Zekosnig adlı Edebiyat, sanat,
toplumsal, politik derginin 2007 yılı 1 nci sayısından
çevrilmiştir. (İC)
Harman yeri analarımızın eviydi.
Köy işsizdi, tüm erkekler savaştaydı. İnsanların neşesi
kalmamış, düğün ve eğlencelerin varlığı dahi unutulmuştu.
Neredeyse her gün savaş alanında yaşamını yitiren birinin
haberi köye ulaşıyordu. Köy
yöneticisi bu durumlarda bir gurup ihtiyarı acı haberi ailesine
bildirmekle görevlendiriyor, akabinde yürekleri dağlayan çığlık
sesleri etrafa yayılıyordu. Bir aile için bundan daha zor bir
durum olamazdı. İnsanın derisi kalındır derler. Allahüteala
verdikten sonra katlanılmayacak acı da yok.
Acı haberleri ailelerine iletme görevi köyün en yaşlıları olan
Hatko Saban, Shakumuda Mahmut, Cesebej Tituv, Serdar Ali’ye
verilmişti. Onların bir tarafa yöneldiklerini gören insanların
içleri titriyor, yürekleri daralıyordu. “Yüce tanrım, merhamet et,
bu ihtiyarları kötü haber için kapımıza uğratma” diye dua
ediyorlardı.
Savaşa giden erkeklerin görevlerini üstlenmiş olan yaşlılar,
kadınlar, yeni yetme delikanlı ve kızlar büyük sıkıntılar
çekmekteydiler. Tarlaları ekip biçmek, ürünü devlete teslim etmek
onların işiydi. Traktörleri, at arabalarını, biçerdöverleri onlar
kullanıyorlardı. Her güçlüğe rağmen de canlarını esirgemeden
çalışıyorlardı. Bunların bir kısmı tarlalarda, bir kısmı da harman
yerinde çalışıyordu.
Harman yeri köyün ortasındaydı. Burada is gece gündüz aralıksız
devam ederdi. Orası artık analarımızın evi olmuştu. Harman yeri
tertipli ve düzenliydi. Her bir tarafında kalın tahtalardan
yapılmış ambarlar mevcuttu. Bunlardan ayrı olarak yine yüz metre
uzunluğunda, yirmi beş metre eninde iki ucu açık barakalar vardı.
Bunların her biri 700-800 ton buğday alıyordu. Harman yerine
aralıksız buğday boşaltılıyor, yan yana duran beş altı elekten
buğdaylar eleniyordu. Her bir eleği iki kadın çekiyordu ve bazen
kadınların yorgunluktan yere yıkıldıkları oluyordu. Temizlenmiş
buğdaylar arabalara doldurulup her gün yirmi otuz kadar araba Cace
(1) elevatoruna gönderiliyordu.
Bu eleklerin dışında, tohumluk buğdayları ayrıştıran ve motorla
çalışan bir başka elek daha vardı. Bu elekten çıkan tohumluk
buğdaylar da ambarlara yerleştiriliyordu.
Harman yerinde iş düzeni mükemmeldi. İnsanların morallerini
yükselten sloganlar Rusça
olarak belirli yerlere yazılmıştı. Sloganların hepsi Almanya’yı ve
zalim Hitler’i yeneceğimiz üzerineydi. Bunlardan birinde “Hitler
kaput!” yazılıydı. Öğretmen ve ajitatör Bisteko Nafset yazmıştı.
İnsanların bu sloganın anlamı hakkındaki konuşmalarını bugüne dek
unutamıyorum.
Bir köylü sormuştu:
- Ne demek kaput?
- Onun anlamı Hitler’in mahvolacağı ve sonunun geldiğidir.
- Dileğini tanrı kabul etsin Nafset. Bize bu kadar acı çektiren
Hitler ateşlerde yansın.
Biz çocuklar da harman yerinde çalışıyorduk.Yaz yağmuru ile
ıslanan buğday yığınlarını elimize verilen küreklerle kurutmak
üzere aktarıyorduk. Ambarcı Bgane Canhot iyi çalışmamızın
karşılığında bizi sıcak ekmekle ödüllendirirdi. Büyük bir
mutlulukla yumuşak ekmeği yerdik. Canhot comert kişiliğiyle
herkesçe sevilirdi, akıllı ve düşünceli bir adamdı.
Yine akşamları guruplar halinde harman yerine gider eleklerde
çalışırdık. Analarımız buğday yığınlarının üzerine uzanıp bir
saatliğine uyuduklarında elekteki görevlerini biz devralırdık.
İşlerinin başına bizlerden memnun olarak dönerlerdi. Onlar gece
gündüz demeden harman yerinde çalıştıkları için yazımın bu
bölümüne “Harman yeri analarımızın eviydi’’ adını verdim.
Öğlen sıcağı bindirdiğinde çalışanlar yorgun argın vaziyette
islerine ara verirlerdi. Herkes dinlenmek üzere uzun barakanın
altında toplaşırdı.Baraka serin olduğundan orada rahat
ediyorlardı. Dinlenme esnasında savaş üzerine konuşulurdu.
İnsanlar savaşla ilgili yeterli bilgiye sahip olmadıklarından
sıkıntıdan patlıyorlardı. Herkes bildiği bir şey varsa onu
anlatıyordu.
Bu esnada kadınlar tarafından sevilen ajitatör Bisteko Nafset
geldi. Herkesin içi buruk, ağır iş şartlarından dolayı bedenleri
yorgundu. Savaş alanından gelen haberler yürekleri burkuyordu.
Düşmanın ilerleyişi durdurulamıyordu ve Kuzey Kafkasya’ya
yaklaşmaktaydı. Ordularımız geriliyordu.
Kadınlar Nafset’e yöneliyorlardı:
- Allahu teala düşmanlarımızı mahvetsin, bu zalimleri durduracak
bir güç yok mu?
- Var, diyordu Nafset. Ülkemiz çok büyük ve güçlüdür, her yerini
ele geçiremezler. Ele geçirdikleri yerler de kısa zamanda geri
alınır. Zalim Hitler sonunda barındığı ininde boğulacaktır, bir
gün bunu da göreceğiz.
- Sağ
olasın küçük Nafset, içimizi rahatlattın, kendimizi galip gelmişiz
gibi hissettik.
Bu
güne kadar hayret ettiğim ve unutamadığım ise Almanların
gelmelerinden mutlu olanların bulunmasıydı.
-
Gelsinler, diyorlardı onlar. Almanlarda insandır, onlarla birlikte
yaşam şartlarımızın daha iyi olması da mümkün değil midir? Şu anda
sanki yaşıyor muyuz? Karnımızı doyuracak kadar ekmek
kazanamıyoruz. Harman yerindeki buğday yığınlarının içinden bir
avuç dahi almaya hakkımız yok. Sanki bunları üreten biz değiliz.
Bir iş günü karşılığı olarak ancak 100-150 gram buğday
alabiliyoruz. Bu durumda çocuklarımızı nasıl büyüteceğiz? En fazla
çalışan bir yılda 20-30 kilo buğday alabiliyor. Erkeklerimizin
üstüne başına bir bakın. Bir yıl çalışan bir pantolon parası
kazanamıyor. Pantolonlarında yamalar üst üste. Biz kadınların üstü
başı ise ayıptan da öte. Ne zaman bu zavallı yaşamdan çıkacağız ve
insan gibi yaşayacağız?
Tüm
sıkıntıların müsebbibi olarak ta Stalin’i görüyorlardı. Ona “Kocabıyık’’
diyerek beddua ediyorlardı. Çektiğimiz bunca sıkıntıyı görmüyor
mu, bilmiyor mu? Elbette biliyor ama umurunda değil, bize ihtiyacı
kalmadı. Gece gündüz çalışıp tüm ürettiğimizi cephedekiler için
diyerek devlete veriyoruz. Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyi.
Ayrıca ülke liderini 1937 yılında suçu günahı olmadan yok
edilenlerden dolayı da suçluyorlardı. Düzenden memnun olmayan bir
kadın şöyle demişti: “Benim kocam Hacimos’u tanımayanınız yoktur.
Neydi onun suçu? Canını esirgemeden yeni düzen için çalışmıştı.
Yeni düzen bizim için geldi diye sevinirdi. Buna rağmen ilk
tutuklananların arasındaydı. Bir daha yüzünü göremedik. Dört
çocuğumla baş başa kaldım. Neyle büyüteceğim onları? Benim kocamı
nasıl yok ettiyse Allah ta onu yok etsin". İçi yanmış olan kadının
sözlerini ilk olarak yeni yetme delikanlı iken duymuştum, yüreğim
burkulmuştu ve bu sözleri bu güne dek unutamıyorum.
Dini
inancı bütün bir kadın olan Bgane Hazuv araya girmese başlayan
tartışmanın nasıl sona ereceğini kestirmek mümkün değildi. Hazuv
zayıf, uzun boylu, yüzünden nur akıyor dedikleri gibi bir kadındı.
Akıllı ve sözü dinlenen biriydi. Kuran’ı okuyup anlamını
anlatırdı. Tanrı için çalışan gerçek bir Müslüman’dı. Kadınlara
hitaben şöyle konuştu:
-
Değerli kardeşlerim, çektiğiniz sıkıntıları benden daha iyi bilen
yoktur desem yanılmamış olurum. Tüm çektiğimiz sıkıntıları
Allahuteala görüyor ve biliyor. Her şey onun bilgisi dahilinde
olduğu için kabullenmeniz gerekir. Allahutealanin buyruklarını
değiştirebilecek kimse olmadığından her şey onun dediği şekilde
cereyan ediyor. Bu yüzden herkesi suçlamayın, ülke liderleri için
kötü sözler söylemeyin. Bu hareketlerinizden bir şey çıkmaz. Ülke
liderinden habersiz olarak yerel yöneticilerimizin yaptıkları
kötülükler de az değildir. Kocan Hacimos’u Stalin tutuklatıp içeri
attırmadı. Hacimos’un varlığından Stalin’in haberi dahi yoktur.
Onu içeri atanlar bizim insanlarımız. Tanrı onların da cezalarını
verecektir. Kötülük yapıp iyilik bekleme demişler.
- Sözünü kestiğim için affet Hazuv. (Esmer, hoş ve güler yüzlü genç
bir kız olan Brante Nahmet’ti sözü alan.)
- Çektiğimiz tüm sıkıntıları tanrının bildiğini ve ondan daha adili
olmadığını söylüyorsun. Bunlara bir diyeceğim yok. Hepimizde
tanrıyı seviyoruz. Benim halime bir baksanıza, henüz yeni yetme
bir kızım ama hiç yaşamıyor gibiyim. Bugüne kadar hiçbir günahım
da olmadı, anamdan doğduğum gibiyim. Tanrıya ne yaptık ki bu kadar
çileyi bana ve arkadaşlarıma reva görüyor?
-
Tanrı hakkında bu şekilde konuşman günahtır kızım. Onun
buyruklarını tartışmak değil, kayıtsız şartsız uymak gerekir.
Yalvarırım bu tür sözleri bir daha söyleme. Gelecekte mutlu
günlerimizde olacak. Tanrının yardımıyla yaşamımız daha da iyi
olacak ancak bu mutlu yaşamı bize verecek olan Almanlar değildir.
Düşman, düşmandır. O gasp edici ve yıkıcıdır. Dünyada ülkemizden
daha zengini yoktur. Düşmanın amacı bu zengin ülkeyi ele geçirmek,
insanlarını köle yapmaktır. Ülkemize bunun için saldırmıştır.
Onların geliş amaçları bize bir şeyler vermek değil malımızı
mülkümüzü elimizden almak içindir. Herkes faşistlerin ele
geçirdikleri Ukrayna ve Belarusya’da yaptıkları zulmü ve
işkenceyi biliyor. Nafset bunları her gün anlatıyor bize.
-
Doğru, Hazuv, bütün söylediklerin doğru, dedi Nafset.
- Faşistler ele geçirdikleri ülkelerdeki komünistleri,
komsomolcuları, aktivistleri ve sıradan binlerce insanı aşıyor,
öldürüyorlar. Gencecik kızları partizanlara yardim ettikleri
gerekçesiyle idam ediyorlar. Bizim onların yanında ne kıymetimiz
olabilir?Üzücü olan ise faşistlerin eline geçme
olasılığımızın mevcut olmasıdır. Onlar Rostov’u iki kez ele
geçirdiler ancak geri aldık. Üçüncü kez ele geçirirlerse kısa
zamanda bize de ulaşırlar. Onların gelmesini arzu edenler çok
pişman olacaklar ama iş işten geçmiş olacaktır.
-
Allahuteala bizi korusun, dedi Hazuv. Topraklarımızın yağmacıların
eline düşmemesi için tanrıya yalvaralım... Bu konuşmaların
olmasından kısa bir süre sonra faşistler Psijhable’ye girdi ve
Hazuv’un söylediklerinin doğruluğu ortaya çıktı.
Tellal
Devrimden önce köylerde tellallar bulunur, haberleri insanlara
onlar duyururlardı. Telefon, radyo, televizyon denen şeyler
bilinmezdi. Gazetenin varlığından da insanların haberi yoktu.
İnsanlar bu gibi şeylerle Sovyet düzeninden sonra tanışmıştı.
1942-43 yıllarında ülkemiz faşistlerin eline yarı yıllığına
geçtiğinde tellal da sürekli insanlara haberler duyurmaktaydı.
Herkes merakla onun vereceği haberleri bekler olmuştu. Adet olduğu
üzere tellal haberlerini sabahın erken saatlerinde okurdu. Onun
sesi her evden duyulurdu, uykudan uyanmamış olanlar da onun
sesiyle yataklarından fırlar ve günün haberlerini dinlerlerdi.
Psijhable’nin tellalı Apis Aytec’ti. Kendisi komşumuz olup aynı
sokakta karşılıklı otururduk. Aytec iri yarı, esmer bir adamdı.
Çatık kaşlıydı ve gülmezdi ama iyi bir insandı, kimsenin gönlünü
kırmazdı. Sürekli hastaydı ve bu yüzden de Kolhozda hiç
çalışmamıştı. Köyde ondan fakiri yoktur desem yanılmamış olurdum
ama iyi sesi olduğundan da tellallık mesleğine çok uygun biriydi.
Köyün başından başlayıp sonuna kadar giderek işini yapardı.
Bu
seferki haberin konusu çok önemliydi. Haber Hanuko (2) üzerineydi.
General Hanuko o zaman Hakurunhable de otururdu. Kendisi
Psijhable’ye davet edilmişti. Tellal Apis Aytec adeti olduğu üzere
haberi köyün başından başlayarak generalin geleceğini insanlara şu
sözlerle duyurmuştu:
Köylüler! Allah’ın rızasına layık olası Müslümanlar! Yarın General
Hanuko köyümüze gelecek. Büyük misafiri layık olduğu gibi
karşılayalım. Güzel adetlerimizi kaybetmemiş olduğumuzu kendisine
gösterelim. Ekselanslarını karşılarken başınızı eğin, yola
fırlamayın, önünden geçmeyin. Kadınlar bahçe duvarlarının ardından
baksınlar. Yüksek sesle konuşmayın ve gülmeyin, başı açık sokağa
çıkmayın. Adige adetlerini korumakta olduğumuzu kendisine
gösterelim.
Tellalın duyurduğu üzere Hanuko Psijhable’ye geldi. Köylülerle
buluşmasında ömrünce unutamayacağı üzücü anlar yaşadı. Onu
köylerine geldiğine de pişman ettiler.
DİPNOTLAR
1) Adigey’i oluşturan yedi
ilçeden biri.
2)
Asil adı Kılıç Giray olup Adigeler arasında bu adla anılırdı.
Sonraki bölüm “Hanuko’nun Ağırlanışı''
>>>
|