bırakamayınca üç yüz yıllık bir aile veya soyluluk oluşmuyor.  Ülkenin tek hakimi ve tanrının temsilcisi konumu farklı düşüncenin gelişmesine imkan bırakmıyor.

Batı feodalizminde, farklı düşünen bir felsefeci, kralın gazabına uğrarsa, kaçıp kiliseye sığınarak düşünce üretmeye devam edebiliyor. Böyle temel bir fark var galiba.

Kolay gelsin.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

22. 02. 2009

 

Sayın Hapae,


Feodalizm ve kilise ilişkilerini biraz açalım derim:


Köleci Roma İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra Hıristiyan Kilisesi de ikiye ayrılmıştır. Batı Roma’da Katolik Kilisesi ve Doğu Roma’da yani Bizans’ta Ortodoks Kilisesi.


Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa’nın çok büyük bir yaptırım gücü vardı. Kralları dahi aforoz (yani dışına atmak, dinden kovmak) edebiliyordu. Krallar meşruiyet tescilini Papa’dsn alıyorlardı. İmparatorlar dahi Papa’nın önünde eğilip, diz çöküp taç giyiyorlardı.


Öte yandan kilise büyük topraklar ele geçirmişti. Ortaçağ Avrupa’sında ekonomik güç kaynağı toprak ve hiyerarşik erk kaynağı olması kiliseyi inanılmaz derecede güçlü hale getirdi. Bu arada kendilerine bağlı silahlı güçlerde oluşturdular. Kilisenin topraklarının çok büyük olması, iyi örgütlenmiş hiyerarşisi ve dinsel etkisiyle düzenin en büyük politik ve ekonomik gücü oldu. Kilise feodal düzenin Tanrı’nın istediği düzen olduğunu gösterip onu haklı çıkarmaya ve korumaya çalıştı. Skolastik düşünce yaygınlaştı.


Kilisenin toplum ve feodaller üzerindeki etkileri, feodalitede mirasın büyük erkek evlada kalması gibi nedenlerle haçlı seferleri başladı.


XI. yüzyıla kadar Hıristiyanlar, kutsal yerler ve Kudüs’e rahatça gidebilirlerdi. Abbasi ve Fatımilerin mücadeleleri, Hıristiyan hacıların can ve mal güvenliklerini tehlikeye soktu.


Kilisenin gücünü göstermek istemesi, mirastan mahrum kalan feodallerin çocuklarının doğunun zenginliklerinden pay istemesi ve kutsal yerleri Müslümanlardan kurtarmak için haçlı seferleri yapıldı.

 
Haçlı seferlerinin amaçlarına ulaşamaması Batı Kilisesi’nin toplum ve egemenler üzerindeki gücünü zayıflattı.


Doğu Roma ve onun takipçisi Osmanlı döneminde Batı’ya nazaran toplumsal yapı daha farklı oluştu. Toprağın mülkiyeti imparatora aittir. İmparator tabanın bir kısmına, karşılığında asker beslemek kaydıyla toprağını kiralamıştır. Buna Timar Usulü denir.


Osmanlı toplum yapısının temelini oluşturan timar usulünü Bizans’tan almıştır. Gerek harem sistemini, gerek bürokrat yetiştirme yani Enderun sistemini, gerekse timar sistemini Osmanlı Bizans’tan almıştır. Zaten Fatih, İstanbul’un fethinden sonra ve de sonraki padişahlar unvanlarına Rum Hükümdarını eklemişler ve kullanmışlardır. Yani günümüzde bazı tarihçilerinde savunduğu gibi, kendilerini Roma İmparatorluğu’nun devamı saymışlardır.


Osmanlıda mülkiyet hakkı padişahta olduğu için ve de miras olarak çocuklarına bırakamadıkları için Batı’daki gibi bir feodal yapılanma gözlenmemektedir.

 

 

Erhan Hapae

22. 02. 2009

 

Sevgili KUŞHA çok teşekkürler.

Batı feodalizminin 'biz Çerkeslere gerekli' olduğu kadarı bu güzellikte özetlenebilir.  Bu noktada Batı derebeyleri ile Osmanlı beylerbeyleri arasındaki önemli farkı biraz açalım ve Çerkes feodallerine gelmeye çalışalım.

Batı feodalleri, kral veya kilise ile çeliştikleri durumlarda yargılanabiliyor. Bu yargı sonunda cezalandırılabiliyor. Bu ceza bazen ölümle sonuçlanabiliyor. Ancak bu durumda dahi ailenin mülkiyetine dokunulamıyor. Ailenin mirasçıları yeni derebeyi olarak görev alıyorlar. Bu durum aile iktidarının sürekliliği sağlıyor. Asalet denen kavram, sürekliliğini koruyabilen sınıfın kendi içinde birbirlerine karşı davranış biçimlerinden şekilleniyor.

Bu, oturup kalkmadan, birbirlerine karşı kibar ve özenli davranış biçimine kadar bir terbiyeyi şekillendiriyor.  Hakaret-düello, problem çıktığında çözüm şekli vs. yani hukuk.

Derebeyleri bu sürecin içinde sanat ve felsefenin (yani birazda vicdanın) hamisi konumuna soyundukları durumlara rastlanıyor. Bu konuyu biraz açıp sonra Çerkes feodalizmine buradan geçebiliriz.

Tekrar kolay gelsin.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

24. 02. 2009

 

Sayın Hapae,


Batı Feodalizmi’ni birazda felsefe ve sanat yönüyle irdeleyelim.


Batı Feodalizmi’nin felsefi görüşü skolastik felsefi görüşü savunmuştur. Skolastik Felsefe sözlük anlamı olarak, okul felsefesi demektir. Skolastik Felsefe, ortaçağ düşüncesinde doğrunun, zaten mevcut olduğu düşüncesine ve felsefenin okullarda okutularak öğretilmesine dayanır. Bu felsefi görüşün temeli ilahiyat yani tanrıbilimidir, ona dayanır ve onu desteklemeye çalışır.


Felsefe bilim olarak kilisede vücut bulmuş ve kilise tarafından desteklenmiştir. Kutsal kitap ve Tanrı’nın varlığının ispat ve desteklenmesi anlamında kullanılmıştır. Ortaçağ filozoflarının tamamına yakını Hıristiyan rahiplerdi. Zaten toplumda okuma yazma bilenlerin büyük çoğunluğu rahiplerdi. Feodaller arasında dahi okuma yazma bilenler parmakla sayılacak kadar azdı.


12. yüzyıldan itibaren İslam Felsefesi’nin yapıtları çevrilmeye başlandı ve okutuldu. Malta ve Endülüs’teki İslam medreselerinde felsefe eğitimi aldılar. İslam Felsefesi, Batı düşüncesinde Antikçağ Felsefesi ile irtibatı sağlamış, kaynaklar çevirmiş ve gelişmeyi etkilemiştir.


Resim sanatı, okuma yazması olmayan topluma dinsel imgeleri anlatmak için kutsal mekanlara, İncil’den konuları hatırlatacak şekilde basit resimlerle başladı.


İncil elle yazılırken konu başlıklarını anlatan mini resimler yani minyatürler kitaplarda yer aldı. Minyatür sanatının gelişmesinde rahiplerin rolü önemlidir. Çünkü kitap yazmasını genellikle bilenler rahiplerdi.


Öte yandan kiliseler ve daha sonra katedrallerde dini konular resimlerle anlatıldı. Sanatçılarda feodallerin himayesinde kiliseye hizmet etmişlerdir. Feodalleri fakirleşmesi ile ekonomik yönden güçlenen burjuvalar sanatçıların hamiliğine soyunmuşlardır.
 

Bilim, felsefe ve sanat bir taraftan engellenirken öte yandan gelişmesine kilisenin rolü inkar edilemez.
Batı Avrupa’da derebeyliğin evriminin yanında, Doğu Roma ve takipçisi Osmanlı’da toprak mülkiyeti imparatora ait olduğu için, imparatorun kiracısı olan timar sahiplerinden söz edebiliriz.
 

Toprağı işleyen köylünün izinsiz olarak toprağı terk edemez, çirf bozan resmi veya levend akçesi toprağa bağımlılığı sağlardı. Belli miktarda bir ödeme yapılırsa ancak o zaman toprağı terk edebilirdi. Yoksul köylünün böyle bir ödeme yapma imkanı olmadığı için toprağa bağımlılık babadan oğula geçerdi.
 

Osmanlı Toplum yapısında timar usulü, Rumeli, Anadolu ve Suriye vilayetlerinde uygulanmıştır. Eğer Osmanlı’daki timar Selçuklu’dan devralınan ve ikdanın değişmiş hali olsaydı, bütün vilayetlerde uygulanırdı. Sadece eski Bizans yönetiminde bulunan yerlerde timar sistemi uygulanmıştır ki, bence bu sistem Bizans’tan alınmıştır.
 

Timar sisteminde belli akçe gelirine göre asker beslenirdi ki, timar sahibi yörenin hem askeri, hem mülki yöneticisi durumunda idi. Timar babadan oğula miras olarak geçerdi. Ancak sistemin üst amiri durumundaki valiler yani Beylerbeyi makamı sahipleri padişah iradesine tabi idi. Yani fermanla atanırlar ve azledilirlerdi. Hele bu tür yöneticiler halledildiklerinde bütün varlıklarına padişah tarafından el konulurdu. Yani çocuklarına miras bırakmak gibi sermayenin gelecek nesillere aktarılması söz konusu değildi.


Saygılarımla.

 

Erhan Hapae

25. 02. 2009

 

Sevgili KUŞHA teşekkürler.

Şimdi sıra geldi en zor konuya; Çerkesya Feodalizmi. Bu konuya Cevdet ağabeyi de dahil edebilirsek,  anlayabildiğimiz kadarı ile o dönemin karanlık köşelerini kavrayabiliriz belki.

Çerkesya coğrafyasını bir kaç kez dolaştım sayılır. Bu gezdiğim yerler arasına daha 150 yıl önce feodal bir düzenin hüküm sürdüğü Kabardey bölgesi ve Abhazya’da dahil.


Bu gezi süresince gördüğüm tek feodal konak Gagrada idi ve Çar'ın dünürü bir soylunun yazlığı idi. Yine Sohum Gudouta arasında bir yerde bir Ortodoks manastırı.

Maykop Medeniyeti ile ilgili bir takım ziynet eşyaları ve altın heykelcikler var ama bunlar çok eski ve feodalizm öncesi. Bu tarihsel mimari yoksunluk feodallerimizin ne kadar feodal olabildiği konusunda bende kuşkular yarattı.

Benim kuşkularımı gidermek için değil elbette ama konuyu irdeleme ihtiyacı hissediyorum. Xabzenin kökü orası çünkü.

Kolay gelsin.



HAPİ Cevdet Yıldız

01. 03. 2009
 

Xabze (Хабзэ) Üzerine

CC Notu: Sevgili Thamademiz sayın HAPİ Cevdet xabze sözcüğünü Khabze olarak yazmıştır. Makalelerde sözcük karmaşası olmaması için bizim tarafımızdan Khabze sözcükleri Xabze olarak değiştirilmiştir.

Sayın KUŞHA Faruk Özden tarafından başlatılan Xabze (хабзэ) üzerine tartışmalardan, sayın Hapae Erhan sayesinde haberdar oldum. İşim çok olduğundan forumları pek izleyemiyorum.


Katılımcı arkadaşların konuyu genişletip çeşitlendirdiklerini görüyorum. Kuşkusuz gerekli ve sevindirici bir gelişmedir bu. Değişik görüşler sunulmuş olması da güzel ve zenginleştirici bir gelişme.

Aslında bizde, Adigeler arasında iyi yazı yazma tekniği, ileri düşünce ve eleştiri fazla gelişmemiş, Türkiye’nin en gerileri arasında sayılırız. Bu tür bir fukaralığın ana nedeni, bana göre, içimizden yetişmiş olan birçok değerin devşirilmiş ve halkına yabancılaştırılmış olmasıdır. Tıpkı Yeniçeriler gibi. Bunlar bürokratik konum, maddi avantaj gibi kişisel çıkarlarla yabancılaşmış olmalılar. Ayrıca toplumsal bir umutsuzluk vakası da yaşanıyor, bu da toplumsal bağları ve dayanışmayı zayıflatıyor.

Birçoklarına göre, Adigelik (ya da Çerkeslik) gibi şeyler birer umutsuz vakadan ibaret, kaybedilmiş şeyler. "Türkiye'de dağınık yaşayan, diğer halklarla karışmış ve kaynaşmış olan Adigelerden artık bir hayır gelmez" türünde olumsuz görüşler toplum içinde ve dışında hayli yaygın. Bu tür görüşler Adigeleri zayıflatmaya, bölmeye ve etkisizleştirmeye yönelik, mutlaka bir yerlerden maniple ediliyorlar. Çerkesler bitirilemeyen bir av konumundalar; bu konuda Adigeleri hedef alan gizli ve açık çalışmalar olduğu kuşkusuz.

Örneğin umutsuz vaka konusunda, bunlar Adigeliğin bitmek üzere olduğunu söylüyorlar. Dikkat edildiğinde, bu tür kişilerin ırkçı/milliyetçi/ulusalcı ve gerici kişiler oldukları anlaşılabilir, üstlerini biraz kazımak yeter. Kuşkusuz Türkiye’de ulusalcılar gibi düşünen ve onlara ayak uyduran birçok umutsuz Çerkes’de vardır, bunları kazanmak gerekir. Umutsuz değil, umutlu olacak durumdayız artık.

1864’ten bu yana Adigeler, hiçbir zaman şimdiki gibi iyi bir konumu ve politik avantajı yakalayamamışlardır.

Gerek Türkiye’de ve gerekse Rusya’da koşullar düne göre çok daha iyi ve demokratik bir geleceğe doğru ilerlemektedir. Demokrasi konusunda iyi bir sınav vermemiş olan ordudan da iyi işaretler geliyor. Örneğin yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, ilk konuşmasında “Kültürel içerikli çalışmalara karşı olmadığını” açıkladı, sevindirici bir gelişme ve dönüm noktası. Ergenekon soruşturmaları da bağırsak temizleme olayı niteliğinde.

Böylesine bir ortamda Kürtçe kesintisiz TV yayını yapılıyor, darası diğerlerinin başına. TRT tarafından Adigece, Boşnakça ve Gürcüce mevlit çekimleri yapıldı. Bunlar dün yapılamıyordu, sözünü etmek bile sakıncalıydı.  

Rusya da Adigeleri diasporadaki RF soydaşları kapsamına alma yönünde ileri bir adım attı, yani Kafkas diasporası artık sahipsiz olmaktan çıkıyor. Bireysel dönüş için yollar şimdiden açık. Adigey Devlet Başkanı Aslan Thak’uşın, Adigey’e yerleşecek ve birlikte çalışacak olan Adigeleri işbirliğine çağırıyor, özellikle çağırabiliyor, kem küm etmiyor. CircassianCanada anasayfa ve haberler bölümü yazılarını izleyenler bunu bilirler.


Dün Türkiye’de dil biliniyordu, ama okumamış ve içine kapanık yoksul bir köylü toplumu vardı. Şimdi öyle mi?
 

Dün, 1959’da, Adigey’deki 66 bin Adige toplam nüfusunun sadece 3 bini (% 4.5’i) kentli idi, o da bürokratik işler nedeniyle Maykop’a yerleştirilmiş nüfustu. Yani 1936-1959 arası kente yerleşmiş Adige sayısı 3 bindi, şimdi öyle mi? Adigelerin üçte birinden çoğu şimdi kentli deniyor. Adigelerin yaşadığı Karaçay-Çerkesya ve Kabardey-Balkarya’da da durum öyle, Adigelerin bu üç yerde egemenlik hakları var. Umutsuz olmak için nedenler azalıyor.


Şimdi Xabze konusuna gelelim.

Xabze nedir?

 

Xabze değişik anlamları olan geniş kavramlı bir sözcüktür. Dilbilimleri profesörü Yunıs Ayubeko Tharkuaho tarafından yazılan “Adigece-Rusça Sözlük”e (Maykop, 1991) göre, Xabze 5 anlam içerir:

1) Töre, eski töre gibi,
2) Adet, alışkanlık ve huy, ”a şoferım jev tecev yıkhabz”-“o sürücü erken yola çıkmaya alışkın, huyu bu” gibi, 3) Yasa, ”Xabzer vıkon” - “yasa ihlali” gibi,
4) İktidar, egemenlik, ”Xabzev ğevçun” (kab. ”хабзэу гъэувын” - “iktidar, egemenlik kurmak” gibi,
5) Kural, ”bzem yıkhabz” (zakon yazıka)-dil kuralı, dil yasası gibi.

Görüldüğü gibi xabze çok geniş kapsamlı bir sözcük.

Xabze nasıl açıklanabilir, çıkış yeri neresi olabilir?

Xabze, toplumun ve o toplum üyesi birimlerin yaşamını ve uyması gereken kuralları düzenleyen değerler bütünüdür. Kişinin topluma ve toplum üyesi diğer bireylere karşı görev ve yükümlülükleri, buna karşılık o bireyin de hakları vardır. Herkes bu tür kurallara uymak zorundadır. Toplumun her bireyin üzerinde, xabzeden güç alan otoritesi, yaptırımı vardır. Ancak toplumun da bireyin hakkını savunma ve koruma, bireye görüş belirtmede yardımcı olma görev ve yükümlülüğü vardır.

Bu durumda xabze yasa, hak ve hukuk, özgürlük anlamları içerir. Toplumun bütün işleri xabzeye göre yürütülür, sorunlar çözülür. Yargı da o kurallara göre harekete geçer.

Özgün biçimiyle yasama, yürütme ve yargı xabzeye göre işler. Kimse xabzenin vermediği bir yetkiyi kullanamaz. Derebeyleri (pşı ve workler) bile genel anlamda xabzeye uymak ve ona göre hareket etmek zorundaydılar. Birçok olay xabze dışına çıkılmak istenmesinden patlak vermiştir.


Bu tür bir örgütlenme, köleci ya da feodal bir düzeni değil, öncesini, eski/kadim (arkaik) demokratik toplum düzenini işaret etmektedir. Bu düzen, en eski Adige toplum düzeninin ta kendisidir. Bu düzen binlerce yıl öncesinden günümüze, özelliğini koruyarak gelmiş bir düzendir, sistemdir.

Örneğin: "Adigelerin yaşayış biçimi ve yaptıkları şeyler, İsa'dan bin yıl önceki ya da Strabon zamanındaki yaşayış biçimlerinin ve yaptıklarının aynısıdır, diye yazıyor Frederic Dubois. Adigeler gibi, kendi antik geleneklerini koruyabilmiş bir başka eski halk daha yoktur. "(Frederic Dubois - Puteşestvie vokrug Kavkaza, c. I, Suhumi, 1937, s. 39; Daha çok bilgi için bkz. ”Nartlar”: Adige Yiğitlik Destanı, Bölüm 1, CircassianCanada, Efsaneler-Mitoloji bölümü).


Görüldüğü gibi, üç bin yıl ve daha öncesinde de bugünkü yaşamın benzeri bir yaşam sürdürüyorlardı Adigeler. O halde xabze, bir Ortaçağ ya da feodalizm dönemi ürünü değil, çok öncesinde, Adige Mıvıt’ (Мыутl; Meot) toplulukları, deokratik toplum döneminde var olan ve gelenekselleşerek günümüze gelmiş olan kurallardır. Üç bin yıldan daha uzun bir zamandan beri varlığını sürdürdüğüne göre, bu kuralar yeryüzünün en sağlam kuralları arasında yer alırlar.


Beş bin, altı bin yıl önce yaşamış Adige dedeleri kentler kurdular (Bkz-Sindika-Vikipedi), bir maden uygarlığı yarattılar, onların yazıları da vardı. Bu tür yaşam ve o yaşamın ürünü olan kurallar, dış müdahale olmadıkça yıkılmaz ya da bozulmazlar. Adigelerin bir bölümü zaman zaman dış istilalar altına girmişlerdir, bu doğru. Ancak dağlarda yaşayan Adigeler (şimdiki Abzegh, Shapsugh, vb ataları), yine dağlarda barınan Çeçenler ve Dağıstanlılar, sürekli bağımsızlıklarını ve kültürlerini koruma olanağını bulmuşlardır. İsviçre dağ toplulukları da öyleydi. Dağlar bu insanları ve onların koyduğu kuralları korumuşlardır. Ancak Adigelerdeki gelenek ve kültür hiçbir başka toplum ile karşılaştırılamayacak kadar güçlü ve kapsayıcıdır. Hıristiyanlık İsviçre’ye ve Pirene dağlarına, Şafii katılık ve bağnazlığı da Çeçen ve Dağıstan toplumlarına damgasını vurmuştur. Ancak Karadeniz kıyısı Adigeleri ve Abhazlar pagan (çok tanrılı) toplumlar olarak, eski inanç ve toplum düzenlerini günümüze değin getirmeyi başarmışlardır.

 

Kölelik konusu

Mıvıt’-Meot ekonomisinin MÖ III. yüzyılda yıkılmaya yüz tuttuğunu biliyoruz. Sulama tekniğini geliştiren ve yılda birden çok ürün elde etmeyi başaran Mısır, Akdeniz buğday ticaretini ve ticari üstünlüğü ele geçirdi. Mısır yükselirken Adige ekonomisi zayıfladı, askeri ve siyasi düzen çöktü. Dış saldırılar başladı ve saldırılar 19. yüzyıl ikinci yarısına değin, iki bin yıldan uzun bir süre sürdü, Adigelerin neredeyse tamamına yakını Osmanlı topraklarına sürüldüler (savaşa katılan Adige nüfusun hemen tamamı).


Milat öncelerinden başlanarak Adige, Abhaz ve diğer Kafkaslı çocuklar esir alınarak pazarlarda satılmaya başlanmıştı. Bu çocuklar güzellikleri ve çalışkanlıklarıyla alıcı buluyorlardı. Bir zaman geldi, bu çocuklardan gelişen Mısır Memlukları Mısır, Suriye ve Arabistan’da yönetimi aldılar, bu Çerkes askerler Moğollar yenip püskürten tek güç oldular. Mısır’a sayısız sanatsal ve kültürel yapıtlar bıraktılar (daha çok bilgi için Bk. ”Adige Ulusal Ruhu, Bizi Birbirimize Bağlıyor”;”Mısır’ın Çerkes Sultanları Filmi”, CircassianCanada, Sanat/Güzel Sanatlar Bölümü).


Bilindiği gibi köleci toplumu feodal toplum dönemi izledi. Üretim tekniğindeki gelişme, yelkenli gemiler, su değirmenleri, sulama çarkları gibi gelişmeler köle emeğinin yerini aldı. Köleci toplum dönemi sona erdi. Ancak kalıntı olarak yer yer ve bazı alanlarda sürdü: İnsan kaçakçılığı ve Amerika’daki pamuk, kamış ve tütün çiftliklerinde çalıştırılan Siyahi köleler gibi.


Kölelik ve feodalizm bağlamında, tarihsel Çerkesya’yı coğrafi ve stratejik açıdan ikiye ayırabiliriz: Kuban ırmağının güneyi (asıl Çerkesya) ve kuzeyi. Adigeler güçlendikçe ırmağın kuzeyine yayılıyorlar, zayıfladıkça da güneye, dağlara çekiliyorlardı. Kuzey uçsuz bucaksız düzlükler halindeydi, oraları zengin ot ve çayırlarla kaplıydı. Adigeler, çoğunca göçebe halde, büyük hayvan sürüleri besliyor ve satıyorlardı. Sınır kuzeybatıda Ukrayna içlerine, Kırım’a, kuzeydoğuda da İndil (Volga) ırmağına ulaşıyordu. Nitekim Adige Nart destanı bu coğrafyayı konu edinmekte, olaylar geniş Çerkesya coğrafyasında geçmektedir.


Adigeler dış saldırılar karşısında ya Kuban güneyine çekiliyorlar ya da Kuban kuzeyinde kalan Adigeler istilacılara boyun eğiyor ve vergiye bağlanıyorlardı (daha çok bilgi için bkz-Adigey-Vikipedi). 13-15. yüzyıllarda Kuban ırmağı kuzeyinde Kabardey, H’eğak’ (Хэгъак1э), Jane ve kısmen Bjedugh gibi Adige toplulukları yaşıyorlardı. Bunların en kalabalık olanı da kuşkusuz Kabardeyler olmalıdır. Kabardeyler 13-15 yüzyıllar arsında bu yerlerden çekilip şimdiki Kabardey bölgesine yerleştiler. Ancak o eski günlerin izi olarak Shapsugh ve Kabardey lehçeleri ve anlatıları arasında büyük bir benzerlik ve yakınlık bulunmaktadır, çünkü komşuydular.


Burada açıkça görüldüğü gibi, feodal (derebeyi) ilişkiler istilalar sonucu yabancı kaynaklı olarak Adigeler arasına girmiştir, zuhurattır. Doğudaki Dağıstan ve güneydeki Abhazlar arasında görülen feodal ilişkiler de yabancı istilalar sonucu oluşmuştur.


Bu son, doğudaki ve güneydeki istilalar Roma-Bizans ve İran üzerinden gelmiş, kalıcı olmuş, istila buralarda yerel prenslikler yaratmıştır. Bu prenslikler, kısa dönemler dışında hep bir yerlere bağlı olarak varlıklarını 1860’lara değin sürdürmüşlerdir.


Kuzeyden gelen feodalizm ise, Adigeler arasında o denli güçlenememiş, istila altındaki yerler ve sınırboyu bölgeleri ile sınırlı kalmıştır.


Adige ya da geniş deyimi ile Kuzey Kafkas feodalizmi Avrupa feodalizminden farklıdır. Avrupa’da ekonominin temeli olan toprak derebeyi, kilise ve kral arasında bölüşülmüştü. Köylü nüfus ise bu topraklarda çalışmak zorunda idi, bunlara serf ya da toprağa bağlı köle, Adigece karşılığı “pşıl’ı” ( пщылlы) denir.
Çeçenler ve Dağıstanlılar arasında toprak soylular (prens/han), imamlar ve özgür köylüler arasında paylaşılmıştı. Bu iki yerde Avrupa’da olmayan bir özgür köylü sınıfının bulunduğunu görüyoruz. Abhazlar arasında ise toprak sahibi bir din adamları sınıfı oluşamamıştı, gerçi kiliseler vardı ama bu kiliseler Gürcü Ortodoks kilisesine bağlıydı ve pagan Abhazlar arasında rağbet görmüyor olmalıydı.

 

Adigelerin bir bölümü arasında toprak soylular ve özgür köylüler (фэкъодl;лхукъoлl) arasında bölünmüştü, Avrupa’daki ya da Doğu Kafkasya’daki gibi toprak sahibi bir ruhban sınıfı yoktu. Dolayısıyla yarı-feodal bir düzen vardı. Siyasal anlamda bölgesel düzeyde prenslikler de oluşmamıştı, yan feodalizm dış himaye olmadığı takdirde ayakta kalamayacak denli zayıftı ya xabze halkı koruyor, beylerin fazla güçlenmelerine fırsat tanımıyordu. Bir Adige derebeyinin (пщы) hükmü bir köy (ya da birkaç köy) ile sınırlıydı. Köy beyliği, köy ağalığı gibi bir şey söz konusu idi. Beyin (pşı) toprağa bağlı köleleri (pşıl’ı/пщыл1ы) vardı, bu insanlar beylerinin toprağında çalışır, hayvanlarına bakarlardı. Babadan oğla bu böyle devam ederdi. Ancak “pşıl’ı”nın özel mülkiyeti de olur, xabzeye (geleneğe) göre borcunu ödeyen “pşıtlı” özgürlüğünü elde ederdi ve bunlara “pşıl’ı şhaşefıj” -özgürlüğünü satın almış pşıl’ı denirdi. Bu da bize, pşıl’ı kurumunun borçlandırma, belki de baskı ve korkutma yoluyla oluşmuş olduğunu gösteriyor. Bunlara beylerin akınları sonucu ele geçirilen esirlerin de eklendiğini unutmamalıyız.


Sanılanın aksine bu insanlar, yani “pşıl’ı”lar satılmazlardı, bunlar Adige xabzesinin (yasalarının) koruması altındaydı. (Bu sözlerimden bu zayıf insanların, Xabze ihlali ve kaçırma gibi yollarla hiç satılmadıkları gibi bir anlam çıkarılmamalıdır.)
Yarı-feodal Adige toplulukları dışındaki Adigeler (Abzegh, Natukuay-Shapsugh, Hak’uç, Wubıh, vb) ile bazı Çeçen ve Dağıstanlılar arasında kişilerin eşitliğine dayanan ilk/kadim toplumsal düzen hala yürürlükteydi. Böyle yerlerde her köy bağımsız bir siyasal birim idi. Her köyün deneyimli yaşlıları bir araya gelir, önemli kararları alırlardı. İşte bu köy meclislerine  xase –xase HCY- (Хасэ) denirdi. Gerektiğinde birçok köy bir araya gelir, seçilmiş temsilcileri eliyle kararlar alırlardı. Bu kararlara “vınaşö; vınafe” denirdi ve kararlara karşı gelinemezdi. Bu tür bağımsız ve özgür köylerin bulunduğu düzene “bağımsız/serbest köy sistemleri “ denir.


Derebeyi köyleri derebeyi (pşı ve work) tarafından yönetilirdi. Savaş ya da önemli konularda Büyük Xase (Ülke Meclisi) toplandığında bey temsilcileri, diğer temsilcilerle eşit düzeyde toplantılara (zeuç’e/зэ1ук1э) alınırlardı. Xase toplantısına bir bey değil, xasenin uygun gördüğü kişi başkanlık ederdi.


Vıneutlar (Унэlут) ve Esir Ticareti

Adigeler arasında “vıneut” (köle) denilen en aşağı statüde bir tabaka daha vardı. Bunlar daha çok beylerin ev hizmetlerinde kullanılırlardı.

Bey ya da köle sahibi zengin köylü “vıneut”u, hükme (yargıya) dayalı olarak da “pşıl’ı” ya da “fekol’ ve ‘’l’hukol’”u bile, bazı yasal durumlar oluştuğunda satabilirdi. O zaman yetişkin erkek ve kadınlar bağlanır, çocukları yanlarına verilir, evleri yakılır ve satılmak üzere pazara götürülürlerdi. Yalnız eller kelepçelenmek biçiminde değil, halkalar biçiminde iplerle, beyin adamları tarafından yandan gövdeye bağlanırdı. Böylesine eski bir resim bir kitabımda bulunmaktadır.

 

Adigeler genellikle kendi kölelerini (pşıl’ı ve vuneutları) değil, başka pazarlardan aldıkları esirleri ve kendi kaçırdıkları esirleri satarlardı. Adigey’deki Şhaguaşe (Belaya) ırmağı soluna Abzeghlerin büyük bir esir/köle pazarı vardı. Her yerden getirilen esir ve kölelerin burada satıldığı Kafkasya ziyaretim sırasında bana anlatıldı. Esirler, özellikle güzel kızlar iyi para ederdi. Bunlar eğitilir, Adigece bilmiyorsa öğretilir, ondan sonra Türklere satılırdı. Lavrov en büyük köle tüccarlarının Abzeghler olduğunu söylüyor (L. İ. Lavrov, Vubıkh'lar Hakkında Etnografik Bir Araştırma, Kafkasya Gerçeği Der., sayı 8, Samsun, 1992, s. 46-59). Köleler Wubıh limanlarından Türkiye’ye gönderilirdi. Köle ticareti, Abzegh, Ciget, Abhazlardan alınmak suretiyle Wubıhlar tarafından yürütülürdü. Son önemlerde Rusya’da esir ticareti yasaktı ama Rusya’nın değişik yerlerinden (asıl Rusya, Kabardey, Abhazya, vb) kaçırılmış esirler de gizlice Wubıh yöresine getirilip satılıyordu. Cevdet Paşa Tarihi’nde Çerkesya’da köle üretme ve yetiştirme çiftlikleri bulunduğu, köle üretildiği yazılmaktadır. Cevdet Paşa Tarihi’ni esas alan yazar Kemal Bilbaşar (1910-1983) “Kölelik Dönemeci” (1977) adlı romanında bu ilişkileri anlatmaktadır.


Rahmetliyi HATKO Yaşar Bağ ile birlikte evinde ziyaret etmiştik. Halsiz olduğunu, günde artık bir iki saatten fazla çalışamadığını söylemişti. Ben de romanı beğendiğimi, ancak Çerkes roman kişilerinin mahalli Kürt şiveleri ile konuşturulduğunu, Çerkes şivesinin öyle olmadığını söyledim. Benden yardımcı olmamı istedi, bir ara telefon edip yardım istedi ama o sıralar başka sorunlarım vardı, maalesef yardım etmeye vakit kalmadan bu değerli yazarı yitirdik. Bilbaşar romanı, ayanların Türk asıllı olmadıklarını anlatmak amacıyla bu romanı yazdığını, babasının Çerkes asıllı olduğunu ama Çerkesler dışında yetiştiğini, bu nedenle Çerkeslere yabancı düşmüş olduğunu da söylemişti. Yazar bazı Abhaz ve Kabardey dostlarından sorarak, ayrıca “Kafkasya Kültürel Dergi”sini ve bazı kaynakları izleyerek romanını yazdığını söyledi. Beğendiğim bazı paragrafları özetleyip anlattığımda ve görüş belirttiğimde, kendisi ve eşi memnun kaldılar. Romanı iki gece boyunca heyecanla okuduğum söyleyince de “Demek ki sizi iki gece uykusuz bırakmışım, özür dilerim” diye bir de espri yapmıştı, toprağı bol olsun.


Bir yabancı yazarın Kırım Savaşı sırasında Gürcü prenseslerini ve kölelerini kaçıran Şamil’in adamları Dağıstanlılar ve Çeçenler üzerine bir iki not:


“Çeçenler yabani olduklarını göstermişlerdi, Ancak Şamil’in birlikleri olan Lezgiler esirlere karşı olan kabalıklarını ve dinsizlere karşı olan kinlerini derhal gösteriyorlardı… Bir kölenin ağlayan çocuğu Lezgi’nin o kadar sinirine dokunmuştu ki, çocuğun başını bir iki defa kayaya vurmuş, ardından onu uçurumdan aşağıya atmıştı. Bunun üzerine anne o kadar korkunç bağırmıştı ki, onu da hançerle delik deşik etmişlerdi… Prenses bağıran çocuğunun başına aynı şeyin gelmesinden korkmuştu. Ancak Lezgiler Prenses’in çocuğuna çok iyi davranıyorlardı” (Lesley Blanch, “Cennetin Kılıçları”, s. 296, 298).

 
Burada Kafkaslılar arasında köle olanla olmayana yaklaşım biçimi açıkça görülmektedir.

 

Xabze ve Sonuç
 

Diasporada Adige ve diğer Kafkas toplulukları artık çözülmüşlerdir. Bugün Adigeler esas olarak kentlerde yaşamaktadırlar. Bürokraside çok sayıda Çerkes vardır. Karışma ve evlilikler de artmıştır. Böyle bir ortamda xabze kurallarını eskisi gibi uygulamak olanaksızdır.


Xabze, uygulandığı toplum koşullarına göre anlam kazanır, köleci toplumda köle sahiplerinin de, feodal dönemde beylerin, demokratik Adige köy topluluklarında da özgür insanların eşitliğini ve çıkarını savunmuştur. Xabze dogma değil, kendini yenileyen ve geliştiren bir olgudur. 18. yüzyılda Kabardey düşünürü KAZANOKO Jebağ’ın katkı ve yorumları bu canlılığa bir örnektir.


Bugünkü demokratik insan değerleri ile xabze değerleri birbirine zıt düşmez, düşmemelidir de. O halde, xabze diyerek, bugün için anlamını yitirmiş kuralları savunamayız. Aslında xabze, özgün Adige toplumunda bireyi ve toplumu korumak üzere oluşturulmuş ve deneylerle gerekliliği saptanmış olan kurallar bütünüdür. Ölü değildir, bir ruhu, bir esprisi vardır. Sanatsal platformda Kafkasya’daki biliminsanları, sanatçı ve yazarlar xabzeyi ve onun ruhunu en iyi bir biçimde, yapıtlarında ve çalışmalarında yansıtmaktadırlar.


Bize düşecek olan en önemli görev, xabze değerlerini derleyip yazıya geçirmek, şarkı ve öykülerimizi kaydetmek, onları yeni kuşakların bilgilerine sunmak, bunların içinde çağdaş olan değerleri yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmak olmalıdır.


İki köle
 

Doğduğum köy Shapsugh, Wubıh ve Abzegh karması bir köydür. Benim doğumumdan önce, kocası ölen kimsesiz ve çocuklu dul kadınlar köle soylu erkekleri içgüveyi olarak kabul ederlerdi. Böyle biri bir iç güveyi almış, hocaya bir tepsi yemek ve tatlı gönderip nikah işini tamamlatmış.


Derken köyden başka bir kadının kocası ölmüş, bu kadın hem daha güzel ve hem de daha varlıklı imiş.

 

İçgüveyi, ilk evi bırakıp gizlice bu ikinci kadınla anlaşmış ve o kadına kaçmış, nikahı da aynı biçimde köyün Laz hocası kıymış.
 

Bir sabah, hayvanları sürüye katmak için çobana götürmekte olan yeni eşin önünü eski eş kesmiş,  “Utanmaz, sen ne diye kocamı elimden aldın?” (Нэмыук1ытэжъ, шъыд п1уи сил1 къыстэпхыгъ) diye üzerine yürümüş, köylünün önünde saç saça boğuşmaya başlamışlar. Çevreden yetişenler ayırmış iki kadını. Bu olay benden on on beş sene kadar önce olmuş ama her üç rahmetliyi de tanımıştım.


Besleney, Wubıh ve K’emguyladan varlıklı ailelerin “vıneut”ları (ev köleleri) olurdu. Köyümüzde köle sahibi olan aileler yoktu, herkes eşit haklı idi, kimseye ayrıcalık tanınmazdı. Akrabadan komşu bir Wubıh,  varlıklı/soylu bir ailenin kızını aldı. Adetten olduğu üzere gelin iki erkek refakatçi kölesi eşliğinde oğlan evine gönderildi. Bu tür köle refakatçileri kabul etmemek kızın ailesine karşı ağır bir hakaret sayılırdı. Her iki köle oğlan evinin üzerinde kaldı. Bunlar evin dış hizmetlerini görürlerdi. Ancak doymak bilmez oldukları da anlatılır. İkisinin de adını biliyordum, sadece biri kaldı aklımda -Baydıhu-Байдыхъу.
 

Önlerine bir çüven dolusu sütlü kaçamak konurmuş. Kaçamağı az dendikçe kaçamak, sütü az dendikçe de süt verilirmiş. Daha iyi anlaşılsın diye Adigece’sini de yazayım: Унэ1утит1ум зы п1эстэ щыуаныр яшхыри тэджьыжьыщтыгъэх,  “1ухъо я1омэ щэ, псышъухъо я1омэ щыуаным п1астэ яфыралъхьэщтыгъэу къя1отэжьы”.


Çok ağır ve uyuşuk kişilermiş. Biri dağdan odun getirilirken devrilen arabanın altında kalıp ölmüş. Baydıhu ise yaşlanıp eceliyle ölmüş.
 

Her ikisine ulaşamadım ama hanım geline (гощэнысэ) ulaştım, yüz yaşlarında iken, bir sabah abdest almak üzere dışarı çıktığında kayıp ayağı taşa çarpıp kırıldı ve kangren olup öldü. Dimdik, incecik, uzun boylu, çok güzel, terbiyeli ve sevecen biriydi, toprağı bol olsun.

 

 

Erhan Hapae

04. 03. 2009

 

Sayın HAPİ Cevdet Yıldız'a teşekkür ederiz, uzun açıklayıcı bilgiler verdi. Burada uyardığı şeyler var ve ayrıca sorgulanması gereken konuları da kendisine sorarak aydınlanmaya çalışalım.

Xabzenin sadece feodalizmin ürünü olamayacağını, Adigelerin eski arkaik düzeninden beri gelişerek (Tanrı işi bir şey olmadığına göre değişerek) gelen kurallar silsilesi olduğunu hatırlattı ki bu düzeltmeyi kabul etmek gerekir. Yalnız xabzenin Adigelerin en azından bir bölümünün yaşadığı uzun feodalizm döneminden etkilenip son şeklini aldığını tahmin etmek yanlış olmaz. xabzenin son hali bize nede olsa oradan kalma.

Sayın HAPİ, Abzegh-Shapsugh vs. gibi bir kısım Adige boylarının pek öyle bir feodalizm yaşamadığını,  onlarda hüküm süren düzenin yaklaşık 3 bin yıldır arkaik demokratik bir düzen olduğunu belirtiyor.  Bunu sorgulayalım.

Gerçi kendisi, feodalizmin dış etkilerle oluştuğunu ve daha içerde feodalizme komşu olmayan kesimlerin bundan etkilenmeyerek eski düzenlerini devam ettirdiklerini belirtiyor ama sorgulanması gereken bir şey çıkıyor ortaya.

Bahsettiği arkaik demokratik düzen, Marksist tahlillerde adı geçen ilkel toplum gibi bir şey herhalde. Doğaya ve dış düşmana karşı dayanışmayı zorunlu kılan, danışma ve ortak kabuller ile kararlar alınıp uygulanan bir düzen. Olağanüstü durumlarda toplanan köy meclisleri var ama merkezi bir otorite yok. Eğer böyle bir şey idiyse bu düzen bir hayli demokratik görünse de o çağlarda ilerlemenin bir aracı olamadı ve köleci-merkezi yönetim şekillerine yenildi gitti. Bu neredeyse Kızılderililerde de 300 yıl öncesine kadar böyle idi. Bu konu irdelenmeye muhtaç.

Çerkesya feodalizminin, Batı feodalizminden farklı olduğu açık, bir defa çok daha güçsüz ve feodalizmin bir çok kurumundan yoksundu. Bu farka katılıyorum.

Feodalizmin hüküm sürdüğü Adige boyları ile Arkaik düzenin devam ettiği diğer boylar arasında oluşan farkları biraz daha inceleyebilirsek daha aydınlatıcı olur, düşüncesindeyim.

Kolay gelsin diyorum.

Saygılarımla.

 

 

Soner Kocsav

05. 03. 2009

 

Erhan ağabey olayı çözmüştür. Yani benim bir kaç haftadır anlatmaya çalıştığım, gerçi çoğu kişinin de anladığı sorun işte budur.

"Sayın HAPİ, Abzegh-Shapsugh vs. gibi bir kısım Adige boylarının pek öyle bir feodalizm yaşamadığını,  onlarda hüküm süren düzenin yaklaşık 3 bin yıldır arkaik demokratik bir düzen olduğunu belirtiyor. Dış düşmana karşı dayanışmayı zorunlu kılan, danışma ve ortak kabuller ile kararlar alınıp uygulanan bir düzen.  Olağanüstü durumlarda toplanan köy meclisleri var ama merkezi bir otorite yok."

Demokrasi var, merkezi bir otorite yok. Thamade kurulu otoritedir ama bu tek başına etkili olamıyor, çözülmeler yine yaşanabiliyor. Feodal düzen işte bu nedenle gerekli idi, ister sonu hüsran ister galibiyet olsun. Sonuçta tüm halkın örgütlenmesi sağlanacaktı.

Yani,  Batı Adigeleri 50 yıl sonrasının düzenine gereksiz yere ve çok erkenden -yani ortada bir devletleşme, millet havası yok iken geçmiştir. Açıkça söylüyorum ister ittifak, ister bağımsızlık savaşı olsun- Kabarda'nın yapabildiğini Batı Adigeleri yapabilse idi şu an bu durumda olmayabilirdik.

Teşekkürler Erhan ağabey. (Konuyu önemseyip sahip çıktığın için.)

Saygılar.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

07. 03. 2009

 

Sayın HAPAE Erhan,


Adige toplum düzeni, temel olarak, sınıfsız bir toplum düzenidir; bu düzen Kabardey ve diğer soylu sınıfı olan topluluklar açısından da en azından nüfusun yarısı oranında geçerlidir. Şimdi bu durumu daha ayrıntılı biçimde ele almak gerekir.  


Sınıfsız topluma “ilkel toplum”, Marksist bilimde “İlkel komünal toplum” gibi adlar verenler de var ama Adigeler, çoğu yönden gelişmiş kültürü olan bir toplum idiler. Örneğin Kızılderili klan ve aşiret gelenekleri ile Adigelerinkini karşılaştırmak -birçok benzerliğe karşın- doğru olmaz. Onlar da çok direnmişler ve Adigeler gibi tükenmenin eşiğine gelmişlerdir. Devletleşmiş Kızılderililer ise, dış dayatmalara boyun eğerek daha az telefatla kırımdan kurtulmayı başarmışlardır. (Latin Amerika örneği.)

Sınıfsız toplumun özellikleri

Sınıfsız toplumda ve eski (arkaik) demokrasilerde,

a) Yazı yoktu,
b) Rahip sınıfı ve mabetler yoktu,
c) Devlet yoktu.

Buna karşın sınıfsız topluma özgü;

a) Çok tanrılı (pagan) ve totemist inançlar,
b) Ocak heykelleri,
c) Surlarla çevrili sığınaklar (savaş kuleleri) vardı (Kafkasya Üzerine Beş Konferans, s. 43’teki yazımız).

Bütün bu özellikler, en çok Adigelerde olmak üzere, Abhazlar da dahil, bütün Kuzey Kafkas toplumlarında görülen ortak özelliklerdir.

Sınıflı toplumlar

Tarihsel süreç içinde demokratik toplum düzeninin yerini, giderek köle sahiplerinin mutlak egemenliğine dayalı köleci toplum düzeni aldı. İnsan emeğinin değer kazanmış, üretim araçlarının gelişmiş olması köleci topluma geçişe neden oldu. Artık savaşlar köle sayısını çoğaltma, bu yolla daha güçlü ve daha zengin olma amacına dayanıyordu. Köle bir servet demekti.


Köleci toplumda,

a) Yazı vardır,
b) Rahipler ve mabetler vardır,
c) Devlet vardır.


Temel zenginlik tarım, hayvancılık, kent atölyelerinde sanayi üretimi ve ticarete, özellikle de köle ticaretine dayanıyordu. Kentlerde bir orta sınıf varsa da, toprak devlet ileri gelenleri (kral, imparator, toprak sahibi soylular, vb) ve mabetler çevresinde toplanan rahiplere aitti. Kural olarak diğerleri toprak sahibi olamıyorlardı.


Milat öncelerinde Karadeniz ve Azak Denizi kıyılarında Yunan kolonilerinin kurulduğunu, buralarda devletleşmeye doğru bir evrimle/gelişme görüldüğünü söyleyebiliriz, Sindika ve Bosporos krallıkları gibi. Nitekim o dönemde yazı doğdu, kentleri çevreleyen kaleler kuruldu, üretim gelişti ve köle ihracatı da önem kazandı.  


Adige Nart destanı, Nart ülkesi yanında, pek düşman da olmayan bir başka ülkeden de söz ediyor :Çıt, Çırt, Çınte, Cırt gibi adlarla anılan bu ülke, büyük bir olasılıkla “Sindika” ülkesi olabilir.


Üretim ilişkilerinin gelişmesi ile köle emeğinin değeri azaldı, insan su ve rüzgar gücünü (üçgen yelkenli) kullanma tekniğini buldu. Bunun sonucu olarak köleci toplumdan, daha üst bir aşama olarak feodal topluma geçiş yapıldı. Toplumda yeni adlarla yeni sınıf değişiklikleri gerçekleşti:


Feodal toplumda,

a) Yazı vardır,
b) Rahipler ve mabetler vardır,
c) Devlet vardır.

Toprak,

a) Kral,
b) Soylular (senyörler, vb),
c) Rahipler arasında bölüşülmüştü.

Köylü sınıfı, eski köle sınıfının yerini alarak “toprak köleleri” (serf;pşıl’ı) haline gelmişti. İlkinden farklı olarak, eski köleler artık satılmıyorlar, sadece sahip ve efendi değiştiriyorlardı ama efendisinin (kral, kilise ve senyörün) çiftliğinde kuşaklar boyu çalışmak zorundaydı. Esir pazarları vardı, ama buralarda serfler (pşıl’ı) değil, esirler ve esaret kökenli köleler satılırdı. Asıl köle sayısı tali (ikincil) düzeydeydi.

 

Kadim (arkaik demokratik) toplumda profesyonel ordu yoktu, toplum kısa süreli gönüllü dayanışma ve birleşmeler yoluyla kendini koruyordu. Bu tarif Adigelere, Kafkas ve İsviçre demokratik toplum yapılarına uygun düşüyor. Buralardan paralı asker alınabilirdi. İsviçre’den Papalık askerleri, Mısır’da da Çerkes Memlukları gibi.

Köleci ve feodal devletlerin orduları vardı. Özerk birimler olan feodal beyliklerin de kendi orduları ya da profesyonel silahlı güçleri vardı. Derebeyi bu silahşorları sayesinde egemenliğini ve kendine bağlı insanların güvenliğini korurdu.


Adige ve Kafkaslı topuluklar içinde sadece Gürcü ve Ermeniler feodal toplum düzeyinde idiler ve onların yazıları ve devletleri vardı.


Abhazlar dahil, hiçbir Kuzey Kafkas toplumu devletleşme düzeyine erişemedi, feodal dönemde de hiçbir Kuzey Kafkas toplumunun yazısı oluşmamıştı (Abhaz Krallığı söylenebilir, ama bu devletin ulusal/Abhazca yazısı yoktu, Gürcü yazısını kullanıyordu, resmi dili de Gürcüce idi).

Feodal dönemde sınıfsal yapı

1) Abhaz ve Dağıstan prenslikleri (hanlıklar) istila süreci oluşumları idiler. İran prenslikleri İran’a, ardından Rusya’ya bağlı idiler. Abhaz prensliği de, Gürcü ve Osmanlı dönemleri ardından, en son, 1810-1864 yılları arasında Rusya’ya bağlıydı. Bu yörelerde yarı feodalizm söz konusu edilebilir: Abhazya’da feodalizm, Dağıstan’daki kadar gelişmemişti, üç sacayağından sadece biri, soylu sınıfı ve ona ait olan serfler (toprak köleleri) vardı ama ruhban sınıfı oluşmamıştı, Dağıstan’da ise, ilave olarak toprağa dayalı ruhban kurumu (tarikatlar, şeyhlik ya da imamlık kurumu) vardı. Her iki yörede de halkın bir bölümü serf (toprak kölesi) idi ama eski komün (arkaik) kalıntısı, toprak ve mülk sahibi geniş bir köylü sınıfı da vardı. Bu sınıf idari ve dini yönlerden soylu sınıfına ya da ruhban sınıfına bağlıydı, vergi veriyor, savaşa katılıyordu.

2) Feodalizmin zayıf olduğu yöreler: Bunlar köy beyleri (pşı) tarafından yönetilen ve birbirinden bağımsız köylerden oluşan Adige, Karaçay-Balkar, Oset, İnguş, Çeçen ve bazı Dağıstan toplulukları idiler. Çeçenler arasında, soylu sınıfı yanında toprak ve otorite sahibi bir ruhbanlık kurumu da (şeyhlik ya da imamlık) vardı. Ancak İmam Şamil, egemen olduğu yörelerde soylu sınıfını ve köleliği tasfiye etmiş, eşitlik temelinde dinsel bir yönetim kurmuştu.


Kabardeylerde ve diğer Adige toplumlarında soylu (pşı-work), serf (pşıl’ı) ve köylü (fekol’;lhukol’) sınıfları ve bunların küçük türevleri vardı. Ruhban sınıfı ya hiç yoktu ya da çok zayıftı, mülkiyete dayalı bir gücü yoktu. Birçok tarihsel belgede sadece soyluların namaz kıldıkları, halkın ise pagan (çok tanrılı) inancını sürdürdüğü belirtmektedir. Soylular, birçok durumda Kırım’dan atanmış kişiler olarak siyasal baskı nedeniyle de kılıyor olabilirdi.


1860’larda, reform programı çerçevesinde Kabardey’de tamamlanan reform sonucu, Kabardey ve Balkar nüfusunun yarıya yakını özgürlüğünü elde etmişti. Bu da bize Kabardey nüfusunun yarısının, belki de çoğunun özgür bireylerden oluşmuş köylü sınıfı (лъхукъол1) olduğunu, dolayısıyla soylu sınıfının sanıldığı kadar da güçlü olmadığını gösteriyor (Dünden Bugüne Kuzey Kafkasya, Ö. Özbay).


Prens ya da köy beyleri daima dış destekler sayesinde statülerini sürdürmüşlerdir.
 

Prens, köy beyi (pşı) ve kurumlaşmış Şafii din adamları tarafından yönetilen topluluklar, savaşlar sonucu,  daha büyük oranda varlıklarını sürdürmüşlerdir.

3) Geleneksel demokrasiyi (kadim/arkaik demokrasiyi) koruyan topluluklar Adigelerde çoğunluk, Çeçen ve Dağıstanlılar arasında azınlık konumunda idiler, Adigelerde toprak mülkiyetinden güç alan kurumlaşmış bir ruhban sınıfı ise yoktu.
 

Sanırım adı “Kafkas Kılavuzu” olacak, ortaokul ya da lise öğrencisi iken Rusça’dan çevrilmiş eski yazı bir kitap okumuştum. Çerkesya’dan söz ederken Karadeniz bölgesinde ateşe verilip yakılmış yüzlerce Çerkes köyü enkazı bulunduğunu, aklımda kaldığı kadarıyla, Dağlıların “Vatan muhabbeti nedeniyle değil, serbest yaşamaya alışık oldukları için direndiklerini/savaştıklarını” yazıyordu. Doğru olabilir mi?

Vatan sevgisi 18. yüzyıl sonlarında, ulus sevgisi ile birlikte oluşmuş bir düşüncedir. Bu arada 1940’lı, dahası tek tük de olsa, 1950’li yıllara değin, Türkiye’de, 1860’larda Kafkasya’dan gelmiş yaşlılar vardı. Bunlar Kafkasya’dan özlemle söz ederlerdi. Söz konusu özlem, belki de topraktan çok, oradaki -devletsiz- özgür yaşam olabilirdi.


Bu noktalar da araştırılırsa iyi olur diyorum.

 

 

Aytek Sey

08. 03. 2009

 

"Türkiye’de, 1860’larda Kafkasya’dan gelmiş yaşlılar vardı. Bunlar Kafkasya’dan özlemle söz ederlerdi. Söz konusu özlem, belki de topraktan çok, oradaki -devletsiz- özgür yaşam olabilirdi.
Bu noktalar da araştırılırsa iyi olur diyorum. "

Evet,  devletsiz-özgür bir yaşam vardı. Asker yoktu, polis yoktu, baskı yoktu. Yani devlet yoktu ve bunun gerektirdiği şeyler de yoktu. Araştırılınca neden oraya özlem duydukları anlaşılacak, sonuçta bu sonuç çıkacak. Aslında araştırmaya da gerek yok.

Çerkesya örgütlenmesi tam gerçekleşemedi. Pşiler, önderler erkenden öldüler.

Düşünün, Mustafa Kemal daha adı duyulmamış iken, Enver Paşa'nın emrinde Trablusgarp'ta yara almakla yetinmeyip, şehit olmuş olsaydı ne olurdu? İşte bize devletleşme yolunda önderlik edecekler onun kadar şanslı olamadılar.

Birazda şans lazımmış, o da bizde yok. Sağlık olsun.


 

Erhan Hapae

09. 03. 2009

 

Merhabalar tekrar.

Marksistlerin 'İlkel Komünal Toplum' diye tarif ettikleri toplum düzeni, insan topluluklarının özgür olmaktan çok başıboş bir hayat sürdükleri bir dönemi işaret eder. Yardımlaşma, bazı mecburiyetler nedeniyle ortaya çıkıyor. Doğal afetler veya örgütlenmiş yağmacılara karşı birlikte hareket etme ihtiyacı ile.

Buradaki demokratik durum bir ‘zor’un eseri. Gel birlikte hareket edelim ve bu yağmacılara karşı kendimizi koruyalım, seninde bu konuda fikrin vardır, dinlemek isterim vs. Böyle bir şey olsa gerek. Düşman savuşturulduktan sonra veya doğal bir afet geçiştirildikten sonra dağılan bir birlik. Bu, benzer nedenlerle ortak davranma sürekliliğini gösteremiyor. Uzun süre yaşaması bir şans işi, yaşayamıyor da zaten. Çünkü,  daha önce bu düzeni terk etmiş ve kölelik düzenine geçmiş toplumlar için her zaman kolay bir av olmuşlar.

Sayın HAPİ'nin de belirttiği gibi kol gücü dışında bir üretim aracının olmadığı o çağlarda köle sahibi olmak bir servet sahibi olmak anlamına geliyor. Bu ise zamanla servetin artmasına, kölelerin artarak sarmal bir şekilde zenginliğin çoğalmasına neden oluyor. Bu servet kendini koruyabilmek için artık toprakta çalışmaya mecbur olmayan bir askeri gücün oluşmasına ve nihayet otoriter bir merkezi gücü (devlet) ortaya çıkarıyor.

Merkezi devletten uzakta yaşayan insan toplulukları bir süre yine eski özgür yaşamlarını (başıboş yaşamın da denebilir) sürdürseler de merkez onları eninde sonunda kıstırıyor ve düzene dahil ediyor. Bu durum muhtemel ki çoğu toplumun başından geçmiş bir şey.

İşte, Köleci krallık ve imparatorluklar vs. düzeni başlıyor, demokrasi veya özgürlük gibi şeyler kalmıyor ortalıkta. Artık bu çağlardan itibaren merkezi otoriteden koparılan küçük küçük haklar ile özgürlükler çok uzun mücadelelerin sonunda genişleyecektir.

Feodal toplum, Köleci toplumda üretimin tıkanması sonucu ortaya çıkmış bir şey. Köleler için yaşamak ile ölmek arasında ne zamanki bir fark kalmadı köle ayaklanmaları sökün etti. Köle ayaklanmalarının önemi büyük ama değişimin temel nedeni; düzenin bizzat kendisinin 'üretimin gelişiminin önünde engel' hale dönüşmesi. Yeni kurulan Feodal Toplum'da kölelik ortadan kalktı serfler çıktı ortaya. Ürettiğinin yarısı gibi bir bölümü kendine ayırma hakkına sahip, öldürülemeyen ve ancak toprağın satılmasıyla sahip değiştiren,  münferiden satılamayan bir sınıf ve bu sınıfın ürettiği değerleri yöneten bir soylular sınıfı.

Feodal toplumda yalnızca köleler serfleşmedi, soylu sınıflarda krallara karşı özgürleşti. Tartışıldığı gibi daha federal bir yapı çıktı ortaya. Çok uzun bir sürecin işi bu.

 

Çerkeslerde tarihin bir köşesinde zamanın modern sayılabilecek bu yönetimine bir şekilde bulaştı.  Burada sayın HAPİ sanki, bunun Abzegh, Shapsugh, Natukuay gibi Çerkes boylarında oluşmadığını söylüyor.  Burada bir sıkıntı var. Anadolu Abzeghlerinde bile (diğerlerini iyi bilmiyorum) Kabardeylerde olduğu kadar olmasa da damat veya gelin adaylarının aile kökleri uygun-uygun değil anlamında halen soruşturulur. Bu zengin mi fakir mi diye yapılan bir sorgulama değildi ve bu durum feodaliteden kalma bir gelenekmiş gibi gelir bana. Ayrıca Maykop çayırının, Abzeghlerin köle sattığı bir pazar olduğunu bir kaç yazısında belirtti.  Eğer bu gerçekse, onların arkaik demokratik bir düzen sürdürdükleri konusundaki şüphelerim daha da artıyor demektir.

Çok eskilere dönmeden Çerkesya feodalizmini kaldığımız yerden ilerleyerek sürdürme dileğiyle.  Saygılar.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

09. 03. 2009
 

Avrupa’daki feodalizmi özetledikten sonra Adigeler de özelinde Kabardeyler de feodaliteyi anlatmaya çalışalım. Kabardeylerde feodalizmi irdelememin iki nedeni var. Birincisi Adigeler içerisinde feodalizmin en katı uygulandığı kabile Kabardeyler, ikincisi ise Kabardey olmam ve toplumsal yapıyı az da olsa yaşamış olmam.


Toplumsal piramitte üstte pşıler, tek değildirler. Onlara en yakın olanlar lekueleşler ve toplumun belirleyicisi olan workler. Lxukueller özgür köylülerdir. Pşıller yarı özgür serfler ve vuneutler. Sayıca az olan ve hiçbir sosyal statüsü olmayan kölelerdir. Genellikle savaş esirleri ve onların çocuklarıdır.


Adige toplumsal yapılanmasının omurgasını workler oluşturur. Özellikle Kabardeylerde worklerin toplum içinde özel yerleri vardı. Her şeyden önce xabzeye uygun davranışı; work tavrı, work duruşu olarak nitelendirilirdi.


Adige feodallerini, Avrupa feodalizmi ile karıştırmamak lazım. Avrupa da güçlü feodallerin; büyük şatoları, geniş toprakları ve onlara çalışan binlerce serfi olmuştur.


Adige feodalleri, özelinde Kabardey pşıleri bir kaç köyü olan esas gücünü worklerden alan, Avrupa’ya göre küçük senyörler gibi idi. Gücünü worklerden alırdı, çünkü silahlı güç workler idi.


Kabardey pşılerinin, Yinal’in torunları oldukları anlatılır. Peki Yinal’dan önce pşı yok muydu? Ki, Yinal'ın Mısır’dan dönen Memluk kumandanı olduğu da söylenir.


Köleci toplumun bir üst aşaması olan feodal toplum yapısı kendiliğinden ortaya çıkmaz. Ki, Adigelerde köleci toplum yapısı da tasfiye edilmemişti. Eğer ki, iddia edildiği gibi, bazı Adige kabilelerinde arkaik demokrasinin olması -ki varsa-, övünülecek bir durum değil. Tamamıyla ilkellik göstergesidir. Toplumun halen toplayıcılık ve avcılık aşamasında kaldığını söylemek gerekir. Halbuki Adigeler toprağı işlemeye başlayalı asırlar geçmiştir.


Pşı kendi ismiyle anılan köyde otururdu. Bir pşının bir veya birkaç köyü olurdu. Pşılerin köylerinde, köylerini kaybetmiş yani köysüz kalmış başka pşı sülaleleri de oturabilirdi. Pşıler idari yönden yardımcı olarak kozde tayin ederdi. Pşının olmadığı zamanlarda pşı kadar yetkili idi. Pşıler pşı sülalelerinin kızları ile evlenirdi. Bazen lekueleş sülalalerin kızlar ile nadiren de work kızları ile evlenirlerdi.

 

 

Mehmet

10. 03. 2009

 

Kölelik olgusu sanki feodaliteyle paralellik arz ediyormuş gibi bir düşünce var burada.  ‘’Ne kadar feodal, o kadar köleci’’ anlamı çıkıyor ki, yanlışlık burada. Kölelik, feodalizm, demokrasi kavramları biraz anlam kaymasına uğramış. Kabardeylerdeki düzen ile Shapsugh Natukuay ve Abzeghlerdeki düzen farklılığı toplumsal bir farklılık olmayıp yönetimsel bir farklılıktır.  Kabardeylerde pşı söz sahibiyken diğer Shapsugh Abzegh ve özellikle Natukuaylarda aile ittifaklarının ortak kararları esas alınıyordu. Bu sisteme ne kadar demokrasi denir bilemiyorum ama kölelik olgusu bu tarafta da Kabardeylerde olduğu gibi devam etmiştir.  

Ayrıca köle kavramını açtığımızda, ben bu kavramı iki kategoriye ayırıyorum:

Birincisi bugünkü anlamında kullanılabilecek bir meta gibi; satılabilen, alınabilen, takas edile bilinen bir olgu. Gerçek anlamda kölecilik denilebilir buna.

İkincisi; bugünkü köle anlamının dışında bir olgudur ki, buna gerçek anlamda kölecilik denmez. Bugün Güneydoğu Anadolu’daki aşiret sistemine benzerlik gösteren, toplumun sınıfsal farklılığından kaynaklanan düzen. Shapsugh, Abzegh ve Natukuaylarda birinci kategorideki kölelik devam etmiştir ki, Karadeniz limanlarından İstanbul ve Trabzon limanlarına köle ticareti uzun yıllar devam etmiştir

Shapsugh Abzegh ve Natukuayların ret ettiği sistem -aşiret sistemi- bir pşıya bağlılık. Yoksa kölelik önce Rusların ve sonra Osmanlı’nın engellemelerine rağmen ticari anlamda hep vardı. Tüm yasaklamalara rağmen özellikle savaşın son dönemlerinde hayli yoğun bir şekilde yapıldı bu ticaret.  

Çünkü!

’’Çünkü’’sü; aşağıdaki satırda açıkça bellidir.

Okuduğum 1855 yılında yayınlanmış bir Amerikan gazetesinde aynen söyle bir yazı vardı:

“Çerkesya’nın Tuapse limanından Trabzon’a gelen Çerkesler yanlarında getirdikleri köleleri (bunların içinde kendi çocukları ve eşleri de olmak üzere) burada satarak elde ettikleri gelirle silah ve cephane alıp Ruslara karşı savaşmak için ilk gemiyle tekrar Çerkesya’ya dönüyorlar.“

Aslında burada alınması gereken büyük bir ibret var ama alabilene…

Selamlar.

 

 

Erhan Hapae

10. 03. 2009

 

Mehmet hoşgeldin.

Durum biraz daha berraklaşıyor.

Shapsugh-Abzegh-Natukuaylarda, pşıler bir şekilde tasfiye ediliyor ama yerine ikame edilen şey biraz daha büyük bir gurubun ortak iktidarı. Aslında feodalizm zayıflamış olarak sürüyor. Sürüyor, çünkü sınıflar hala var. Köle ticareti artık dünyada meşruiyetini yitirmiş (eski çağda meşru idi) ama Birleşik Devletlere Afrikalı kölelerin getirilip satıldığı gibi gayrı-meşru olarak sürüyor. Esas düzen o değil, esas düzen feodalizm.

Batıda pşıların tasfiyesi olumlu bir şeymiş gibi görünüyor ama hem yerine ikame edilen yönetim biçimi yetersiz hem de köle ticaretinin sürmesi kötü.

1789 Fransız Devrimi, bırakınız köleliği -ki, o çok daha eskilerde tasfiye edilmişti- serfliği de ortadan kaldırmış özgür işçiler haline dönüştürmüştü.  

Mehmet'in aktardığı Amerikan menşe-ili haber kupürü, Fransız Devrimi’nden 66 yıl sonra bile bizimkilerin hala köle ticareti yaptığını iddia ediyor veya gösteriyor. Burada, bütün toplumlar paralel tarih süzgecinden geçmemiştir ve şartta değildir denebilir ama durum vaziyette bu.

Batıda pşıların tasfiyesi, Çarlık ile yapılan çatışma ve antlaşmalarda, bu gurubu lidersiz ve siyasetsiz bırakmış gözüküyor. Feodal efendilerin daha etkin olduğu Kabardeyler ve Bjedughlarda sürgün sınırlı ve hatta az.

Sürgün esas olarak Abzegh-Shapsugh-Natukuay gibi siyasi önderlerini yitirmiş toplumları sildi süpürdü. Bu gün Adigey topraklarında bin civarında Abzegh, on bin civarında Shapsugh nüfus var, Natukuaylardan ise bahsedilmiyor artık.

Bu noktada, Çarlığın süpürüp temizlemek istediği esas olarak Kuzey Batı Kafkasya idi (Kuzey Kafkasya'nın en verimli toprakları) denebilir ama unutmayalım ki Bjedughlarda orada oturuyorlar ve onların önderliği bir şekilde uzlaşıp topraklarını terk etmek zorunda kalmadılar.

Bu gün Adigey Raspublika diye bir olgu varsa, birazda o gün o uzlaşmayı becerenlerin sayesinde sanki.

Saygılarımla.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

10. 03. 2009

 

Saygılar.

1) Adigeler ve Adige kültürü, bazı ilkel topluluklarınkilerle karıştırılmamalıdır. Adigelerin başta Nart destanında ifadesini bulan büyük bir kültürü vardır. Nartlar sınıfsız toplumun destanıdır. Sınıfsız toplum, her zaman için geri/ilkel toplum demek değildir. Yeryüzünde sadece 12 yaşayan ulusun destanı vardır, bu uluslardan biri de Adigelerdir (Bkz. “Güzel Şeyler de var” başlıklı köşe yazımız, Vıcuh Maryet’in verdiği bilgi, CircassianCanada).

Adigelerden komşu toplumlara doğru bir kültür akışı olması, oralardan ve başkalarından da bir çok şeyler alınmış olması çok doğaldır.


Adigeler henüz destan ve folklor ürünlerini yeterince değerlendirebilmiş değiller. Bunun için bilimsel enstitü ve kadrolar, her şeyin başında da para ve yayın olanağı gerekir. Ayrıca bu tür çalışmalar, uzun süreli çalışmalar ve yetenek gerektiren işlerdendirler, bu tür işleri, özellikle ileri olan, özgür düşünce ve bilimsel eleştiriyi geliştirmiş olan toplumlar başarabilirler. Bu çerçeve dışında bazı kişisel başarılar da olabilir. 1 milyar 500 milyon Müslüman nüfusa karşın Kuran’ın bile tatminkar biçimde yorumlanmış olduğu söylenemiyor, yeni yorumlar planlanıyor…
 

Ben destanları kıyısından köşesinden şöyle bir gözden geçirmiş biri olarak şu kadarını söyleyebilirim. Adige toplulukları arasında anlatılan destanlar sadece biçimsel yönden değil içerik yönünden de birbirinden farklı olabiliyor. Örneğin, Shapsugh’daki parçada sekse pek yer verilmezken, Kabardey’de seks yönlü gelişme var, destanı Adige-Kabardeylerden almış olan komşu Osetlerde bu, daha belirgin olabiliyor. Bir örnek: “Nartların Altın Elma Ağacı” parçasında, deniz dibinde evlenip gelen genci, kıyıda bekleyen ikiz kardeşi karşılıyor ve üçü birlikte eve dönüyorlar. Oset varyantında ise, kıyıda bekleyen kardeş ava gittiğinden kulübe boş, deniz dibinden çıkan genç ise, karısını kulübede bırakıp kardeşini aramaya çıkar. Bu arada avdan dönen kardeş kulübede güzel bir kadınla karşılaşır, kadın da bu gelen ikizi kocasından ayıramaz, bilmeden kayınbiraderiyle kulübede cinsel ilişkiye girer. Durum anlaşılınca, üçü de intihar eder. Böyle bir davranış, masal da olsa, ilkinde pek bayağı bir şey, yakışıksız şey bulunur, sanırım hiç yapılmaz. Yani anlayış ve algılayış farkı var. Bu fark, sanırım feodal anlayışın/yaşayışın dıştan bir empozesidir.

Burada topluluklar arası anlayış farkları, nüans da dense, ortaya çıkıyor. Bu nüans, sanırım toplumsal yapı farklılıklarını (sınıfsız-sınıflı) da yansıtıyor.

Bildiğim bir iki yaşanmış olayı aktarayım:

Demokratik toplumda demokratik kurallar geçerlidir, kurallar kişileri korur, yani toplum üstü ve katı kurallar vardır, toplum hiçbir bireyinin aşağılanmasına izin vermez, ilişkiler nezaket kuralları çerçevesinde olur, kabalığa pirim verilmez. Örneğin karısını döven, Kafkasya’dan, bir feodal yöreden gelen bir akrabam (vınekoş), kızın erkek kardeşi tarafından başı kesilerek öldürüldü (Bkz. Kafkasya’dan Anı Kırpıntıları, CircassianCanada, Öyküler bölümü). Yine 40 yıl kadar önce, karısını ağzını ve burnunu kanatacak ölçüde döven gençten biri, peşine düşen köylünün elinden kaçarak kurtulabildi, korkusundan olmalı, bir daha da köye ayak basamadı. Yine köyden yoksul bir delikanlı (köy imamı, o zamanlar köy imamlarına maaş ödenmezdi), öksüz ve bir Adige ailesinde, kent de besleme olan bir Laz kızı ile evlendi, “Akrabamız” diyerek birtakım Laz ve Gürcüler kızın peşinden sık sık köye gelmeye başladılar. Köylüler “Bu bizden olmayan insanları evine sokma” diyerek uyardılar çocuğu ama o, “Hanımın akrabaları onlar” diyerek o kişileri Adigelerle karıştırma budalalığında bulundu. “Bıyık” (peç’oh) denen kamyonet sahibi bir Gürcü, küçücük bir kız çocuğu da olan bu kadını ayartıp kaçırdı. Tabii bir süre sonra yakalandılar, Bıyık hapishanede şişlenip öldürüldü. Kadın da karakola getirildi, duyduğuma göre, bir Karaçay polisin sorusuna karşılık kadının “Çerkes’im” demesi üzerine, “Laz’ım” diyene değin de epey dayak yemiş.

 

Kadının kocası “Ne yapayım, kızım var, kadın da güzel” diyerek, karısını yeniden kabul etme eğilimi göstermiş, bunun üzerine kendisine köyü terk etmesi söylenmiş, terk etmiş ama kadınla birleşmeyi göze alamamış.


Kız çocuğunu şehirdeki halası büyüttü.

Daha sonra kente gidip para karşılığı fuhuş yapmaya başlayan bir yabancı (Ordulu) gelin de köyden kovuldu. Böyle örnekler az değil… Gençlerin çok dikkatli olmalarını ve kendilerini aldatacak kadınlardan kaçınmalarını öneririm…

Görüldüğü gibi, Adige toplumunda çok sıkı ve birey üstü bağlayıcı kurallar vardır.

Adige toplumsal yapısını ve geleneklerini ilkel topluluklarınki (barbar toplulukları) ile karıştırmak ve karşılaştırmak doğru olmaz. Bu konuda Prof. Dr. Asker Hadeğal’dan bir aktarmayla yetineyim:

“Çok eskiden ilkel toplulukların vahşi doğada göçebe toplulukları biçiminde dolaştıkları dönemlerde,  Kafkasya’daki Adigeler, çağlarına göre ileri ve daha üst bir toplumsal yaşam düzeyine ulaşmışlardı ama henüz yazılı bir yaşamları oluşmamıştı…

Adigelerin başından iyi kötü çok şey geçti, başkaları tarafından kendilerine değişik adlar takıldı ama en kalıcı olanları kendi kendilerine verdikleri ve kendi aralarında kullandıkları adlar oldu.  

Kafkasya’nın nefes kesici güzellikteki ve sağlıklı doğası, zenginliği ve diğer çekici yanları nedeniyle,  Adigelerle dostça ilişkiler kuran ya da tam tersine sık sık bir çekişme ve savaş içine giren topluluklarla da karşılaşılmıştır. Örneğin, Karadeniz yoluyla Adigey (Çerkesya) kıyılarına ulaşan Grekler, bu kıyılarda koloniler kurdular. Sonuç olarak; Adigeler, gelişmiş bir kültürü ve yazılı bir yaşamı olan uygar bir halkla (Yunanlarla-HC) ilişki kurmuş oldular…

Darius Hispas’ın hükümranlığı döneminde,  M.Ö. 522’de yaşayan ünlü antik coğrafyacı Skilaks Kordiask “Propileya” adlı yapıtında Don ırmağından güneydeki Farz ırmağına (Rioni-HCY) dek uzanan Pont (8) (Karadeniz) kıyıları dolaylarında yaşayan insan topluluklarını göstermektedir. Bu topluluklar içinde “Maet” (Meot ya da Mыут1; Mıvıt') ve “Kerket”lerden de (Çerkeslerden) söz etmektedir (9). Yani, MÖ 6. yüzyılda,  başka bir deyimle, günümüzden 2 bin 500 yıl önce, kendileri tarafından hiç kullanılmayan “Çerkes” adının başkalarınca Adigelere verilmiş olduğunu da görüyoruz…

Bütün bunlar bize,  ilk önce,  Adigelerin ilk çağdan bu yana Karadeniz (Хы Ш1уц1э),  Kerç Boğazı (Xı Tvuale/Хы Т1уалэ) ve Azak Denizi ( Xı Mıutve/Хы Мыут1э) kıyılarında yaşamakta olduklarını; ardından da Adigelerin, bu çok eski dönemlerde bile, büyük bir özgün kültürlerinin bulunduğunu kanıtlıyor. "(Bkz. Asker Hadeğatl, Nartlar:Adige Yiğitlk Destanı 1, CircassianCanada, Edebiyat/Efsaneler-Mitoloji bölümü).

2) Kölelik konusuna gelince:

 

Burada öncelikle “köleci toplum” dönemi köleciliği ile “feodal toplum” dönemi “serflik” (toprak köleliği; pşıl’ı) kurumunu ve feodal toplum dönemi “esir ticareti” kurumunu karıştırmamak gerekir. Bunlar ayrı olan şeylerdir.
En büyük köleci devlet olan Roma İmparatorluğu, MS IV. yüzyılda doğudan gelen ‘’kavimler göçü’’ saldırıları sonucu ikiye bölünmüş (395 ya da 396 yılı), batısı 476 yılında yıkılmıştır. Bundan sonra köleci toplumdan feodal topluma geçiş süreci başlamıştır.


Dağlık bölgelerde ve izole vadilerde eşitlik esasına dayanan ve o koşullarda sürdürülen demokratik toplum düzeni, yabancı istila ve egemenlik dönemleri yaşanmadığından korunabilmiştir. İstilacıların böyle yerleri ele geçirmeleri ve elde tutmaları adeta olanaksızdı. Birkaç baş hayvan dışında yağmalanacak şey yoktu. Buna karşın başlarına koca kayalar ve binlerce ok yağdırılması işten değildi. Buraları istilacılar açısından çok korkulan yerlerdi. Oysa düzlük yerler öyle değildir. Buralarda bol ürün, büyük hayvan sürüleri vardı. Oraları istilalara uğruyorlardı.

Adige kabileleri arasında köle sayıları da bir değildi.


Örneğin, T. Lapinski, ”serf” (pşıl’ı; toprağa bağlı köle) ve “köle” (vıneut/унэ1ут) ayırımı yapmadan, hepsini köle sayarak, köle oranının Wubıhlar arasında % 25, Abadzehler (Abzegh) arasında % 10, Shapsughlar arasında da % 5 olduğunu söylüyor (“Kafkasya Gerçeği”, Samsun, 1992, sayı 8, s. 54, aktaran L. İ. Lavrov).

Wubıhların en üst tabakası olan eşrafa “kuaşka” deniyordu, bunlar sadece kendi serf ve kölelerini değil, ”vaghışv” (fekol’) denilen özgür toplum bireylerini de sömürüyorlardı. Ancak her iki toplum kesiti de serf ve köle sahibi olabiliyordu. 19. yüzyılda “Vubıkh yurdundaki üretim ilişkileri ilk feodal döneme ait nitelikler taşmaktaydı… Nüfusun çoğunluğu resmen hür toplum üyelerinden oluşuyordu” (age, s. 55).
Wubıh kuaşkaları (eşrafı), diğer Adige topluluklarına göre sayıca daha kalabalıktı.

Wubıhlarda köle ve serf köylülerin çoğu silah taşıyabiliyor, evin özgür bireyleriyle aynı sofraya oturabiliyor, kendisi isterse, ancak o zaman satılabiliyordu (age, s. 54).

J. Bell, “Adigey’de köle ve serf sayısı fazla değildir, Wubıh ve Cigetlerde ise fazladır” diyor, Wubıh ülkesinde zenginliğin ölçüsü “sahip olunan köle sayısı”, öteki yerlerde ise “sahip olunan koyun sayısı” ile gösterilir diyor (age, s. 54). J. Bell’den önce,  özgürlük mücadeleleri sonucu köle sayısı azalmıştı. Kölelik (pşıl’ı) Rusya yönetimindeki bölgelerde (Kabardey ve Abhazya gibi) güçlüydü. Bir yerde okuduğuma göre, Kabardey beylerinin elinden köle öldürme yetkisi Rusya tarafından alınmıştır.  

Yukarıdaki aktarmalar, Çerkesya’ya feodal ilişkilerin sızdığını ve yer yer de güçlenmeye başladığını, ancak dış düşmana karşı verilen mücadelenin öncelik kazandığını, bu nedenle de özellikle Wubıhlar arasında demokratikleşmenin gündemden düştüğünü ve toplumun modernleşemediğini, ama modernleşmeye hazır olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz bu tespitleri yapan Ruslar, durumu Adigelerden çok daha iyi biliyor olmalıydılar. Rusların Adigelerden kurtulma politikaları da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Soylu (feodal) sınıfı ve ruhban sınıfı, ayrıcalıklarına dokunulmadığı sürece, iktidarlara itaat ederler, uysaldırlar ve pek sorun çıkarmazlar.

 

Özgür bireylerden oluşmuş ve hızla modernleşmeye hazır, ama demokratik normlarına da (gelenek ve kültürel değerlerine) sıkı sıkıya bağlı Adigeler gibi 1 milyondan çok nüfusu olan bir toplumu itaat altına almak ve yönetmek, kolay bir şey olamazdı. Ruslar bunu göze alamadılar. Bu nedenle Rus, ileride kendi monarşisi ve çıkarları için tehlike oluşturacak olan bu nüfusu dışarıya transfer yoluna gitmiştir. Osmanlı da onları küçük gruplar halinde dağıtarak etkisizleştirmeyi başarmıştır, ama böyle yapmakla kendi kalesine de gol atmıştır, bu başka. . .

Osmanlı topraklarına yerleştirilen Çerkesler, özellikle demokratik kesim uyum zorluğu çekti. Soylu sınıfınca yönetilen toplulukların durumu farklıdır. Bunların içinde Türkiye’de yer beğenen, ardından geniş çiftlik topraklarını ve büyük hayvan sürülerini satıp adamlarını ve kölelerini toplayıp anlaşmalı olarak Türkiye’ye yerleşen, hayvancılık yapan ve orduya at satıp para üstüne para kazanan beylerce yönetilen (pşı) Adige toplulukları da vardı.

Gorbaçov dönemindeki tanışmalara değin, Adigeler arasında büyük bir Kafkasya özlemi vardı. Bu özlem atalar tarafından genç kuşaklara aktarılarak gelmiş olan, eski demokratik döneme duyulan bir özlem, nostalji idi.

KEÇ-I Süleyman’ın dediği gibi, ”neşü, degu ve tlaşe” üçlüsünün zulmünden bezmiş olan Çerkesler, bize göre, kuşkusuz, Kafkasya’daki devletsiz ve baskısız eski yaşam günlerine özlem duyuyor olmalıydılar.  

Tanışmalar sonucu, Çarlık ve Komünizm (aslında Stalin faşizmi) tahribatına uğramış olan Kafkasya’nın artık eski Kafkasya olmadığı görüldü. Kuşkusuz bu da büyük bir şok ve düş kırıklığı oldu.

3) Soyluluk ideolojisi, kendi görüşünü benimsetmeyi başarmıştır. Adigeler özgürlüğe çok değer verdiklerinden, özgür olmayanları öteki, kendi grupları dışında kalan kişiler olarak algılıyorlardı. Onların yaradılıştan öyle olduklarına inandırılmışlardı. Din gibi bir şeydi bu. Kaba bir tabirle köleliği (pşıl’ı ve vıneut) bir kast, bir tanrı buyruğu, neredeyse bir Kuran ayeti gibi, değişmez bir şey, bir alın yazısı gibi algılıyorlardı. Shapsughlar ve Abzeghler de o gibi görüşlerin etkisindeydi. Bu toplumlar içinde de “pşıl’ısı” olan ve esir ticarete yapanlar da, kuşkusuz vardı, ama bunların sayısı azdı ve feodal anlamda kurumlaşamamışlardı.

(İlginç bir şey: Manyas’ın bir köyünde (Eşen) bir Çerkes, bir Manav/yerli Türk kızını ister ama köle diyerek ailesi kızı vermez. Bu örnek bile insanların nasıl koşullandırılabildiklerini gösteriyor.)

Nitekim Lavrov, asıl esir tüccarlarının Abzeghler olduğunu yazıyor. Alıcı taraf kuşkusuz Türklerdi. Türkiye’ye esir satışı asıl Wubıh limanlarından yapılıyordu.

“Başlıca ihracat ise köle kızlardan oluşuyordu ve bunlar haremler için Türkiye’ye götürülüyorlardı… Trabzon bakır madenlerinde çalıştırılan erkek köleler de buradan sağlanıyordu”. 1836’daki Rus ablukasına karşın 150 teknenin Çerkes kıyılarında faaliyette bulunuyor olması, Çerkesya ile Türkiye arasında “ne denli yoğun ticaret yapıldığını göstermektedir (age, s. 52).

 

Modern sınıf bilincinden yoksun sıradan Adigelerin soylu (pşı-work) ideolojisinin etkisinde kalmış olmaları doğaldır. Muskaya ve büyüye inanan insan sayısı hala az değil. İki olayı anlatayım:

Büyük amcam İkinci Dünya Savaşı sırasında Trakya’da askerdi. ”Çadırlarda donuyorduk. Bereket yakınlarda komşu Bırgehable (Akınlar) köyünden bir çavuş tanıdık vardı. Çavuşların çadırlarında soba vardı, oraya gidip ısınıyordum. Bana burada yat dedi ama kabul etmedim”. Niye, diye sordum. ”Bir pşıl’ıya sığındı (yek’ol’ejığ) diye adımı söyletir miyim hiç” diye yanıt verdi.

Pşıl’ı olan bir Besleney öğretmen kızla konuşuyordum. Neredense amcam haberini almış, ”Bir köle gelin getirip bizi küçük düşürmesin (tişha şşoremıvıt/тишъхьэ ш1орэмыут)” diye haber gönderdi. Öylesine konuşuyordum.

Çok daha sonraları bir gün, ”pşıl’ının başına günde 7-9 kez kölelik damarı vurur“ derler, niye, diye sordum. Zavallı köleyi gelen azarlıyor, giden azarlıyor, yanıt bile veremiyor, ömrü sıkıntı ve azap içinde geçiyor. Bu nedenle de her şeye itiraz eden, her şeye sinirlenen kişiler oluyorlar. Aslıda öyle bir şey yok. Allah herkesi eşit yaratmış. Köleyi insanların kendileri köle yapmışlar” diye de yanıt vermişti. Anlaşılan rahmetli amcam 1970 yıllarının özgürlük havasında oldukça aydınlanmıştı.

Kölelik ve soyluluk bir sınıfsal, sosyolojik olgudur, Tanrısal ya da genetik bir olgu değildir kuşkusuz. Toplumda hiçbir kimse, soy yönünden hiçbir başka kimseden asla üstün değildir. Biz bu konuları bir tarihsel kesiti incelemek, öğrenmek ve bizden sonrakilere bilgi aktarmak için işliyoruz. Kimse gocunmasın, alınmasın, kimse köle değildir. Bugün için demokrasi düşüncesini paylaşan herkes soyludur. Paylaşmayan kişi, bana göre kral soyundan gelse bile, soysuzdur.

Ne demiş Abzegh, ”Vıl’me vıl’ako, ”Ул1мэ ул1акъу”/”Adam gibi adamsan soylusun”…

Sonuç:

Kafkasya’daki Adige demokratik toplum düzeni, kuşkusuz başka düzenlerden de etkilenmiştir. Ama coğrafi konum, sıkı dayanışma ruhu nedeniyle, ilkçağlardan gelen demokratik düzen büyük ölçüde ve çağa uygun anlamda geliştirilerek korunmuştur. Bu düzen dışarısı ile ilişkisi olmayan, uzayda bir yerlerde yaşayan geri bir toplumun düzeni de değildi. Çerkeslerdeki temizlik, insani ilişkiler geri insanların ve toplumların başarabilecekleri şeyler değildir.

Adigeler hitabete ve saygılı davranmaya, adlarına, dahası topluma leke getirmemeye özen gösterirlerdi. Adige dili de bir mücevher inceliğinde ve zenginliğinde işleniyordu, büyük bir folklorik sanat yaşamı vardı. Örneğin, 1864 yılına değin birçok tıbbi ve teknik terimin Adigece’si bulunmuştur. Bu da Adigece’nin ne denli kapsayıcı, teknik ve felsefi terimler üretmeye yatkın ve işlek bir dil olduğunu bize gösteriyor.
 

 

Mehmet

10. 03. 2009

 

‘‘Batıda pşıların tasfiyesi, Çarlık ile yapılan çatışma ve antlaşmalarda, bu gurubu lidersiz ve siyasetsiz bırakmış gözüküyor. Feodal efendilerin daha etkin olduğu Kabardeyler ve Bjedughlarda sürgün sınırlı ve hatta az.“

Burada küçük bir itirazım olacak.  Sonuçta sonuç aynı ama sonuca ulaştıran argümanların etkileşimleri farklı.  

Şimdi batıda pşılar tasfiye edildikten sonra batı lidersiz ve siyasetsiz kalmadı. Peki ne oldu da batı sürgünü bu kadar çok yaşadı? Yukarıda katılımcıların, adına demokrasi dedikleri olgunun azizliğine uğranıldı diyebilirim.  Nasıl oldu bu? Aile ittifaklarından bahsedilmişti. Burada kararlar çoğunluğun ittifakıyla alınıyordu.  Karara itiraz edip azınlıkta kalanlar bu karara uymak durumundaydılar. Örneğin 30 aileden oluşan bir ittifakta Ruslara karşı direnelim diyenlerin sayısı 20,  anlaşmaya gidelim diyenlerin sayısı 10 ise, karar direnme olarak çıkıyor, anlaşmaya gidelim diyenlerde bu karara uymak zorunda kalıyordu. Demokrasi de böyle işliyordu.

O zaman diyebilirsiniz ki, feodal olsaydık sürgünü bu kadar acı yaşamazdık. Aslında kazın ayağı öyle değil.  Feodal olup da direnenler yine sürgüne uğradılar. Burada keramet feodal ya da demokrat olmakta değil.  Batıda eğer ittifaklar direnme yerine anlaşma yoluna gitmedi, feodallerde direnme yolunu seçseydi, bu seferde demokrasinin zaferinden (!) bahsediyor olacaktık burada.

Birde küçük bir ayrıntı. Ruslar açısından feodalleri ikna etmek, demokratları (!) ikna etmekten çok daha kolaydı. Zira Rusların feodallerde muhatapları belliydi ve pşıyı ikna ettiniz mi ona bağlı bütün toplumu ikna etmiş oluyordunuz ama demokratlarda ittifaktaki aileleri tek tek ikna etmek durumundaydınız ki, bu da imkansız gibiydi.  

Feodal pşıların anlaşma yolunu seçmelerindeki etken üstün siyasi yetenekleri mi (!), yoksa kendi pozisyonlarını koruma telaşımı orası tartışılır. Ancak demokratların demokrasi deneyiminin sonuçlarının acı olduğu aşikardır.

Selamlar.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

11. 03. 2009

 

Sayın Mehmet kardeşim,

Ben sorunu sırf göç ya da sürgünü konu ederek ele almadım. Kafkasya'da var olan tarihsel anlamda politik ve sosyal durumu söz konusu ediyorum.

Adigeler 1830'lu yıllardan 1860'lı yıllara değin sürekli barış isteklerinde bulundular. Onurlu bir barış, Rus tarafınca sürekli ret edildi. Özellikle Kırım Savaşı'ndan sonra Çerkesya'nın stratejik önemi iyice ortaya çıktı. Ruslar Çeçenya ve Dağıstan'da halkın Rus otoritesine boyun eğmesini yeterli görürken, Çerkesya'da farklı bir politika izlediler. 1857'de Çerkeslerin bir bölümünün kuzeydeki Don bölgesine sürülmesi düşünüldü (General Milyutin raporu), düşünce geliştirilerek 1861 yılında Çerkesya'nın yerli nüfusundan boşaltılması görüşü benimsendi (Kont Baryatinski raporu). Etnik temizlik yapılacak alan da belirlenmişti. O tarihte Adige egemenliğinde olan Kuban ırmağından güneyde Bzıb ırmağına değin uzanan Karadeniz bölgesi, doğuda Maykop'a, Belaya (Şhaguaşe) ırmağına kadar olan Kuban toprakları. Çar II. Aleksandr, Çerkes temsilcilere "Ya Türkiye'ye göç edin ya da Kuban ırmağı boyunda göstereceğimiz yerlere yerleşin" dedi.

Çerkesler Kırım Savaşı'na katılan müttefikler tarafından, savaş sonu kaderlerine terk edildiler. Bir tür ihanete uğradılar. Emperyalist devletlerin huyudur bu. Burada Çerkeslerin hatası konjonktürü değerlendirememiş, belki de batılı ajanlara kanmış olmaları olabilir. O saatten sonra feodal ya da demokrat olmak fazla bir anlam da taşımıyordu. Ayrıca Rusya feodalizmi tasfiye sürecini resmen başlatmıştı (1861), feodal unsurlardan korkmasına gerek de yoktu, ancak kendi topraksız köylüleri (Rus serfler) için Çerkesya'nın geniş topraklarına gereksinme duyuyordu. Böylesine tüm olumsuzlukların birleştiği bir kesit Adigeleri vurdu.

Eğer Adigeler, sözgelişi 1859 yılında boyun eğmiş olsalardı, belki de durum farklı olabilirdi.

Feodal ilişkiler her zaman için kurtarıcı olamıyor. Peki feodal Kırım'dan onca Tatar niçin Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda bırakıldı?


1877'de soylu sınıfı güdümündeki Abhazların bir kısmı niçin Rusya'ya karşı ayaklandı ve ne diye Türkiye'ye kaçtı? Eğer bu ayaklanma olmasaydı, bugün 70 ya da 100 bin yerine 1 milyon nüfuslu bir Abhazya olurdu. O aman Gürcistan hindi gibi kabarma cesareti bulabilir miydi?

Soylu sınıfı kendi çıkarını, ulusun çıkarının üstünde tutar.

Büyük bir devlet ile komşu olan ya da büyük bir devlet içinde yaşayan küçük ulusların maceralara kalkışmaları çok tehlikelidir ve daima bir risk taşır. Batılıların ihanetine uğrayan Adigelerin dış yardımsız modern Rus ordusu ile savaşamayacaklarını anlamaları ve derhal silah bırakmaları mantık gereğiydi. Adigeler uyanamadılar. Aynısını Çeçenler de yaptılar. Gürcistan bir yerlere güvenip RF için yaşamsal önem taşıyan Güney Osetya'yı ele geçirme olayına kalkıştı. Daha önceki Acara operasyonu Gürcüleri yanılttı, o zaman Rusya Gürcistan'ın bu yaptığına ses çıkarmamıştı.

Balkanlarda küçük devletler kurulduysa, büyük devletler desteği sayesinde oldu bunlar. Görüyorsunuz Ermenilerin ve Anadolu Rumlarının hazin sonunu, Batı onları da feda etti.

Sovyetler Birliği'nden en son ayrılan ülke neresidir? Kazakistan'dır. Niye? Büyük komşu, yani RF ile bir sürtüşmenin hiçbir yarar getirmeyeceğini biliyorlar, akıllı insanlar, tarihten ders almasını biliyorlar. En başta Kazakistan'ın dik yarısı Rus. Gorbaçov bile, bugünlerde RF, Ukrayna, Belarus ve Kazakistan arasında kurulması olası bir birlikten söz ediyor. Gerçekleşir gerçekleşmez o ayrı bir şey.


O halde, genel anlamda söylüyorum, sorunlarımızı çok yönlü olarak ve barışçı bir bakışla, objektif olarak ele almamız gerekiyor. Aksi takdirde kaybeden daima biz oluruz.


Saygılarımla.

 

 

Erhan Hapae

11. 03. 2009

 

Değerli Arkadaşlar konu dağılıyor ve bunun ilk suçlusu galiba benim, sonunda sürgünün nedenlerine dair bir provokasyon tarafımdan geldi,  belki de dağınıklığın nedeni bu. Çerkesya yaşamının birkaç bin yıldan beri sürdüğünü kabul edecek olursak, talihsiz son iki yüzyılı çok önemli olmakla birlikte, esas saymamak hakkına sahibiz.

Mehmet'le şu noktada anlaşabiliriz sanıyorum. Feodallerin batıda iktidarını yitirdiği için sürgün gerçekleşti gibi bir yargıya sahip değilim. Batıda feodaller iktidar olsa da sürgün gerçekleşebilirdi. Buna kimse bir şey diyemez ama orda Çerkeslerin kaderi demokrasinin azizliğine uğradı demekte biraz fazla abartı olur.  Başıboşluk ile demokrasi aynı şeyler değil. Ben Çerkesya’da var olan düzenin modern (hatta modern öncesi) bir demokrasi olabileceğini düşünmekte zorlanıyorum.

Ancak kendisinin de belirttiği gibi düşmanın etkili ve hakim bir muhatabının olmadığı açık. Diğer yandan Kabardey ve Bjedughlarla ilgili verdiğim örnek bir varsayım değil tersine, bir sonuç. Bu durum, tesadüfen olmuş olsa bile böyle.

Esas konumuza dönecek olursak; batıda daha gevşek, doğuda daha koyu olarak feodalizm sürüyor. İçinde iki temel sınıf var, halkın seçemediği yöneticiler (batıda dar çevre seçimleri işin aslını değiştirmiyor) ve kaderi bir tesadüflere kalmış olan yönetilenler. Bu iki sınıfın kendi içinde çeşitli tabakalar var. Üretim kapalı bir üretim tarzı. Pazar için bir üretim yok. Mesela sanayi hammaddesi olabilecek olan şekerpancarı üretilmiyor.  Bu şu demek; bir köy veya küçük kabile sadece kendi ihtiyaçları için üretim yapıyor ve ambarına taşıyor. Bu üretiminin küçük bir bölümünü gaz-tuz ve bez için satıyor veya trampa ediyor. Mesela sadece domates üreten bunu pazarda satıp un, kumaş, et, tavuk, gaz satın alan bir ekonomi yok. Hepsini kendisi üretip kendisi tüketiyor.  

İşte bu üretim ilişkileri içinde karşılıklı insan davranışlarını belirleyen kurallar silsilesi xabze.

Esas konuya geri dönüp, bunu aydınlatmaya çalışalım.

Saygılar hepinize.




K’EREF Albuz

12. 03. 2009

 

Sayın; KUŞHA Faruk ve saygı değer HAPİ Cevdet beye birkaç soru da benden.

1) Pşıga ve pşı kavramlarını; ölçen, standart oluşturan, başlangıç yapan, ilk var eden veya önderlik oluşturan anlamlarıyla düşündüğümüzde aslında Osmanlı’da ve Rusya’da tasfiye edilen feodaliteden çok (tıleyler) önderlikler mi acaba?

2) Workı, wud, wune, warde, wogu vb.  gibi anlam akrabalığı olan sözcüklerle beraber düşündüğümüzde, worklık sadece feodalite döneminin bir olgusu mudur?

3) lhukol, ‘’mılhuko’’nun tam zıttıdır, yani esas olan lhuko(l) degil midir? ( Lıır laakoş’deki gibi.)

Yani esas olana lhukol, güçü birikimi toplayıp, yeniden güce dönüştürerek bilinç ve güç oluşturana work, önderlik oluşturulmasına da pşıga diyebilir miyiz?

 

 

KUŞHA Faruk Özden

12. 03. 2009

 

Değerli arkadaşlar,


Adige feodal yapılanmasının omurgası olarak nitelendirdiğimiz workler, bazı tarihçilere göre Uzakdoğu’nun özelinde Japon Samuraylarına benzetilir. Yaşamları lığe (yiğitlik) üzerine kurulmuştur. O kadarki, ölümde dahi yiğitlik aranır. Lenımi lığe xels (ölümde bile yiğitlik vardır veya ölümde bile yiğitlik aranır).


Uğraşları zekue (serüven seferi) tek veya küçük guruplar halinde komşu kabileleri de içine alan, uzak steplere kadar uzanan alanda serüven ve talan için sefere çıkmak. İntikam alınmasını önlemek için talan edilen yerler çok uzak tutulurdu. Work sadece zekuede ele geçirdiği ganimetleri para ile satar. Onun dışında ticaret çok ayıptır. Ticaretin workler için ayıp olduğunun savunulduğu bir toplumda da ekonomik ilişkilerin gelişmesine yani pazarın gelişmesine en büyük engel bu zihniyettir. Almak-satmak yani ticaret worklere göre değildir. Bir anlamda Avrupa Aristokrasisi’de ilk başlarda ticareti hor görmüş, sonunda Fransa’da olduğu gibi sınıfının tasfiyesini gündeme getirmiştir.


Ticareti hor gören, ticaretle güçlenen burjuvazisi tarafından demokratik devrimle tasfiye edilen Fransız feodallerinin yaşadığının bir benzeri Çerkesya’da yaşanmıştır. Aradaki fark Fransız feodallerinin tasfiyesi kendi burjuvazisi tarafından yapılmıştır. Adige feodalizminin tasfiyesini de tetikleyen Avrupa burjuvazisi ile güçlenen ve demokratik taleplerini gündeme getiren güçler olmuştur.


1861’deki Çarlık Rusya’sı serfliğinin -yani köleliğinin- yasayla tasfiyesi Çerkesya’da katliamları ve sürgün felaketini gündeme getirmiştir. Avrupa’da başlayan Burjuva Demokratik Devrimi ve Sanayi Devrimi, Rusya’da köleliğin tasfiyesini hızlandırmış ve Çerkesya topraklarının boşaltılmasını tetiklemiştir. Sürgünle boşaltılan verimli topraklara Rus ve Kazak köylüleri yerleştirilmiştir.


18 ve 19. yüzyıllarda ekonominin en önemli girdi kaynaklarından biri olan Çerkesya’nın verimli toprakları silah zoruyla boşaltarak, özgürleşen kendi köylüsüne tahsis eden Çarlık Rusya’sı; 1800’lü yıllardan sonra en fazla silahlı direnişi gösteren Çeçen ve Dağıstan topraklarını dağlık ve verimsiz olduğu için boşalttırmadı.
18 yüzyılda kendi feodallerini tasfiye eden, pşı ve lekueleşlerini uzaklaştıran Abzegh ve Shapsughlar öndersiz kalmıştır. Toplumda demokratik bilinç gelişmeden oluşan burjuvazisi tarafından değil de halk tarafından feodallerin tasfiyesi toplumu öndersiz bırakmıştır. Gerektiği gibi planlı olmasa dahi önderliği olmayan, gerektiğinde Çarlık yönetimi ile uzlaşacak veya yaptıkları anlaşmalara dahi sadık kalmayan bazı yorumculara göre ne anlama geldiğini bilmediğim aileler federasyonu tutumlarıyla bütün toplumun sürülmesine neden olmuştur.


Sürgünde esas belirleyici olan Çarlık Rusya’sının köylüsünün özgürleşmesidir. Birilerinin özgürleşmesi Çerkeslerin felaketini getirmiştir.


Bu arada konudan uzaklaşarak her zaman olduğu gibi feodalizmi de savaşa bağladık. Savaş toplumsal gelişmeyi sekteye uğratmıştır. Feodal yapıyı irdelerken, toplumsal yapının tarihsel gelişimini özetlerken, konu yine savaşa getirildi.


Saygılarımla.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

12. 03. 2009

 

Sayın HAPAE ve sayın K’EREF Albuz,


1) Tarih, yer ve zamana göre değerlendirilir. Kabardiya ve Kuzey Osetya 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rus denetimine alındı ve 1774 yılında resmen Rusya’ya ilhak edildi. İlhak 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Osmanlı Devleti ve Kırım Hanlığı tarafından da tanındı. Bu iki yer artık resmen Rus toprağı, halkı da Rus uyruğu oldu. Ruslar feodal yapıyı, beylerin (pşı), soyluların (work), serbest köylülerin (tlkhukol’) hukuk ve statülerini tanıdılar. Pşıl’ı (serf) ve vıneutlar (köleler) üzerindeki statüde ise bir değişiklik yapılmadı. Yani ilk gruplar (özgür olanlar) üstün statü ve mülkiyetlerini korudular.

 

2) Çerkesya Adigeleri 1859 yılına değin direnişlerini sürdürdüler. Ancak 1859 yılında, ilkin Kuban ırmağı orta sol kıyısındaki düzlüklerde yaşayan Bjedughlar Ruslara boyun eğdiler. Bjedugh sayısı 1860’larda 60 bin tahmin ediliyordu, göç sonucu sayı 1880’de 15 bin 263’e düşmüştü (A. Kasumov-H. Kasumov, Çerkes Soykırımı, s. 290-291). Bjedughların ardından, aynı yıl K’emguy, Mehoş, Besleney, Yegerukay, Kuban Kabardey, vb boyun eğdiler. K’emguy sayısı 80 binden 3 bin 140’a düştü (aynı yer, ayrıca Bkz.  “Çerkes Sürgünü”-Vikipedi).


Görüldüğü gibi 1859’da boyun eğen topluluklar da baskılar sonucu büyük bir göç olayı yaşadılar. 1860’da Anapa yörelerinde yaşayan ve Ruslara boyun eğen Natukuaylar ise, farklı bir siyasal coğrafyada yaşadıklarında toplu olarak sınır dışı edildiler: Natukuay sayısı zorla göç ettirme (sürgün) sonucu 1860’daki 240 bin sayısından 1880’de 175’e düştü (aynı yer).


Kırım Savaşı, Rus ordusunun hantal olduğunu, Rusya’nın Batılı ülkelere göre çok geri kalmış olduğunu ortaya koydu. Bu durum karşısında Rusya reform kararı aldı. Bu arada Kuzey Kafkasya sorununu da çözmek gerekiyordu.


Daha yukarıda belirttiğim gibi, Rus hükümeti 1861’de Çerkes halkının bir bölümünün bulunduğu yerden çıkarılması ve göç ettirilmesi, bu yerlere Rusların yerleştirilmeleri kararını aldı. Bu bir bölümün yaşadığı yer, Karadeniz ile Maykop ya da Belaya ırmağı (Şhaguaşe) arasında bulunan Adige egemen topraklarıdır. Egemen Çerkes sahili ise, kuzeyde Kuban ırmağından güneyde, şimdi Abhazya’da bulunan Bzıb ırmağı arasında bulunan Karadeniz kıyıları idi. Bütün bu saha, olduğu gibi insansızlaştırılmış yerli nüfus, Rus askerlerince son bireyine değin bu yerlerden sürülmüş ya da öldürülmüştür. Sözünü ettiğimiz Bjedugh, K’emguy ve Kuban Kabardey toplulukları sürgüne tabi tutulan ve inansızlaştırılan saha (Kuban Askeri Yönetim Bölgesi) dışında ve Rus yönetiminde olan bir bölgede bulunuyorlardı. Sürgün kararı o toplulukları kapsamıyordu.

 

3) 1992’de Maykop’ta bir toplantıya katılmıştım. Burada genç bir tarihçi bayan konuşmacı, dış ülkelerde yaşayan Adigeler için “Kandırılarak götürülenler” (Гъэпц1агъэк1э ращыгъэхэр) gibi deyimler kullanıyordu, itiraz ettim. Bana karşı olan, kadını destekleyen itirazlar duydum, “Evet, o Adigeler kandırılarak götürüldüler” dediler. Ben de bir Rus generalinin daha alt düzeydeki bir başka Rus generaline gönderdiği 1863 tarihli bir yazıyı okudum. Yazıda “Gösterdiğimiz yerlere taşınmaları için Natukuaylara 20 gün süre veriniz, taşınmayanları Türkiye’ye gönderiniz” deniyordu. “Onlar başka, ben buradaki -Adigey’deki- Adigelerden söz ediyorum. Buradakiler sürülmediler” anlamında bir diretmede bulundu. Bunun üzerine oturumu yöneten Prof. Dr. Asker Hadeğal, “Cevdet, bizi sürdüler, öldürdüler, cesetleri topluca uçurumlardan attılar, toplu kıyımdan geçirdiler, bunların hepsi oldu” biçiminde bir müdahalede bulundu. Ben de “Hadeğal’ın görüşüne katılıyor musunuz” diye tarihçi bayana sordum, o da “Evet” anlamında başını sallamakla yetindi. Bunları “Kuzey Kafkasya Kültürel Dergisi” ile “Argun” gazetesinde de yayınladım.
 

4) Peki, sürgünün uygulandığı bir alanda yaşayan Kıyıboyu Shapsughları nereden çıktılar öyleyse, diye sorulabilir. Bu konuda en geniş yeni bilgi Polovinkina’nın “Çerkesya Gönül Yaram” adlı kitabında var. Shapsughların üstündeki dağlık kesimde yaşayan Hak’uçlar (Bkz. Hak’uç-Vikipedi) 1864 yılında ve sonrasında Ruslara boyun eğmediler. Bazı Shapsughlar ve diğer Adige kalıntıları da onlara katıldılar. Hak’uçlar 1865 yılı sonbaharında, Rus birliklerince daraltılan bir çember içine alınarak yok edildiler. Yakalanan ya da teslim olan bazı Shapsugh ve Hak’uçlar, Rus yerleşimcilere yöre koşullarına uygun örnek tarımı göstermeleri amacıyla ve askeri gözetim altında küçük gruplara bölünerek Rus köylerine dağıtıldılar. 1880’de Karadeniz bölgesindeki askeri yönetime son verilince, yani bölge sivil yerleşime yeniden açılınca, Kuban bölgesine (şimdiki Adigey) yerleşmiş Shapsughların bir kısmı bu tür olanaktan yararlanarak Karadeniz bölgesine geri döndü ve oradaki Shapsughlarla birleşti. Acak bölgedeki Adige-Shapsugh nüfusu 1897’de 2 bin bile olamamıştı (Bkz. Karadeniz ili-Vikipedi).
 

5) “Pşı” (пщы), sözü geçen, ailenin ya da topluluğun büyüğü, yöneticisi anlamına gelir. Gelin kayınpederini “pşı”, kayınvalidesini de “guaşe” olarak tanımlar, bu saygıyı ve itaati ifade eder. Unvan olarak da, köy ya da topluluk beyine “pşı”, pşının karısına da “guaşe” denir. Pşı ve worklerin birçoğu dışarıdan, egemen merkezden ya da onların yetkili temsilcileri tarafından atanmış kişiler oldukları için Tatar asıllı iken zamanla Adigeleşmiş kişiler de olabilirler. K’emguylarda “Boleteko” - “Polat oğlu”ndan, Kabardeylerde “İdar”-“Aydar”dan gelmiş olabilir. Nitekim bunlar yakın zamanlara değin kendilerinin Türk soyundan geldiklerini söylüyorlarmış, bunu Şemseddin Sami beyden okumuştum (Bkz. Şemseddin Sami, Kamüs-ül Alam,  “Kabarda” maddesi).


“Pşığo” -Prenslik anlamına gelir, Rus, Tatar, Gürcü, Azeri, Ermeni, Dağıstanlı, Abhaz, vb’nde vardır, Adigelerde ise yoktur. Adige devlet evrilmesi henüz o düzeye ulaşmamıştı. Sadece bir ya da birkaç köyle sınırlı köy yönetimleri vardı, köy beyleri de bir yerlere bağlı olurlardı. Örneğin Kırım Tatar Hanlarının ya da Rusların vasalı olan Kabardey beylerinin (pşı) Karaçay ve Balkar beyleri (biy, tavbiy) gibi vasalları da vardı.
Bazen de (1739-1774 arası dönem Kabardeyler, ayrıca diğer Adigeler arasında da bir baş prens “pşıme yapş” ) seçilebilirdi. Ama bu olay bir prenslik oluşumu gibi algılanmamalıdır, çünkü süreli ve geçici bir durum idi. Yani hanedan kurma olayı değildi.


“Tlkhukol’”(лъхукъол1)-Kabardeyce’de “Özgür bir adamdan olma adam”, “Özgür, başına buyruk adam” anlamlarını verir, Batı Adigece’deki söyleniş biçimi “fekol”dur (фэкъол1) ve aynı anlama gelir.


“Pşıl’ı” (пщыл1ы)-Adı üstünde “Pşıya (beye) ait (serf, toprak kölesi) olan adam” anlamına gelir. “Vıneut” ise, adı üstünde “Kapıkulu”-“Düz köle” anlamına gelir.


“L’ekotleş” (Л1экъолэщ) ve “Work” (Work) ise, bunlar da “pşı” altı, ama “tlkhukol’” üstü unvanı olan soylu kişiler idiler.


Saygılarımla.

 

 

Erhan Hapae

12. 03. 2009

 

Sayın KUŞHA,

Workler yağmacı mıydı yani?

Öyle bir tarif ettiniz ki; '’Çift kişilikli'’ler neredeyse. GIR-GIR dergisinde bir tip vardı; 'gündüz insan gece hırt' benzeri.

Eğer öyle iseler, soylu davranış tarzı nasıl olurda onlardan kaynaklanıp bütün bir halka yayılır.

 

 

Mehmet

12. 03. 2009

 

Sayın HAPAE,  sayın Özden,  sayın HAPİ,  

Her birinizin tarih bilincine, anlattıklarınıza katılıyorum ve inanın sizden çok şey öğrendim bu arada. Benim itiraz ettiğim yerler var yinede. İtirazım içeriğe değil, metodolojiye. Dikkat ediyorum Kafkasya üzerine tarihi konularda bilgi verirken modellemeye giriyoruz. Başka yerlere bakarak Kafkasya’yı açıklamaya çalışıyoruz. Örneğin Batı normlarında bir feodalite, Batı normlarında demokrasi, üretim-emek-emekçi ve bilumum öteki normlarla Kafkasya tarihini modelleme yoluna gidiyoruz.  Evet bir yere kadar modelleme yapabilirsiniz ama bir yere gelindiğinde bakıyorsunuz ki model uymuyor. Takılıp kalıyoruz.

Bakın sayın HAPAE takıldı kaldı:

“Workler yağmacımıydı yani? (…) Eğer öyle iseler, soylu davranış tarzı nasıl olurda onlardan kaynaklanıp bütün bir halka yayılır.’’

Avrupalılar bile bu işe hayret ediyorlar nasıl olabilir diye. Çünkü model olarak kendilerini görüyorlar ve başkalarının da kendilerini model olarak kabul ettiklerinin bilincindeler. Feodalite, demokrasi,  insan hakları vesaire. Bizlerde model olarak Avrupa’yı (dış dünyayı) aldığımız için şaşırıp kalıyoruz ‘’nasıl olur’’ diye.  

 

Kafkasya’daki tarihsel süreç çok ilginçtir. Bu süreci öyle her modelle anlatmak mümkün değil. Nasıl oluyor da hem yağmacı hem asil olunabiliyor, nasıl oluyor da yazılı tarihi olmayan hatta yazılı kanunları olmayan bir toplum hem barbar hem asil hem de Batı’da dahi görülmeyen bir biçimde kadın haklarına saygılı olabiliyor?  Örnekler çoğaltılabilir. Umarım ne demek istediğim anlaşılmıştır.

Sayın HAPAE’nin sorusuna gelirsek eğer:

’’Workler yağmacımıydı yani?’’

 

Evet yağmacılık worklerin en önemli kahramanlık emarelerinden biridir. Hatta bu kahramanlıklarına dair woredlerde vardır.  


Adolph Erman’nin - 1841’de yayınlanan “ Archiv für wissenschaftliche Kunde von Russland“ adlı eserinde bu woredlerden birinin hikayesi söyle anlatılır: (Almanca kaynaktan Almanca olarak aktarıyorum isteyen tercümesini yapsın.)

Der Edelmann Kait war ein ausgezeichneter Kämpfer aber sehr hochmutig das Blut der Janin rollte in seinen Adern Als er eines Tages von einem Überfall heimkehrte besuchte er ein schönes Mädchen diese fragte ihn lächelnd nährst du dich auch wie jene beiden Fürsten hier nannte sie zwei in der Sage berühmte Helden nur von der Speise die man auf Kriegszügen findet Mit einbrechender Nacht machte sich Kait auf den Weg zu den berühmten Kämpfern um seiner Schönen den Beweis zu geben das er an Kühnheit und Ausdauer in Beschwerden keinem Kämpfer auf Erden nachstände Die gefeierten Helden verweilten im Hause eines Mannes der ihnen ergeben war als Kai l allen Drangsalen einer langen und gefährlichen Wanderung Trotz bietend bei ihnen ankam Zwei böse Hofhunde zerfleischten ihm die Füsse er aber kümmerte sich nicht darum und ging mit seinen blutenden Füssen weiter ins Haus Die Tochter des Wirtes meldete den seltsamen Gast Die beiden Fürsten staunten über seine Kaltblütigkeit und wollten ihn sogleich kennen lernen von dein Tage an war Kait ihr Herzensfreund und ihr Gefährte bei jedem Wagnis Bei einer hitzigen Verfolgung der Feinde wurden beide Brüder getötet Kait der mit ihnen war kämpfte wie ein Verzweifelter und beschützte die leichname der Gefallenen so heldenmütig dafs die erstaunten Feinde ihm zuriefen er könne ruhig und ungekränkt in seine Heimat ziehen Aber Kait wollte von Schonung seines Lebens nichts hören er fiel die Leiber seiner Freunde beschützend Als die beiden Fürsten schon dem Sinken nahe ihn ermahnten sie jetzt ihrem Schicksal zu überlassen sprach er begeistert ‘‘Ich habe die Speise der kriegerischen Züge mit euch geteilt und will jetzt auch den Tod mit euch teilen!“

Selamlar.

 

 

K’EREF Albuz

13. 03. 2009

 

“Tüm Arapça sözlüklerin babası olan Kamus ile ağababası olan Sıhâh, millet sözcüğünü basitçe “din” diye tanımlıyorlar. Nüans konusunda Arapları bile yaya bırakan Lane’in sekiz ciltlik Arabic Lexicon’u “a way of belief and practice in respect of religion” diye ayrıntılandırmış, yani “dinî inanç ve pratik bakımından takip edilen usul”.  

Türkçe kullanım da öyleymiş. Buyurun Meninski, Osmanlı dilinin ilk ve birçok bakımdan asla aşılmamış sözlüğü, 1680 tarihli; “lex quam quis sequitur, religio”.  Yani “bir kimsenin bağlı olduğu yasa, din”. Osmanlı Devleti’nde, biliyorsunuz, İslam milleti var, Rum, Ermeni, Yahudi milletleri var. Burada Rum ve Ermeni etnik köken adı değil, din adı. Mesela Bulgarlarla Sırplar, Rum sayılıyor, Süryaniler de Ermeni, çünkü mezhepleri aşağı yukarı öyle. Sonradan Katolik milleti ile Protestan milleti bile zuhur etmiş” diyor, Sevan Nişanyan. “Kelime bazda”. Oysa ki, bugün millet ve milliyetçilik dendiğinde bugün bunları anladığımız söylene bilir mi? Hatta böyle tanımlamanın mümkün olmadığını düşünürüz de.

Bana öyle geliyor ki, olayları ve olguları doğru anlamak için son halinden önce kat etmiş olduğu aşamaları,  dış ve iç etkenleri, olaylar ve olgular arasında ki açık ve gizli ilişkileri anlamak gerekiyor.

Birde tarihe salt siyasal tarih açısından bakıp, sosyal tarihi ihmal ettiğimiz de bütünsellikten uzaklaşıp eksik bilgilenmiş oluruz diye düşünüyorum.  

Xabze, xase, pşı, work, lhukol (fekol) derken bugünkü dile ve anlayışa çeviri yapıyoruz gibi geliyor bana.  Hal bu ki, her oluşumu kendi koşulları için de değerlendirilirse daha doğruya yakınını tartışıyor olmaz mıyız?

Wuzınçev.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

13. 03. 2009

 

Sayın HAPAE,


Work ve zekue, Adigelerde birbirini tamamlayan iki olgu idi.
 

Work yiğitliğini zekue ile ispatlardı. Gerek tek başına gerekse küçük gruplar halinde çok uzak diyarlara hatta Moskova Knezliğine kadar gidildiği dahi olurmuş.
 

Bir deyim vardır: Bığur yivukıre yepşaner kesu kıxa (dokuzunu öldürüp onuncusunu terkisinde getirmiş). Zekueye gitmek ve şı guarte (at sürüsü) ile dönmek en büyük yiğitlik gösterisi idi.
 

Sayın Mehmet bey,
 

Toplumsal gelişme ile ilgili olarak şablonculuk yaptığımı zannetmiyorum. Genel kabul gören ve bilimsel olarak da desteklenen toplumsal gelişmedeki evrelerden bahsetmekte şekilcilik değildir.
 

Toplumsal gelişmelerdeki evreleri en belirgin olarak Batı yaşamıştır. Dolayısıyla anlatılırken de Batı yani Avrupa örnek gösterilecektir. Kendi adıma konuşuyorum: Adige toplumsal gelişmesine yeni başladım. Bazılarının yaptığı gibi, sayfalar dolusu olacak yazıları ardı ardına foruma taşımak onaylamadığım bir yöntemdir. Bu konu başlığı altında yazdıklarım ile ilgili olarak tabii ki eleştiriler olacaktır. Karşı görüşleri de yazarsınız. Çünkü burası özgür bir platformdur. Tek ricam var konuları saptırmadan, aceleye getirmeden, konuları geliştirerek tartışmak.
 

Sayın Mehmet bey,
 

Çerkeslerde Köleci Toplum, Feodal Toplum deyimlerini kullanmazsak; pşı, work, lhukuel, pşıl, vuneutlerin olduğu toplumsal sisteme ne diyeceğiz? Tabii ki yarı köleci, yarı feodal toplumsal yapı. Çünkü bir tarafta köleci toplum tasfiye edilmemiş, öte yandan tam bir feodal yapıya geçilememiş. Ağır basan yan feodalizmdir. Yoksa feodalimsi bir yapı dersek çok yapay ve havada bir kavram olur.
 

Sayın HAPAE,
 

Sizin Workler ile ilgili saptamanızı irdelemeye devam edelim:


Adige toplumsal yapısının omurgası worklerdir. Toplumu yönlendiren, destekledikleri pşıleri güçlü kılan yine worklerdir. Batı’daki feodal krallar güçlerini kilise ve şövalyelerden alırken, Çerkeslerde özellikle Kabardeylerde pşılerde güçlerini worklerden alırlardı. Hem sayıca çok olmak, hem de silahlı güç olmak. Esas belirleyici olanda silahlı güç olmaktı.
 

Worklerin yiğitlik ve cesaretlerini ispatlama yöntemi: Zekueye gitmek ve başta at sürüsü olmak üzere esirlerle dönmek ve zekuede ele geçirilen malları satmak. Zekuede at getirmelerinin nedeni, çok hızlı hareket etme zorunluluğundan kaynaklanıyordu. Tabii ki bir de pazarda para etmesi ve hızlı nakde dönüştürebilmek. Atlar hem binek, hem de gücünden faydalanılan ve her zaman para eden bir değer.
Worklerin yaşamlarının bir yönü: Ashe, fashe ve zekue tevue.
 

Ashe, fashe silahlar ve gereçler yani kama, kılıç, ok, yay ve daha sonra tüfek ve tabanca; zırh kalkan ve atların binek takımları. Silahlar ve aksesuarlarda aşırı gösterişe kaçmadan gümüş ağırlıklı kama ve kılıç kınları. Çeliğin en iyisi ve namlısı Çerkes kılıcı. Bu silahların kullanıldığı alanlar: Zavue ve zekue.
 

Konuyu yine savaşlara getirmeden bir virgül koyalım.
 

Saygılarımla.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

14. 03. 2009

 

Sayın KUŞHA Faruk Özden,
 

Bir konuyu incelerken zaman ve mekana göre değerlendirmek gerekir. Yoksa tarih değil öykü söz konusu olur.
 

1) Örneğin worklerin (work) Moskova Knezliği’ne değin sefere çıktıklarının anlatıldığını söylüyorsunuz. Moskova Knezliği 1340-1547 yılları arasında, yani 669 ile 462 yıl öncesi bir dönemde yaşamıştır. O zamanki Kabardeylerin politik durumu neydi?


The region came under the control of the Mongols between 1242-1295.  It passed into the hands of the Georgians from 1295 to 1505 before falling,  briefly,  into the orbit of the Persian Empire between 1502-1516.  It was then ruled by the Ottoman Empire from 1516-1557.  From 1557,  it became a protectorate of the expanding Russian state - first Muscovy,  then the Russian Empire. ( History of Kabardino-BalkariaFrom Wikipedia,  the free encyclopedia).


Yukarıdaki kaynak, 1516-1557 yılları arasında Kabardeylerin Osmanlı İmparatorluğu’na ve o çerçevede Kırım Hanlığı’na bağlı olduklarını gösteriyor. Kırım Hanları hemen her yıl Moskova üzerine yürür, yağma yapar ya da vergi toplarlardı. Bu gibi seferlere kuşkusuz tüm bağlı kavimlerinki gibi Kabardey atlıları da katılırlardı. Bu bir zorunluluktur, Han’ın buyruğudur. Yani Kabardeylerin ya da Adigelerin kendi geleneksel ya da bağımsız hareketleri değildir.


Moskova Knezliği Çarlığa dönüşmüş, ilk Rus Çarı olan Korkunç İvan da Kabardey damadı olmuştur (1530-1584).
 

2) Çerkes tarihinin köleci dönemi hakkında yeterli bilgimiz yoktur. Daha çok Grek belgelerinden bilgi alınabiliyor. Sindika ve Bosporos krallıkları köleci toplum dönemine denk düşüyor.
 

3) Feodal toplumda düz köle de vardır, ama sisteme damgasını vuran sınıf serf ya da pşıl’ı sınıfıdır. Üretici sınıf pşıl’ı sınıfıdır. Düz köleler (vıneut) bir sınıf değildir, bir ara tabaka sayılır. Daha önce değindiğim gibi bunlar genellikle esirlerden oluşurlar ve esir pazarlarında satılabilirler.
 

4) Adige toplumlarında iki üretici sınıf görülürdü: ”Fekol’ ya da tlkhukol’” (özür köylü) ve “pşıl’ı” sınıfları. Pşıl’ı (serf) sınıfı Kabardeyler dışındaki toplumlarda küçük bir azınlığı oluşturuyordu. Bu iki sınıf, genel anlamda toplumun iki temel sınıfı idi.
 

5) Pşı (bey) ve “work” (work) sınıfı üretici değildir, bu bakımdan temel sınıf değildir, sömürücü ve yönetici sınıflardır. Bu sınıf, çalışmayı aşağılanma sayardı. Worklerin pşı sınıfının silahşorları olmaları normaldir ama work sayısı az olduğundan fekol’lar da pşının (beyin) hizmetinde olurlar, onun emri altında sefere katılırlardı. Fekol, pşının güvenini kazandığında work de olabilirdi.

 

6) Adige geleneğinde yağmacılık yoktur. Sadece buyruğu altına yaşanan devletin akınlarına zoraki katılma biçiminde ya da öç alma niteliğinde dış seferler söz konusu olabilir (bkz. Abu Şhlaho, ”Uzaktaki Yıldızların Işıltıları”;”Yıldız Kahramanları”, CircassianCanada, Tarih bölümü).


Dikkat edilirse, Shapsugh gibi fekol’ (demokratik) toplumlarında kadın ve erkek birlikte, herkes tarlada çalışır. Yarı feodal toplumlarda ise sadece pşıl’ı kadınları tarlada çalışır, fekol’ kadınları bile, soylu kadınlar gibi çalışmazlardı. Bu da anlamlıdır.
 

7) Yukarıda belirtildiği gibi Adige toplumunun büyük çoğunluğu eski demokratik toplum üyesi fekol’ sınıfından oluşmuştu. Fekol’ların çoğu bir pşı ya da worke de bağlı değildi ve hiçbir yere vergi ödemezdi.
Özgür ve üretici köylüler, birlikler oluşturup öyle uzun süreli seferlere çıkamazlar. Pratikte de bu olamaz.
O halde yağmacılık üzerine anlatılanlar Adige geleneğine yabancı olan olaylardır ve münferittir, dış kaynaklıdır ve daha çok da work öyküleri (böbürlenmeleri) niteliğindedirler.
 

8) Esir ve köle ticareti feodal toplum döneminde zengin sınıflar açısından bir gereksinim olarak varlığını sürdürmüştür. Haremlerin ve bey konaklarının erkek ve kadın kölelere, hizmetçilere ihtiyacı vardı. Ayrıca erkek köleler (vıneut) asker ve kol emekçisi olarak da kullanılırlardı. Yelkenli (üçgen) gemilerin icadıyla birlikte forsa dönemi kapanmıştır ama boğazda kürek çeken kayıkçıların ve maden işçilerinin birçoğu da köleydi.


Bütün bunları karıştırmamak gerekir.

 

 

Erhan Hapae

14. 03. 2009

 

Batı’nın metotları ile meseleye bakmamızın iki nedeni olabilir.

Birincisi Batı, yaşadığı toplumsal düzen ve değişimleri, felsefi ve kıyaslamalı olarak derinliğine inceledi,  Muhafazakar, Liberal ve Marksist Felsefeciler o kadar uzun süre ve ciddi bilgi birikimiyle tartıştılar ki geçmişi,  farklı bakış açıları ile bile olsa büyük bölüm toplumsal düzenleri ortak olarak kabul ettiler. Feodal üretim tarzı Hegel için neyse Marks içinde hemen hemen aynı. Sonunda bir metodoloji çıktı ortaya. Batı metotları bunun için önemli.  

İkincisi, Çerkeslerin yaşamış oldukları kendi toplumsal düzen ve değişimleri ile ilgili ciddi bir bilgi birikiminin olmamasıdır herhalde. Nartlar kahramandı diye uzun uzun anlatıyor birisi (Ö. Özbay). Tamam anladık, bu kahramanlık neden, kim için ve kime karşı yapılmış, bunun cevabını çok alamıyoruz. Halbuki her şeyin bir nedeni var. Bu hoşumuza gitse de gitmese de açık konuşulması gereken bir şey. Bu anlamda bir mukayese ihtiyacı ister istemez çıkıyor. Kavrama işi de ancak böyle mümkün olabilir diye düşünüyorum. Toplanan karmakarışık bir sürü bilgi tasnif edilemez (mukayeseli olarak) yarıştırılamaz ise, tarihin bir takım karanlık noktalarını aydınlatma konusunda hiç bir işe yaramıyor.

Biz çok iyiydik, çok iyiyiz derken -ki, Çerkesler bunu çok yapar- herhalde birileriyle mukayese ederek söylüyoruz. (Daha az gelişmişlerle mukayese edilirken kendimizi epey bir rahat hissediyoruz.) Kimden iyiyiz ve hangi nedenle? Birde bakıyoruz, Batılılar gündeme gelip bir mukayese ihtiyacı ortaya çıktığında hiçte iyi olmadığımız ortaya saçılıyor, bu sefer ter basıyor bizi.

Tamda o noktada 'her toplumun gelişim seyri ayrı olmuştur, başkaları ile kıyaslamamak gerekir' gibi bir söyleme sığınıp atlatmaya çalışıyoruz. Köylülükte evrenseldir soylulukta, tıpkı aşk gibi. Toplumdan topluma çok az değişim gösterir bunlar.

Kendi içimizden anlamaya çalışalım kendimizi, kavramı da çok duyulur içimizde. Ah keşke mümkün olabilse böyle bir şey. İç dinamiklerimiz yetse bu işlere, kim istemezde…

Bir de sahi; madem iyiyiz, neden beceremiyoruz?

Devam edeceğiz.  

Saygılar

 

 

Mehmet

14. 03. 2009

 

Sayın HAPAE
 

O modellemeyi yapabilmeniz için önce tarihi iyi bilmeniz gerekiyor. Eksik bilgilerle yapacağınız yorumlar yanlış sonuca götürür. Kaldı ki burada bir tarihsel süreçten bahsediliyor, tarihin bir kesitinden değil. Teknik olarak yorumdan önce bilgiye ulaşmak gerekir. Eldeki verilerin modelleme yapmak için yeterli olup olmadığından emin olmak gerekir. Bunun en bariz örneği yine bu soruydu: “Workler yağmacı mıydı yani?’’ Workların nasıl yaşadığını bilmeden koskoca bir milletin tarihsel sürecini yorumlamaya kalkıyorsunuz.  Burada bu gibi hatalar çok yapılıyor. Mantık şöyle; birkaç tarihsel veri, gerisi bol miktarda yorumu yapan kişinin siyasi- ideolojik düşünce yapısı, sayfalarca yazı ama sonuç sıfır, sil baştan. Bu yüzden; göç mü-sürgün mü, Çerkes mi-Adige mi, yumurta mı-tavuk mu, yıllarca ayni şeyleri tartışıyoruz.  

’’Bir de sahi; madem iyiyiz, neden beceremiyoruz?’’
 
Bu soruyu siz sordunuz. Nedeni sizce açık değil mi?

Selamlar.

 

 

Mehmet

14. 03. 2009

 

Konu saptırdığım için sayın KUŞHA Faruk Özden beyden özür dileyerek ben izninizle çekiliyorum.

Selamlar.

 

 

Erhan Hapae

16. 03. 2009

 

Evet arkadaşlar tekrar merhaba,

Worklerin toplumsal işlevi konusunda iki farklı görüş çıktı ortaya.

Sayın KUŞHA; Evet Workler yağmacıydı, diyor. Şarkı ve destanları örnek gösteriyor.  

Sayın HAPİ; yağmacılıkları taliydi ve bağlı oldukları Kırım Hanlarının vs. talep ve emirleri doğrultusunda yağmalara katıldılar veya övünmek için bulaştıkları tek tük olaylar, diye anlatıyor. Birde bir tarih düzeltmesi yapıyor.

Bu noktayı es geçmeden anlamaya çalışalım.

 

 

Albuz Gergin

16. 03. 2009

 

Zaman gelecekten geçmişe doğru akar. İnsan bir olanaklar varlığıdır, bu olanaklarını gerçekleştirme özgürlüğüne sahiptir. Bu olanaklarıyla o, henüz gerçekleşmemiş olandır. Bu anlamıyla gelecektedir.  Olanaklarını gerçekleştirdikçe geçmişe doğru ilerler. Tarih insanların gerçekleştirdikleri olanakların tarihidir.  Konusu geçmişte ise de kendisi gelecektedir! Geçmişi yazma olanağı tükenmemiştir çünkü. Geçmiş bir kez yaşanmıştır. Bir defalıktır. Kazası yoktur ama yorumları bir defalık değildir. Geçmiş yeniden yorumlanma potansiyeli ile gelecektedir. Geleceğin geçmişteki bir olaya bakışı elbette şimdiki gibi olmayacaktır.  Tarih açık uçlu ve çerçeve içinde yazılır.  Çerçeveler değişir, yorumlar değişir. Gelecekten gelen zamanın geçmişe ne getireceği bilinemez! Ne gibi belgelerin ne gibi yorumlara yol açacağını önceden kestirme olanağımız yoktur. Geçmişi nasıl anladığımız, anlayacağımız geleceğin başımıza neler getireceği ile ilgilidir.

Ahmet İnam hocadan

 

 

KUŞHA Faruk Özden

17. 03. 2009

 

Sayın HAPİ Cevdet Yıldız,


Adige worklerinin Moskova Knezliği’ne kadar zekueye gittiklerini ilk duyduğumda ben daha çok şaşırmıştım. Rahmetli Orhan Alparslan, Fransızca kaynak kitabı gösterinceye kadar bende ikna olmamıştım. 16. yüzyıl tarihlerinde Moskova önlerine zekuye giden Çerkeslerden bahseden Fransızca eseri görünce söyleyecek bir şey kalmamıştı ama kaynağı ortaya koyamadığım için zekuyi nasıl abartı olarak nitelendirdiyseniz bunu da abartı olarak niteleyin.


Yalnız work böbürlenmesi olmayan bir olgu var ki, Kabardey worklerinin zekuye gittikleri ve savaş dışında yiğitlik ve güç gösterisinde bulunduklarının belge ve dayanağı tavrıh, ueruate ve woredlerdir.


Yazılı tarihi olmayan bir halkın geçmişteki yaşamı ile ilgili en önemli kaynak sözlü edebiyattır. Woredlerin bir makamla söylenen sözleri vardır, birde olayı anlatan şebjik diye adlandırılan woredin hikayesi, benim esas kanıtımdır.


Uzaktaki Yıldızların Işıltıları başlığı ile tercüme ettiğiniz 3. yazıdaki wored örneklerinde daha önceleri bazı arkadaşların düştüğü tercüme hatasına sizde düştünüz. Hatxım yikue klaseyi -ki anlamı Hatxın en küçük oğludur- Hatxın oğlu Koças diye tercüme ettiniz. Uzaktaki Yıldızların Parıltıları’nın 1. bölümünün son paragrafında Adigece’sini doğru yazdınız, ancak tercüme ederken ‘’Hatxım yikue klase’’yi (Hatxın en küçük oğlunu) nasıl Hatxın oğlu Koças diye tercüme ediyorsunuz anlayamadım? Kendi yanlış çevirinizi kendinize belge diye gösteriyorsunuz bunun mantığını da anlayamadım?


Adigelerde yağmacılık yoktu diyorsunuz!
 

Bende diyorum ki: Adige worklerinin geçim kaynağı değilse dahi, yiğitliklerinin ispatı için gittikleri zekueler (yağma seferi) bütün ueruate tavrıh ve woredlerin şebjiklerinde vardır. En yakın örnekte Tegulan Yakup Temel'in Adigece yazdığı CC sayfalarındaki Zorım Yikue Degu hikayesi…  Bu tür örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
 

Adigeliği yine Shapsughluğa indirgediniz.


Soruyorum: İlkel demokrasinin yani ilkelliğin ne zaman daha ilerici olduğu görülmüştür?


Adige feodalizminde topluma damgasını vuran lhukuel ve pşıller değil, worklerdir. Lhukuel ve pşıller belirleyici olsalardı, üretimlerinin verimliliği ile egemenlere büyük paylar verirler ve onlarında büyük malikaneleri veya batıda olduğu gibi şatoları olurdu.


Adige toplumunun büyük çoğunluğu özgür köylülerden oluşurdu, pşı ve workleri yoktu dediğiniz zaman sözü yine döndürüp dolaştırıp Shapsughlara getirdiniz.

Yalnız aklıma takılan bir şey var: Eğer Shapsughlarda fekol ve pşıller varsa -ki sizin yazılarınızdan onu anlıyorum- feodallerine ne olmuş? Eğer ki önceleri feodalleri var idiyse ve daha sonra bir şekilde tasfiye edilmişlerdir -ki ben öyle biliyorum-. Hatalıysam beni aydınlatın.
 

Shapsughlarda hiç bir toplumsal ayırım yoktu diyorsanız, bu da ilkel demokrasi veya ilkel komünal toplum düzeyidir ki, insanları üretmeyip avcılık ve toplayıcılık veya toprağa ilk yerleşen anaerkil toplum düzeni olduğu ortaya çıkar.


Bildiğim kadarıyla bütün Adige kabileleri, anaerkil toplum düzeyini geçip ataerkil düzeye gelmişlerdi. En belirgin belgesi Nart Destanlarında Sausurukue’nin şebjikinde "bzılhuğer xase şeupşekım" yani kadınlar xaseyi sormazlar sözleridir.


Şimdilikte bir virgül koyalım.
 

Saygılarımla.

 

 

Ptlıjı

18. 03. 2009

 

Toplumu yönlendiren ne?

Xabze olduğundan emin misiniz?

Tarihsel miraslarımız ve Çerkesleri geleceğe götüren ‘’X’’lerimiz (bu harfe tam anlam bulamadım) ne?

Yaşadığımız ülkeden bakalım. M. Kemal, Osmanlı’dan T.C.’ye giden yolu Türk töresinden mi buldu?

Türklerin uluslaşmasını Batı’dan (daha gelişkin olduğu için) mı çıkarımsadı, başka şeyden mi?

Adigey’de xabze bitiyor endişesi var mı?

Ameliyat öncesi hastaya narkoz verilir gevşemesi ve acı çekmemesi için; ender bazı vakalarda hasta acı duyar ama narkozun etkisiyle acı duyduğunu ifade edemez. Yani tepki vermeye çalışsa da doktor anlamayabilir.

İşte Anadolu’da yaşanan budur. Çerkeslik bitiyor ama Çerkesler acısını bağırıp ifade edemiyor (T.C. hakim kültür narkozu etkili.) Anlasa belki o da insafa gelecek. Hiçbir kültürün yok olmayacağı gelişeceği şeyi deneyecek ama nafile hasta kendini savunacak durumda değil.

RF’nda xabze bitiyor endişesi var mı?

Herhalde hasta bar bar bağırır.

 

 

Turgut Janxot

18. 03. 2009

 

Sayın Ptılıjı,
 

Adigey’de xabze bitiyor mu, diye soruyorsun ya, cevaplamadan geçemedim yazını okuyunca.

Thamadeler sağolsun, sadece Adigey olarak bakma konuya tüm atayurdunda ve diasporada xabze, mabze bırakmadılar. Nedenlerini karşı çıkanlarla tartışırım açık açık.


Gene de benim şahsi fikrim o ki, diasporada xabze yönünden biraz daha iyiyiz.

Selamlarımla.

 

 

Ptlıjı

18. 03. 2009

 

Her toplumu diğer toplumlardan ayıran farklı özellikleri vardır. Bizimkiler xabze demiş başkaların farklı adla kendilerine has şeyleri vardır. Hatta bırakın halkları her insanın bile kendini diğerlerinden farklılaştıran huyları değerleri vardır. Olması da gerekir. Benim dikkat çekmek istediğim şey; bu değerlerin toplumları yönlendirmede çok büyük önemde etkisi olmadığıdır. Toplumları yönlendiren başka vektörler var. Misal içinde yaşadığımız toplumu yönlendiren (yaşadığımız ülke) şeylerden birisi "daha fazla kar hırsı"dır. İnsanları birçok değerden eden bu hırs belirleyici yönlendirici bir vektördür gibi başka pek çok şeylerde var. Onu ima etmek istedim. Başlık şey ya; "Toplumu yönlendiren"…


Sayın Turgut çok yazmaya başlaman iyi oldu.


Saygılarımla.

 

 

Erhan Hapae

18. 03. 2009

 

Değerli arkadaşlar merhaba.

Sevgili Ptlıjı,  

Bu gün elbette toplumu yönlendirmiyor xabze. Yalnız bu gün Çerkes kültürü denen ve tamda bu nedenle diğerleri ile farklılığını tayin eden dil ile birlikte iki önemli 'şey'den biri. Bizleri birbirimize bağlayan 'şey'i esas olarak kan meselesine bağlamadığınızdan neredeyse eminim. O zaman xabze önemli, belki de dilden bile önemli. Çünkü çok farklı diller konuşuyoruz artık.

Bu meseleyi deşip duran arkadaşlarımızın derdi, son iki yüzyılda Çerkeslerin başına gelen büyük felaket ve sonrası yaşam tarzımızın temelini soruşturmak, varsa becerilerimizin yoksa beceriksizliklerimizin nedenlerini ortaya dökmek sonunda. Yoksa bundan sonraki yaşamımızda tayin edici yahut da yol gösterici bir öge olarak uğraşıyor değiller diye düşünüyorum ama geçmişi tozlarından arındırarak ortaya çıkarmaya çalışmak,  saygıdeğer bir uğraş olsa gerek diye düşünüyorum.

Becerebilirsek tabi.

Sayın KUŞHA'nın son yazısını biraz sert bulduğumu söylemek isterim. Bilgi yarıştırması içinde olmamamız gerekir, iyi niyetle geçmişi kavramaya çalışıyoruz o kadar. Değerli iki tartışmacımızın bu ‘esas'a uygun davranacağından kuşkumuz yok.

Tekrar kolay gelsin.

 

 

Albuz Gergin

18. 03. 2009

 

Sayın ZemskySabor,

Adigaga veya Adige xabze; bireyin doğumundan ölümüne kadar, diğer canlı varlıklara ve yaşama karşı alacağı tavır, davranış ve algılarının (diğerini sürekli hesaba katarak, empati kurarak) nasıl düzenlenilip yansıtılacağı konusunda sürekli yapıla gelen ve devam eden bir etüttür.  Başlangıç yaşı beklide insan aklının bilgileri algıya dönüştürme becerisini kazanma yaşıyla eştir. Bundan dolayı bel ki toplumun akıl yaşıdır da.

Adigagar chıhugaş, derken hümanizmadan öte, bilmeyi ve anlamayı da içermektedir aynı zaman da. Biliyor ve anlıyor olmakla chıhu olmanın başlangıcı, bunun yaşama doğru uygulamaya çalışmanın sürecidir belki de Adiyagare chıhugare diye ifade edilmek istenen.


Toplumun akıl yaşı olmanın yanın da insanlaşma süreci boyunca edinmiş olduğu bilinç, deneyip yanılarak kazanmış olduğu yol yordam, yüzyılların imbiğinden süzerek damıtmış olduğu inceliktir de aynı zamanda.
Toplumun İdeal olan ettiği olması yönüyle soyut, öncel hukuk olması,  toplumda hukuk alt bilincini oluşturması bakımındansa somut turda.  


Xasenin de xabzenin de felsefesini oluşturan, her daim her yer de yeniden öğreti geliştiren, bu yönüyle de Adigager dekoyiğo zadeş, deyip tuttuğu yolun meşakkatini ve zirveyi hedef gösterendir aynı zamanda.  Hukukun ve xabzenin henüz olmadığı zaman bunları öneren, öğreten, geliştiren, norm ve kurallar haline getirendir Adigaga.

O, dünya henüz balçık halinde iken, sakalına yeni ak düşmüş orta yaş bir delikanlı olarak, İndilin kıyısından dünyanın oluşumunu seyrediyordu belki de…

 

 

KUŞHA Faruk Özden

19. 03. 2009

 

Sayın HAPAE,
 

Toplumsal gelişmeye, ivme kazandıran üretim ilişkileridir. Üretilen ürün ihtiyaçtan fazla ise pazara çıkar. Pazara çıkan ürün artık meta veya daha anlaşılır ifade ile ticari mal haline gelmektedir. İşte ihtiyaç için değil de pazar için üretim başlayınca esas çıngar o zaman kopar. Çünkü artık para denen şey ortaya çıkıyor, her şeyin de parasal kıymeti, ederi söz konusu oluyor. Üretilen ürün ihtiyaçtan fazla ise, bu ürün para karşılığı pazarda satılıyor. Bu satışlarda parasal bir birikim ortaya çıkartıyor. Tabii ki en büyük payı da toprak sahibi alıyordu. Eğer ki, toprak sahibi olan feodalin toprağında üretilen ürün çok ve parasal değeri fazla ise aldığı payı; malikane yapmak, şato yapmak, silahlı güç oluşturmak gibi işlerde kullanırdı. Yani elinde biriken parayı bir şekilde harcar, büyük konaklar yaptırırlar, kendi güvenliğine çok önem veriyorsa şato yaptırırdı. Parası daha da fazla ise ibadethane yaptırırlardı. Bu arada daha üst olan yönetimde vergi diye payını isterdi ki buna da devlet denir.
 

Çerkesya’da feodallere ait bir yapı yok, yani konak, malikane veya şato gibi. Büyük ibadethanelerde yok; havra, kilise veya cami gibi.


Eğer ki, üretim fazla olsaydı, toplumsal çelişkilerde daha keskin olurdu. Daha sert feodal yapılanma ve sınıflar arası daha keskin mücadeleler. Üretimin düşüklüğü hem sınıflar arası çelişkiyi ve mücadeleyi yumuşatmış, hem de birikim olmadığı için yatırıma da dönüşmemiştir. Dolayısıyla hem büyük ve görkemli yapılar ortaya çıkmamış, hem de şehirleşme ve şehir kültürü oluşmamıştır.


El zanaatlarından öte herhangi bir imalat yoktur. Üretilen tarım ürünleri ancak toplumun ihtiyacını karşılamaktadır. Dolayısıyla ticareti geliştirecek bir tarımsal üretimden de bahsedilemez. Üretim miktarının ancak toplumun zorunlu ihtiyaçlarını karşılayan düzeyde olması, verimliliğin düşük olması nedeniyle toplumsal sınıflar arasındaki mücadele ve çelişkilerde zayıftı. Etkin ve toplum üzerinde tahakküm kuran pşılerde yoktur. (İstisnalar hariç.) Zaten pşılerde bir kaç köyü olmasına rağmen büyük miktarda toprakları olan kimselerde değildir. Esas güçlerini kendilerini destekleyen worklerden almaktadırlar. Çünkü silahlı güç worklerdir.


Batı feodalizminde, feodaller güçlerini kiliseden ve şövalyelerden alırlardı. Adigelerde ruhban sınıf olmadığı için pşılerin güçlerinin dayanağı worklerdi.


Adige toplumsal yapısını irdelerken, tartışırken bütün bu olgulara özellikle dikkat etmemiz gerekir. Tartışacağız çünkü burası bir tartışma platformudur.
 

Kendi adıma konuşacağım: Kendimi kanıtlama veya bazı şeyleri ispatlama derdinde de değilim. Hakarete varmadan her türlü eleştiriye de açığım. Yanlış bulduğum şeyleri de düzeltmeye çalışmamda ukalalık değildir sanırım.
 

Şimdilik yine bir virgül koyalım.
 

Saygılarımla.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

22. 03. 2009

 

Sayın KUŞHA Faruk Özden,

1) Kabardey derebeyleri komutasındaki atlıların Kırım Hanı ya da üst (dış) bir otoritenin buyruğu ile sefer ve yağmalara götürüldüklerini belirtmiştim. Adigelerin dış ülkelere yönelik saldırı ve yağmacı hareketlerde bulunmadıklarını, Adige geleneğinde yağmacılığın bulunmadığını da söylemiştim. Ancak üst emir ya da öç alma nedeniyle seferler yapıldığını da söylemiştim. İncelemeniz için size kaynaklar da göstermiştim.

Yukarıdaki sözlerimin dayandığı kaynakları, herhalde bulamadınız. Ben de şimdi Prof. Dr. Abu Şhalaho'dan alıntılar sunayım:

"Adigelerin bir başka halkın topraklarını ele geçirmek, onların ülkelerini yağmalamak ve o ülkeler insanlarını tutsak almak için yaptıkları tek bir saldırıyı olsun konu alan tek bir anlatı, tek bir tarihsel öykü ve şarkı yoktur (*).  Sadece düşmandan korunma ve bu uğurda yiğitlik yarışmasında bulunma konuları vardır ve bu gibi konular anlatılır. Bir başka halkın toprağı üzerine yürünmüş olduğunu anlatan tek tük anlatılar da vardır ama bunlar ya öç almak (intikam) içindir ya da buyruğu altına girdikleri bir devletin ordusu saflarına alınıp savaşa götürülme biçimindedir. Bu tür anlatılar da tek tüktür." (Uzaktaki Yıldızların Işıltıları-3, CircassianCanada, Tarih bölümü).

2) Ben work kesimi yağma yapmazdı demiyorum. Workler çoğu kez ayrı bir sınıf olarak görülüyorlar ama bana göre pşı ve diğer soylular ile birlikte egemen/sömürücü sınıfa dahildirler. Yabancı yazar ve gözlemciler fekol' (tlhukol') sınıfının değil, bu pşı-worklerin yağma ve soygun gibi kötülükleri yapan kişiler olduklarını yazıyorlar.

3) Kabardey worklerinin sefere gittiklerini anlatılara dayandırarak söylüyorsunuz. Han ya da üst buyruk ya da öç alma dışında, kendi iradeleri ile çıktıkları bir sefer var mıdır? Ayrıca Kabardey Kabardey diye tutturmanız da niye? Konumuz sadece Kabardeyler değil, bütün Adigeler.

4) Work övgüsüne dayalı anlatılar bulunduğu üzerine de Prof. Şhalaho’dan bir alıntı sunayım: "Adigeler üzerine tarihsel ve etnografik bir çalışma yapmış olan L.  Y.  Lyul’e,  eski Adige şarkılarından söz ederken,  doğru bir biçimde, “şarkıların (пщыналъ) Adigelerin tek tarihsel anıtları olduğunu” belirtmektedir. Ancak “anlatıcının kendi soyu ya da topluluğu lehine övücü eklemelerde bulunabildiğini, yalan şeyler katarak şarkı söylediklerini de görebiliyoruz” diye yazmaktadır (L.  Y.  Lyul’e,  Çerkesiya.  İstoriko-etnografiçeskie) (1).  

Yapılmayan şeyi yapılmış gibi göstermeye kalkışırsan, o zaman gülünç bir duruma düşersin. Kişilikli olan ve kendini bile bir ozan, asla öyle şeyler yapmaz, ancak övülmek isteyen ve bunun bedelini maddi olarak ödeyen sahte “kahramanlar” çıkması da çok doğaldır. (2)  Yiğitlik marşları içine yerleştirilmiş bu gibi yalan katkılar da görülebilen olgulardandı. Ancak bu gibi şeyler kişi ya da olayın şarkısı söylenmediğinde ya da şarkısı söylendikten sonra bu katmaların anlatıları da açıklamaları ile birlikte sunulurdu, bu anlatılar böylece şarkılarla birlikte anlatılıp kuşaktan kuşağa günümüze gelmişlerdir. Folklorumuzda böylesine durumlarla da karşılaşılmaktadır. Bu bakımdan folklorumuzu bir bütün halinde ele alıp, her söylenen şey doğrudur ve her şeyini olduğu gibi benimsemeliyiz diyemeyiz" (Uzaktaki Yıldızların Işıltıları-2).  

5) Şöyle diyorsunuz: "Hatxım yikue klaseyi ki anlamı Hatxın en küçük oğl dur Hatxın oğlu Koças diye tercüme ettiniz. Uzaktaki Yıldızların Parıltıları nın 1.  bölümünün son paragrafında Adigece sini doğru yazdınız. Ancak tercüme ederken Hatxım yikue klaseyi (Hatxın en küçük oğlunu) nasıl Hatxın oğlu Koças diye tercüme ediyorsunuz anlayamadım? Kendi yanlış çevirinizi kendinize belge diye gösteriyorsunuz bunun mantığını da anlayamadım? Adigelerde yağmacılık yoktu diyorsunuz!".
 

Söylentide yer alan iki Hatxı (Hatkhı) vardır: İlki sizin dediğiniz gibi, "Hatxım yikue k1ase" (Хьатхы икъо К1ас), diğeri de Koç'as'tır (Хьатхы ыкъо Къок1ас), ikisi de ad ve anlam benzerliği gösterir='Son oğul' ya da 'Sevgili oğul' gibi anlamlar taşırlar. Ben ikincisinden, Koç’as’tan söz ediyorum. Göstermişsem, ”Yıldız Kahramanları-1 ve 3”deki Koç’as’ı göstermişimdir. Hatkhı oğlu Koç’as (Хьатхы ыкъо Къок1ас) K’akhe (К1ахэ) beyini (pşı, Дэой Пщыхафэ) öldürendir. Ben bundan söz ediyorum.

”Hata ve kusur kula mahsustur” derler. Herkes gibi ben de yanlışlık yapabilirim. Yaşayan bir edebiyat ve enstitü çalışmaları ortamında yetişmiş kişiler değiliz. Hepimiz çok kısıtlı olanaklar içinde bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Varsa hatalarımızı kırıcı olmadan birbirimize göstermeli ve düzeltmeliyiz. Hatayı en aza indirme düşüncesiyle terimlerin aslını parantez içinde vermeye çalışıyorum. Hatamı gördükçe düzeltiyor ve özür de diliyorum. Kompleksleri olan biri değilim.

Bütün topluluklar benim için birdir, sadece farklı yaklaşımlarımız olabilir.

Ben "Adigelerde yağmacılık yoktu" demedim, "Adige geleneğinde yağmacılık yoktur" dedim. Adige geleneğini workler değil, fekol'lar temsil eder. Workler sömürücü küçük bir zümredir, halkı temsil edemezler (Bizim ailemizin de Abzegh memleketinden gelip Shapsughya’ya yerleşen Shapsughlaşmış eski bir work ailesi olduğunu söyleyenler de var. Örneğin Prof. Dr. Asker Hadeğal’, ”Nartxer adıge epos”, Maykop, 1971, cilt VII, s. 366’da şöyle yazıyor: ”K’oç’erıh zav”, anlatan Hapıy İshak, 1872 yılında Kıyıboyu Shapsughya’nın Thağapş köyünde doğdu, Abzegh (Aбдзах), 10 Eylül 1958’de Thağapş’ta yazıya aktaran Hadeğal’e Asker. Orijinali ABAE’nde).

Benim için bütün insanlar eşittir.

"Adige worklerinin geçim kaynağı değilse dahi, yiğitliklerinin ispatı için gittikleri zekueler (yağma seferi) bütün ueruate, tavrıh ve woredlerin şebjiklerinde vardır" diyorsunuz, öyle değildir mi diyorum? Zék'o (Зек1о) sefer anlamına gelir. Pşı, work ve fekol'ların, özellikle Kabardeylerin Han buyruğuyla seferlere katıldıkları, dahası Çar'ın buyruğuyla Napolyon'a karşı seferlere katıldıkları doğrudur. Dahası 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'na ve bütün savaşlara Kabardey birliklerinin kendi beylerinin (pşı) komutasında seferlere katıldıkları da doğrudur:

"Kabardanlardan, Çerkeslerden, Tatarlardan ve hatta Chechnia (Çeçenya) ve Dağıstan'dan toplanmış Müslüman milis kuvvetleri süvarilerinden teşkil edilen dört alay, iç güvenliği temin etmek bakımından çok kıymetli bir değer taşıdığından, Paskevich (Rus generali, komutan-HCY), Çerkes asıllı bir Müslüman asilzadesi olan General Bekovich-Cherkasski'yi (Kabardey pşı soyundan-HCY) Erzurum'a vali tayin etti" (Kafkas Harekatı, 1828-1921 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, s. 40).

Yiğitlik böyle bir şeyse, ben böyle bir yiğitliği değerli bulan biri değilim…

6) Adigelik elbette Shapsughluğa indirgenemez, ancak Kabardeyliğe de indirgenemez. Sözünüze karşılık söylüyorum bunu. Kimseyi aşağılama diye bir niyetim yok ama hak etmeyen de takdir beklememeli…

Şöyle diyorsunuz: "Adige toplumunun büyük çoğunluğu özgür köylülerden oluşurdu, pşı ve workleri yoktu dediğiniz zaman sözü yine döndürüp dolaştırıp Shapsughlara getirdiniz". Ne ilgisi var?

Polemiği sevmem, yararlı olduğuna da inanmam ama bu Shapsugh fobisini de bir türlü anlayamıyorum. Natukuay, Shapsugh, Abzegh ve Hak'uçlar gibi fekol' toplulukları ile derebeyleri tarafından yönetilen bağımlı topluluklar elbette farklıdırlar, farklı da olacaklardır. Bu çok doğal. İlkleri, özgün Adige toplum biçimini, fekol' toplumlarını temsil ederler; fekol',  Kabardey ve diğer sınıflı toplumlarda da çoğunluğu oluşturan ana (özgün) sınıftır, ancak tepesinde beyler vardır ama Shapsugh ve Abzeghlerde fekol’, bir sınıf değil, halkın (toplumun) ta kendisidir.
 

Ad benzerliğine karşın, fekol'un kavram ve statüleri her iki kesimde de farklıdır.

                 a) Shapsugh ve Abzegh fekol'u kimseye bağlı değildir, tamamıyla özgürdür ve kimseye vergi vermez; Kabardey fekol'u derebeyi ya da soylu sınıfına bağlıdır, vergi verir, bey komutasında savaşa katılır, angaryası var mıydı, bilemiyorum,
                 b) Kabardey fekol'u mülk (toprak ve hayvan) sahibidir, beyin (pşı) köyünü terk ile başka bir yere serbestçe göç edebilir, pşıl’ı beyi terk edemez,
                 c) Kabardey fekol'u başka bir beyden izin alırsa, onun köyüne yerleşebilir ve yeni beyin yönetimi altına girer. Fekol’lar birleşip kendi başlarına serbest (fekol’) köyler kuramazlar, bey düzeni buna geçit vermez, bu nedenle Batıya göçler olabiliyordu,
                 d) Kabardey ya da başka bir bağımlı fekol', Abzah ya da Shapsugh yörelerine gelip yerleşirse, işte o zaman feodal bağımlılıklarından bütünüyle kurtulmuş olur. Oralarda bağımsız fekol’ köyleri vardır, yenileri kurulabilir.

Shapsugh ya da Abzegh fekol'u kimseye bağımlı değildir.

7) "Shapsughlarda fekol ve pşıller varsa ki sizin yazılarınızdan onu anlıyorum, feodallerine ne olmuş? Eğer ki önceleri feodalleri var idiyse ve daha sonra bir şekilde tasfiye edilmişlerdir ki ben öyle biliyorum, hatalıysam beni aydınlatın.

 

Shapsughlarda hiçbir toplumsal ayırım yoktu diyorsanız, da ilkel demokrasi veya ilkel komünal toplum düzeyidir ki, insanları üretmeyip avcılık ve toplayıcılık veya toprağa ilk yerleşen anaerkil toplum düzeni olduğu ortaya çıkar" diyorsunuz.

Olaylara şablon dışı bilimsel yaklaşım yolları da vardır. Alıntı olarak belirttiğim gibi, köle (pşıl'ı ve vıneut) sayısı Shapsughlarda yirmide bir, Abzeghlerde onda bir olarak veriliyor. Bu durumu daha fazla bilebilecek bir durumda değilim. Shapsughlar arasında bulunduğu söylenen köleler serf ya da azatlı ya da sığınmacı köleler mi idiler, bilemeyeceğim. En önemli belgeler Rus askeri arşivlerinde olmalı, Çerkeslerin bu belgelere erişimlerinin engellendiğini duydum, arkeolog Aslan Tev'in verdiği bir mülakattan da okudum.

Şu kadarını söyleyebilirim, Shapsughlar arasında kölelik, bir kurum olarak yoktu, bunu Kafkasya kaynaklı olarak bir yerlerde okudum, Shapsughya’ya sığınan köleler özgürlüğe kavuşurmuş biçiminde. Ancak köle sahibi olanlar da vardı. Örneğin Düzce'nin Arapçiftliği köyünden KAZOKO Kazım'ın köleleri olduğu söylenen kişiler vardı, tanıyordum. Bunların Akçakoca'nın Melenağzı mevkiinden bu yere geldikleri söylenir.

Yine çocukluğumda, -tabii benden çok önceleri yaşamış- bir adamın bir kölesi varmış, birlikte tarlada çalışıyorlarmış. Adamın karısı öğle yemeği (meş us) getiriyormuş. "Kölesi bakarken adam zıkkımlanıyor, artıkları da kölesine yediriyordu" (Пщыл1ыр къеплъэу зекъузы, къелыжьыгъэхэр пщыл1ым ригъэшхыжьыщтыгъ) diye nefretle anarlardı.

Yine Gönen'in Hacımenteş Shapsugh köyüne bir Adige gelmiş, peşinden de sahibi gelmiş, haç'eşte kölesini bulmuş, "Sen kimden izin aldın da buraya geldin" diyerek topluluğun içinde kölesini kırbaçla dövmeye başlamış. Köylüler derhal müdahale etmişler, parayı denkleyip kurtuluş akçesini vermişler ve zavallı köleyi özgürlüğüne kavuşturmuşlar ve köye yerleştirmişler. Bunu halen hayatta olan ve Bandırma’da yaşayan 89 yaşındaki HAKURNE Kıymet’ten ve başkalarından birkaç kez dinledim.

Shapsughlar arasında work bulunduğunu duymadım ama Abzeghler arasında var, nasıl var olmuş, bilemiyorum. Belki istila (ya da sığınma) ürünü olabilir. Peki Shapsughların eskiden pşıları (beyleri) var mıydı? Yine bilemiyorum, öyle bir kayda da rastlamadım. Faruk bey, Ahmet bey gibi yabancıların kullandığı deyimler olabilir, bunlar şimdilerde de olduğu gibi bir unvan ve statü ifade etmezler, nezaket sözleridir.
 

8) Shapsughlar özgür insanlardan oluşuyorlardı. Kuşkusuz içlerinde yoksul ve zengin, cesur ve korkak olanlar da vardı ama belirgin sosyal sınıflar oluşmamıştı. Her yerde varlıklı kesim ve ailelerin etkili ve önder oldukları bilinir. Shapsugh ilişkileri de ona göre olabilir.

Wubıh toplumunda bir tabakalaşma vardı, fekol’ sınıfının içinden kuaşka denen bir ileri gelenler (eşraf) zümresi vardı. Daha önce belirttim Shapsugh ve diğer Adigelerde zenginlik “sahip olunan koyun sayısı” ile, Wubıhlarda ise “köle sayısıyla” ölçülüyordu. Wubıh toplumsal evrilmesi feodalizmin ilk dönem belirtilerini yaşıyordu.

Karadeniz bölgesini ziyaret eden gözlemciler ve araştırmacılar, Shapsughların ve diğerlerinin ileri tarımı başarmış topluluklar olduklarını söylüyorlar, Shapsugh demokrasisi ve ekin bahçelerini Kızılderili ya da Sibirya toplulukları ile değil, İngiltere ile ve Yorkshire tarlaları ile karşılaştırıyorlar.

Shapsughlar ve komşuları yoksuldular ama içlerinde dileneni yoktu. Dünyadan kopuk da değildiler, iç ve dış ticaretleri vardı. Yeniliklere açıktılar ama komşu yörelerde fekol’ ve kölelerin ne denli bir çile çektiğini görüyor, kuşkusuz önlemler alıyorlardı. Bu nedenle derebeyleri onları boyunduruk altına alamıyorlardı.  Saldırılara toplu bir biçimde karşı koyuyor, Meclis (Xase) kararlarına uyuyorlardı. Mecliste bir kişi karşı çıkarsa karar çıkmaz diye bir kural da olamaz, yargı da var, ancak çoğunluk kararıyla azınlıkta kalanların haklarını çiğneyecek kararlar alınmazdı, oybirliği gerekirdi, konfederasyonlarda öyledir, örneğin AB’de çoğu karar için oybirliği gerekir, bazı durumlarda işin çözümü yargıya kalabilir. Bu çok mükemmel bir demokrasi biçimidir.  

Bugün dünyanın en ileri demokrasisi sayılan İsviçre demokrasisi de Adigelerinkine benzeyen temeller üzerinden yükselmiştir. Ancak tarih İsviçrelilere verdiği bu fırsatı Adigelerden esirgemiştir.

Bütün Adige toplulukları ataerkildir. Ancak farklılıklar vardır. Örneğin soylu sınıfı, feodal bir ilişki olarak poligamiyi (çok karılılığı) ve odalık sistemini de (jeşditl; çeşditl) getirmiştir. Ancak fekol’lar arasında tek eşlilik ve anlaşarak evlenme vardır. Bu nedenle uzun ömürlü ve mutlu bir aile düzeni de vardı.

Saygılarımla.

 

 

Cherkessia

22. 03. 2009

 

Shapsughlar arasında work bulunduğunu duymadım ama Abzeghler arasında var. Nasıl var olmuş, bilemiyorum.

Anavatandan Karaçay-Çerkesya’da yaşayan bir Abzegh wunekoş ile tanıştığımda ailesinde zamanında worklık olduğunu ve bir Kabardey ya da Besleney pşısı komutasında savaşan dedesinin kardeşlerinden birinin savaşta gösterdiği kahramanlık nedeniyle, güvenilir adam anlamında (work) makamı ile onurlandırılmış. Resimleri de gördüm, kaması v. s.

Sanırım Abzeghlerin workliği nüfus olarak kalabalık bazı ailelerin diğer Adige kabileleri ile ilişkilerinden kaynaklanmış. Abadzehler tam ortada kalıyor, Güneyde Besleney, Kabardey (feodaller)- batıda Shapsughlar (demokrat) ile komşu.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

22. 03. 2009

 

Sayın HAPAE,


Savaşlar ile ilgili bitmez tükenmez tartışmalara girmeden, toplumsal yapı ile ilgili açılımlarımıza devam edelim.


Toplumda üretici güçler: lhukueller, pşıller ve wuneutlerdir. Tarımsal üretim esastır, çiftçilik ve hayvancılık başlıca geçim kaynağıdır. Adigelerde bağ ve bahçe tarımı da gelişmişti. Fazla üretip pazara sürmek amacıyla değil de sadece ihtiyacı karşılamak için üretim. Üretici güçlerin yüksek verim için değil, ihtiyacı karşılamak için üretim yaptıklarını görürüz.  


Adige feodalleri yani pşı, lekueleş ve workler kesinlikle üretime katılmazlardı. Çalışmaları ayıp karşılanırdı. Esas üretici güçler lhukueller (özgür köylüler) pşıller (serfler, yarı özgür köylüler) ve wuneutler (köleler) idi. Ancak onlarında üretimleri fazla değildi. Ürünü toprak sahibi feodal alır pşıllere yiyeceği kadar bırakırdı. Pşıller eski kölelerdi. Ya akrabalarının yardımı ile şhaşexuıj (azadlık) öder veya efendisinin hayatını kurtarmak gibi yararlık gösterirse efendisi tarafından azat edilirdi. Ayrı evi olurdu. Batıdaki serflere benzerdi, yarı özgürdü. Efendisi müsaade ederse kendisini kabul edecek efendi bulursa başka köye yerleşe bilirdi. Köyünü değiştirenlerin bazen lhukuel statüsüne de geçtiği olurdu. Eğer ki halen wuneut (köle) olan akrabaları varsa onların şhaşexuıjlerini (azatlıklarını) ödeyerek, onları özgürleştire bilirdi.


Wuneutlerin hiçbir hakkı yoktu. Genellikle savaş esirleri ve wuneutlerin çocukları idi. Para ile alınıp satılabilirdi.


Toplumun esas üretici gücünü oluşturan lhukueller (özgür köylüler) kendi topraklarını ekip biçerlerdi. Pşı, lekuleş ve workın köyünde otururlardı. Köyün sahibine bazen emek, bazen üründen pay vererek, bir nevi korumalık öderdi. Ticaret, çiftçilik ve hayvancılık yapıp zenginleşen lhukueller çoktu. Zamanla worklerle bir tutulan, yani work kabul edilen, Osmanlı topraklarına göç ettikten sonra köye ismini veren lhukuel sülaleler dahi vardır.


Sayın HAPİ Cevdet,


Öncelikle Kabardey, Kabardey dememin nedeni, Adige feodalizmini irdelerken, Kabardey olduğum için, içinde büyüdüğüm toplumu daha iyi anlata bileceğimi, ayrıca Adige kabileleri arasında feodalizmin en gelişkin kabilenin Kabardeyler olması nedenini başlangıçta koydum. Diğer Adige kabilelerinden olan arkadaşlarında kendi kabileleri ile ilgili değerlendirilmelerde bulunmalarını özellikle belirttim.
 

Ataerkil toplum yapısında, özelinde Adigelerde:babanın adı veya sülalenin adı-yikue (oğlu) ve şahsın ismi gelirdi. Aradaki sadece ‘’yi’’ eki, mal mülk yani insan olmayan şeyler için kullanılır; yi wuade (çekici), yi maste (iğnesi), yi şı (atı) gibi. İnsanlar için ‘’yi’’ değil ‘’ya’’ eki gelir. ‘’Yi’’ eki sadece mal gibi kabul edilen köleler için kullanılır. Kuşhayıkue Faruk veya Kuşhaxe ya Faruk gibi. Faruk yi Koças ise Faruk'un kölesi Koças anlamında kullanılır.


Şimdilikte bir virgül koyalım.
 

Saygılarımla.

 

 

Nartıj

22. 03. 2009

 

Sayın HAPİ’nin yazısını okuyunca çok şaşırdım. Abzeghlerde-Shapsughlarda work-pşı var mı bilemem, diye. Abzegh-Shapsugh fekolleri neden ayaklandı Fransız devriminden de önce? Birkaç work yazayım,  Kobli, Bğane, Baste (daha önceden Pşı idi), Hacemko, Zıbe v.b. uzayıp gider. Sahil halkı demokrasiyle erken tanışmış ve kendine uygun bulmuştur. Lütfen tarih yazarken gerçekleri yazalım, kişisel fikirlerle ve isteklerle tarih yazılmaz.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

23. 03. 2009

 

Sayın Nartıj,


Shapsughlar arasında eskiden pşı ve workler bulunduğunu söylüyorsunuz. Birtakım ailelerin work, en az bir Shapsugh ailesinin pşı ailesi (Baste ailesi) olduğunu da söylüyorsunuz. Ayrıca 1789 Fransız ihtilalinden önce Shapsugh-Abzegh fekol'larının ayaklandığını söylüyorsunuz. Kime karşı ayaklanmışlar ve nasıl?


Bu sözlerinizin dayandığı kaynakları da sunarsanız bir hizmette ve katkıda bulunmuş olursunuz. Biz de durumu yeniden inceleme olanağına kavuşuruz. Bekleriz.
 

Saygılarımla.



Necdet Hatam

23. 03. 2009

 

Faruk Sigoş,

Bu taraflara ziyaret ne zaman olabilir?

Seni ne kadar özlediğimi hissediyorsundur…

Eskilerin sesini duymak, aynı platformda olmak ne güzel…

Bu arada şu yıque ya khuyi bir daha gözden geçirelim.

Bence sülale adı ile belirtilecekse çok ince ayrımlar var gibi.

Tanınan bilinen birinden söz ediliyorsa eğer zaten aile adı ve adı birlikte söylenir. Örneğin senden söz ediyorsak

KUŞHA Faruk…

Yaşlı bir grup yeni gördükleri az tanıdıkları biri üzerinde konuşuyorsa bilen tanıyan kişi aile adı ile tanıtır: A şşaler Kuşha yéy.  Adını da biliyorlarsa baba adını bilmiyorlarsa Kuşha ya Faruk.  


Yüklemdeki çoğul yapı aile çoğul olduğu içindir.  

Ancak babası iyi tanınıyor biliniyorsa bu kez de Kuşhaların, Kuşhalardan denmekle yetinilmez, baba adı söylenir.

Kuşha… Baba adı Yıque Faruk gibi.

Özetle oğlu anlamına gelen sözcük ‘’que’’ birlikte söylendiğinde ‘’yı’’ ön eki kölesi anlamını içermez.

Nitekim bugün Kabardey’de Qanoque Aren Beşir Yıque denir.

Eğer toplumda baba daha ünlü olsaydı:

Qanoque Beşir yıque Arsen denecekti. Öyle ki, önümüzdeki yıllar uzun süre QANOQUE Arsen'in oğlu kızı için QANOQUE Arsen yı que…  ‘’Qanoque Arsen yıpxhu’’ denecektir, hiç kuşkun olmasın.

Nitekim "xetxe waréy?" diye sormak ne kadar normal ise xet wırique de gayet normal bir sorudur ve kimin kölesisin değil kimin oğlusun anlamına gelir… Ne dersin?

Dönüşçülük de uzaktan olmaz bilesin… Hani "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" demek yakışmaz sana. Benim anımsadığım KUŞHA Faruk eylem adamıdır.

Anavatanda görüşmek dileğiyle…

Sevgiler.

 

 

Erhan Hapae

23. 03. 2009

 

Değerli Arkadaşlar Merhaba.

Gelip aralarına serpiştirildiğimiz Osmanlı halkları arasında bazı farklılıklarımız olduğunu hepimiz gözlemleyebildik. Bizde köylü idik onlarda köylü ama ev ve avlularımız daha tertipli ve düzenli olarak kuruldu. Tabiatın verdiği imkanlar seviyesinde tarımsal çeşitlilik kısa bir süre içerisinde boy gösterdi. Başta ceviz ağaçları olmak üzere bulunabilen bütün meyve ağaçları dikildi ve üzüm bağları kuruldu. Yaşam kalitesini arttıran bu girişimler, aralarına katıldığımız diğer köylülerde yoktu. Komşu köylerin çocukları biz Adige çocuklarına en azından bu meyve sebze zenginliği açısından imrenirlerdi. Gelişmiş rençperlikle ilgili HAPİ ve KUŞHA'nın söyledikleri bu kısa diaspora yaşamında da kanıtlanıyor.

Diğer yandan benim bildiğim Abzegh-Shapsugh köylerinde hatta tek Besleney köyü olan Göçeri'de insan ilişkileri açısından, diğer çevre köylere göre bir fark daha vardı. Kürt köylerinde ağanın önünde el-pençe,  Türk ve Laz köylerinde zenginin veya devletin önünde 'esas duruş' hali bizim Çerkeslerde görülmezdi pek.  Saygı gösterilirdi ama herkese gösterildiği kadar. Bu ve benzeri örnekler sayın  HAPİ'yi doğruluyor. Modern bir demokrasiden bahsedilemez belki ama derin bir eşitlik ruhu vardı.

Bütün bunlar burada icat ettiğimiz şeyler olamaz, etrafta örnek alacağımız çok gelişmiş bir yaşamda olmadığına göre oradan getirip geldiğimiz anlaşılıyor.

Saygılarımla.

 

 

Nartıj

23. 03. 2009

 

Sayın HAPİ,

O kadar detaylı yazacak vaktim yok. Fırsat olursa yine de yazmaya çalışırım. Ancak bunu herhangi bir Abzegh veya Shapsugh köyünde rahatça gözlemleyebilirsiniz. Yıllar geçse de kaldırılsa da aileler özellikle evlilik söz konusu oldu mu bu meseleleri gündeme koyuyorlar.

Şahsım adına, en iyi Adige halkına hizmet edendir. Ancak gerçekte gerçektir.

Saygılarımla.

 

 

Mehmet

23. 03. 2009

 

Adolph Bergé’nin Shora-Bekmurzin notlarından derleyerek 1866'da yayınlanan “Die sagen und Lieder des Tscherkessen-Volks“ isimli kitabını okumanızı tavsiye ederim. Aradığınız birçok soruya bu kitapta ulaşabilirsiniz.  Türkçe’si yayınlandı mi bilmiyorum.  

Selamlar.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

24. 03. 2009

 

Sayın HAPAE,

Adige feodal yapılanmasını özetledikten sonra, bu toplumsal yapı gelişimini devam ettiremeden kesintiye uğradı.


Daha önceden bahsettiğim gibi Avrupa'daki 1789 Fransız Devrimi yani Burjuva Demokratik Devrimi’nin Çerkes toplumu üzerindeki etkileri çok feci olmuştur.

Çarlık Rusya’sında 1861’de toprak köleliğinin kaldırılması, Kafkasya’daki tarım topraklarının, özgürleşen Kazak ve Rus köylülerine açılması sürgün felaketini tetiklemiştir.

Adige feodalizminin tasfiyesi de kendi burjuvazisi tarafından değil de dış güçler, yani anavatanda Bolşevik İhtilali’yle, diasporada ise 1908 İkinci Meşrutiyet’le Osmanlı burjuvazisi tarafından tasfiye edilmiştir.

Çerkesya’da tasfiye kesin olmuş, diasporada ise tasfiye kısmi yani kölelerin özgürleşmesi şeklinde olmuştur.

Sikueşlape Necdet,

Eski dostum selam. İnşallah anavatana da döneriz. Bazı arkadaşların dediği gibi atavatan değil. Çünkü Türkçe yazıyoruz ve Türkçe de anavatan deyimi kullanılıyor.


Ancak Adigece söyleniş biçimi Adeşxueşıgu veya Adeşxueşınale Türkçe’si ata toprağıdır.

Benim de yikue ile ilgili söylediklerimi daha da açtın. Yineliyorum ‘’kue’’ eki olmadan sadece ‘’yi’’ eki mal mülk için kullanılır. Yineliyorum insan için sadece yi kullanılırsa kölesi anlamına gelir.

70’li yıllardaydı, zannımca HAFİSTE Mıhamet geldiğinde idi: İstanbul Bağlarbaşı'ndaki Dernek Lokali’nde sohbet ederken HAFISTE, ‘’he sareys’’ ifadesini kullanınca, benimle birlikte Uzunyaylalılar; ADEMEY Hikmet, NEĞUEY Turhan ve ben birbirimize baktık, bizde ‘’saşışs’’ ifadesi kullanılırdı. ‘’Sareys’’ ifadesi ise kölesi anlamına gelirdi. Şaşırdık, birbirimize baktık ve fısıldaştık.

Bu kısa nostaljiden sonra esas konumuza dönelim.


Çerkesya’da 1917 Ekim Devrimi ile bütün sosyal sınıf farklılıkları ortadan kaldırılmış; pşı, lekuleş ve köle sahibi workler tasfiye edilmişlerdir. Sibirya’ya sürgün ve akıbetleri meçhul?

Osmanlı Yönetimi’nde ise 1908 İkinci Meşrutiyet ile sadece kölecilik tasfiye edilmiş, yani wuneutler ve pşıller özgür köylü konumuna yasal olarak getirilmişlerdir. Halk arasında hürriyet olarak nitelenir. Hatta Anadolu’da tellalların "Bundan kellim, cavıra, cavır demek yasah" diye bağırdıkları anlatılır.

Çerkeslerde toplumsal gelişme ve değişimi özetledikten sonra ‘’Toplumu Yönlendiren Xabze'’yi yeniden irdelemeye başlayalım.

Şimdilik yine bir virgül koyalım.

Saygılarımla

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

26. 03. 2009

 

Sayın KUŞHA Faruk Özden,

Adigelerde, özellikle fekol' topluluklarında otarşik, yani kendine yetme bir üretim vardı. Büyük boyutta ticaretin gelişmesi için birtakım koşullar gereklidir. Ancak Adigeler arasında hiçbir ticaret olmadığını da söyleyemeyiz. Osmanlı gemileri Çerkes sahillerine ticaret yapma amacıyla gelirlerdi. Örneğin Rus Kazak generali Filipson, Karadeniz kıyısında yaşayan Çerkeslerin Türkiye ile ticaret yapmalarına izin verilmesi halinde, Çerkes sorununun barışçı yoldan çözülebileceği görüşünü savunmuştu ("Çerkes Soykırımı" kitabı). Ancak kabul edilmedi, çünkü Ruslara Çerkesler değil, Çerkeslerin toprakları lazımdı. Oralara Rusları yerleştirmeyi planlamışlardı. Ticaret, engellenmediğinde, pazarlarla ilişki kurulduğunda gelişir. Adigelere bu fırsat verilmiyordu. Ayrıca Ruslar ilk etapta Adige ekonomisini çökertmek için verimli arazileri ele geçirip Adigelerin toparlanmak için gerekli yaşam kaynaklarını yok etmişlerdi, ele geçirilen Çerkes arazilerinde stanitsa denen kale tipli Kazak köy ve kasabaları kurdurdular. Pşılar tarafından yönetilen doğu topluluklarında durum biraz farklıdır. Pşıların büyük arazileri ve büyük hayvan sürüleri (at, koyun, sığır) vardı, bunları Ruslara satarlardı. Son dönemde Kabardey ticareti,  takas ya da trampa biçiminde Ruslarla yapılıyordu. Adigelerin para ile ticaret yapmalarına ve kentlere yerleşmelerine izin verilmiyordu. Bu da anlamlıdır.


Bir de "pşıl'ışhaşefıj", yani "azatlı köle",  fekol' statüsü kazanır, istediği yere pşıdan izinsiz yerleşebilir, ancak fekol' statüsünde biri olarak, örneğin Kabardey yöresi ya da pşı egemenliği olan bir yörede pşısız (beysiz) bir köye yerleşemez, çünkü öyle bir köy yoktur. Daha önce söylediğim gibi, pşı egemenliği olan bir yerde bir özgür fekol' köyüne yaşam hakkı tanınmaz. Bu nedenle mutlaka bir beye ya da bir "l'ekotleş"e (en üst derece worke) ya da pşı vasalı olan bir worke bağlı yaşamak zorundadır. Çünkü work, fekol', pşı'lı ve vıneut, bunların hepsi zincirleme olarak pşı'ya, pşı da bir yerlere bağlıdır. Bunların hepsi tam özgür insanlar değildirler: "Baş başa, baş padişaha bağlıdır" dendiği gibi.


Bir önceki yanıtımda, Kabardeylerde fekol'un angarya yükümlülüğü olup olmadığını bilmediğimi söylemiştim. Unutmuşum, fekol'un angarya yükümlülüğü vardır, örneğin fekol'un pşı'nın konuklarını ağırlama yükümlülüğü vardır.

Bir yerlere bağlı olmayan, tamamen özgür olan fekol'lar pşı egemenliği olmayan özgür yerlerdekiler idi. Oralarda bağımsız köy toplulukları sistemi vardır, ileri demokrasi o tür yerlerden yayılmıştır, örneğin İsviçre.

Saygılarımla.

 

 

Morkano

27. 03. 2009

 

Sayın Faruk bey aşağıdaki yazıyı yorumlayın sonra bakalım feodal pşi işlerine…


''Baykaldı. H
25. 01. 2006

Sayın okurlar,  

Çok hassas ve önemli bir konuda bir kaç cümleyle bende katılmak istiyorum. Önce şunu söylemeliyim ki,  diğer milletler bile Çerkeslerden bahsederken Çerkes asaletinden bahseder, gururundan bahseder,  yiğitliğinden bahseder. Tabi bu bizim için övünç kaynağıdır. Gerçektende asiller davranışlarıyla,  konuşmalarıyla, hal-hareketleriyle topluma örnek olurlardı ama bizim asilzadeler kendilerini o kadar kaptırdılar ki, bu unvana geçmişte gözleri hiçbir şeyi görmedi, kendilerini her şeyin üstünde gördüler. Bunun sonucu da bu sülaleler birer birer yok olup gittiler. Bakarsanız Uzunyayla’ya köylere ismini vermiş pek çok sülale, geçmişte kendi insanına yaptıkları eziyet ve zulümler sonucu ilahi adaletle çoğunun soyu kurudu.  Pek çoğununda kurumak üzere.  

Onların köylerini satmalarından tutun, kapısında çalıştırdıkları Çerkeslerin kızlarını zorla başkalarına sattıklarını, diğerlerini nasıl aşağıladıklarını anlatmaktadır büyüklerimiz hala. Eğer isteyen olursa bununla ilgili pek çok bilgi dahi verebilirim. Kafkasya’da zamanın şartlarına göre bu oluşmuş kısmen burada da devam etmiş, hala devam ettirenlerde vardır. Asalet kanda değil ruhtadır, demiş KAZANUKO Jebağı.  

Sülalemden asla gocunmuyorum, hangi mertebede olduğunu da çok iyi biliyorum. Bu yüzden kardeşim biraz hararetli yaklaşmış olaya. Çoğuna katılmamakla birlikte bazı kısımlarına da katılıyorum. Mesela günümüzde yapılan yanlışlıkların çoğu ayıp kavramının ortadan kalkması ve değerli bir thamademizin olmayışıdır.  

Eskiden bu yanlışlıklar ya ayıp kavramıyla ya da o köyün pşısı sayesinde önlenirdi. Kim bilir belki de yok oluş sürecide böyle başladı. Ayrıca tartışılmasında bir sakınca görmüyorum. Asillik olarak değil tabi sülale olarak. Çünkü sonradan içimize pek çok yabancı yerleşti. Onları ayıklamanın tek ipucu sülalelerdir.  

Kimse çocuklarına sülalesini unutturmasın.''

 

 

KUŞHA Faruk Özden

29. 03. 2009

 

Sayın HAPİ Cevdet Yıldız,

Canlı ticaretin göstergelerinden birisi, şehir yerleşimidir. Feodal toplumda da nakdi birikimin göstergelerinden biriside feodallerin oturduğu yerlerdir, yani konak veya şatoları. Sayın HAPAE'nin yazdığına göre; gerek Kabardey, gerek Adigey, gerekse Abhazya’da feodallere ait görkemli eski yapı, yani konak şato, malikane, manastır veya başka bir ibadethane görmediğini anlatıyor. Ancak Abhazya’da Rus Çarı’nın kuzeninin bir malikanesi ve eski Bizans manastırı gördüğünün anlatır.

Yerleşkenin olmadığı yerde ticaret olmaz, ticaretin olduğu yerde yerleşim birimi ve pazar oluşur.

Çerkesya’da sahil hariç, iç kesimlerdeki yerleşim yerleri yani kentler Maykop ve Nalçik şehirlerinin kuruluşu dahi 200 yılı pek geçmez. Ki, bu şehirlerde Rus garnizonlarının yanında oluşmuştur. Avrupa’da da şehirler şatoların yanında sur diplerinde oluşmuştur. Ancak oluşmaya başladığı tarihler çok eskidir. Türkiye de çoğu şehir merkezi, 600 yıllık Osmanlı’dan eski hatta ilk kuruluşları ilk çağlara uzanır.


Özet olarak ticaretin yani para ile mal alıp satmanın olmadığı yerde ki üretimde verim yüksek olmaz, verimlilikte düşünülmez.

Pşıların hem büyük arazileri, çok sayıda yani sürülerle at ve koyunlarının olduğunu söylüyorsunuz. Öte yandan para ile ticaretlerine müsaade edilmediğinin altını çiziyorsunuz. Satılamayan hayvan sürülerini neden besliyorlardı?

Ben filolog değilim, ancak ailemden öğrendiğim ve çevremizde kullandığımız Adigebze (Uzunyayla’da kullanılan Kabardey diyalekti) ile bazı kelimeleri kullandığımız biçimine göre değerlendirmeler yapıyorum: "Pşılshaşehuıj" azatlı köle anlamında değildir. Azatlığını ödeyerek özgürleşen köle anlamındadır. "Şhaşehuıj" azatlık bedeli demektir. Zaten pşıllerin tamamı azatlı kölelerdir. Ya bedelini yani şhaşehuıj öder veya efendisinin insafı ile azat edilirdi.

Diğer bir konu da Kabardey de bütün köylerin pşılarının olduğu veya pşıya bağlı oldukları; sizden ricam kaynaklarınızı bir daha gözden geçiriniz. Çünkü köye adını veren work sülaleleri ile köye adını veren pşı sülalelerinin durumları farklıdır. Kendi köyüm ve çevremdeki köylerden bahsedeceğim: Büyük dedem komşuları ile birlikte Kafkasya da Şegem köyünden kalkıp Uzunyayla’da şimdiki adı Karakuyu olan köye yerleşti. Karakuyu’nun yukarı mahallesinin adı Şegem diye anılırdı. Şegem’in yaylak yeri olan Karahalka’ya birkaç aile ile birlikte yerleşti ve köyü kurdular. Mertazeler daha sonra geldi. Dedem daha sonra dayılarının köyü olan Kırkpınar'a yerleşti. Adigece adı Sasıkhable'dir. Batısında Kurbalık (Şıgebehuey) ve Viranşehir (Kundetey) köyleri. Hiçbirisinin pşısı yoktur. Çünkü bu köyler Kundetey köyleridir. Kabardey’de dahi pşı hegemonyasını kabul etmeyen köylerdi.

Sizin "work, fekul, pşılı ve vuneut, bunların hepsi zincirleme olarak pşıya, pşı da başka bir yere bağlıdır" tespitinize uymuyor.

Şunu söyleye bilirim, Kabardey’de pşı veya lekueleşsiz köyler vardı. Ancak worksız köy yoktu.

Devamlı örnek gösterdiğiniz İsviçre Kanton yönetimi feodal düzeni yaşamadan gökten zembille inmemiştir. Roma Cermen İmparatorluğu’nun (ki feodal krallıktır) yönetiminde olan yeleşkelerdi. Feodallerden kurtulmak için verdikleri mücadele 200 yıl sürmüştür.

Çerkeslerde, en katı feodalizmin uygulandığı Kabardeylerde dahi Batı’da olduğu gibi katı bir feodalizmden bahsedemeyiz.

Münferit anlattığınız olayları da genelleyemeyiz.

Saygılarımla.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

30. 03. 2009

 

Sayın KUŞHA Faruk Özden,

1) Sizin sorduğunuz ya da görüş belirttiğiniz şeyler, sanırım Kafkasya’da bilinen şeylerdendir. Yine de Türkiyeli okuyucuyu bilgilendirmek bakımından tartışmayı sürdürmek yararlı olacaktır düşüncesindeyim.

Özetle ‘feodal toplumda kent, feodallerin oturduğu ve nakdi birikimin oluşturduğu yerdir, feodaller konak, malikane ya da şatolarda otururlar’ diyorsunuz. Bunlar bilinen şeylerdendir. Böyle yazmakla neyi demek istediğinizi anlamış değilim.

Sayın HAPAE’nin Adigey, Kabardey ve Abhazya’da böylesine koaklara rastlamadığını söylüyorsunuz.

Çok doğal. Bu sözlere benim bir itirazım yok ki…

Abhazya’da bir Rus yazlık malikanesi ve eski bir Bizans manastırı varmış. Bunlar dış istilaların ürünleridir, Abhazya’ya ait yapılar değildir. Abhazya, sırasıyla Bizans, Gürcü, Türk ve Rus yönetimlerini yaşamıştır.  

Bunun böyle olması, Kuzey Kafkas toplumlarının tam feodal değil, yarı feodal ilişkiler içinde olduğunu gösteriyor. Bu yarı feodal oluşum, artan sayıda fekol’ köylüyü pşıl’ı (serf) yapmak biçiminde başlamış ama süreç tamamlanamamıştır. Dolayısıyla köy birimi üstüne çıkılamamıştır. Sonunda soylu sınıfı ile fekol’ sınıfı karşılıklı uzlaşmalara varmışlar olmalıdır. Bu yapı köy düzeyinin üstünde kentleşme evrilmesine doğru gelişememiştir. Çünkü feodal bey (pşı) sınıfı güçsüzdü, halka önderlik edecek güçten yoksundu. Dolayısıyla halkı birleştirecek ve ona önderlik edecek bir konuma ulaşamamıştır. Pşı sınıfı daima dış (Tatar, Rus) gücün desteğine gereksinim duyuyordu.

Büyük ve Küçük Kabardey bölgeleri 1839-1774 yılları arasında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında tarafsız bölgelerdi. Bu dönemde emekçi köylü (tlhukol’ ve pşıl’ı) ayaklanmaları olmuş ve özgür köyler de doğmuştu (Dameley, Kip Kalebek, Marem Biço ayaklanmaları). Ancak bu durum uzun sürmedi ve 1774’te de Rus idaresi kuruldu.


2) Köylerin zaman zaman bir araya geldiği pazar, panayır yerleri ve ticari limanlar vardı. Adigeler örneğin Yahudi, Ermeni ve Hıristiyan tüccarların aracılığıyla, kuşkusuz Rusların tampa ya da takas yoluyla ticaret zorlamasını delmeye çalışıyorlardı. Ruslar Oset ve İnguşlara kente yerleşme ve ticaret yapma ayrıcalıkları tanıyorlardı.

3) Pşı sınıfının büyük arazileri ve hayvan sürülerinin bulunduğu tarihsel bir gerçektir. Bütün kaynaklar bunu belirtir (Bkz. Britannica, İngilizce ve Türkçe’si). Tartışmak anlamsızdır. Rus yönetimine karşı verilen 19. yüzyıl başındaki Kabardey başkaldırıları, abluka ve ticarete yasak getirilmesi nedenine dayanır. Rusların gerekçeleri ise, Kabardeyler arasına veba salgını olması, bu nedenle karantina uygulandığı biçimindeydi. Çatışmalar ara ara 20-25 yıl sürmüştür (Bkz. “Çerkes Soykırımı” kitabı).

Rus-Kabardey çatışmalarının daha detaylı ve objektif incelenmesinde yarar vardır.

4) “Pşıl’ışhaşefıj” ya da “pşıl’ışhaşeh’uj” aynı şeyin değişik söyleniş biçimleridir ve aynı anlamı verir: “Özgürlüğünü satın almış eski köle” anlamındadır, Türkçe’si kısaca “azatlı köle” demektir. Tabii köle sahibi kölesini bedelsiz özgür bırakma hakkına sahiptir.

Dikkat edin, bu hak Avrupa’daki serf (toprak kölesi) sınıfına tanınmamıştır, Adigelerde vardır (diğer Kuzey Kafkasya toplumlarında da var mıdır, bilemiyorum). Neye böyledir? Bu, fekol’ sınıfına (demokrasiye) verilmiş bir ödün olabilir. Yasa (Xabze) Adige pşıl’ıya özgürlük yolunu açık tutuyordu olmalıdır.

5) Ben bütün köylerin pşısı (beyi) vardır demedim, l’ekotleşlerin (л1экъолъэщ) ve pşı vasalı worklerin de (оркъ) köyleri bulunduğunu, Kabardey sisteminde fekol’ ve pşıl’ların bunlara, hepsinin soylulara, pşıların da Rus makamlarına bağlı olduklarını söylemek istedim.


Yarı feodal de olsa soylu düzeninde, düzeni tehdit edecek bir düzenlemeye hiç fırsat tanınır mı? Babil yasaları başka birinin kölesini öldürene para ya da bir köle ödeme cezası ama başka birinin kölesinin kaçmasına yardım edene de ölüm cezasını öngörür.

Düzen kendisiyle çelişen düzenlemelere izin tanımaz…

 
“Kuzey Kafkasya’da kölelik 1868-1869’da kaldırıldı. Kuban bölgesinde (…) 11 bin 403 köylü (toprak kölesi) serbest bırakıldı, sayı 1869’da 16 bin 561’e ulaştı”.


“Terek bölgesinde 23 bin 976 köylü bırakıldı. Kabardinski ilçesinde bin 171 köylü karşılıksız, 8 bin 203 köylü de fidye (kurtulmalık) karşılığı serbest bırakıldı”.


“Köy yönetimlerinin modernleştirilmesi, 1869-1870’de tamamladı. 1860 yılına değin, köyler; yukarıdan atanan kişi, han ve prens (kinyaz) köyleri biçiminde ayrılıyorlardı… Reformlar, Kuzey Kafkasya’nın ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimine hız kattı” (Özdemir Özbay, “Dünden Bugüne Kuzey Kafkasya”, Birinci Baskı, s. 53).


Kabardey’de worksiz köy yoktu, diyorsunuz, doğrudur. Ancak bu work Abzeghlerdeki gibi, fekol’ düzeyinde yetkili olan ya da pşı düzeni dışında kalan bir work miydi?

Biz özgün biçimden söz ediyoruz. Uzunyayla tarihsel Kabardiya demek değildir. Sözünü ettiğiniz Uzunyayla köylerini bilemiyorum.

6) İsviçre’nin feodalizmi tam yaşamadan modern devlet ve ileri demokrasi aşamasına bir atlama yaptığı tarihsel bir olgudur. Irk, dil, din ve mezhep baskıları yaşamayan ve bunları bilmeyen ama en başından tüm birimlerin özgürlüğünü içeren bir devlettir, bir özgürlükler adası biçimindedir ve benzersizdir. Niçin bir başka ülke aynısını gerçekleştirememiştir?

Saygılarımla.

 

 

Erhan Hapae

01. 04. 2009

 

Değerli arkadaşlar merhaba.

Sayın HAPİ'nin sunduğu İsviçre, gerçektende özgün ve örnek bir ülke. Bolşevikler SSCB’nde milli meselenin çözümü için uğraşırken İsviçre Kanton bölgelerini referans olarak gösterip istifade etmeye çalıştılar ve o güne kadar bir örneği de yok. Yalnız bu 3 parçalı demokrasinin iki harp boyunca dahi kılına dokunulmaması meselesini barışseverliğine bağlamakta biraz zorlanıyorum,  çünkü Çeklerde saldırgan bir millet değildi o zaman. İsviçre’de temel olarak 3 halk yaşıyor. Alman, Fransız ve İtalyanlar. Bu ulusların asıl ülkeleri faşizmden Nazizm’e büyük felaketlere uğradı ama nedense İsviçre’de bunun yansımaları görülmedi. Bu gün ise orada var olan 3 özerk kantonun büyük hamileri var ve sonuç olarak Avrupa’nın göbeğinde yaşıyorlar.  Bu konuda Sayın HAPİ bizleri biraz bilgilendirirse seviniriz.

Sayın HAPİ ile sayın KUŞHA'nın gelip takıldıkları noktayı (eğer kendileri açısından hayati önemde değilse tabi) bir şekilde aşıp, xabze konusuna gelebilirsek iyi olacak galiba. Şu ana kadar epey aydınlatıcı bilgi ve düşünce ortaya konuldu. Bu tatta biraz yol almayı öneriyorum.

Tekrar kolay gelsin.  

Saygılarımla.

 

 

Müzeyyen Kip

02. 04. 2009

 

Sayın Erhan Hapae'nin konu başlığına son yazdığı yorumdan cesaretle klasik günlük yaşamda benim anladığım anlam dışında xabzeyi bu başlıkta tartışmak haddime olmasa da en son yaşadığım küçük sevinci yazmadan edemeyeceğim.  

Xabzeye göre bunu yazmam dahi uygun değil.  Malum xabzede çocuğundan büyüklere bahsetmek xabzencağa!

Dün akşam kızımla (16 yaşında) akşam yemeği yiyoruz. Çocuklar hep anne-babalarının genç, dinamik en önemlisi de sağlıklı kalmaları açısından kilo almamalarını istiyorlar. Yanlış anlaşılmasın obur değilim ama hep yemekleri özellikle ekmeği önümden alır az ve yavaş yememi ister. Anneler çalışıyor da olunca hep zamanla yarışıyorsun. Hemen apar-topar yiyip başka işlere bakmak istiyorsun. Ancak en son söylediği çok hoşuma gitti.

- Anne; masada karşındaki beni bir thamade kabul et! yeme veya dikkat ederek yiyeceğinden az ve sindirerek yemiş olursun, dedi.  

 

Şaşkın, şakın baktım. Sen thamadenin karşında yemek yenmeyeceğini biliyor musun dedim, evet dedi.  

Thamadeyi biliyor olması, xabze gereği thamade karşında sıradan yemek yenmeyeceğini biliyor olması,  küçük de olsa xabzeden gençlere bir şeyler veriyor olduğumuza tanık olmak benim için sevindirici oldu.

Katılımcılara saygılarımla.

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız

02. 04. 2009

 

Sayın Hapae,


İsviçre’yi soruyorsunuz. Bir İsviçre uzmanı değilim ama biraz bilgim var tabii. İsviçre dağlık ve yoksul bir bölgeydi. Tıpkı Adigey/Çerkesya gibi. Adigey’den örneğin Mısır’a paralı asker alındığı gibi, İsviçreliler de komşu ülkelerde paralı askerlik yaparlardı. O zamanlar Avrupa devletlerinin profesyonel orduları yoktu, savaş olması durumunda paralı askerlerden kurulma ordular oluştururlardı.


Batıda Fransa, kuzeyde Almanya (Germenler), doğuda Avusturya, güneyde de İtalya (Roma) tarafından çevrelenmiş bir bölgeydi İsviçre. Sayın KUŞHA Faruk’un da değindiği gibi, İsviçre, zaman zaman dış istilaya uğramış ve yabancı yönetimler altında kalmıştır, tıpkı Çerkesya gibi. Ancak dağlık kesimlerin tam bir istila yaşamadıkları, hep bağımsız ya da özgür kaldıkları da bilinmelidir. Adigey’de de durum öyleydi. Ateşli silahlar ve patlayıcılar dönemi öncesinde böyle yerleri istila etmek hemen hemen olanaksızdı, adamın kafasına kocaman kayalar yağardı. Böyle yerlerin insanlarında avcı olmalarından da ileri gelme olarak,  keskin bir nişancılık gelişmişti, sık sık yarışmalar düzenlenirdi, bu bir yaşam gereğiydi, “Giyom Tell ve Vali Gessler” efsanesi de bu İsviçre geleneğini simgelemektedir. İsviçreliler de Çerkesler gibi geleneklerine son derece bağlı, dürüst ve temiz insanlardır. Öğrencilik dönemimde, bir gazetede, “Pişkin Teyze İsviçre’de” başlıklı bir dizi yazı okumuştum. Orada İsviçreli bir kadının her Cumartesi günü evini sabunlu suyla baştan sona, paspaslayarak yıkadığı, bir kız öğrencinin ders çalışmak için komşu eve giderken, o evde terlik bulunmayabilir diyerek, terliklerini koltuğunda götürdüğü, kasap dükkanında çalışan tezgahtar kızın çantasında ütülenmiş iki beyaz önlükle işe gittiği, birini öğleden önce, ikincisini de öğleden sonra taktığı, İsviçrelerin o denli temizliğe dikkat eden insanlar oldukları anlatılıyordu. Bütün bunlar bir barbar geleneği olabilir mi?


Biz Adige/Çerkeslerde de benzeri temizlik kuralları geçerliydi. Şimdikinin takdiri ise, okuyucuların olsun.

Bundan 718 yıl önce, 1291’de Uri, Schwyz ve Unterwalden kantonları ya da üç orman kantonu denen yerlerin temsilcileri, bir Federal Beyanname imzalayarak İsviçre’nin temelini attılar. Zaman içinde genişleyen İsviçre 23 kantona, kantonlar da 2 bin 889 bucağa bölünür. Ancak üç kanton kendi içinde ikiye ayrılır, bunlara yarım kanton denir.


Federal Meclis iki alt meclisten oluşur: “Devletler Meclisi” (Conseil de Etats), her kantondan iki üye, toplam 46 üyelidir, “Ulusal Meclis”de (Conseil nationale) 200 üye. Ulusal Meclis’e her kanton nüfusuna göre üye gönderir. Bugünkü Adigey Parlamentosu da İsviçre’yi andıran bir düzenlemeyi öngörmüştür. Ancak Adige Parlamentosu, iki değil tek meclislidir, benzerlik üye seçimi biçimindedir, üye belirlemede iki farklı yöntem uygulanır:


Adige yerleşimleri ya da Adige nüfus, 9 seçim çevresinin 6’sında daha fazla, 3’ünde ise daha azdır. Bir kanat 3 x 9=27 biçiminde oluşur. Bu kanatta Adigece konuşan nüfus çoğunluğu oluşturur, 9 seçim çevresinin nüfuslarına göre seçilen 27 temsilciden oluşan ikinci kanatta da Rusça konuşan nüfus çoğunluğu oluşturur. Örneğin, ilk kanatta 3 Adige üye ile temsil edilen bir seçim çevresi, ikinci kanatta 1 üye ile temsil edilme durumuna düşer. Sonuç olarak 54 üyeli Adige Parlamentosu’nda (Xase) her iki dili konuşanların temsilinde, üç aşağı, beş yukarı bir denge durumu (paritet) sağlanır. Devlet Başkanı olmak için de parlamento onayı zorunludur. Bu da Adige Parlamentosu’nun önemini gösterir.


İsviçre tarihine girmeyeceğim, uzun sürer, ancak birkaç noktayı belirtmekle yetineceğim. Sovyet devrimi önderi Lenin de, İsviçre modelinden övgüyle söz etmiş ve Sovyetler Birliği’nde yaşayan topluluklara özerklik verilmesinde, İsviçre’yi model almıştı.

 

İsviçre, önceleri çok yoksuldu, yetişkin erkekler komşu ülkelere gider paralı askerlik yapar, ailelerine para gönderirlerdi. Ticaret yolları İsviçre’yi dolanırdı. Buna bir son vermek için İsviçreliler hemen bütün bütçelerini tahsis ederek, ülkeyi kuzeyden güneye, doğudan batıya geçen ticaret yolları yaptılar. Tüccar ve yolcular için tam bir güvelik yarattılar. Şimdiki Kafkasya’da bolca olduğu bilinen hırsız ve soyguncu gençler gibi yozlaşmış kişilere adım bile attırmadılar. Yol boyların otel denen hanlar ve banka denen para koyma ve emanet (kasa) yerleri oluşturdular. Tam bir güven ve özgürlük ortamı oluşturdular (Kadınlara oy hakkının çok sonraları, bu yakınlarda verildiği de bilinmelidir). Ondan sonra da Tanrı İsviçrelilere “Yürü ya kulum” demiş olmalı. Ancak Atatürk Türkiye’sinde olduğu gibi “Sınıfsız ve imtiyazsız bir halk olma” becerisini yakalayamadılar, o onur sadece Kemalistlerin onuru olarak kaldı.


İsviçre, 13. yüzyıl sonlarında kurulduğu için, kendisinden 5 yüzyıl sonra oluşmuş olan “ulus” ve “milliyetçilik” akım ve çalkantıları yaşamadı. Sadece mezhep çekişmeleri ve çatışmaları yaşadı. Bunlar da bir esasa bağlandı. Şimdi adını tam anımsamıyorum, herhalde Zürich kantonu olacak, burası bir Protestan kantonu. Zamanla çalışmak için gelenlerle Zürich’te büyük bir Katolik nüfus, belki de çoğunluk oluştu. Katolikler bir katedral kurmak istediler, ancak kanton mecilisi, ”Zürich Kantonu Protestan din esası üzerine kurulmuş bir kantondur, katedral kurulması bu özelliği bozar” diyerek isteği geri çevirdi. Katolikler komşu Katolik kantonlara giderek ibadetlerini yapıyorlarmış.


Ulus öncesi bir oluşum olduğu için bir İsviçreli kendisini Alman ya da Fransız gibi görmez ve kendisini o gibi adlarla anmaz, İsviçreli olarak tanımlar. İsviçre 1814 Viyana Kongresi’nden beri tarafsızlık politikası sürdürmektedir. Bu politika güçlü bir ekonomi ve ordu tarafından desteklenmektedir. Naziler, çoğunluğu Alman olan İsviçrelilerin, faşist milliyetçi mikropla kirlenmiş Avusturyalılar gibi kendilerini güllerle karşılamayacaklarını herhalde biliyor olmalıydılar. İsviçre’ye saldırmamanın bir nedeni de bu olmalı…


İsviçre’de bir öğrenci dört İsviçre dilinden en az ikisini okulda okumak ve öğrenmek zorundadır, Rusya’da böyle bir zorunluluk sadece Rusça için geçerlidir. Temel öğrenim dillerinin hangileri, okutulacak derslerin neler olacağı büyük ölçüde “Gemeinde” denilen idari birimler (bucak ya da belediyeler) tarafından belirlenir.
İsviçre’de 1) Doğrudan, 2) Yarı doğudan, 3) Temsili demokrasi, referandum ve halk girişimi vardır. Bir bekleme süresinden sonra, istek olması durumunda Meclis kararları referanduma sunmak zorundadır. Belli bir imza toplanarak, Meclis’e yasa önerisi sunulabilir, yasa değişikliği isteyebilir, buna halk girişimi denir. Son derece şeffaf ve dürüst bir yönetim anlayışı vardır. İsviçreliler eski Adigeler gibi dürüst ve tutumlu insanlardır. Devlet de ona göredir. İsviçre’de hizmetin en iyisi, faturası ardından gelmek üzere sunulur, kayırmaca ve savurganlık yoktur. İşten kayırma ve ihmal gibi anlayışlar da yoktur.


Falih Rıfkı Atay, Brezilya’ya diplomatik yolculuğunu ve izlenimlerini anlattığı “Denizaşırı” kitabında İsviçre elçisi’nin Brezilya’da elçilere verilen şatafatlı bir ziyafeti, ”Böyle bir ziyafet İsviçre’de verilmeye kalkışırsa halk ayaklanır” diye eleştirdiğini yazar.

Saygılarımla

 

 

Erhan Hapae

03. 04. 2009

 

Sayın HAPİ verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.


Tabi burada benim esas sorgulamak istediğim başka bir nokta idi. Onu belirteyim.

İç dinamiklerin genellikle çok önemli olduğuna inanırım. Evini doğru düzgün yönetirsen dış dinamiklerin senin üzerindeki etkisini mümkün olduğunca azaltırsın. Ancak tersine, Saddam gibi davranıp kısa sayılacak ömrüne üç savaş sığdırıp, Kürtleri kimyasal silahla boğar ve çok zengin olmana rağmen bütün bir Irak halkını perişan eder ve ülkeyi açık bir hapishaneye çevirirsen, birileri de gelir haklı olmasalar da sana dünyayı dar eder veya etme ihtimalleri vardır.

İsviçre örneğine dönecek olursak evin içini iyi düzenledikleri doğrudur ancak burada dış dinamiklerinde önemi var. Burada coğrafyada önemli, komşularda ve geçen yazıda belirttiğim, hamilerde. Benzer demokratik yapı Lübnan'da inşa edilmeye çalışılmıştı. Yetmişlere kadar iktidar Hıristiyan, Müslüman ve Dürziler arasında paylaşılmıştı ve Beyrut şehri 1972 yılında İstanbul'dan çok daha canlı gelişmiş bir şehirdi.  Orada o zaman altı ay yaşadım biliyorum. Bir milyon turist olduğu söylenirdi her an ve İstanbul’da sadece Hilton varken, orada dünyanın bütün marka otelleri ve tatil köyleri mevcuttu ama coğrafya ve çevre bu duruma tahammül edemedi ve kendileri de direnemeyip birbirlerine düştüler. Ürdün’den kovulan Filistinliler ülkenin ahengini perişan ettiler. Şimdi ise Suriye’nin yarı resmi sömürgesi.

Diğer yandan, İsviçreliler neyi üretiyorlar da bu zengin hayatı hak ediyorlar diye düşünürüm. Bu zenginlik çikolata ve peynir üreterek olmaz. Yaptıkları iş bir nevi tefeciliğe aracılık etmek. Batılı ve doğulu kara para sahiplerinin kasası konumunda. Belki de bu nedenle dokunulmazlar. İsviçre bana OFF-SHORE bir devletmiş gibi gelir hep. İş ilişkilerimiz var, Bern'de kısa süreli iki defa kaldım. Bana ayrıca çok sıkıcı bir ihtiyarlar ülkesi gibi gelir.

Hamiler meselesi bizim Abhazya'ya benziyor sanki. Rusya müdahil olmasa bağımsızlık biraz zor olurdu.  

 

Benim soruşturduğum şey bu nokta.

Saygılarımla.

 

 

KUŞHA Faruk Özden

03. 04. 2009

 

Sayın HAPAE,

Yazılı hukuk sistemi ve organize olmuş devlet yapılanması olmayan Çerkes toplumunda, ferdin fertle, ferdin toplumla ilişkiler ve toplumun kendi ivmesidir xabze.

Toplumun genetik haritası diyebileceğimiz mitoloji, en eskilerden toplumsal ilişkiyi ve inancıda içine alan yaşam biçiminin göstergelerini içinde taşır.

Yeryüzünde mitolojisi olduğu kabul edilen 12 halktan birisinin Çerkesler olduğu bilim dünyası tarafından da kabul edilmektedir. Grek Mitolojisi’nden etkilendiği söylenen Adige Mitolojisi’nin kahramanlarının hikayelerini biraz irdelersek, arada bariz farkların olduğunu göreceğiz. Yunan Mitolojisi’nin kahramanları genellikle tanrılar, yarı tanrılar ve bazen de insanlardır. Adige Mitoloji’sinin kahramanları olağan üstü güçleri de olsa insanlardır. Adige Mitolojisi’nde kahramanlar kötü güçlerle mücadele etmektedirler, Ancak onlar hiçbir zaman Grek Mitolojisi’nde olduğu gibi kötü huylu tanrılar değildir. Yinıj (dev), almestın (cin veya cadı), guaşe(peri), vudı(cadı) gibi varlıklarla mücadele ederler.


Adige insanı avcılık ve toplayıcılıktan, yerleşik düzene geçişinden itibaren xabzesini oluşturmaya başlamıştır. Atı evcilleştirip binek olarak kullanmaya başladığı andan itibaren bir at kültürü ve at xabzesinin temelleri atılmaya başlanmıştır. Ne zaman ki at yaşamdan çıkmış, onunla ilgili xabze ritüelleri de geçmişte kalmıştır.

İnsanlar bir arada, toprağa bağlı olarak yaşamaya başlayınca, bir arada yaşamanın hukuku oluşmaya başlamıştır. Daha sonra xabze diye nitelenen kurallar, insanların yerleşik düzene geçmesi ile sistemleşmeye başlamıştır.

İlkçağlarda insanlar arası ilişkiler zayıf olduğu için xabze de fazla çeşitlenmemiştir belki de. Adige insanının Tha’ya ve tabiat güçlerine tapması, ancak bir ruhban sınıfı olmaması, ferdin inanç sisteminin basit olması ve kişinin üzerinde de fazla baskıcı olmaması sonucunu da doğurmuş olabilir. Toplumu yönlendiren kurallar ve ritüeller xabze olarak isimlendirilmiştir.

Nart destanlarında Setenay Guaşe ye danışmaları ve onun sözünü dinlemeleri anaerkil toplum yapısının en belirgin örnekleri ve izleridir. Toplumda uyulan xabze, anaya yani kadına öncelik veren xabze idi. Kadını kendi sülale ismi ile çağrılması da anaerkil yapıdan kalan bir bakiye olabilir mi acaba?

Toplumun toprağı işlemesinden ürünü hasadına kadar bütün eylemler ile ilgili bolluk ve bereket dileklerinin farklılığı: Ürünün cinsine göre, ekerken veya ürünü kaldırırken farklı olarak bereket ve bolluk dileme sözleri, zannımca Adigeler dışında yakın coğrafya da başka hiçbir toplumda yoktur.

Ot biçilirken "yenşevu wuışx apşi" kötülüklerden uzak olarak yiyesin, yediresin.

Ekin ekiliken "bev wuıhu apşi" bolluk içinde olsun. Ekin biçilirken veya harman edilirken "hambov apşi" bolluk içinde harman et. Koyun veya sığır için "bo wuıhu apşi" bolluk içinde çoğalsınlar.

Bütün bu ritüeller tarım ve hayvancılık xabzesinin parçaları idi.

Xabzeyi anlatırken bir ucu örfi diğer ucu hukuki kurallar manzumesidir demiştik. Ferdin fertle ilişkilerini düzenler ve belirlenmiş kurallar manzumesi olarak niteleyebiliriz. İşte bu kuralların başlangıcı insanlık kadar eskidir. Onun içinde Adigelik insanlıktır diye özetliyoruz. İnsanlık tarihindeki her adım gelişme, Adigelerde de xabzelerini oluşturmaya, duvar ören ustanın tuğlaları dizmesi gibi bütün ilişkilerin xabzesini ilmek ilmek örmüşlerdir.

Şimdilik yine bir virgül koyalım.

 

Saygılarımla

 

 

 

HAPİ Cevdet Yıldız
04.04.2009

Sayın Hapae,

“Saddam’ın yaptığı gibi zulüm uygular ve halkı perişan edersen, birileri de gelir, haklı da olmasa ,dünyayı sana dar eder” diyorsunuz. Çok yerinde bir saptama. Ancak tersi de olanaklı. Şöyle ki, Adigeler, öz olarak, devletsiz ve eşitlikçi bir düzen anlayışı içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kendi beğeni ve seçimleri böyleydi. Bu yaşam biçiminin binlerce yıllık bir geçmişi de vardı. Adigeler bu yaşam biçiminden şikayetçi değildiler.

Dünya değişmiş, köprülerin altından çok su geçmişti ama umurlarında değildi. Örneğin, Kırım Hanlığı’nın siperinde 220 yıl varlıklarını sürdürmüşlerdi ama 1783’te Kırım’ın Rusya’ya ilhakından sonra ancak 80 yıl direnebildiler. Son yıllara değin de direnebileceklerini sandılar. Demek ki, konjonktürü gerçekçi değerlendiremediler...

1830’larda İngiliz Adigelere soruyor: Sahilden bu yere kadar uzanan birkaç kilometrelik arazi şeridi Rusların eline geçti. Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?

- Burada, bu durduğumuz yerde direneceğiz, sonra arkamızdaki sıradağlara doğru geri çekileceğiz, gerekirse daha da gerilere çekilerek direnişimizi sürdüreceğiz.

Adigeler bu işin, direnişin bir yerde biteceğini, ona göre bir strateji geliştirme gereğini düşünmüşler midir? Mutlaka bir şeyler düşünmüş olmalılar.

Ancak sırf köylü ekonomisinden hareket eden bir toplumsal yapı, büyük bir değişim getirmez, getirmediği sürece, dönüşüme de hazır olamaz.

Dönüşmediği için de güçsüz düşer ve dış tehlikelere açık hale gelir. Olan da budur.

İsviçre dönüşüm fırsatını yakaladı, Adigeler yakalayamadılar. Osmanlılarla ya da Ruslarla yapılan ticaret dönüşüm getirecek ve bir tüccar (burjuva) sınıfını yaratacak bir boyutta değildi. Feodal bağımlılık, dahası fekol’ egemenliği bile burjuva toplum karşıtı bir yapılanıştaydı. Birçok şeyi “başka” olarak görüyorlardı. Bir gözlemci Çerkeslerin Türkleri kendilerinden aşağı kişiler olarak gördüklerini ama sırf Müslüman oldukları için onlara katlandıklarını belirtiyor.

Demek ki, Çerkesler kendi yaşam biçimlerini beğeniyor, diğerlerini beğenmiyor ve dışlıyorlardı. İşin tuhafı Müslüman olmayan İngilizleri beğeniyor ve onların sözlerine daha fazla değer veriyorlardı.

İsviçre, sırf saat, dantel, peynir ve çikolata ile değil, tıbbi malzeme ve ilaç sanayi ile de gelişmiştir. Bankacılık ve sigortacılıktan kazandığı doğrudur ama ekonomi onunla sınırlı da değildir.İsviçre askeri yönden de güçlü bir ülkeydi.

1960’larda tesadüfen Beyrut’tan İstanbul’a giden bir otobüste, Düzce’den İstanbul’a kadar, bir Ermeni genci ile birlikte yolculuk ettim. Bu kişi Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde asistan olduğunu, Türkiye’de bilmem kaç köye giren traktörün ne gibi değişimlere neden oluğu biçiminde bir kitap yayınlayan bir Türk profesörle konuşmak için İstanbul’a gittiğini söylemişti. Ermeniler Türkçe biliyorlarmış, o da güzel bir Türkçe konuşuyordu.

Lübnan’da demokrasi dedim, “ne gezer” dedi. “Cambulat Bey varken başka hangi Dürzi milletvekili olabilir ki” diye ekledi. Eski cumhurbaşkanı Kamil Şamun’u sordum, “Bir numaralı yiyici” dedi. Nasıl dedim, “Diyelim bir yol yapılacak,bedeli de 10 milyon Lübnan lirası.Bu para çıkarılır,ama daha proje aşamasında tükenir. İkinci,üçüncü... 10 milyonlar çıkarılır,para yenir ama bir türlü yol tamamlanmaz. Kimseden de çıt çıkmaz. Çünkü hepsi de payını alır” demişti.

Bir Sünni ve Şii ya da bir Maruni Hıristiyan ile Ortodoks Hıristiyan aynı köyde yaşayıp geçinebiliyorlar mı, dedim. “Asla” dedi, “Bir Hıristiyan grubu Müslümanlarla aynı köyde yaşar ama bir Hıristiyan grubu başka bir Hıristiyan mezhep grubu ile aynı köyde geçinemez.Müslüman gruplar da aynı köyü paylaşamaz, geçinemezler...”

Lübnan böyle, patlamaya müsait bir bomba idi. Orasını İsviçre ile karşılaştırmak ve Filistinli sığınmacıları müsebbip göstermek de doğru olmaz düşüncesindeyim. İsviçre’de halk tabanından doğmuş bir demokrasi, Lübnan’da onun karikatürü var, çözüm yolları kapalıdır...

1980’lerde HABRAÇO Murat Özden ile birlikte Ürdünlü ŞIVPAŞE Cevdet Hatip ile eşi NEĞUÇ Lora’ya vapurla bir boğaz gezisi yaptırıyorduk. Faslı ve Cezayirli turistler vardı, çoğu da Yahudi idi. Cevdet Hatip, “Aman Arapça bildiğimi onlara sezdirme, o gibilerden bıktım, onlara ayıracak vaktim yok ama istersen sen konuş” dedi.

Ben de uzun boylu bir gençle Fransızca konuştum, “Cezayirli ve Müslüman olduğunu” söyledi, “Siz Yahudi misiniz” diye bana sordu. “Hayır,Müslüman’ım” dedim. Bunun üzerine, Nalçik’te bir Adige karşılaşan Nihai kardeşimizin yaptığı gibi olmasa da elini kalbine götürdü ve “Elhamdülillah Musulman” diye bastırarak beni okeyledi. Mal bulmuş mağribi gibi sevinmişti. Ben de içimden “Cezayir’in daha kaç fırın ekmek yemesi gerekir acaba” diye düşündüm. Çok geçmeden de Cezayir bir mezbahaya dönüştü.

RF desteği olmasaydı, kuşkusuz Abhazya ve Güney Osetya bağımsızlığı olamazdı. Türkiye desteği olmasaydı, KKTC de olmazdı. Batılı ülkelerin desteği ya da kendi aralarındaki anlaşmazlıklar olmasaydı, Türkiye de olamazdı. O halde destek almak ve fırsatlardan yararlanmak, her zaman için kötü bir şeydir demek değildir. Adigeler dışındaki bütün Kafkasya halkları Rusya ile uzlaşarak ayakta kalmışladır. Vaktinde uzlaşmakta geç kalan Adigelere ise sürgün yolu açılmıştır. Bugünkü Adigey’de 1859 uzlaşması boyun eğişinin bir ürünüdür.

Bununla söylemek istediğim yanlış ata oynamamak gerektiğidir.

Saygılarımla.



Şhaxyit

05.04.2009

Benim bildiğime göre “Xabze” toplumun yaşam tarzıdır.

İnsanlar doğadaki diğer canlılar gibi değildir. Diğer canlıların yaşam tarzı insanlara uygun düşmez.

İnsanın aklı vardır. İnsan akıldır.

Diğer canlılar midesini doldurur. İnsanın midesini doldurması yetmez.

İnsanların,insan gibi toplu yaşamını sürdürmesi için xabze vardır.

Xabze hukuk, kanun ve yasa değildir.

Xabze aklın başlangıcıdır. Aklı olanın xabzeyi de düşünmesi gerekir. Ancak; düşünürken de yanılmaman, hata yapmaman gerekiyor.

Xabze din gibi söylemiyor. “Şunları yap, şunları yapma” demiyor…

Xabzenin söylemek istediği; “Aklın olduğuna göre onu çalıştır”.

Xabzenin içeriğini yazman gerekirse ilk yazılması gereken: İnsan kanı akıtılmaz. "ЦIыхум илъ бгъажэ хъунукъым!"

İkinci söz olarak yazılacak; İnsan kanı akıtırsan, kanını akıtırlar. "ЦIыхум илъ бгъэжамэ, уилъ ягъэжэнущ!" Bu da ilk sözün içerisinden çıkıyor. Bunu da korumak gerekiyor.

Ne kadar toplumun yaşam düzenine uygun olmayan olumsuz, uygunsuz, haksız, yüzsüzlük vb. bir davranış ile karşı karşıya kalmış olsan da hemen onu cezalandırmak sana düşmez.

Bu durumda ne yapmak gerekiyor; akılın olduğuna göre, yapman gereken, davranman gerekeni düşünmen gerekiyor.

Bununla birlikte eskiden suç işleyen birisi, en uygun verilecek ağır cezayı kararlaştırılırdı.

Günümüzde Adigelerin işlevi olan xaseleri kalmadı artık. İnsanlarda xabzeyi önemsemiyorlar. Böyle olmasının da sebebi, xasenin önüne resmi hukuk kuralları, kanun ve yasalar geçti. Xabzeden kimse çekinmiyor, hukuk kuralları, kanun ve yasa dışında.

Onun için, suç işlesen de yüzsüzlük yapsan da oluyor, kanun ve yasalara göre suç teşkil etmediği sürece….

Xabzeyi anlayan, önemseyen olmadığı sürece yürümez.


ÖRNEK (щапхъэ)

AYIP LAMASA…

Genç adam akrabalarını, arkadaşlarını, dostlarını görmek için seyahate çıkar.
 
Görüştükten sonra, dönüş yolu üzerinde bir yerleşim yerine rastlar. Burada daha önce çok kez duyduğu saygın kişiliği olan yiğit bir adamın yaşadığını hatırlar. Bu saygın kişiyle tanışmayı düşünür genç adam.
Sorar, yiğit adamın evini gösterirler...

Avlunun kapısına gelince genç bir kız karşılar.
- Keblağa misafirimiz…
 
Genç kız elini uzatarak atı almak ister. Atı vermez… At ahırını (шэщ) göstermesini söyler, genç adam.

Atını ahıra yerleştirir, misafir odasına geçer genç adam. Başlığını ve yamçısını çıkartarak genç kıza verir. Genç kız kamçısını da almak için elini uzatsa da vermeyerek, kendisi asılacak yere asar.

Genç kız misafirhaneden ayrılarak babasının yanına gider. Babası da hasta olduğundan dolayı yatıyordu.
- Baba misafirimiz var.
- Misafirimiz olması güzel ya kızım. Yemek hazırla, sofra kur, misafir et, ağırla. Kamçısını da ne şekilde astığına bak, bana haber ver.

Tekrar misafirhaneye döner kamçının nasıl asıldığına bakar genç kız. Kamçının ucu odadaki masaya bakacak şekilde, kamcının başı da kapıya bakacak şekilde asıldığını babasına haber verir.

’’Uzun süre kalacak misafir değildir, hazır yemek var ise, sofra aç, der adam kızına. Sofrayı götürüp misafirhaneden ayrılırken de yatağın üzerindeki yastığı devir.

Genç kız sofrayı misafirhaneye götürür ve çıkarken de yatağın üzerindeki yastığı devirir.

- Ailenizde hasta biri mi var, diye sorar genç adam.

Genç kızın yastığı devirdiğinin ne anlama geldiğini anlar.
- Babamız hasta yatıyor.
- Ailenizde hasta varken sofrada oturmam doğru olmaz. Eğer ayıplamayacaksa, babanızın yanına gidip sormak istiyorum.

Genç misafir sofradan kalkar...

Misafirin sözünü, genç kız babasına ulaştırır.

- O insan evladı, Adige xabze ye göre yetiştirilmiş. Gelsin, sorsun, ayıplamıyorum, der...

Misafir genç adam hastanın yattığı odaya girer.

- Ömrünü Allah uzun etsin oğlum, beni memnun ettin. Misafir odasına geç, soframızdan bir lokma al, der yaşlı hasta...

Saygın kişiyi tanımış olur, rızklarından da birkaç lokma alır, genç adam yoluna devam eder.

Aradan zaman geçer, bu saygın kişinin kızını istetir. Saygın kişinin kızı, akıllı genç adama eş olur.


Şhaxyit

08.04.2009

Dzajağaja (Дзажэгъажьэ)

Gelin getirme töreni ile ilgili bir xabzedir.

Gelin getirme törenine katılan topluluk, gece yarılarına kadar yedirilip-içirilirdi. Topluluğun dağılacağı sırada, şiş ile pişirilmiş tüm koyun kaburgası sofraya getirilir. Kaburga da herkes tarafından yenir, sonra topluluk dağılırdı. Xabzeye göre, kaburganın sofraya gelmesinin anlamı, topluluğun dağılması gerektiği anlamındadır. Artık günümüzde uygulanmamaktadır.


Misostey Bjiş (Мысостей бжьищ)

Mutluluk kutlamaları içeren törenlerde insanların bir araya geldiği durumlarda, sofra kültüründe uygulanan bir xabzeydi. Sofraya herkes oturduktan sonra geç gelene üç kadeh içki içirilirdi. ‘’Misostey bjiş’’ adıyla…


Misostey Bjiş (Мысостей бжьищ); Xabzenin Başlangıcı

Pşı Apşokua’nın oğlu Kaziy‘in beş oğlu vardı. Hatohuşıkua, Şolahu, Jambolet, Misost ve İslam. İki oğlu Şolahu ve Jambolet genç yaşta ahrete intikal ederler. Eceliyle mi ölürler veya vurulmuş mu orası bilinmez.

Kaziy öldüğünde, baksan nehri boyunca toprakları üç oğluna paylaşmış, barış içinde beraber yaşamalarını vasiyet etmişti. Kaziy öldükten sonra uzun zaman barış içerisinde yaşarlar. Ancak, aralarına kıskançlık düşünce pşılığı da toprağı da bölüşemez hale gelmiştir. Üç kardeş birbirine düşman olmuşlardı. Onların aralarındaki çekişmesi, kavgaları nedeniyle toplumda kişilerde zarar görüyordu.

Bu şekilde uzun bir zaman zalimlikle düşmanlıkları devam eder. Sonunda Misost aralarındaki bu düşmanlığı sona erdirip, kardeşleri ile barışı sağlamaya niyetlenir.

Diğer iki kardeşini evine davet eder.

Sofra kurulur. Misost kendiside sofraya oturur, ilk söze başlar.
- Biz aynı ana babadan doğma öz kardeşleriz. Babamızın vasiyetini ihlal edip, neden aramızda düşmanlık sürdürüyoruz? Kardeşlerin barışı adına kadehleri kaldıralım, diyerek önlerine birer kadeh koyar. Üç kardeş aynı sofrada, korumaları da silahlı olarak hazır bekliyordu.

Hatohuşıkua büyük olduğundan xabze gereği önce içmesi gereken oydu. Ancak, kardeşinin zehirleyeceği şüphesiyle içmiyordu.

Hatohuşıkua içmeyince, ondan sonra gelen Misost‘un da içmesi xabzeye uygun düşmüyordu.

İslam en küçük kardeşleri olduğundan, iki büyük kardeşi içmeyince kendisinin içmesi xabzeye hiç uygun düşmezdi.

Epey bir zaman bu şekilde oturduktan sonra Misost öfkelenir.
- Hatohuşıkua niçin içmiyorsun? Zehirleyeceğimi mi sanıyorsun? Ben öyle onursuz bir şey yapmam.
- Bu günden itibaren, sözümün geçerli olduğu, kontrolümde olan, herkes için Misostey Bjiş (Мысостей бжьищ) adıyla xabze olarak ilan ediyorum. Bir grubun ardından geç gelene içirilmek üzere, diyerek…

Hatohuşıkua’nın kadehini alır, kaldırır içer, sonra kendi kadehini içer, ikisini de içtikten sonra, İslam’ın kadehini içer.

İşte bu olayla birlikte, Misostey Bjiş (Мысостей бжьищ) xabze olarak uygulanmaya başlar.


KUŞHA Faruk Özden
14.04.2009

Sayın Hapae,

Epey aradan sonra virgülü koyduğumuz yerden devam edelim.
Toplumsal yaşamın, birlikte sürdürülmeye başlandığı zamanlardan, toprağa yerleşen ve toplayıcılıktan ekip biçmeye başlayan insanlar ilk xabzelerini de oluşturmaya başlamışlardır.

Adige toplumu, insanlar arası bütün ilişkilerini xabze olarak isimlendirmiştir.

Adige Mitolojisi'nde,Seteney Guaşe figürü anaerkil toplumsal yapının Adigelerde de yaşandığının en belirgin örneğidir. Nartların çözemedikleri konularda son başvuru mercii Seteney'di. En sonunda onun gösterdiği yolu takip ederler. Oraktan maşaya, örsten çekice kadar Tlepşın icatlarının akıl hocası da Seteney'dir. Sosırıkue dışında anne adıyla anılan Nart yoktur savından hareketle, Nartların anaerkil düzeni yaşamadıkları sonucuna ulaşanlara yanıtımız: Anaerkil toplum yapısı bütün Nart metinlerinde hakim olsa daha sonra yakın zamana kadar yaşanan Ataerkil yapının yaşanmadığını mı söyleyecektik?

Nart
metinlerinde anaerkil yapının izlerini görmemiz, o toplumsal yapının yaşandığının tespiti için örnek gösterilir.

Daha sonraki zamanlarda oluşan Nart
metinlerinde Seteney genç Sosırıkue'ye ''xasede ne konuştunuz'' diye sorunca, Sosırıkue: "Bızılxuğe xase şeupşekım (kadınlar xase haberi soramaz)" sözü artık ataerkilliğin toplumda hakim olduğunun göstergesidir.

Nart
metinlerinde tırpan ve tırpanla ot biçmekten bahsedilir. Tırpan 18 yüzyılda yaygın kullanılmaya başlanan bir alettir. O zaman bu metinlerin yakın çağlara ait olduğu sonucunu çıkartmamız gerekir ki, hataya düşeriz. Ancak yakın zamanlarda yapılan ilaveler diye yorumlaya biliriz.

Nart Mitolojilerinde ataerkil toplumsal yapıyı en belirgin olarak görürüz. Baba adı ile çağrılan Nartlar veya babalarının intikamını alan oğullar...

Amazonların Çerkes olduklarına dair bazı varsayımlar veya iddialar vardır.

Prof. Ruslan Betroj "Çerkesleri Etnik Tarihi" adlı eserinde Amazonların Meot (Çerkeslerin ataları) olabileceğini, fakat ağırlıklı olarak Sarmat (Osetlerin ataları) olma ihtimalinin daha ağırlıklı olduğundan bahsediyor.

Yine Ruslan Betroj "Çerkeslerin Etnik Tarihinde" kadınların giysilerindeki dışepıe (altınbaşlık anlamına gelen kadın başlığı) dıjınşıu (gümüş göğüslük) dıjınbğırıpx (gümüş kemer), kadın savaşçıların savaşçı aksesuarlarından kalıntı olabileceğini söylemektedir. Dışepıe metal tolga veya miğfer, dıjınşıu zırh göğüslüğü ve dıjınbgiripx yine zırh kalıntısı olabileceğini söylemektedir.

Tabii ki bütün bunlar varsayımdır. Yalnız bazı kaynaklara göre Amazonlar anaerkil değil, tamamıyla erkek düşmanı olduklarını hatta karadul örümcekleri gibi davrandıklarını, doğan erkek çocuklarını da öldürdüklerini dahi aktaranlar var.

Bütün Çerkes kabilelerinde feodal yapı oluşmasa dahi (ki, ben yarı köleci, yarı feodal toplum hayatının bütün Çerkesya da yaşandığı kanaatindeyim) ataerkil yapının toplumda egemen olduğuna hiç kimse itiraz edemez. Yani toplum erkek egemen yapıda idi.

Bazılarına göre kadınlara gösterilen saygıdan hareketle Çerkeslerin ataerkil yani erkek egemen olmadıklarını söyleyebilirler. Fakat bütün göstergeler nihayetinde erkek egemen yapının bütün Çerkesya'da hakim olduğudur.
Toplumsal gelişme ve toplumda iz bırakan olgular irdelenmeden, etraflıca tartışılmadan xabze konusuna daha derinlemesine girmeyi ve etraflıca tartışmaya başlamanın eksik kaldığını daha önceden belirtmiştim. Meselelere sınıfsal açıdan yaklaşmak ve irdelemeyi ideolojik bulanlar var. Doğrudur, sınıfsal yaklaşım ideolojiktir. Hem Marksizm hem Liberalizm meseleye sınıfsal yaklaşır. Sınıfların varlığını kabul eder.

Bu kısa ayraçtan sonra meselemize geri dönelim, yine bir virgül koyalım.

Saygılarımla



Erhan Hapae
16.04.2009

Sayın Kuşha Merhaba,

Bu gün Maykop'ta ''devlet'' kavramından xabze diye bahsediliyor. Xabzeyi biz diasporada bu denli bir vurgu ile anmıyoruz. Ancak onlar devleti xabzenin modernleşmiş hali diye yorumluyorlar. Devlet, kurallar silsilesi değildir sadece, aynı zamanda insanlardan kurulmuş muazzam bir örgüttür. Yetkileri ve sorumlulukları vardır. Silah kullanma tekeli sadece onda vardır ve hukuk ortamını kurmak ve kollamak devletin görevidir.

Bu detayları konuşalım mı biraz? Asayiş problemi çıkınca xabze ne yapıyor?

Yargılama ve cezalandırma ne mene bir şey? Eğitim işini nasıl beceriliyorlar? Toplumsal barış nasıl sağlanıyor. Xabze bunların bir bütünü olsa gerek.

İlerleyelim mi biraz?

Saygılarımla.



Zemsky Sabor
16.04.2009

Sayın Hapae Erhan beye katılıyorum.

Xabze bizde, Çerkeslerin toplu halde bulundukları nadir ortamlarda sergiledikleri bir nevi klasik Çerkes tavırları, ritüeller manzumesi gibi algılanıyor.

Adigey'de daha güçlü anlamlar içermesi sevindirdi.


Mehmet
17.04.2009

“Bu gün Maykop'ta ''Devlet'' kavramından xabze diye bahsediliyor.“

Sayın Hapae çok ilginç bir noktaya dokundu: Xabze=Devlet

Dar anlamda gelenek görenek ve buna bağlı ritüellerin bütünlüğü imiş gibi algılanan xabze geniş anlamda ise Xabze=Devlet seklinde de algılanabiliyor. Aslında xabze Adige toplumunun bir anlamda genetiği gibidir ve kemikleşmiş bir yapıya sahiptir (en azından öyle idi). Adige toplumu xabze ile kendi genetiğini oluşturmuştur ve eğer incelerseniz toplumun genetik kodlarını xabzenin içerisinde bulursunuz. Günümüzde dahi genetiğini oluşturamamış devletler toplumlar mevcuttur. Örnek vermek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti bunlardan biridir ve dikkat ettiyseniz toplum sürekli bir çatışma (fikirsel anlamda söylüyorum, Laikler, muhafazakarlar, liberaller velhasıl TC’nin kuruluşundan günümüze kadar yaşanan bu süreç) içerisindedir. Osmanlı bir bakıma kendi genetiğini oluşturmuştu.

Modern anlamda devlet dendi mi, yasama-yürütme-yargı üçlüsünden oluşmuş bir sistem akla geliyor. Bizde ilginç olan ise tüm bu sistemler tek bir çatı altında yani xabze adı altında toplanmıştır. Yani tek bir erk bütün sorumluluğu üzerine almış ve görevini de çok dengeli bir şekilde yerine getirmeyi bilmiştir. Yani xabze hem bütündür hem o bütünü oluşturan parçaların kendisidir. Örnek vermek gerekirse; toplumu ilgilendiren bir karar alınacak ve bunun için bir toplantı yapılacak. Toplantıya katılacaklar xabzeye göre çağırılıyor. Toplantı xabzeye göre kuruluyor, toplantıda konuşmacılar ya da konuşacak olanlar xabzeye göre belirleniyor ve konuşmalarını yapıyorlar. Kararlar yine xabzeye göre alınıyor, uygulamalar xabzeye göre yapılıyor ve bütün olarak baktığımızda ortaya çıkan sonuç yine xabzenin kendisi oluyor. Toplantının başlamasına kadarki süreçte xabzenin dar anlamdaki etkisini görüyoruz. Toplantı başladıktan sonra xabze kendini yavaş yavaş geniş anlamdaki etkisine hazırlıyor (sorunun belirlenmesi soruna ilişkin kararların alınması ve alınan bu kararlara yaptırımların oluşturulması) ve sonuçta en geniş anlamındaki xabze oluşuyor. Yasama-yürütme-yargı bir bütünlük, bir denge içinde. Bugün bile bazı modern toplumlarda bu denge bu kadar güzel sağlanamayabiliyor.

Xabze=Devlet denkleminin diasporadaki en son örneklerinden biri düğünlerde silah atılmaması ile ilgili alınan kararlardı. Modern anlamda yasama (Ateşli Silahlar Kanunu), yürütme (kolluk kuvvetleri yolu eli ile yaptırımlar), yargı (yaşanmış birçok olay ve verilen cezalar) bu soruna çözüm bulamazken xabze gelmiş, bu soruna el atmış ve kısacası burada Adige-Abhaz toplumu üzerine otorite (devlet) benim demiştir. Bu bakımdan ben bu toplantıyı önemsiyorum, Yıllar geçmesine rağmen xabze geniş manadaki anlamını diasporada halen gösterebiliyorsa eğer anavatanda Xabze=Devlet denklemi gayet normal ve yerindedir. Pek tabi ki geniş manadaki xabze modern devlet anlayışı içerisinde yani yasama-yürütme-yargı çizgisinde eskisi gibi olmayacaktır. Ancak xabzenin dar manadaki (gelenek görenek vs) etkisinin zamanın tüm olumsuzluklarına karşı korunması, toplumu oluşturan genetik kodların devamlılığı açısından bir elzemdir.

Forumda en beğendiğim ve takip ettiğim konu başlığı burası , gerek sayın Hapae, gerek sayın HAPİ Cevdet ve hiç kuskusuz sayın KUŞHA Faruk Özden çok güzel noktalara dokunuyorlar. Birde sayın Şhaxyit’in anlattığı ilginç örnekler renk katmış. En son anlattığı Misostey Bjiş (Мысостей бжьищ) olayı ve bu olayın xabze olarak uygulanmasına bakacak olursak kişiye özel xabze gibi gözüküyor. Burada anlatmak istediğim Misostey Bjiş (Мысостей бжьищ)x Xabze=Devlet anlamına kadar ne kadar geniş bir yelpazenin içerisinde olduğumuza vurgu yapmaktı.

Selamlar.


KUŞHA Faruk Özden
25.04.2009

Değerli arkadaşlar,

Xabzeyi anlatırken, bir ucu örfi diğer ucu hukuki kurallar manzumesi diye tanımlamıştık.

Toplumumuzda kullanıldığı anlamda ağırlıklı olarak xabze nin karşılığı:

1) Töre,
2) Yasa, kanun,
3) Kural,
4) Alışkanlık,
5) İktidar, egemenlik.

Sayın Hapae, sayın Z. Sabor, sayın Mehmet bey, toplumdaki kullanılış biçimine göre bütün bu kavramların karşılığı xabzedir. Yani töreden iktidara kadar çok geniş bir kullanım alanı içeren xabze, en basit haliyle örf, adet, gelenek, töre anlamında kullanılmaktadır.

Ferdin fertle ilişkiler ve ferdin toplum içindeki davranışları manzumesi diyebiliriz. En basit haliyle ve en çok ve de titizlikle korunduğu, korunması gerektiği varsayılan ritüeller manzumesi.

Öte yandan, devlet yapılanması, organizasyonu olmayan bir toplumu yöneten, yönlendiren, yazılı olmayan, nesilden nesile aktarılan kurallar manzumesi ve nihayetinde siyasi erk yani egemenlik ve iktidar.

Bütün bu açılımları da xabze olarak niteleriz.

Diaspora Çerkesleri özerkte olsa idari bir yapılanmadan bihaber oldukları için; devlet, egemenlik, iktidar gibi anlamlarda kullanmaları mümkün değildir. Ancak pazar ekonomisinin toplumda etkili olmaya başladığı 1960 sonrasına kadar hukuk sistemine ve de toplumun hukuki uygulamalarına xabze denirdi. Zaten toplumda hakim olan hukuki sistemde Çerkeslerin kendi hukukunu oluşturan xabze idi. Ölümlü kavgaların sonuçları ile ilgili yaptırım ve uygulamalara da jıle vunafe ile çözüm getirilirdi.

Yaralamalı kavgalarda xabze uygulanır, kesinlikle karakola şikayet olmaz ve mahkeme ile toplumun işi olmazdı. Thamadeler toplanır, kararını verir ve karar uygulanırdı.

Tanımlama ve sıralamada bulunduğumuz xabze, kullanılış biçimi ve uygulamalarıyla ağırlıklı olarak töre, hukuk ve kurallar manzumesi olarak nitelenir.

Alışkanlık edinmeye de xabze dense de kurallaştırmak anlamında kullanılır.

Devlet, ideoloji, egemenlik anlamlarında xabzeyi alırsak; toplumsal felaketten sonra özelinde anavatanda Ekim Devrimi’nden sonra bu anlamlarda kullanılmıştır.

Çünkü devlet, ideoloji ve egemenlik Çerkeslerden uzak kavramlardı. Devlet merkezi otoriteyi temsil eder ki, devletleşme sürecine zaman zaman girildiyse de, hiçbir zaman tamamlanamamıştır. Çerkeslerin modern anlamda bir devleti hiç zaman olmamıştır.

Hukuk anlamında xabzeyi en yaygın kullandığımız alanlardan birisidir. Xabzeyi xase ile oluşturmak ve müeyyidesini koymak.

Çocukluğumda Uzunyayla’da iki köydeki ölümlü kavga ve onlar için yapılan jıle vunafe yani xase.

Uzunyayla’da Sivas'ın Gürün ilçesine bağlı tek Çerkes köyü Maraşlı’da yaşanmıştı. Ölümlü kavgadan sonra, kan davası gibi bir sonuç çıkmaması için bütün Uzunyayla’nın thamadeleri toplanmıştı. Toplantı en yakın köy olan Karahalka’da yapılmıştı.

İkincisi ise bizim köyde yani Kırkpınar’da yine ölümlü bir kavgadan sonra yapılmıştı. Taraflardan bir sülaleye köyü terk ettirmişler ve uzun yıllar köye dönmemişlerdi.

Ve ekonomik, sosyal bir sorun ile ilgili vase (başlık) için yapılan, yine bütün Uzunyayla’nın thamadelerinin katıldığı xase, jıle vunafe.

Başlık 3 bin liraya düşürülmüş, bir iki sene kadar uygulanmış, önceleri el altından gizlice başlık farkı alınmaya başlanmış, daha sonraları herkes tutturabildiği kadar almıştı.

O zamanlar Mekuavelerin bir çift öküzü 3 bin liraya satıldığı için, çoğu genç kız bir çift öküz kadarda mı etmiyoruz diyerek başlık tutarının yükselmesine neden olmuştu.

Daha sonra yine başlık için bir toplantı yapılmışsa da hiçbir etkinliği olmamıştı.

Bütün bu örnekleri vermemin nedeni, diasporada 1960-70’li yıllarda artık xasenin gücünün kalmaması ve xabze oluşturamaması idi.

Yine bir virgül koyalım…

Saygılarımla


KUŞHA Faruk Özden
03.05.2009

Değerli Hapae,

Geçenlerde sorduğun sorulara yanıt olabilecek geçmişte, çocukluğum Uzunyayla'sından hatırladığım bir kaç örnek gösterdim.

Ölümlü kavgalar sonunda köyümüzdeki hadise ile ilgili yapılan ''jıle vunafe''de alınan kararlar uygulanmıştır.

Maraşlı ile ilgili toplantıda alınan kararlar ise önceleri uygulanıyor görünse dahi lı şejın (kanın yerde kalmaması anlamına gelen kanını bulmak) jıle vunafeye üstün gelmiş ve bir kaç ölüm ile kan davasının devamı gelmiştir.

Çocukluğumuzda ve gençlik yıllarımız da Uzunyayla'nın başta gelen sosyal yaralarından birisi: Başlık...

Vit şit şığınıpha yıllar önceden gelen bir gelenekti, vase.

1960'lı yıllarda pazar ekonomisinin gelişmesi vaseyi, ''başlık''a dönüştürmüştür. Hani Adigebze vase, Türkçe başlık, aralarında ne fark var diye sora bilirsiniz.

Vase gelenekten gelen, paraca değer değil de feodal yaşam tarzının kalıntısı ve o ekonomik yapının değeri olan vit, şit ved şığınıpha. Yani iki at, iki öküz ve elbiselik için bir miktar para.

Kapalı ekonomik yapının yerini, kapitalist ekonomik yapı almaya başlayınca, vase olarak verilen vit, şitin yerini tamamen nakdi parasal miktar almıştır.

1960'lı yıllardan sonra Avrupa'ya iş gücü ihracı başlığın nakdi olarak yükselmesini tetikleyen etmenlerden birisi olmuştur. Avrupa'ya giden gurbetçilerin bir ay gibi kısa izin dönemlerinde, hem evlenecekleri kızı bulmak, hem nikah kıyıp düğünü yapmak ve dönmek gibi kısa zamana sıkıştırılmak, başlıktaki nakdi miktarın artmasına neden olmuştur.

1960 sonrası yıllarda Uzunyayla'da, köylerde halı el tezgahlarının yaygınlaşması kızları üretici durumuna getirmiştir. Daha doğrusu emeğini satan işçi durumuna getirmiştir. Tabii ki emeğin bedelini de genellikle babalar almışlardır. Gelecekteki babaların gelir kaybı da genç kızların başlığının artmasına neden olmuştur.

Geçmişte kız çocuklarını esir pazarlarında sattıklarına dair rivayetler pek ispatlanamazsa da yakın geçmişte kızlarının emeklerinin üzerine oturan kız babaları, son olarak da maddi kayıplarını toptan başlık olarak telafi etme yoluna gitmişlerdir.

Katılımcıları, emek kaybı olan kızların babaları veya amcalarından oluşan vasenin vereceği karar ve uygulamaları. 1965 yılında Uzunyayla da vase ile ilgili jıle vunafenin kararları ve sonuçları.

Başlık için 3 bin liralık bir karar verildi. Bir iki sene uygulandı. Önceleri el altından fazla para alınmaya başladı. Daha sonra tamamen alenen alınmaya devam edildi.

Ekonomik zorluklar, kolay para edinme ve çözümsüzlükler jıle vunafe ile alınan kararın uygulanmasını sekteye uğratmıştır.

Ta ki, genç kızlar meta olmadıkları ve ticari mal gibi para ile alınıp satılmayacakları bilincine ulaşınca başlık sorunu kendiliğinden ortadan kalkmıştır.

Yine bir virgül koyalım.

Saygılarımla


Erhan Hapae
05.05.2009

Sevgili Kuşha seni biraz ihmal ettik ama sende biraz tembellik ediyorsun diyecektim ki tam son yazın geldi.

Farukcuğum,

Muhaceret topraklarından gerek sayın Mehmet,  gerek sen bir iki güzel örnek verdiniz sağ olun.

Çerkesya'da toprakta direkt çalışmayan ve pşı'da olmayan ama xabzeyi yürüten ara sınıflar profesyonel olarak var mıydı ve nasıl geçiniyorlardı? Ayrıca müzisyenler, belki büyücüler, din adamları vs. nasıl geçinirlerdi bileniniz var mı? Bu konuyu aydınlatırsanız sevinirim.

Bu ricam başta sayın Kuşha olmak üzere diğer tüm arkadaşlara.

Sevgilerimle.


KUŞHA Faruk Özden
12.05.2009

Değerli Hapae Erhan,

Çerkesya da din adamları veya büyücülerin geçim kaynaklarını bilmiyorum. İlkellikte acaba büyücülük veya büyü yaygın mıydı? Bilmiyorum. Adige söylencelerinde sadece şhue yehın (büyü yapmak) deyimi kullanılmaktadır. Genel olarak kötülerin büyü yaptığı anlatılan ueruatelerde ayrıca mesleği büyü yapmak olan kimselerden söz edilmez.

Çok tanrılı inanç döneminde Tha ile toplumun iletişimini thamade sağlardı. Huahue dua diye de niteleyebileceğimiz Tha'ya yakarışları da içerirdi.

"XVIII yüzyıl başlarında Abre de la Motre, Çerkeslerin görüşlerinin kesin bir sistemi olmadığını ve paganlık, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın farklı unsurlarının bir karışımı olduğunu ifade etmiştir" (Natho Kadir-Çerkesler).

Abre de la Motre'nin Çerkeslerin inanç dünyası ile ilgili tespiti ile bağlantılı olarak sosyal yaşamlarında da kesin olarak otoriteye boyun eğmediklerini görürüz.

İlkellikten itibaren Çerkesler de kesin bir ruhban sınıfı olmamıştır. Zaten Çerkesya'da Cenevizliler aracılığı ile Roma Katolik Kilisesi'nin çalışmaları başarıya ulaşmamıştır. Toplumda biraz etkili olan Bizans Doğu Kilisesi'dir. XV yüzyıldan itibaren Kırım Hanlığı etkisiyle Çerkesya'ya Müslümanlık girmeye başlamıştır.

Bu kısa açıklamalardan sonra Çerkesya'da etkili bir din adamları sınıfı yani ruhban sınıfı oluşmamıştır diyebiliriz.

Annemin dedesi imamdı. Anneannemin anlattığına göre köyleri Uzunyayla'nın doğu ucunda Babıguey'den (Aşağıhüyük), Sasıkhable'ye (Kırkpınar) imam olarak gelmiş ve uzun yıllar kalmıştı.

Bizim köylerimizde -çocukluğumuzdan hatırlarım- imama Yefendi denirdi. Yefendiye yıllık olarak belli ölçek buğday ücret olarak, Yefendi Hak olarak ödenirdi. Bundan 50 sene önce öyleydi, 100 sene öncede öyleymiş. Fakat Çerkesya'da nasıl olurdu?  Bilemeyeceğim.

Yukarda ufak bir giriş yaptığım pagan çok tanrılı inanç döneminde, en etkili tapınma Thaşxue vuıg denilen ve thamadenin gözetimindeki ritüeller.

Pagan döneminde Tha ile iletişime geçen, topluluk adına huahue ile Tha'ya yalvaran, dua eden kişidir thamade. Huahue salt dua değildir. Hem kutsama, hem iyi dilekler ve nihayetinde duadır. Huahue bje siz,bje de maxsımasız olmazdı.

Geniş alanlarda Tha için yapılan vuıg, Thaşhue vuıg, vuıg hureye erkekler ve kızlar katılırdı. Anlatıldığına göre günlerce süren ''Thaşhue vuıg''i başarı ile bitiren genç kız ve erkeğin babasına mutlu haber verilir, o baba da jıle ye ane çıkartırdı. Yani ziyafet verirdi.

Önceleri Tha için yapılan Thaşxue vuıg, sonraları Thağalec içinde yapıldığı kaynaklarda anlatılıyor. Vuig sırasında birlikte şarkılar söylendiği de aktarılmaktadır.

Şimdilik yine bir virgül koyalım.

Saygılarımla


KUŞHA Faruk Özden
18.05.2009

Değerli Hapae,

Toplum içinde kişinin kişiye karşı ve kişinin topluma karşı davranışları olarak niteleyeceğimiz, diasporadaki halkımızın kullandığı anlamda xabze; bir yönüyle Batılıların kullandığı anlamda centilmenliği içeriyor. Ğte yandan bir yaşam şekli ve yaşam felsefesidir xabze.

Adige xabze olarak isimlendirilen uygulamaları, Kabardeyler biraz özelleştirerek ''Wuerk xabze'' diye isimlendirirler. Wuerk xabze diye isimlendirmek Kabardeylere has bir niteleme gibi geliyor bana. Her ne kadar sınıfsal bir niteleme gibi görünse de xabzeye uymayı wuerk davranışı olarak isimlendirmek centilmen davranışı anlamında kullanılmaktadır.

Bazı yazarlara göre Askeri Aristokrasi diye de isimlendirilen wuerkler xabzeye uymaya da çok özen gösterirlerdi.

Sayın Hapae, "Çerkesya'da toprakta direkt çalışmayan ve pşı olmayan ama xabzeyi yürüten ara sınıflar" tanımlamanıza uyanlar wuerklerdir. Wuerkler pşı değildi ama daha öncede belirttiğim gibi Kabardey toplumunun omurgası olarak nitelenirlerdi. Bazılarına göre Adige Wuerkleri Japon Samuraylarına benzetilirler.

Bir tarafta toplumun silahlı gücüdür. Pşıler dahi onlardan çekinirler. Öte yandan xabzenin uygulatıcısı ve uygulayıcısıdırlar. Haynape diye nitelenmemek için canlarını dahi feda ederler. Çok yoksul düşenleri dışında çalışanları yoktur, yani üretici değildirler. Tabii ki, onlar için çalışan vuneutleri vardır. Hele ticaret yani para uzak durulması gereken bir nesnedir. Sadece zekue de ele geçirdiklerini satarlar ya da vuneutlerinin yetiştirdikleri hayvanları sattırırlardı. Paraya değer vermek, hele paragöz görünmek çok ayıptı.

Köyü olan wuerkler olduğu gibi bir pşının köyünde veya başka bir wuerkın köyünde oturan wuerklerde vardı. Xabze ye uymak ve uygulamanın yanında güzel konuşmak yani hitabette wuerklerin önem verdikleri,titiz davrandıkları konuların başlıcaları idi.

Bütün Adigelerde olduğu gibi Kabardey Wuerkleri de güzel ata çok önem verirlerdi. Uzun seferlerde ve zorlu kış şartlarında at en büyük yardımcıları idi. Atı ve silahları bir Adige savaşçısı olan wuerkın çok önem verdiği,değer verdiği şeylerdi.

NATHO Kadir Çerkesler adlı eserinde; "Asiller ganimetlerini satmak dışında hiçbir ticari iş yürütmemelidir" zihniyetini taşıdıklarını aktarır. "Asil bir adama ancak halkını yönetmek, onları korumak ve avcılık ve askeri işlerle meşgul olmak yakışır" genel felsefeleri olduğunu aktarır. Aynı eserde: "Bir aristokrat halktan birisinin güzel bir atı olsa, atı elinden alır ve ona bir çift öküz verir ve senin işine ancak bunlar yarar derdi" diye aktarır.

Bizim Uzunyayla da anlatılır:

Bir pşıl, nasıl olduysa güzel bir at yetiştirir. Güzel bir eyer ile gemde yaptırır. Birazda şişinerek (ziğapşu) ata biner ve köyden ayrılır. Bir müddet sonra süklüm püklüm yayan olarak köye döner. Soranlara önce bir şey demez, ısrar edilince Zivushan aldı der.

İkinci anlatım şeklinde de köye yayan dönünce atını ne yaptın diye soranlara çaldırdığını söyleyince: Wuehem şı zurağaşen (senin gibi b.ktan birini öyle ata bindirirler mi?) derler.


Xabze uygulamaları ile ilgili bir anımı anlatayım:


Bir tarihte Adige gurubunun oturduğu bir odaya girdik. Ev sahibini tanıyordum. Oturum düzenine göre içerdekilerle tokalaşmak istedim. Fakat jante de daha genç birisi oturuyordu. İçerdekilerden yaşça daha büyük olanı kapıya yakın oturuyordu. Önce yaşça büyük olanın elini tuttum. Daha sonra jante de oturan orta yaşlının elini tuttum. İlk başta oturuş düzenine göre ben şaşırdım. Benim uygulamamdan da içerdekiler şaşkınlık geçirdiler. Yaşlının elini tutunca yanındaki gencin elini tutacağımı sandılar. Benden sonra gelen de sıra ile bir baştan hepsinin elini tuttu
.