İlk Ders:
Mükemmele ulaşmayı bir kez daha dene,
kaç yaşında olursan ol!
İkinci Ders:
İnsanların değil, Tanrı’nın dikkatini
çekecek kadar mükemmel bir iş yap!
Üçüncü Ders:
Birçok konuda derinleş!
Dördüncü Ders:
İyi yaptıklarını, yapamadıklarını bil
ve gelecek yıl için iyileştirme planı yap!
Beşinci Ders:
Yeni bir göreve geldiğinde, yapman
gerekeni öğren!
Altıncı Ders:
Kararlarını, kararların beklenen
sonuçlarını yaz ve sonra gerçekleşenle tahminlerini
karşılaştır.
Yedinci Ders:
İnsan öldükten sonra neyle hatırlanmak
istediğini kendine sormalı. Hatırlanmaya değer olan, birinin
başkalarının yaşamlarında yarattığı [olumlu] farklardır.
Peter Drucker'in Hayatindaki 7 Önemli
Ders
Liseyi bitirip memleketim Viyana'dan
pamuk ihracatçısı bir şirkete stajyer olarak gittiğimde henüz
18 bile değildim. Babam bu yaptığımdan hiç memnun olmadı.
Ailemiz uzun süredir bürokratlar, profesörler, avukatlar,
doktorlar çıkaran bir aileydi. Dolayısıyla babam benim bir
üniversite öğrencisi olmamı istemişti, bense Latince
öğrendiğim sıkı bir lise evresinden sonra yorulmuştum ve
çalışmak istiyordum. Ancak babamı mutlu etmek için Hamburg
Üniversitesi'nin Hukuk Fakültesi’ne de kaydoldum. O
yıllarda Avusturya'da ya da Almanya'da bir öğrencinin düzenli
okula gitmesi gerekmiyordu. Yapılması gereken tek şey,
hocaların imzalarını kayıt defterine geçirilmesiydi. Bunun
için öğretim üyelerinin sekreterlerine usulüne uygun şekilde
ricada bulunmak imzaları almak için yeterliydi. Hiç gece dersi
yapılmadığından ve gündüzleri de ise gittiğimden tek bir derse
bile girememiştim. Buna rağmen hala iyi bir öğrenci olarak
kabul ediliyordum. Bütün bunlar modern zamanlardaki insanlara
aykırı gelebilir, fakat o günlerde bunlar çok normaldi.
Üniversiteye girmek için lise mezunu olmak yeterliydi.
Üniversite diploması almak için gerekli olanlar, küçük bir
miktar olan üniversite harçlarını ödemek ve dört yılın sonunda
bitirme sınavını geçmekti.
Stajyer olarak çalışmak son derece
sıkıcıydı ve çok az şey öğrenmiştim. İş sabah yedi buçukta
başlıyor ve saat dörtte bitiyordu; Cumartesi günleri ise 12'de
özgür kalıyordum. Bol bol zamanım vardı. Hafta sonları
Avusturya'dan iki stajyer arkadaşımla otostop çekerek Hamburg
yakınlarındaki kasaba ve köylere giderdik, resmi olarak
öğrenci olduğumuzdan öğrenci yurtlarında ücretsiz olarak
kalırdık. Hamburg'un ünlü şehir kütüphanesi de işyerimin yani
başındaydı. Üniversite öğrencilerinin de istedikleri kadar
kitap alma hakki vardır. Yaklaşık 15 ay boyunca İngilizce,
Almanca ve Fransızca’dan sayısız eseri hiç durmaksızın okudum.
İlk Ders: Mükemmele ulaşmayı bir kez
daha dene, kaç yaşında olursan ol!
Daha sonra haftada bir operaya giderdim.
Hamburg Operası, şimdi olduğu gibi o zaman da dünyanın en ünlü
operalarındandı. Her hafta operaya gidecek kadar çok maaş
almıyordum ama operalar da üniversite öğrencileri için
ücretsizdi. Yapmanız gereken tek şey opera başlamadan bir saat
önce oraya gitmekti. Gösteri başlamadan önce satılmayan ucuz
biletler üniversite öğrencilerine ücretsiz verilirdi. Operaya
gittiğim aksamlardan birinde, İtalyan bestecisi Giuseppe
Verdi'nin 1893'te yazdığı son operayı 'Fallstaff'i
dinledim. Şu sıralar son derece popüler olsa da 1930'lardan
önce seyrek olarak sunulan bir opera eseriydi. Hem operayı
söyleyenler, hem de dinleyenler için zor bir eserdi. Viyana'da
yetişmiş bir genç olarak oldukça iyi bir müzik eğitimim vardı.
Birçok opera dinlemiş olmama rağmen, bunun gibi bir şey daha
önce duymamıştım.
Bir araştırma yaptığımda beni son derece
şaşırtan bir şey buldum. Bu opera; neşesiyle, yaşam için
verdiği müthiş zevkle, inanılmaz doğallığıyla seksen yaşında
bir adam tarafından yazılmıştı. 18 yaşında biri olarak, seksen
yaş benim için inanılmaz bir yaştı. Daha sonra Verdi'nin
kendisi için yazdıklarını okudum.
Fallstaff'i yazmasından sonra ona şöyle
sormuşlardı:
'Bu seksen yaşınızda, opera dünyasında
yüzyılın en büyük bestecilerinden biri kabul edilmenize
rağmen, niçin çılgınca bir çalışmayla yeni bir opera yazdınız
ve niçin bu kadar sınırları zorlayan bir tane?'
Verdi söyle cevap vermiş:
'Bir müzisyen olarak tüm yaşamım boyunca
mükemmelliği kovaladım. O ise her seferinde benden sıyrılmaya
çalıştı. Seksen yaşında da olsam onu bir kez daha yakalamaya
çalışmayı denemek boynumun borcuydu.'
Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bende
silinmeyen bir etki bıraktı. Verdi, on sekiz yaşındayken
eğitimli bir müzisyendi. Bense on sekiz yaşımda ne olacağımı
bilmiyordum, sadece pamuk ihracatında bir başarı abidesi
olacağa benzemiyordum. On sekiz yaşında, olgunlaşmamış, acemi
ve bir on sekiz yaşındaki bir gencin olabileceği kadar toydum.
Otuzlu yaşlarımın başında ne de iyi olduğumu ve hangi alana
ait olduğumu biliyordum. Ancak ne iş yaparsam yapayım,
Verdi'nin sözleri benim kutup yıldızımdı.
İleri yaşıma bile gelsem,
vazgeçmeyecektim. Mükemmeliyet için çalışacaktım, ne kadar
kovalarsam, kovalayayım onun benden kaçacağına emin olsam da.
İkinci Ders: İnsanların değil,
Tanrı’nın dikkatini çekecek kadar mükemmel bir iş yap!
Aşağı yukarı aynı sıralarda, Hamburg'da
stajyer olarak çalışırken 'mükemmelliğin' ne anlama geldiğine
dair bir hikaye daha okumuştum. Bu hikaye, Antik Yunan’ın en
büyük heykeltıraşı Pheidias'in hikayesiydi.
(CC Notu: Pheidias'a ilişkin bilgi ve yapıtları için
PHEİDİAS >>> linkini tıklayınız.)
Milattan önce 440 yılında yaptığı anıtlar
2 bin 400 yıl sonra günümüzde dahi Atina'da Parthenon'un
tepesinde ayaktadır. Bugüne kadar bunlar Batı geleneğinin en
büyük heykeltıraşlık eserleri sayılmıştır. Pheidias dünyanın en
büyük heykeli olan Zeus heykelini kuyumcu gereçleriyle
yapmıştır. Herkesin hayran kaldığı bu anıtlarla ilgili
faturayı şehrin mali işler başkanına gönderdiğinde, başkan
ödeme yapmayı reddetmiştir.
'Bu anıtlar, Atina’nın en yüksek
tepesinin üstündeki tapınağın çatısına dikilmiştir. Herkes
önyüzünü görebilse de arka yüzünü kesinlikle görememektedir ve
sen bize hiç kimsenin göremediği arka kısımlarını da fatura
ediyorsun.'
Pheidias sert bir şekilde yanıt verir:
'Yanılıyorsun, Tanrılar onu görebilir.'
Bunu Fallstaff'i dinledikten kısa bir
süre sonra okumuştum ve çarpılmıştım. Daha önce böyle bir şey
görmemiştim. Tanrı’nın fark etmesini istediğim birçok şey
yapmıştım ama esas olan başka bir şeydi:
İnsan, diğer insanların beklenti
sınırlarında değil, Tanrı’nın beğeneceği, fark edeceği bir
mükemmeliyet için çabalamalıydı. İnsanlar, bana hangi
kitabımı en iyi olarak kabul ettiğimi sorduklarında,
gülümseyerek söyle derim: 'Bir sonraki.' Bunu sadece bir espri
olarak söylemem. Verdi'nin opera yazarken ki ruhuyla söylerim,
mükemmeliyet için bir kez daha denemek gerekir. Su anda [bu
satırları yazdığı sırada seksen beş yaşında] iki yeni kitap
üstünde çalışıyorum. Öncekilerden daha iyi olacaklarını
umuyorum ve daha da önemlisi mükemmele bir parça olsun daha
yakın olacak. [Bunlardan biri yayımlandı. Peter Drucker,
21.Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları, Epsilon Yayınları, 2000]
Bir gazeteci olarak çalışmak.
Birkaç yıl sonra, Almanya'ya Frankfurt'a
taşındım. Bir borsa aracı şirketi için önce stajyer olarak
çalıştım. New York Borsası’nın 1929'daki çöküşünden sonra
aracı şirket iflas etti. Yirminci yaş günümde Frankfurt'un en
büyük gazetesine, mali konularda ve dış ilişkiler konusunda
yazar olarak girdim. Geçis yaparak hukuk öğrenciliğime devam
ettim. O yıllarda bir Avrupa üniversitesinden diğerine geçiş
yapmak çok kolaydı. Hala hukukla ilgilenmiyordum ama Verdi ve
Phidias'in verdiği dersler aklımdaydı. Bir gazeteci, birçok
konuda yazmak zorundaydı ve böylece yetkin bir gazeteci
olabilmek için her konuda bir şeyler öğrenmeye karar verdim.
Üçüncü Ders: Birçok konuda derinleş!
Çalıştığım gazete öğleden sonra bitmek
zorundaydı. Sabahları altıda çalışmaya başlar ve öğlen ikiyi
çeyrek geçe bitirirdik. Böylece kendimi öğleden sonraları ve
akşamları çalışmaya zorladım: Uluslararası ilişkiler,
uluslararası hukuk, sosyal ve yasal kurumlar tarihi, finans ve
diğerleri.
Zamanla hala kullandığım bir sistemi
geliştirdim. Her üç ya da dört yılda bir yeni bir konu
seçerim; bu bazen istatistik olur, bazen ortaçağ tarihi, bazen
Japon sanatı, bazen de ekonomi. Üç yıllık bir çalışma bir
konunun uzmanı olmaya yetmez ama anlamak için yeterlidir.
Böylece son altmış
yıldır, belirli bir dönemde tek bir
konuyu çalışmışımdır. Bu bana sadece bilgi kaynağı olmamıştır.
Aynı zamanda beni yeni disiplinlere, yeni yöntemlere ve yeni
yaklaşımlara açık olmaya itmiştir.
Dördüncü Ders: İyi yaptıklarını,
yapamadıklarını bil ve gelecek yıl için iyileştirme planı yap!
Kendimi uzun süre entelektüel olarak
ayakta tutmama yol açan dördüncü dersi, Avrupa’nın önde gelen
baş editöründen almıştım. Editör kadrosu oldukça genç
insanlardan oluşuyordu. Yirmi iki yaşında, yardımcı yönetici
editörlerden biri olmuştum. Bunun nedeni çok iyi olmam
değildi, hiçbir
zaman birinci sınıf bir gazeteci olmadım.
Ancak 1930'lu yıllarda otuz yaşın üstünde bu tür bir konum
için uygun kimse kalmamıştı; hemen hepsi I. Dünya Savaşı’nda
ölmüştü. Son derece yüksek ve sorumluluk gerektiren konumlar,
benim gibi genç insanlar tarafından dolduruluyordu. Bu durum
Pasifik Savaşı’ndan on yıl kadar sonra 1950'lerin sonlarına
doğru gittiğim Japonya'da da aynıydı.
O sıralar ellili yaşlarında olan baş
editörümüz genç ekibini disipline etmek ve eğitmek için sonsuz
uğraş veriyordu. Her hafta her birimizle yaptığımız işi ele
alıyordu. Yılda iki defa yılbaşından sonra ve tatil iznimizden
önce Haziran’ın sonunda bir Cumartesi öğleden sonramızı ve
Pazar günümüzü bir değerlendirme toplantısına ayırırdık.
Bu toplantılarda neler konuşulurdu:
Önce geçmiş altı ayı değerlendirerek
geçiriyorduk. Editörümüz her zaman iyi yaptığımız şeylerle
konuşmaya başlardı. Daha sonra iyi yapmaya çalıştığımız
şeylerle konuşmaya devam ederdi. Bir sonraki aşamada yeterince
çalışmadığımız şeyler hakkında konuşurdu. Son olarak da kötü
yaptığımız ya da başarısız olduğumuz konuların eleştirisini
yapardı.
Son iki saatimizi gelecek altı aydaki
işimizi öngörmeye ayırırdık.
Nelerin üstüne konsantre olmalıyız?
Neleri iyileştirmeliyiz?
Her birimizin öğrenmesi gerekenler
nelerdir?
Bu toplantıdan bir hafta sonra, baş
editörümüze izleyen altı ay için bir çalışma ve öğrenme
programımızı her birimiz ayrı ayrı verirdik.
Bir önceki yılı değerlendirmek.
Yaklaşık on yıl sonra, ABD'ne henüz
geldiğimde, bunları hatırladım. 1940'larda önde gelen bir
fakültede öğretim üyesiydim, kendi danışmanlık işimi başlatmış
ve büyük kitaplar yayımlamaya başlamıştım. Daha sonra
Frankfurt'taki editörümün öğrettiğini hatırladım. O zamandan
beri, her yaz iki haftamı geçmiş yıldaki çalışmalarımı
değerlendirmekle geçiriyorum. Önce iyi yaptığım şeyleri, sonra
daha iyi yapabilecek olduğum şeyleri, iyi yapamadığım şeyleri
ve son olarak kötü yaptığım ya da yapamadığım şeyleri
değerlendiriyorum. Böylece danışmanlık, yazarlık ve öğretim
işlerindeki önceliklerimi belirleyebiliyorum.
Hiçbir zaman, Ağustos ayında yaptığım bu
planları tam olarak uygulayamadım, ancak bu çalışmalar benim
Verdi'nin 'mükemmeli yakalamak için çabala' düsturundan
gitmeme yardım etti, mükemmel benden hep daha hızlı davranıp
kaçtıysa da.
Beşinci Ders: Yeni bir göreve
geldiğinde, yapman gerekeni öğren!
Bir sonraki öğrenme deneyimim birkaç yıl
sonraydı. 1933'te Frankfurt'tan Londra'ya gittim, önce büyük
bir sigorta şirketinin yatırımlar bölümünde analist olarak,
daha sonra küçük ama hızlı büyüyen bir bankanın ekonomisti ve
üç kıdemli ortağın genel sekreteri olarak çalıştım. Kurucu
olan ortak yetmiş yaşlarındaydı ve diğer iki ortak otuzlu
yaşlarının ortalarındaydı.
Önce iki genç ortakla çalıştım ve daha
sonra yaklaşık üç ay sonra yaşlı kurucu ortak beni ofisine
çağırdı ve dedi ki:
'Sen buraya geldiğinde seni çok fazla
dikkate almamıştım; hala da almıyorum. Ancak sen tahmin
ettiğimden daha aptalsın ve hatta sen hakkın olandan daha
fazla aptalsın!'
Diğer iki genç ortak, hemen her gün beni
göklere çıkarırken, bu ortak beni aptal bulmuştu.
Yeni bir göreve geldiğinde yapman gereken nedir?
Yaşlı adam devam etti:
'Sen daha önce çalıştığın sigorta
şirketinde çok iyi yatırım analizleri yapıyordun anlıyorum.
Ancak eğer biz senin yatırım analizi işine devam etmeni
isteseydik, seni orada bırakırdık. Sen şu anda ortakların
genel sekreterisin ve hala yatırım analizleri yapmaya devam
ediyorsun.
Yeni işinde etkili olmak için şu anda ne
yapıyor olman gerekirdi?'
Çılgına dönmüştüm ama yine de yaşlı
adamın haklı olduğunu anlıyordum. Davranışımı ve çalışma
şeklimi tamamen değiştirdim. O zamandan beri, ne zaman yeni
bir görev alsam, kendime şu soruyu sorarım:
'Yeni görevimde etkili olmak için ne
yapmam gerekiyor?'
Bu sorunun cevabi her seferinde farklı
olur. Yaklaşık elli yıldır danışmanım. Birçok ülkede birçok
organizasyonla çalıştım. İnsan kaynaklarının en büyük israf
yolu, başarısız terfilerdir. Yetenekli insanlar terfi
ettikleri yeni konumlarında birer başarı abidesine
dönüşmüyorlar. Bunlardan çok azı tamamen başarısız olur. Çok
daha büyük bir miktarı, ne başarısız olurlar, ne de başarılı
olurlar, sadece ortalama olurlar. [Yeni görevinde etkili olmak
için ne yapması gerektiğini bulur ve onu yapar ve böylece.]
Çok azı ise başarılı olur.
On ya da on beş yıldır yetkin olan
insanlar, ne olur da birden yetkinliklerini kaybederler? Aşağı
yukarı bütün vakalarda gördüğüm, insanların benim Londra
Bankası’nda yaptığım hatayı yaparlar. Yeni görevlerinde,
onlara eski görevlerinde terfi etme yolun açan isleri yapmaya
devam ederler. Böylece yetkinliklerini kaybederler, çünkü
yanlış şeyleri doğru şekilde yapıyorlardır.
Altıncı Ders: Kararlarını, kararların
beklenen sonuçlarını yaz ve sonra gerçekleşenle tahminlerini
karşılaştır.
Birkaç yıl sonra, 1945'lerde
İngiltere’den Amerika'ya 1937'de taşındıktan sonra, üç yıllık
çalışma konularımdan biri olarak 'Erken Modern Avrupa
Tarihi'ni seçmiştim, özellikle de beşinci ve altıncı
yüzyılları. O dönemde Avrupa'da iki hakim güç vardı. Bunlardan
biri, Jesuitler, bir diğeri ise
Calvinistler idi.
Bu örgütlerden herhangi biri, kritik bir
karar alıyorsa, beklediği sonuçları da yazmak zorundaydı.
Dokuz ay sonra, gerçekleşen sonuçlarla tahminlerini de
karşılaştırması gerekirdi.
Bu yöntem bir süre sonra, kararı alan
kişinin neyi iyi yaptığını ve güçlü yanlarının neler olduğunu
gösteriyordu. Ayrıca ne öğrenmesi gerektiğini ve hangi
davranışların değişmesi gerektiğini
neleri iyileştirebileceğini de
gösteriyordu.
Sonuç olarak, neye yeteneği olmadığını ve
neden uzak durması gerektiğini, neyi iyi yapamadığını da
gösteriyordu.
Bu yöntemi son elli yılda kendim içinde
kullandım.
Yedinci Ders:
İnsan öldükten sonra neyle hatırlanmak
istediğini kendine sormalı. Hatırlanmaya değer olan, birinin
başkalarının yaşamlarında yarattığı [olumlu] farklardır.
1949 Aralık ayında New York
Üniversitesi'nde yönetim öğretmeye başlamıştım. Babam o sırada
yetmiş üç yaşındaydı, California'dan bizi ziyaret etmeye
gelmişti. Hemen yılbaşından sonra onun arkadaşı olan ünlü
ekonomist Joseph Schumpeter'i ziyarete gittik. Babam
emekli olmuştu ama Schumpeter altmış altı yaşında hala Harvard
Üniversitesi'nde ders veriyor ve Amerikan Ekonomi Derneği’nin
aktif başkanlığını yapıyordu.
1902 yılında babam Avusturya Maliye
Bakanlığı’nda bürokrat olarak görevliydi ve üniversitede
ekonomi öğretiyordu. Genç öğrenciler arasında en parlak olanı
Schumpeter idi. Schumpeter, gösterişli, mağrur, iğneleyici bir
kendini beğenmişti; babamsa sessiz, nazik ruhlu, kendini yok
gösterecek kadar alçakgönüllüydü. Çok farklı olmalarına rağmen
çok iyi iki dosta dönüşmüşler ve öyle kalmışlardı.
1949 yılında, Schumpeter çok farklı bir
insandı. Altmış altı yaşında ve Harvard'daki son öğretim
yılında, kendi şöhretinin doruğundaydı. İki eski dost, eski
günlerden konuşarak harika vakit geçirdiler; ikisi de
Avusturya'da yetişmiş ve çalışmışlardı ve ikisi de sonunda
Amerika'ya
gelmişlerdi. Schumpeter 1932'de babamsa
dört yıl sonra. Sohbet sırasında babam aniden sordu:
'Joseph, neyle hatırlanmak istediğin
hakkında hiç konuşuyor musun?'
Schumpeter, bir kahkaha patlattı, öyle ki
ben bile güldüm. Schumpeter'in otuz kadar kitabı yayımlanmıştı
ve iki tanesi baş yapıt sayılabilecek iki ekonomi kitabıydı,
Schumpeter zaten bunlarla ünlenmişti. Belki gençliğinde sormuş
olsaydık, muhtemelen Schumpeter, Avrupa'da kadınların en çok
sevdiği adam, Avrupa’nın en iyi at binicisi ve dünyanın en
büyük ekonomisti olarak hatırlanmak isteyecekti.
Schumpeter söyle cevap verdi:
'Bu soru hala benim için önemli ama artık
bu soru için daha farklı bir cevabım var. Artık yarım düzine
öğrenciyi, birinci sınıf ekonomistlere dönüştürmüş olmakla
hatırlanmak istiyorum.'
Babamın yüzündeki hayret dolu ifadeyi
görmüş olarak sözlerine devam etti:
'Biliyorsun, Adolph, artık kitaplarla ya
da teorilerle anımsanmanın yeterli olmadığını bildiğim bir
yaştayım. Birisinin yarattığı fark, eğer bir başka insanın
yaşamında fark yaratmıyorsa, o kişi fark yaratmış sayılmaz.'
Babamın Schumpeter'i ziyaret etmesinin
nedenlerinden biri de, Schumpeter'in hasta olması ve çok uzun
yaşamasının beklenmemesiydi. Gerçekten de bizim ziyaretimizden
beş gün sonra Schumpeter öldü.
Bu konuşmayı hiç unutmuyorum. Bu
konuşmadan üç şey öğrendim:
İnsan öldükten sonra
neyle hatırlanmak istediğini kendine sormalı.
Bu sorunun cevabı
yaşlandıkça, olgunlaştıkça, dünya değiştikçe değişmeli.
Hatırlanmaya değer olan, birinin başkalarının yaşamlarında
yarattığı [olumlu] farklardır. |