...................
...................

O ZAMANLAR ÇERKESYA   -01

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Önümüzde karla kaplı rampada kalan otomobil, bizim tırmanışımızı engellemiş, Rus şoförün geri kaydırarak yaptığı iki hamle başarısızlıkla sonuçlandığından, bu dağın başında öylece kalakalmıştık... Arabada, Türk asıllı İsviçreli çaçaron bir kadın, bir Amerikan ve kalender bir ihtiyar İtalyan. Bu arada çaçaron işe el koymuş, Rus şoförün arabayı yanlış kullanıp, kaydırdığını ve o nedenle yolda kalmış arabayı sollayamadığını, kendisi olsa becerebileceğini iddia etmişti. Ne de olsa Cenevre'de karlı yollara alışkındı. Şoför; kadını, söylediklerinden anlamlar çıkartıp direksiyona davet etti, buyurun bakalım şimdi. Çaça, arabayı zorla kaldırıp tırmanmaya çalışırken vites değiştirmeye kalkmış, üstüne birde direksiyon kırınca, dereye yuvarlanmaktan canımızı zor kurtarmıştık. Onunda bahaneleri vardı, hem de gereğinden çok fazla, bakışlarımızdan ürküp susunca, vurulmaktan kurtulmuştu. Ne yapacaktım bu adamları ben şimdi, ilgisiz Berzeg ilgilenecek miydi bakalım, yoksa elde olmayan nedenlerle donmuş halde mi bulacaklardı bizi?

Kısa süre içinde iki taraftan gelen otomobiller, ortalığı büsbütün karıştırmış, kıpırdayamaz hale gelmiştik. Şoför yardım isteme bahanesiyle kaybolmuştu ortalıktan, biz suratsız dört mutsuz , çaresizce inmiştik arabadan. Allah'tan hava güneşliydi, mavi ladin ve meşe ormanlarının arasında bir doğadaydık. Etrafımızda birikmiş arabalardan inen insanlar bizim gibi değillerdi. Anneler araba bagajlarını, üstüne serdikleri bir örtü ile kısa sürede bir bar haline getirmiş, üstüne yiyecek ve içkileri dizerken, babalar, tombalak küçük çocuklarını karların içine yuvarlıyor, onların sevinçli çığlıklarına neşeyle katılıp, karın içinden canını zor kurtarmış çocukları, tekrar karların içine itekliyorlardı...

Ardından, orta yaşlı bir Rus mujik, balalaykasıyla çıkageldi, o artık herkesin bir şeyler taşıyadurduğu yeni kurulmuş minibüs barın önüne. Yine müzikli bir şamata başlamıştı. Bütün bu hazırlıklardan, bu kışı burada geçireceğimize dair endişeler oluşmaya başlamıştı içimde.

En yakınımızda, lastiklerine zincir niyetine halat sarılarak, bu dağ başına kadar ulaşmış, 48 model olduğunu düşündüğüm minibüsün genç sahipleri, bizlerin yaban olduğumuzu anlamış, kendilerini de rahatsız eden suratsızlığımızı, bir nebze yumuşatabilmek amacıyla da olsa, bara yanaşmamızı işaretlerle teklif etmişlerdi. Bütün dünyayı pek bir dolaştığını iddia edip, her türlü milletle nasıl muhabbetler kurulacağına dair, nasihatlerinden geçilmeyen çaça ''amanın kaldık ya Rusların arasında’’ dedi ürküntüyle, kalmıştık anasını satayım.

Plastik bardaklara doldurulmuş ev yapımı şaraplarını ikram ettiler yanında kolbas ile. Hafif şaşkın bir tereddütten bizi kurtaran ihtiyar İtalyan oldu, sevimli bir pimponlukla yanaşıp ikram edilen şarabı dikti, ve o zamana kadar etrafta oluşan curcunayı şaşkınlıkla izleyen ihtiyar; bunlar mutlu galiba, dedi.

Evet öyleydi, kendilerini bu hengameden kimin kurtaracağı konusunda sanki hiç endişe duymayan bu insanların arasında, bizde mi mutlu olsaydık yoksa. Başladık içmeye, şarkı bilenler şarkı söylüyor, dans bilenler dans, buna Amerikalıyla Çaça da dahildi, sonra ihtiyarın şerefine tenor bir ses, İtalyanca napoliten söyledi. Şarkının başlamasıyla duraklayan dans faslı, bittiğinde tezahüratlar eşliğinde, yeni açılan votkaların, şaraba bulaşmış plastik bardaklara doldurulup içilmesiyle, alkışlar içinde, tekrar başlamıştı. Karda kayıp düşenler güç bela doğrulup, tekrar katılıyordu kalabalığa. Kalmıştık mujiklerin arasında. Bizim çaça, Amerikalının koluna tersten girmiş, dönerek figürler çekiyor, ara sıra tek bildikleri Kazaçok şarkısının nakaratlarına katılıyorlardı.


Ben, köylü bir sırvermezlikle, ağır duruyordum
.Erendira, Kanada'da kaybolmuştu, Koreli, yazdan beri görünmüyordu, Çaça'nın getirdiği bu iki yabancı başıma belaydı, Berzeg ortada yoktu, bu Allah'ın dağında unutulmuş, sarhoş mujiklerin arasında kalakalmıştım. Bari şoför kaybolmasaydı ama saatler geçtiği halde, o da ortalıkta görünmüyordu.

Bu curcuna arasında fark edilmeden, büyükçe bir traktör, yolu tıkayan otomobili ve kaymış olan bizim Mersedes'i yukarı çekmiş, o ana kadar eğlencemizi, görünmeyerek bozmak istemeyen Berzeg, yorulmuş ve burnu kızarmış şekilde omzuma dokunmuştu, yol açıldı dedi gidelim. Bizimkileri eğlenceden zor ayırıp arabaya doğru sürüklemeye başladığımızda, ihtiyarı bırakmak istemeyen müjikler, şerefine bir de arya  söylediler, bu eğlenceyi bırakıp nereye gittiğimizi merak ediyorlardı.

Ormanın içinde kuytu bir piknik yerinde, bizim Adige gençleri ve Rus kızlarından oluşan bir grubun bütün hazırlıklarını tamamlamış olarak saatlerden beri bizi beklediklerini gördük. Güzeldi, ha şöyle.

Ateşler yakılmış, peynirler kesilmiş, ekmekler kızartılıp, ayakçı tezgahlarına dizilmiş, öte yandan şaşlıklar, şişe geçirilmiş halde, pişirilmeyi bekliyordu.

Tezahüratlarla karşılandık, ihtiyar şamataya alışmıştı, çaça bile çakır keyif bir halde, iki gün öncesinden tanıdığı herkesle sarılıp öpüşüyor, keyifle herkese sataşıyordu. İhtiyar yanaşıp, bunlar gerçekten mutlu galiba diye tekrarladı. Bunları bilmem dedim, ben Remedios gelirse mutlu olacağım. Kim olduğunu sormadı, zaten bende izah edecek durumda değildim. Elime viski bardağını tutuşturan Berzeg, Remedios geldi dedi, o burada.

Aracataca kasabasında çamaşır asarken, çıkan rüzgarın alıp götürdüğü ve izine yüzyıldır rastlanmayan o güzeller güzeli, bütün o okyanusları aşıp, yüzyıllık yalnızlığımızın izlerini silmek üzere, bu Adigey ülkesine düşmüştü demek. Abzegh olduğumu nereden anlamıştı? Tanrı'm, yoksa sen mi karıştın işe. Cemguy Murat’ın yanına gittim, bu yabancılarla sen ilgilen diye rica ettim, benim yazılacak hikayelerim var dedim, anla artık o burada.

Üşür o, bu karlar ülkesinde diye düşündüm içim titreyerek, Karayip denizlerinden geldi, doğru dedi Berzeg, onun için tandırın başında gözleme çeviriyor. Sinirlenmiştim şimdi, yahu kardeşim bir çamaşır astırırsınız, bir gözleme işi, kızı rahat bırakın, dedim içimden. Ben onları oyalarım, sen keyfine bak dedi Berzeg. İşte orada...

Oradaydı.

Hangi dili en rahat konuştuğumu sordu, konuşmaya ne gerek vardı, bakışırız yeter. Kabardeyce biliyordu ama benim dilim tutulmuştu. İspanyolca öğrenemedin bir türlü dedi, ne yapayım bende Çerkesce'yi öğrendim ama şimdi anlıyorum ki, onu da pek matah konuşamıyorsun, yerin dibine girdim.

''
Büyükbabam Gabriel, o hikayeyi yazmasa, kaderimiz başka olurdu tabi, yinede o yazdıktan yıllar sonra fark ettin sen beni, hikayeyi herkes fark etmişti, NOBEL bile, herkes hikayenin her şeyini her yerde konuşur olmuştu ama beni her yerde konuşan bir tek sen vardın. 89 sonbaharıydı, Rumeli Hisarı'ndaki o salaş kahveye onun için geldim, seni merak ettiğim için, gizli bir köşeye çekilip seyrettim seni. Fena değildin, bizim Latinlerden daha yakışıklı sayılırdın ama henüz para kazanamayan bir mimardın, sonra kahveye bir kadın geldi, öperek karşıladın onu, İHANET. Beni tanımadan önce evlendiğini kahveci söyledi, karınmış meğer, rahatladım.''

Sıraya geçip tabaklarını uzatmış piknikçilere birer parça gözleme verdi, biraz uzağımızda Şeşen’den break dansa, her türlü çeşidin sergilendiği müzikli curcuna devam ediyordu. Bunları duymuyorduk, ben hala konuşamıyordum. Güzeller güzeli bu Karayipli melezin yüzü hayal ettiğim gibiydi, saçları ve vücudunu bu kar giysileri içinde kavrayabilmiş değildim ama, o hala, rüzgarlara tutunup kaybolduğu yaştaydı. Zar zor, hiç değişmemişsin diyebildim, aynı güzel peri. Çok güldü, nerden biliyorsun dedi, beni ilk defa görüyorsun. Yanılıyordu.

''
Ama sen değişmişsin dedi, saçların ağarmış biraz, yüzünde çizgiler var. Yıllar önce Abhazya da, Ritsa gölünde gördüğün ben değildim, rüzgarlar ters düşmüş yetişememiştim oraya, gördüğün, bir Adige kızıydı ve bendende güzeldi, evliydi neyse ki. Bir yanılsamayla, hayal kırıklığına uğratabilirdin beni, diğer eskilere yaptığın gibi.''

Berzeg, elinde dolu iki viski kadehiyle yanaştı, başka bir isteğimiz var mıydı. İhtiyar biraz üşüyor, Amerikalının keyfi yerinde dedi. Merak edilecek bir şey yok. İhtiyarı gönder dedik ateşin başına, nasılsa bizi anlamazdı.


''Gözlemeyi sevdiğini bilirim, ne sizin Çerkesler yapar bunu ne de bizim Karayipliler, Kadıköy'deki o dükkana
kızını götürdüğünü biliyorum, hatta Marmaris yolundaki Muhtarın Yerine uğrarsınız yazları, sırf bu gözlemenin hatırına, bende orada öğrendim zaten, kolay bir şeymiş.

Gözleme servisi yaptı, bir posta daha.


Benden öncekileri biliyorum ama ilgilenmiyorum, benden sonra hiçbir şeyi sevemedin sen, gezip durduğun onca yeri, düşüp kalktığın kadınları, okuduğun hiçbir kitabı, dinlediğin hiçbir müziği, uğraşa durduğun mimarlığı, değirmenciliği, hiçbir şeyi. Gittiğin en eğlenceli partilerde bile doyasıya eğlenemedin, mutsuzluğunu soğuk duruşlarla yudumlayıp, melankolik bir sarhoşlukla bitirmeye çalıştın geceleri.  Okumayı bıraktın, yazmayı bıraktın, neredeyse yaşamayı gülmeyi bıraktın, bir tek o küçük kızın olmasa
Merisa’ydı değil mi ismi, ölmeyi seçeceksin ama onu da başarabileceğini hiç sanmam.

İhtiyar Bozato’yu getirdiler, yanımızdaki alçak oturağa çömelip oturdu, gözle selamlaştık.Hiç bir şeyi beceremeyenlerin en iyi becerdiği şey değimliydi ölüm, o da mı zor ve üstün beceriler istiyordu, neler söylüyordu bu?

Bütün bunlara sebep olmuş  olmanın vicdani sorumluluğu diye söylersem incinebilirsin belki ama beni sevmiş olmakla, yaşamı kendine zehir etmiş birine, bu yıllar süren sadakatimi nasıl izah edebilirim başka. Onca yıl sonra, eline henüz dokunduğum (dokunmuştu) birine tutkunluğumu, aşk olarak izah etmem yinede zor. Gittiğin her  coğrafya da, belki karşılaşırız diye kendimi rüzgarlara atıp peşine düşmem,rüzgarlar aleminin arkamdan neredeyse alay ettiği konumlara sürüklenmem,  yine beni  rüzgarlara salarak, hikayeden söküp atmış olan, büyük babam Gabriel in bile hayal sınırlarını herhalde zorlar.

Onurlanacağım bir durum yoktu yani, umutsuzlukla Bozato’ya döndüm yüzümü, hüzünlüydü, sen mutlu değilsin galiba dedi. Evet değildim, olmamıştı yine. Kabardeyce öğrenip, gözleme çevirinceye kadar, beni sevseydin ya biraz, dedim içimden. Ayrıca nerden öğrenmiştin, beni zıvanadan çıkaracak bu kadar akılı-fikirli, gencecik bir kızdın sen.

Sevmiştim dedim yavaşça, Amin Maoulof’u, Said’i falan. Kesti sözümü.


''Onlara sığınmaya çalışmıştın, bir nevi gönül avutma. Necip Mahfuz’dan bile medet umdun sen, ne yerelde ne evrenselmiş diye lakırdılar ettin sağda solda, Trevanian’ı bile karıştırıp, bana rastlamak umuduyla Latin dünyasının bütün labirentlerinde dolaştın durdun, buna, liman orospularına pek meraklı, ihtiyar Amado da dahil. Sırrına vakıf olmak istediklerin arasında o tahammül edilmez Austrias bile vardı. Ben yoktum oralarda, hatta bir benzerim, mutsuzluğunu artırmaktan başka bir şey bulduğunu sanmıyorum,
senin derdin bendim. Bütün bu onlarca yıl süren  gönül gezdirmelerin içinde, kendimi sana esir etmeyi kaçınılmaz kılan özgüvenim arttı. Bir tek o Ritsa gölündeki Adige kız telaşlandırmıştı beni, o da sana şeftali göndermek dışında bir şey yapmamıştı, üstelik kocasını seviyordu çok şükür. ’’

Bozato nun oturduğu tahta sıraya bir kızı getirip bıraktı Berzeg, biraz sarhoş biraz kederli, birazda ısınsın bari. Hepimiz doğrulur gibi yaptık, Bozato omuzlarından tutup şefkatle buyur etti yanına, içine düştüğü hüzünlü atmosferi anlayamıyordu, diğer tarafta şamatanın Allah'ı dönerken. Kızın durumu benden beterdi. İçli içli ağlıyordu, gözyaşları, abartılı makyajını zedelemiş rimellerini akıtmıştı. Remedios gözleme işini bana devretmiş, kızın başını omzuna alarak hıçkırıklara boğulmasına müsaade etmişti. Kendinden bir iki yaş büyük bu hüzünlü kızın sırtını sıvazlayarak İspanyolca sevecenlikler mırıldanmış ve ondan; hıçkırıkları arasında, Rusça birkaç kelime almayı başarmıştı. Yine aşka ait durumlardı, grubun içindeki yakışıklı sevgilisi tarafından bizim bilemeyeceğimiz hangi nedenle terk edilme tehdidiyle ürkütülmüş, birde üstüne içtiği birkaç kadeh, gözyaşlarına boğulmasına yardım etmişti. Beni bırakmış gözlemenin başına, dünyanın vicdanı olmaya devam ediyordu. Kız biraz sakinleşince, onu, Bozato'nun şefkatli kollarına bırakıp, işinin başına dönmüştü.

''Geçen onca zaman içinde, baş edemeyeceğim bir rakibimin çıkmasını önleyemedim yinede, ilk zamanlar yüreğimi kavuran bu ötelenme duygusu, zamanla olgunlaşıp soldu ve büyük babam Gabriel'in bir gün bebeğin olursa anlarsın telkinlerinin yardımıyla da olsa, diğer her şey gibi durumu kabullenmek zorunda kaldım. Artık ikinize de tutkunum.''

Kimden bahsettiğini anlamıştım. Wuig başlamıştı, herkes yüksek sesle dansa davet ediliyordu, Bozato yanındaki, sakinleşmiş ve güzelleşmiş kız tarafından dansa kaldırılmaya çalışılıyordu. Kolay bir dans dedim ihtiyara, kız yine ağlamaya başlamasın.

Artık çok vaktimiz olacak, dedi Remedios. Beni dansa davet etmeyecek misin?


Sonraki Bölüm >>>