...................
...................

PSIJHABL   -1

Murat Becan
Çeviri: İbrahim Çetao

                         
...................
...................

Zekosnig adlı Edebiyat, sanat, toplumsal, politik derginin 2007 yılı 1 nci sayısından çevrilmiştir. (İC)

Harman yeri analarımızın eviydi.

Köy işsizdi, tüm erkekler savaştaydı. İnsanların neşesi kalmamış, düğün ve eğlencelerin varlığı dahi unutulmuştu. Neredeyse her gün savaş alanında yaşamını yitiren birinin haberi köye ulaşıyordu. Köy yöneticisi bu durumlarda bir gurup ihtiyarı acı haberi ailesine bildirmekle görevlendiriyor, akabinde yürekleri dağlayan çığlık sesleri etrafa yayılıyordu. Bir aile için bundan daha zor bir durum olamazdı. İnsanın derisi kalındır derler. Allahüteala verdikten sonra katlanılmayacak acı da yok.

Acı haberleri ailelerine iletme görevi köyün en yaşlıları olan Hatko Saban, Shakumuda Mahmut, Cesebej Tituv, Serdar Ali’ye verilmişti. Onların bir tarafa yöneldiklerini gören insanların içleri titriyor, yürekleri daralıyordu. “Yüce tanrım, merhamet et, bu ihtiyarları kötü haber için kapımıza uğratma” diye dua ediyorlardı.

Savaşa giden erkeklerin görevlerini üstlenmiş olan yaşlılar, kadınlar, yeni yetme delikanlı ve kızlar büyük sıkıntılar çekmekteydiler. Tarlaları ekip biçmek, ürünü devlete teslim etmek onların işiydi. Traktörleri, at arabalarını, biçerdöverleri onlar kullanıyorlardı. Her güçlüğe rağmen de canlarını esirgemeden çalışıyorlardı. Bunların bir kısmı tarlalarda, bir kısmı da harman yerinde çalışıyordu.

Harman yeri köyün ortasındaydı. Burada is gece gündüz aralıksız devam ederdi. Orası artık analarımızın evi olmuştu. Harman yeri tertipli ve düzenliydi. Her bir tarafında kalın tahtalardan yapılmış ambarlar mevcuttu. Bunlardan ayrı olarak yine yüz metre uzunluğunda, yirmi beş metre eninde iki ucu açık barakalar vardı. Bunların her biri 700-800 ton buğday alıyordu. Harman yerine aralıksız buğday boşaltılıyor, yan yana duran beş altı elekten buğdaylar eleniyordu. Her bir eleği iki kadın çekiyordu ve bazen kadınların yorgunluktan yere yıkıldıkları oluyordu. Temizlenmiş buğdaylar arabalara doldurulup her gün yirmi otuz kadar araba Cace (1) elevatoruna gönderiliyordu.

Bu eleklerin dışında, tohumluk buğdayları ayrıştıran ve motorla çalışan bir başka elek daha vardı. Bu elekten çıkan tohumluk buğdaylar da ambarlara yerleştiriliyordu.

Harman yerinde iş düzeni mükemmeldi. İnsanların morallerini yükselten sloganlar Rusça

olarak belirli yerlere yazılmıştı. Sloganların hepsi Almanya’yı ve zalim Hitler’i yeneceğimiz üzerineydi. Bunlardan birinde “Hitler kaput!” yazılıydı. Öğretmen ve ajitatör Bisteko Nafset yazmıştı. İnsanların bu sloganın anlamı hakkındaki konuşmalarını bugüne dek unutamıyorum.

Bir köylü sormuştu:

- Ne demek kaput?
- Onun anlamı Hitler’in mahvolacağı ve sonunun geldiğidir.
- Dileğini tanrı kabul etsin Nafset. Bize bu kadar acı çektiren Hitler ateşlerde yansın.

Biz çocuklar da harman yerinde çalışıyorduk.Yaz yağmuru ile ıslanan buğday yığınlarını elimize verilen küreklerle kurutmak üzere aktarıyorduk. Ambarcı Bgane Canhot iyi çalışmamızın karşılığında bizi sıcak ekmekle ödüllendirirdi. Büyük bir mutlulukla yumuşak ekmeği yerdik. Canhot comert kişiliğiyle herkesçe sevilirdi, akıllı ve düşünceli bir adamdı.

Yine akşamları guruplar halinde harman yerine gider eleklerde çalışırdık. Analarımız buğday yığınlarının üzerine uzanıp bir saatliğine uyuduklarında elekteki görevlerini biz devralırdık. İşlerinin başına bizlerden memnun olarak dönerlerdi. Onlar gece gündüz demeden harman yerinde çalıştıkları için yazımın bu bölümüne “Harman yeri analarımızın eviydi’’ adını verdim.

Öğlen sıcağı bindirdiğinde çalışanlar yorgun argın vaziyette islerine ara verirlerdi. Herkes dinlenmek üzere uzun barakanın altında toplaşırdı.Baraka serin olduğundan orada rahat ediyorlardı. Dinlenme esnasında savaş üzerine konuşulurdu. İnsanlar savaşla ilgili yeterli bilgiye sahip olmadıklarından sıkıntıdan patlıyorlardı. Herkes bildiği bir şey varsa onu anlatıyordu.

Bu esnada kadınlar tarafından sevilen ajitatör Bisteko Nafset geldi. Herkesin içi buruk, ağır iş şartlarından dolayı bedenleri yorgundu. Savaş alanından gelen haberler yürekleri burkuyordu. Düşmanın ilerleyişi durdurulamıyordu ve Kuzey Kafkasya’ya yaklaşmaktaydı. Ordularımız geriliyordu.

Kadınlar Nafset’e yöneliyorlardı:

- Allahu teala düşmanlarımızı mahvetsin, bu zalimleri durduracak bir güç yok mu?
- Var, diyordu Nafset. Ülkemiz çok büyük ve güçlüdür, her yerini ele geçiremezler. Ele geçirdikleri yerler de kısa zamanda geri alınır. Zalim Hitler sonunda barındığı ininde boğulacaktır, bir gün bunu da göreceğiz.

- Sağ olasın küçük Nafset, içimizi rahatlattın, kendimizi galip gelmişiz gibi hissettik.

Bu güne kadar hayret ettiğim ve unutamadığım ise Almanların gelmelerinden mutlu olanların bulunmasıydı.

- Gelsinler, diyorlardı onlar. Almanlarda insandır, onlarla birlikte yaşam şartlarımızın daha iyi olması da mümkün değil midir? Şu anda sanki yaşıyor muyuz? Karnımızı doyuracak kadar ekmek kazanamıyoruz. Harman yerindeki buğday yığınlarının içinden bir avuç dahi almaya hakkımız yok. Sanki bunları üreten biz değiliz. Bir iş günü karşılığı olarak ancak 100-150 gram buğday alabiliyoruz. Bu durumda çocuklarımızı nasıl büyüteceğiz? En fazla çalışan bir yılda 20-30 kilo buğday alabiliyor. Erkeklerimizin üstüne başına bir bakın. Bir yıl çalışan bir pantolon parası kazanamıyor. Pantolonlarında yamalar üst üste. Biz kadınların üstü başı ise ayıptan da öte. Ne zaman bu zavallı yaşamdan çıkacağız ve insan gibi yaşayacağız?

Tüm sıkıntıların müsebbibi olarak ta Stalin’i görüyorlardı. Ona  “Kocabıyık’’ diyerek beddua ediyorlardı. Çektiğimiz bunca sıkıntıyı görmüyor mu, bilmiyor mu? Elbette biliyor ama umurunda değil, bize ihtiyacı kalmadı. Gece gündüz çalışıp tüm ürettiğimizi cephedekiler için diyerek devlete veriyoruz. Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyi. Ayrıca ülke liderini 1937 yılında suçu günahı olmadan yok edilenlerden dolayı da suçluyorlardı. Düzenden memnun olmayan bir kadın şöyle demişti: “Benim kocam Hacimos’u tanımayanınız yoktur. Neydi onun suçu? Canını esirgemeden yeni düzen için çalışmıştı. Yeni düzen bizim için geldi diye sevinirdi. Buna rağmen ilk tutuklananların arasındaydı. Bir daha yüzünü göremedik. Dört çocuğumla baş başa kaldım. Neyle büyüteceğim onları? Benim kocamı nasıl yok ettiyse Allah ta onu yok etsin". İçi yanmış olan kadının sözlerini ilk olarak yeni yetme delikanlı iken duymuştum, yüreğim burkulmuştu ve bu sözleri bu güne dek unutamıyorum.

Dini inancı bütün bir kadın olan Bgane Hazuv araya girmese başlayan tartışmanın nasıl sona ereceğini kestirmek mümkün değildi. Hazuv zayıf, uzun boylu, yüzünden nur akıyor dedikleri gibi bir kadındı. Akıllı ve sözü dinlenen biriydi. Kuran’ı okuyup anlamını anlatırdı. Tanrı için çalışan gerçek bir Müslüman’dı. Kadınlara hitaben şöyle konuştu:

- Değerli kardeşlerim, çektiğiniz sıkıntıları benden daha iyi bilen yoktur desem yanılmamış olurum. Tüm çektiğimiz sıkıntıları Allahuteala görüyor ve biliyor. Her şey onun bilgisi dahilinde olduğu için kabullenmeniz gerekir. Allahutealanin buyruklarını değiştirebilecek kimse olmadığından her şey onun dediği şekilde cereyan ediyor. Bu yüzden herkesi suçlamayın, ülke liderleri için kötü sözler söylemeyin. Bu hareketlerinizden bir şey çıkmaz. Ülke liderinden habersiz olarak  yerel yöneticilerimizin yaptıkları kötülükler de az değildir. Kocan Hacimos’u Stalin tutuklatıp içeri attırmadı. Hacimos’un varlığından Stalin’in haberi dahi yoktur. Onu içeri atanlar bizim insanlarımız. Tanrı onların da cezalarını verecektir. Kötülük yapıp iyilik bekleme demişler.
- Sözünü kestiğim için affet Hazuv. (Esmer, hoş ve güler yüzlü genç bir kız olan Brante Nahmet’ti sözü alan.)
- Çektiğimiz tüm sıkıntıları tanrının bildiğini ve ondan daha adili olmadığını söylüyorsun. Bunlara bir diyeceğim yok. Hepimizde tanrıyı seviyoruz. Benim halime bir baksanıza, henüz yeni yetme bir kızım ama hiç yaşamıyor gibiyim. Bugüne kadar hiçbir günahım da olmadı, anamdan doğduğum gibiyim. Tanrıya ne yaptık ki bu kadar çileyi bana ve arkadaşlarıma reva görüyor?
- Tanrı hakkında bu şekilde konuşman günahtır kızım. Onun buyruklarını tartışmak değil, kayıtsız şartsız uymak gerekir. Yalvarırım bu tür sözleri bir daha söyleme. Gelecekte mutlu günlerimizde olacak. Tanrının yardımıyla yaşamımız daha da iyi olacak ancak bu mutlu yaşamı bize verecek olan Almanlar değildir. Düşman, düşmandır. O gasp edici ve yıkıcıdır. Dünyada ülkemizden daha zengini yoktur. Düşmanın amacı bu zengin ülkeyi ele geçirmek, insanlarını köle yapmaktır. Ülkemize bunun için saldırmıştır. Onların geliş amaçları bize bir şeyler vermek değil malımızı mülkümüzü elimizden almak içindir. Herkes faşistlerin ele geçirdikleri Ukrayna ve Belarusya’da yaptıkları zulmü ve işkenceyi  biliyor. Nafset bunları her gün anlatıyor bize.
- Doğru, Hazuv, bütün söylediklerin doğru, dedi Nafset.
- Faşistler ele geçirdikleri ülkelerdeki komünistleri, komsomolcuları, aktivistleri ve sıradan binlerce insanı aşıyor, öldürüyorlar. Gencecik kızları partizanlara yardim ettikleri gerekçesiyle idam ediyorlar. Bizim onların yanında ne kıymetimiz olabilir?Üzücü olan ise faşistlerin eline geçme olasılığımızın mevcut olmasıdır. Onlar Rostov’u iki kez ele geçirdiler ancak geri aldık. Üçüncü kez ele geçirirlerse kısa zamanda bize de ulaşırlar. Onların gelmesini arzu edenler çok pişman olacaklar ama iş işten geçmiş olacaktır.
- Allahuteala bizi korusun, dedi Hazuv. Topraklarımızın yağmacıların eline düşmemesi için tanrıya yalvaralım... Bu konuşmaların olmasından kısa bir süre sonra faşistler Psijhable’ye girdi ve Hazuv’un söylediklerinin doğruluğu ortaya çıktı.


Tellal


Devrimden önce köylerde tellallar bulunur, haberleri insanlara onlar duyururlardı. Telefon, radyo, televizyon denen şeyler  bilinmezdi. Gazetenin varlığından da insanların haberi yoktu. İnsanlar bu gibi şeylerle Sovyet düzeninden sonra tanışmıştı.

1942-43 yıllarında ülkemiz faşistlerin eline yarı yıllığına geçtiğinde tellal da sürekli insanlara haberler duyurmaktaydı. Herkes merakla onun vereceği haberleri bekler olmuştu. Adet olduğu üzere tellal haberlerini sabahın erken saatlerinde okurdu. Onun sesi her evden duyulurdu, uykudan uyanmamış olanlar da onun sesiyle yataklarından fırlar ve günün haberlerini dinlerlerdi.

Psijhable’nin tellalı Apis Aytec’ti. Kendisi komşumuz olup aynı sokakta karşılıklı otururduk. Aytec iri yarı, esmer bir adamdı. Çatık kaşlıydı ve gülmezdi ama iyi bir insandı, kimsenin gönlünü kırmazdı. Sürekli hastaydı ve bu yüzden de Kolhozda hiç çalışmamıştı. Köyde ondan fakiri yoktur desem yanılmamış olurdum ama iyi sesi olduğundan da tellallık mesleğine çok uygun biriydi. Köyün başından başlayıp sonuna kadar giderek işini yapardı.

Bu seferki haberin konusu çok önemliydi. Haber Hanuko (2) üzerineydi. General Hanuko o zaman Hakurunhable de otururdu. Kendisi Psijhable’ye davet edilmişti. Tellal Apis Aytec adeti olduğu üzere haberi köyün başından başlayarak generalin geleceğini insanlara şu sözlerle duyurmuştu:

Köylüler! Allah’ın rızasına layık olası Müslümanlar! Yarın General Hanuko köyümüze gelecek. Büyük misafiri layık olduğu gibi karşılayalım. Güzel adetlerimizi kaybetmemiş olduğumuzu kendisine gösterelim. Ekselanslarını karşılarken başınızı eğin, yola fırlamayın, önünden geçmeyin. Kadınlar bahçe duvarlarının ardından baksınlar. Yüksek sesle konuşmayın ve gülmeyin, başı açık sokağa çıkmayın. Adige adetlerini korumakta olduğumuzu kendisine gösterelim.

Tellalın duyurduğu üzere Hanuko Psijhable’ye geldi. Köylülerle buluşmasında ömrünce unutamayacağı üzücü anlar yaşadı. Onu köylerine geldiğine de pişman ettiler.


DİPNOTLAR
1)
Adigey’i oluşturan yedi ilçeden biri.
2) Asil adı Kılıç Giray olup Adigeler arasında bu adla anılırdı.

Sonraki bölüm “Hanuko’nun Ağırlanışı'' >>>