Demek Remedios sizsiniz
dedi Sveta,
iki Adige
erkeğini birbirine düşürüp, geçen haftaki sevgilimi elimden kapan,
hoş geldiniz sefalar getirdiniz.
Gabriel’in
anlattığı kadar güzelmişsiniz
gerçekten. Hafif bir
kıskançlığın gizlendiği ilk gerilimli konuşma atlatılmış,
koltuklarımıza yerleşmiştik. Arasına iki geniş sehpa
yerleştirilmiş karşılıklı iki rahat kanepe ve bir koltuktan oluşan
oturma grubu, bütün Rusya da görüp durduğum çirkin mobilyalara
benzemiyordu. Dmitri
Şostokoviç’in
Bolşoy’daki konserini basıp notaları
yere fırlatarak, traktörcüler marşını bağıra çağıra
söylediklerinden bu yana, neredeyse estetik bir şey yapmamaya
kararlı olan devrimin dinamik
güçleri; Sveta’nın özenli
örtüler ve çiçeklerle süslediği bu salona girebilselerdi eğer,
bütün mobilyaları pencereden atmakla kalmaz, onu da halkın gerçek
dertlerini kavrayabileceği hafif bir Sibirya sürgününe
gönderebilirlerdi. Bu farklı özen’e, iltifat niyetine ağzımdan
dökülen sözler, kadının önce hoşuna gitmiş, sonrasında tepkisini
çekmişti.
Bu bir iltifatsa teşekkür ederim. Ama sadece beni içlerinden bir
nebze ayırıp, diğer herkesi hor görme
kabiliyetini, siz Osmanlı köylüleri olarak, nasıl edindiğinizi
merak ediyorum gerçekten
diye söze girmiş ve beni utançlara boğan boşboğazlığımı ağzıma
tıkamıştı. Remedios'la beni tek
anlayacak diye düşündüğüm ve incitmeyi hiçte istemediğim ev sahibi
ile ilk buluşmamızda, diğerlerinin önünde kendimi düşürdüğüm durum
dolayısıyla, utançla affımı diledim. Sessizce gülümsemiş ve başını
eğerek hafifçe onaylamıştı.
Askerby
ve Çetav dahil beş kişiden oluşan
sofraya, thamade olarak
Sveta'nın önerisiyle kendisinin
itirazlarına rağmen Askerby’i seçtik.
Sveta bu sayede sohbetin
Askerby tarafından sulandırılmasını
önlemeyi düşünüyordu, oy çokluğuyla kabul ettik.
Askerby ciddileşti ve toplantı boyunca
nasıl ustaca yöneteceğine şahit olacağımız sohbet konusunu seçti.
Benim ve diğer iki güzel kadının konuşmak istediği konuyu
ertelediğini, çok uzaklardan bizim dilimizi de öğrenerek gelmiş ve
bizden olmaya kararlı görünen bu çok değerli misafirin, biz dertli
Adige dünyası hakkında daha bir fikir
edinebilmesi için bunu önerdiğini, yüz otuz yıl önce ayrı düşmüş
ve henüz buluşmuş, söz söyleyebilecek dört kişinin tanışmaya
çalışmasının seyircisi olmasını istediğini, eğer kendisi de kabul
ederse, diye ona dönmüş, üstelik bizleri fazla dertli bulup canını
kurtarmak isterse, buna olanak sağlayacak bir süreç olabileceğini
belirtmişti. Ben bozulmuştum biraz, bizim mesele yine
erteleniyordu.
Biraz önceki tepkim için tekrar özür dilerim diye söze girdi
Sveta, sakinleşmişti. Biz buralılara
hiç özeleştiri imkanı tanımadan, bazen haklı olabilecek, ama çoğu
zaman haksız bulduğum bu diaspora
eleştirileri ile dolmuş olmaktan kaynaklanmış olabilir bu tepkim.
Neredeyse bir buçuk asırdır, birbirine zıt ve üstelik düşman
taraflarda yaşamış olmak, elbette farklı bakışları ve farklı yaşam
biçimlerini oluşturmuştur. Bunun böyle olduğunu baştan kabul
ederek, birbirimizi anlamaya çalışmak olmalı yapacağımız şey. New
York'tan gelenler geri kalmış görüyor, özgürlükten
anladıkları satın alma ile sınırlı olan dünün bu Filistin
göçmenleri, özgürlüklerden bihaber görüyor bizi. İsrailliler neden
koyu Müslüman olmadığımıza şaşıyorlar, neden Musevi olmadığımıza
şaşmıyorlar çok şükür, Ammanlılar neden yoksul kaldığımızı hor
görerek merak ediyor, Esat’ın diktatörlüğünden başını kaldıramayan
Halepliler, bizimkileri diktatör buluyor. O milyonlarca
Adige'nin yaşadığı söylenen
Türkiyeliler ise başka bir alem, gelip bir hafta dolaşıp
nasihatler edip gidiyorlar, bir daha dönmemecesine. Türkiye'de
geçimini sağlayamadıkları için Almanya’ya işçi olarak gittiklerini
sonradan öğrendiğim diğerlerinin tafralarını bir görseniz,
evlerimiz ve arabalarımızla, küvette ve muslukta beraber
kullandığımız o uzun armatürle gözlerinden yaşlar gelecek kadar
gülerek eğleniyorlar. Havlularımızı sert, ev eşyalarını demode
buluyorlar. Bütün bunlara karşın içlerinde
Prokofyef dinleyip, Kundera
okumuş bir kişiye rastlamadım henüz. Belki de ben rastlamadım
bilmiyorum, ama durum böyle.
Bir radyo programcısı olarak, herkeslerle karşılaşmış röportajlar
yapmış birisi olarak konuşuyordu ve belki de ilk defa yabancılar
önünde böyle konuşuyordu. Diğer herkeslerle karşılaşmayan bizlerin
pek anlayamayacağı bir durumdu bu ama onun başındaydı.
Askerby sözü
Çetav’a verdi. Yıllardır burada iş yapıp tutunmaya çalışan
ve etrafında bir çok kişinin geçimini sağlamaya gayret gösteren
biri olarak söyleyeceği bir şeyler olmalıydı.
Ben burayı ülkem olarak görüyorum artık, burada evlendim burada
çocuklarım oldu, Sveta
nın söylediği müzisyen ve yazarları
okumuş değilim ama seçebildiğimiz bir kasaba belediye başkanımızın
bile olmadığı bir ülkeden geldim ben, onun için başkan’la
gururlanıyorum. Çok işler becerdiği bana da bir faydası olduğu
için değil, Adigey Cumhuriyeti'nin
Başkanı olduğu için. Hayatımda hiçbir kasaba belediye başkanı bile
beni huzuruna kabul etmedi, bu gün bakanlar mağazama kahve içmeye
geliyorlar. Bunlarmış benim
istediğim. Ha çok mu gelişmiş burası? Neresiyle kıyaslayacağına
bağlı, Milano’da uzun bir süre yaşadım ben, hakeza İstanbul'da
da, tamam öyle bir şey değil ama
Adapazarı ve Reyhanlı ile de kıyaslanamaz gelişmişlikte, ben böyle
düşünüyorum. Birde gelen herkesin uğradığı bir dükkanım olması
nedeniyle, Sveta'nın
karşılaştığı tüm anlamsız eleştirilere bende muhatap oluyorum. Siz
çok okumuşların içinde benim söyleyeceklerim şimdilik bu kadar.
Sehpanın üzerine kolalı beyaz bir örtü örtülmüş, benim ve
Remedios’un yardımı ile
Maykop mantısı ve
Anapa şarabından oluşan sade mönü, hazır hale getirilmişti.
Askerby, kadehini, yurdunu merak edip
dolaşan benim, beni merak ederek aramıza karışmaya çalışan
Remedios'un, yurduna ilk fırsatta
dönüp hayat kurmaya çalışan Çatav ve
davetin sahibi zarif hanımefendinin şerefine kadeh kaldırdı,
bizleri de kadeh kaldırmaya davet ederek. Bana doğru döndü,
söyleyecek bir sözüm olabilir miydi,
şu melankolik halimden kurtarabilirsem eğer.
Ben Sveta’nın söze girerken söylediği,
bizlere özeleştiri imkanı
tanımayan eleştiriler meselesine biraz takılmıştım. Bir
özeleştirileri varsa dinlemek istediğimi, buna
Askerby'in de katabileceği bir şeyler
olup olmadığını merak ettiğimi bildirdim, eğer rahatsız
olmayacaklarsa? Geleneklerimize göre esas sizleri konuşturma
görevim var benim kendi fikirlerimden ziyade, ama çok küçük bir
grubuz ve beni de dinlemek isterseniz bir şeyler söylemeye
çalışayım izninizle biye söze başladı Askerby.
Sürgün sonrası ile bölgemizde Bolşeviklerin tam iktidar olduğu
1930'lara kadar, yazılı pek bir şeye
rastlayamıyoruz. Sovyetlerin iktidarı, biri iki on bin den oluşan
sürgün artığı Adige halkı, bir araya
getirilmiş, bir özerk bölgeye dönüşmüştü. Bu 140 yıl sonra bile
anca 120 bin nüfusa ulaşabilmiş Adigelerin
gücünün ve birikiminin ne olabileceğini
bir düşünün.Kabardey'de durum biraz
daha farklı tabi ama koca Sovyetler içinde ne ifade edebilir.
1950'lere kadar sosyalizmin o bütün
milliyetlere tanıdığı haklar sayesinde, hiç olmazsa dilimiz yazıya
dökülerek ayakta kaldı ve geleneklerimiz, mitos ve ecdadımızın
eski masalları kaleme alındı. Geleneklerimizin bir çoğu ayakta
duruyor. Müziğimiz notaya alındı, halk danslarımız bütün dünyayı
dolaştı. Yerel de olsa Adige dilinde
onlarca yazarımız var, SHEMYAKIN gibi uluslar arası üne sahip bir
ressama ve TEMİRKANOV gibi bu gün dünyanın ilk onundaki bir klasik
müzik ustasına sahibiz. Bu gün bunu, birkaç
yüz bin insandan oluşan halkın, İnsanlığa kattığı önemli
değerler olarak görüyorum. Bu Kabardey
köylü çocuklarının, dünya çapında değerler olarak insanlığın
hizmetinde olması, kim ne derse desin birazda sosyalizm
sayesindedir. Buna benzer çok şey sayabiliriz. 5 haneli bir orman
köyüne asfalt yol, su, elektrik ve doğal gaz götürmeye uğraştı,
bütün bunlar daha 60'larda yapılmıştı
neredeyse. Sosyalizmin eşitlik ilkesine az çok ayak uydurmaya
çalıştılar, şimdi nasıl inkar edelim. Kişi başına düşen eğitim, 8
yıl olarak ölçülüyor, bu, bugün neredeyse Avrupa standardı.
Bütün bunları diasporadan ne gibi
üstünlüklerimiz varı anlatmak için söylemiyorum. Ürdün’ü Suriye’yi
gördüm,Türkiye’den gelen bir çok kişi ile tanıştım. Bütün bu
insanların kusuru değil elbette, dil bilmemelerini anlayabilirim
ama dünyayı kavramakta da zorluklar içindeler. Onlardan anlayış
beklemeyi bıraktık artık, biz onları anlamaya çalışıyoruz.
Olumlu bulup sıraladığım bütün bu şeylerin yanında, biraz demode
ve biraz görgüsüz olabiliriz, bu çok kısa sürede tamir
edilebilecek bir şey ve bizlerin kusuru. Sosyalizmin kusurlarına
gireceksek eğer eski bir Troçkist
olarak benim söyleyeceklerim çok elbette, ama birazda seni
dinleyelim
diye bana döndü.
Bu büyük meselelerden çok fazla anlamam ben, ben kadınları ve
masalları severim, gerçekleri ne yapayım, ayrıca şu güzel Latin'le
halvet olamamış birisi olarak içine düştüğümüz durumu çözme
umuduyla geldiğim bu davette, beni içine sürüklemeye çalıştığınız
tartışma konusunda ne söyleyebilirim ki ben, diye kıvırtmalarımın,
Remedios'da dahil diğerlerince hoş
karşılanmadığı mimiklerinden anlaşılıyordu. Kısa bir şeyler
söylemek zorunda kalacaktım.
Dedem Beçmırz kendi vermediği bir
kararla, Osmanlı'ya sürgün gitmişti ve dört yaşındaki oğlunu da
sağ salim ulaştırabilmişti yerleşeceği topraklara. Kimlerin öldüğü
ve hangi akrabalarımızın nasıl dağıldığını da anlamadan.
Muhtemelen askere beraber gidip aynı birliğe düşmeyi çok isteyen
iki arkadaşın iki ayrı sıraya ayrılıp, birbirinden çok uzak
şehirlerdeki bölüklere düşerek, birbirlerini kaybedişleri gibi.
Yıllar sonra, dördüncü nesillerin çocukları seviyesinde birbirini
arayan akrabalar, nedenini pekte anlayamadıkları uzak ayrı
düşmelerle karşılaştılar. Ben çocuk yaşlarımda Suriyeli
akrabalarımızı, Türkiye’nin çok uzak şehirlerinde yaşayan
kuzenlerimi tanıdım. Bu, sevinçli olduğu kadar hüzünlü kavuşmalar,
biz Adigelerin o zamanlar üstü örtülü
konuşmalarda, sandığımızdan daha az yalnız
olduğumuz umudunu veriyordu
olsa olsa. Bir toplum olarak, çok
sonraları kentleşmeyle birlikte öğreneceğimiz bu azımsanmayacak
nüfus ve farklı kültürel değerler silsilesinin kıymetini anlamak
için neredeyse bir yüzyılın kaybolup gitmesi gerekecekti. İstanbul
da Osmanlı sarayı etrafında serpilip gelişmiş fakat cumhuriyet
sonrası siyasi önemini ve servetini yitirmiş bir avuç iyi niyetli
seçkinin pekte işe yaramayan çabalarını saymaz isek, 1960'lara
kadar kimsenin kimseden haberi yoktu. Biraz önce bahsettiğim
kaybolan yüzyıl ile anlatmaya çalıştığım şey budur.
Bütün akrabalarını yitirerek, ama yinede annesinden akrabalarıyla
birlikte kurdukları Keseyhable'ye
yerleştikten hemen 16 yıl sonra o kucakta gelen çocuk, annesi genç
yaşta ölmüş dört yaşındaki öksüz oğlunu ardında bırakarak balkan
harbine gitmiş ve bir daha geriye dönmemişti. Ondan sonraki
yıllarda gerek Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarındaki
Çerkeslerin telefatı ile ilgili çok
ciddi kayıtlara rastlayamıyoruz ama ben kendi 60 haneli köyümden
çok ciddi rakamlar söyleyebilirim size, buna Yemende kaybolanlarda
dahil. O, dört yaşında yetim kalmış çocuk, yaşı tutmadığı için
kurtuluş savaşına götürülmemiş, canını kurtarmıştı. İşte onların
nesli, şartları olağanüstü zorlayarak, çocuklarına eğitim aldırma
uğraşlarının sonunda, kentlerde Çerkes
gençlerinin yavaş yavaş buluşmaları,
dediğim gibi 60'ların başına rastlar.
Bu yarı kentli nesil el yordamıyla arayıp durdukları biz kimiz
meselesiyle uğraşıp dururken, onlarında başına başka bir felaket
gelmeye başlayacaktı. Kentte büyüttükleri çocuklarına dil
öğretememe durumu. Bunun meraklısı da çok fazla değildi elbet.
Diğer yandan yeni kurulan cumhuriyet, Osmanlının dağılıp gitmesine
paralel olarak, neredeyse yüzyıldır yitirdiği topraklar yüzünden
oluşan, anlaşılabilir bir korku ve kompleksle, başka hiçbir dilin
yaşamasının istenmediği üniter bir
yapı oluşturmaya çalışıyordu. Sosyalizm yaşamış sizlerin belki de
pek kavrayamayacağı bir durumdur bu. Bütün bu çekilen
sıkıntılar,yinede gelişmiş ve zenginleşmiş bir topluma
dönüştürmedi bizi. Nüfus başına düşen geliri bu gün henüz
üç bin Dolar, yine nüfus başına düşen
eğitim yılı 3.5 yıl olan,gelir dağılımı bir hayli kötü,
demokrasisi Suriye’den ileri, Hindistan'dan
geri bir ülkenin insanlarıyız, bizleri anlamaya çalışırken yardımı
olur diye anlattım bütün bunları, eğer anlamak isterseniz.
Anlattığım hikayeyi elimde olmadan dramatize etmiş ve uzattığımın
dehşetle farkına vararak susmuştum. Askerby
bu hüzünlü hikayenin şerefine kadeh kaldıralım dedi.
Çetav hüzünlü bir gülümsemeyle
selamladı beni, fena
anlatmadın demek istiyordu. Kızlar buğulu gözlerle
bakıyorlardı bana ve Remedios elimi
tutmuştu.
Anapa
şaraplarının şerefine dedim, hiç olmasa onu güzel
yapıyoruz.
Sonraki Bölüm >>> |