...................
...................

O ZAMANLAR ÇERKESYA   -04

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Demek Remedios sizsiniz dedi Sveta, iki Adige erkeğini birbirine düşürüp, geçen haftaki sevgilimi elimden kapan, hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Gabriel’in anlattığı kadar güzelmişsiniz gerçekten. Hafif bir kıskançlığın gizlendiği ilk gerilimli konuşma atlatılmış, koltuklarımıza yerleşmiştik. Arasına iki geniş sehpa yerleştirilmiş karşılıklı iki rahat kanepe ve bir koltuktan oluşan oturma grubu, bütün Rusya da görüp durduğum çirkin mobilyalara benzemiyordu. Dmitri Şostokoviç’in Bolşoy’daki konserini basıp notaları yere fırlatarak, traktörcüler marşını bağıra çağıra söylediklerinden bu yana, neredeyse estetik bir şey yapmamaya kararlı olan devrimin dinamik güçleri; Sveta’nın özenli örtüler ve çiçeklerle süslediği bu salona girebilselerdi eğer, bütün mobilyaları pencereden atmakla kalmaz, onu da halkın gerçek dertlerini kavrayabileceği hafif bir Sibirya sürgününe gönderebilirlerdi. Bu farklı özen’e, iltifat niyetine ağzımdan dökülen sözler, kadının önce hoşuna gitmiş, sonrasında tepkisini çekmişti.

Bu bir iltifatsa teşekkür ederim. Ama sadece beni içlerinden bir nebze ayırıp, diğer herkesi hor görme kabiliyetini, siz Osmanlı köylüleri olarak, nasıl edindiğinizi merak ediyorum gerçekten
diye söze girmiş ve beni utançlara boğan boşboğazlığımı ağzıma tıkamıştı. Remedios'la beni tek anlayacak diye düşündüğüm ve incitmeyi hiçte istemediğim ev sahibi ile ilk buluşmamızda, diğerlerinin önünde kendimi düşürdüğüm durum dolayısıyla, utançla affımı diledim. Sessizce gülümsemiş ve başını eğerek hafifçe  onaylamıştı.

Askerby
ve Çetav dahil beş kişiden oluşan sofraya, thamade olarak Sveta'nın önerisiyle kendisinin itirazlarına rağmen Askerby’i seçtik. Sveta bu sayede sohbetin Askerby tarafından sulandırılmasını önlemeyi düşünüyordu, oy çokluğuyla kabul ettik. Askerby ciddileşti ve toplantı boyunca nasıl ustaca yöneteceğine şahit olacağımız sohbet konusunu seçti.

Benim ve diğer iki güzel kadının konuşmak istediği konuyu ertelediğini, çok uzaklardan bizim dilimizi de öğrenerek gelmiş ve bizden olmaya kararlı görünen bu çok değerli misafirin, biz dertli Adige dünyası hakkında daha bir fikir edinebilmesi için bunu önerdiğini, yüz otuz yıl önce ayrı düşmüş ve henüz buluşmuş, söz söyleyebilecek dört kişinin tanışmaya çalışmasının seyircisi olmasını istediğini, eğer kendisi de kabul ederse, diye ona dönmüş, üstelik bizleri fazla dertli bulup canını kurtarmak isterse, buna olanak sağlayacak bir süreç olabileceğini belirtmişti. Ben bozulmuştum biraz, bizim mesele yine erteleniyordu.


Biraz önceki tepkim için tekrar özür dilerim diye söze girdi Sveta, sakinleşmişti. Biz buralılara hiç özeleştiri imkanı tanımadan, bazen haklı olabilecek, ama çoğu zaman haksız bulduğum bu diaspora eleştirileri ile dolmuş olmaktan kaynaklanmış olabilir bu tepkim. Neredeyse bir buçuk asırdır, birbirine zıt ve üstelik düşman taraflarda yaşamış olmak, elbette farklı bakışları ve farklı yaşam biçimlerini oluşturmuştur. Bunun böyle olduğunu baştan kabul ederek, birbirimizi anlamaya çalışmak olmalı yapacağımız şey. New York'tan gelenler geri kalmış görüyor, özgürlükten anladıkları satın alma ile sınırlı olan dünün bu Filistin göçmenleri, özgürlüklerden bihaber görüyor bizi. İsrailliler neden koyu Müslüman olmadığımıza şaşıyorlar, neden Musevi olmadığımıza şaşmıyorlar çok şükür, Ammanlılar neden yoksul kaldığımızı hor görerek merak ediyor, Esat’ın diktatörlüğünden başını kaldıramayan Halepliler, bizimkileri diktatör buluyor. O milyonlarca Adige'nin yaşadığı söylenen Türkiyeliler ise başka bir alem, gelip bir hafta dolaşıp nasihatler edip gidiyorlar, bir daha dönmemecesine. Türkiye'de geçimini sağlayamadıkları için Almanya’ya işçi olarak gittiklerini sonradan öğrendiğim diğerlerinin tafralarını bir görseniz, evlerimiz ve arabalarımızla, küvette ve muslukta beraber kullandığımız o uzun armatürle gözlerinden yaşlar gelecek kadar gülerek eğleniyorlar. Havlularımızı sert, ev eşyalarını demode buluyorlar. Bütün bunlara karşın içlerinde Prokofyef dinleyip, Kundera okumuş bir kişiye rastlamadım henüz. Belki de ben rastlamadım bilmiyorum, ama durum böyle
.

Bir radyo programcısı olarak, herkeslerle karşılaşmış röportajlar yapmış birisi olarak konuşuyordu ve belki de ilk defa yabancılar önünde böyle konuşuyordu. Diğer herkeslerle karşılaşmayan bizlerin pek anlayamayacağı bir durumdu bu ama onun başındaydı. Askerby sözü Çetav’a verdi. Yıllardır burada iş yapıp tutunmaya çalışan ve etrafında bir çok kişinin geçimini sağlamaya gayret gösteren biri olarak söyleyeceği bir şeyler olmalıydı.


Ben burayı ülkem olarak görüyorum artık, burada evlendim burada çocuklarım oldu, Sveta nın söylediği müzisyen ve yazarları okumuş değilim ama seçebildiğimiz bir kasaba belediye başkanımızın bile olmadığı bir ülkeden geldim ben, onun için başkan’la gururlanıyorum. Çok işler becerdiği bana da bir faydası olduğu için değil, Adigey Cumhuriyeti'nin Başkanı olduğu için. Hayatımda hiçbir kasaba belediye başkanı bile beni huzuruna kabul etmedi, bu gün bakanlar mağazama kahve içmeye
geliyorlar. Bunlarmış benim istediğim. Ha çok mu gelişmiş burası? Neresiyle kıyaslayacağına bağlı, Milano’da uzun bir süre yaşadım ben, hakeza İstanbul'da da, tamam öyle bir şey değil ama Adapazarı ve Reyhanlı ile de kıyaslanamaz gelişmişlikte, ben böyle düşünüyorum. Birde gelen herkesin uğradığı bir dükkanım olması nedeniyle, Sveta'nın karşılaştığı tüm anlamsız eleştirilere bende muhatap oluyorum. Siz çok okumuşların içinde benim söyleyeceklerim şimdilik bu kadar.

Sehpanın üzerine kolalı beyaz bir örtü örtülmüş, benim ve Remedios’un yardımı ile Maykop mantısı ve Anapa şarabından oluşan sade mönü, hazır hale getirilmişti. Askerby, kadehini, yurdunu merak edip dolaşan benim, beni merak ederek aramıza karışmaya çalışan Remedios'un, yurduna ilk fırsatta dönüp hayat kurmaya çalışan Çatav ve davetin sahibi zarif hanımefendinin şerefine kadeh kaldırdı, bizleri de kadeh kaldırmaya davet ederek. Bana doğru döndü, söyleyecek bir sözüm olabilir miydi, şu melankolik halimden kurtarabilirsem eğer.

Ben Sveta’nın söze girerken söylediği, bizlere özeleştiri imkanı tanımayan eleştiriler meselesine biraz takılmıştım. Bir özeleştirileri varsa dinlemek istediğimi, buna Askerby'in de katabileceği bir şeyler olup olmadığını merak ettiğimi bildirdim, eğer rahatsız olmayacaklarsa? Geleneklerimize göre esas sizleri konuşturma görevim var benim kendi fikirlerimden ziyade, ama çok küçük bir grubuz ve beni de dinlemek isterseniz bir şeyler söylemeye çalışayım izninizle biye söze başladı Askerby.

Sürgün sonrası ile bölgemizde Bolşeviklerin tam iktidar olduğu 1930'lara kadar, yazılı pek bir şeye rastlayamıyoruz. Sovyetlerin iktidarı, biri iki on bin den oluşan sürgün artığı Adige halkı, bir araya getirilmiş, bir özerk bölgeye dönüşmüştü. Bu 140 yıl sonra bile anca 120 bin nüfusa ulaşabilmiş Adigelerin gücünün ve birikiminin ne olabileceğini bir düşünün.Kabardey'de durum biraz daha farklı tabi ama koca Sovyetler içinde ne ifade edebilir. 1950'lere kadar sosyalizmin o bütün milliyetlere tanıdığı haklar sayesinde, hiç olmazsa dilimiz yazıya dökülerek ayakta kaldı ve geleneklerimiz, mitos ve ecdadımızın eski masalları kaleme alındı. Geleneklerimizin bir çoğu ayakta duruyor. Müziğimiz notaya alındı, halk danslarımız bütün dünyayı dolaştı. Yerel de olsa Adige dilinde onlarca yazarımız var, SHEMYAKIN gibi uluslar arası üne sahip bir ressama ve TEMİRKANOV gibi bu gün dünyanın ilk onundaki bir klasik müzik ustasına sahibiz. Bu gün bunu, birkaç yüz bin insandan oluşan halkın, İnsanlığa kattığı önemli değerler olarak görüyorum. Bu Kabardey köylü çocuklarının, dünya çapında değerler olarak insanlığın hizmetinde olması, kim ne derse desin birazda sosyalizm sayesindedir. Buna benzer çok şey sayabiliriz. 5 haneli bir orman köyüne asfalt yol, su, elektrik ve doğal gaz götürmeye uğraştı, bütün bunlar daha 60'larda yapılmıştı neredeyse. Sosyalizmin eşitlik ilkesine az çok ayak uydurmaya çalıştılar, şimdi nasıl inkar edelim. Kişi başına düşen eğitim, 8 yıl olarak ölçülüyor, bu, bugün neredeyse Avrupa standardı.

Bütün bunları diasporadan ne gibi üstünlüklerimiz varı anlatmak için söylemiyorum. Ürdün’ü Suriye’yi  gördüm,Türkiye’den gelen bir çok kişi ile tanıştım. Bütün bu insanların kusuru değil elbette, dil bilmemelerini anlayabilirim ama dünyayı kavramakta da zorluklar içindeler. Onlardan anlayış beklemeyi bıraktık artık, biz onları anlamaya çalışıyoruz.

Olumlu bulup sıraladığım bütün bu şeylerin yanında, biraz demode ve biraz görgüsüz olabiliriz, bu çok kısa sürede tamir edilebilecek bir şey ve bizlerin kusuru. Sosyalizmin kusurlarına gireceksek eğer eski bir Troçkist olarak benim söyleyeceklerim çok elbette, ama birazda seni dinleyelim
diye bana döndü.

Bu büyük meselelerden çok fazla anlamam ben, ben kadınları ve masalları severim, gerçekleri ne yapayım, ayrıca şu güzel Latin'le halvet olamamış birisi olarak içine düştüğümüz durumu çözme umuduyla geldiğim bu davette, beni içine sürüklemeye çalıştığınız tartışma konusunda ne söyleyebilirim ki ben, diye kıvırtmalarımın, Remedios'da dahil diğerlerince hoş karşılanmadığı mimiklerinden anlaşılıyordu. Kısa bir şeyler söylemek zorunda kalacaktım.


Dedem Beçmırz kendi vermediği bir kararla, Osmanlı'ya sürgün gitmişti ve dört yaşındaki oğlunu da sağ salim ulaştırabilmişti yerleşeceği topraklara. Kimlerin öldüğü ve hangi akrabalarımızın nasıl dağıldığını da anlamadan. Muhtemelen askere beraber gidip aynı birliğe düşmeyi çok isteyen iki arkadaşın iki ayrı sıraya ayrılıp, birbirinden çok uzak şehirlerdeki bölüklere düşerek, birbirlerini  kaybedişleri gibi. Yıllar sonra, dördüncü nesillerin çocukları seviyesinde birbirini arayan akrabalar, nedenini pekte anlayamadıkları uzak ayrı düşmelerle karşılaştılar. Ben çocuk yaşlarımda Suriyeli akrabalarımızı, Türkiye’nin çok uzak şehirlerinde yaşayan kuzenlerimi tanıdım. Bu, sevinçli olduğu kadar hüzünlü kavuşmalar, biz Adigelerin o zamanlar üstü örtülü konuşmalarda, sandığımızdan daha az yalnız
olduğumuz umudunu veriyordu olsa olsa. Bir toplum olarak, çok sonraları kentleşmeyle birlikte öğreneceğimiz bu azımsanmayacak nüfus ve farklı kültürel değerler silsilesinin kıymetini anlamak için neredeyse bir yüzyılın kaybolup gitmesi gerekecekti. İstanbul da Osmanlı sarayı etrafında serpilip gelişmiş fakat cumhuriyet sonrası siyasi önemini ve servetini yitirmiş bir avuç iyi niyetli seçkinin pekte işe yaramayan çabalarını saymaz isek, 1960'lara kadar kimsenin kimseden haberi yoktu. Biraz önce bahsettiğim kaybolan yüzyıl ile anlatmaya çalıştığım şey budur.

Bütün akrabalarını yitirerek, ama yinede annesinden akrabalarıyla birlikte kurdukları Keseyhable'ye yerleştikten hemen 16 yıl sonra o kucakta gelen çocuk, annesi genç yaşta ölmüş dört yaşındaki öksüz oğlunu  ardında bırakarak balkan harbine gitmiş ve bir daha geriye dönmemişti. Ondan sonraki yıllarda gerek Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarındaki Çerkeslerin telefatı ile ilgili çok ciddi kayıtlara rastlayamıyoruz ama ben kendi 60 haneli köyümden çok ciddi rakamlar söyleyebilirim size, buna Yemende kaybolanlarda dahil. O, dört yaşında yetim kalmış çocuk, yaşı tutmadığı için kurtuluş savaşına götürülmemiş, canını kurtarmıştı. İşte onların nesli, şartları olağanüstü zorlayarak, çocuklarına eğitim aldırma uğraşlarının sonunda, kentlerde Çerkes gençlerinin yavaş yavaş buluşmaları, dediğim gibi 60'ların başına rastlar. Bu yarı kentli nesil el yordamıyla arayıp durdukları biz kimiz meselesiyle uğraşıp dururken, onlarında başına başka bir felaket gelmeye başlayacaktı. Kentte büyüttükleri çocuklarına dil öğretememe durumu. Bunun meraklısı da çok fazla değildi elbet.

Diğer yandan yeni kurulan cumhuriyet, Osmanlının dağılıp gitmesine paralel olarak, neredeyse yüzyıldır yitirdiği topraklar yüzünden oluşan, anlaşılabilir bir korku ve kompleksle, başka hiçbir dilin yaşamasının istenmediği üniter bir yapı oluşturmaya çalışıyordu. Sosyalizm yaşamış sizlerin belki de pek kavrayamayacağı bir durumdur bu. Bütün bu çekilen sıkıntılar,yinede gelişmiş ve zenginleşmiş bir topluma dönüştürmedi bizi. Nüfus başına düşen geliri bu gün henüz üç bin Dolar, yine nüfus başına düşen eğitim yılı 3.5 yıl olan,gelir dağılımı bir hayli kötü, demokrasisi Suriye’den ileri, Hindistan'dan geri bir ülkenin insanlarıyız, bizleri anlamaya çalışırken yardımı olur diye anlattım bütün bunları, eğer anlamak isterseniz.


Anlattığım hikayeyi elimde olmadan dramatize etmiş ve uzattığımın dehşetle farkına vararak susmuştum. Askerby bu hüzünlü hikayenin şerefine kadeh kaldıralım dedi. Çetav hüzünlü bir gülümsemeyle selamladı beni, fena anlatmadın demek istiyordu. Kızlar buğulu gözlerle bakıyorlardı bana ve Remedios elimi tutmuştu. Anapa şaraplarının şerefine dedim, hiç olmasa onu güzel yapıyoruz.


Sonraki Bölüm >>>