|
|
................... |
|
|
DİYALEKTİK
MATERYALİZM ÜZERİNE -2 |
Elif Çağlı |
|
|
................... |
|
................... |
Metafizik kavramı eski Yunanda
Aristoteles’in fizik bilimiyle ilgili kitaplarının dışında kalan
felsefe incelemelerini tanımlamak üzere, “meta ta physika” (fizik
ötesi) anlamında kullanılırdı. Ancak bu kavramın kapsamı zamanla
genişledi ve kanıtlanmamış önsel kabullerden hareket eden düşünce
tarzını anlatır hale geldi. Ortaçağın skolastik felsefecileri,
algılanabilen fiziki dünyanın ötesinde tanrısal bir dünyanın var
olduğunu düşünür ve metafizik sayesinde bu fizik ötesi dünyanın
kavranılabileceğine inanırlardı. Uzun yıllar boyunca
metafizikçiler, insani ya da tanrısal, her şeyi açıklayabilecek
kesin ve değişmez tanımlamalar peşinde koştular.
Marksist terminolojide metafizik, gelişimin kaynağı olan iç
çelişkilerin varlığını reddeden felsefi yaklaşımı ve buradan
türeyen inceleme ve düşünce yöntemini anlatır. Metafizik, doğadaki
varlıkların veya toplumsal olguların hareket ve değişim içinde
oluşlarını ihmal eder. Onları durağan, birbirinden bağımsız,
yalıtık şeyler olarak ele alıp inceler. Buna göre, diyelim olumlu
ile olumsuz birbirlerini mutlak olarak dışlarlar, neden ve sonuç
kesin biçimde birbirlerine karşı gelirler. Böylece farklı
kategoriler düşüncede mutlaklaştırılmakta, gerçeklik yalnızca
siyah ve beyaz gibi sert karşıtlıklara indirgenmektedir. Ara
renkler ve geçişsel süreçler göz ardı edilmektedir. Metafizik
yöntem gerçekliği çok yönlülüğü ve zenginliği içinde
kavrayabilmekten uzaktır. Oysa yaşamın kendisi, karşıtların
birbirinden yalıtık olmadığı, bir arada var olduğu, iç içe
geçtiği, birbiriyle çatıştığı, bir şeyin bir diğerine dönüştüğü
çok renkli ve çok yönlü hareketli bir süreçtir.
Çarpıcı bir örnek olması bakımından yaşam ve ölüm karşıtlığı ele
alınabilir. Keskin tanımlamalarıyla metafizik yöntem, yaşayan ve
ölmüş olan varlıkların birbirinden ayırt edilmesini sağlayabilir.
Ama doğanın canlı akışı içinde gerçeklik hiç de bundan ibaret
değildir. Yaşam ve ölüm adlı zıt kutuplar evrende her düzeyde bir
arada var olur ve aralarında kıyasıya çekişirler. Yaşam ölüme
meydan okuyan bir süreçken, ölüm de anlık bir olay olmayıp yaşamı
yenilgiye uğratmaya çalışan bir süreçtir. Aslında her canlı,
yaşam-ölüm diyalektiğini içinde taşır. İnsan dahil her organik
varlık gözle görünmeyen bir yaşam-ölüm mücadelesi içinde yol alır.
Somutlamak üzere belirtmek gerekirse, her an bedenimizde bazı
hücreler eskir ve ölürler, fakat yanı sıra yeni hücreler doğar ve
yaşarlar. Böylece yaşadığımız sürece bedenimizin maddesi yenilenir
ve değişir.
Yaşam ve ölüm örneğinde görüldüğü üzere, zıt kutupların varlığı ve
bu zıt kutuplar arasındaki gerilim madde ve hareketin içeriğidir.
Tüm evren ve toplumsal yaşam, zıt kutupların birliği ve mücadelesi
temelinde biçimlenir ve dönüşüme uğrar. Her türlü hareket ve
değişim, zıtların karşılıklı etkileşimi ve mücadelesinden
kaynaklanır. Evrenin kendisi tam anlamıyla diyalektik bir devinim
sürecidir. Kısacası, her türlü varoluşun özü diyalektiktir ve bu
özün şifresini çözebilmek de ancak diyalektik düşünce sayesinde
olanaklı hale gelebilmiştir. Doğa bilimlerindeki büyük buluşlar
metafizikçilerin boş iddialarını yerle bir etmiş, diyalektiğin
zafer çanlarını çalmıştır. Bilim, bütün organik doğanın,
bitkilerin, hayvanların ve insanın milyonlarca yıl süren bir evrim
sürecinin ürünü olduğunu kanıtlamıştır. Ve diyalektiğin önemi işte
bu noktada belirginleşir. Zira diyalektik, doğanın, insan
toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarını
inceleyen ve kavrayan bilimdir.
Eskiden metafiziğe saplanmış yerbilimciler, gezegenimizin kıtasal
sistemini tanrı tarafından o şekilde yaratılmış durağan bir sistem
olarak kavrayıp, o şekilde kavratmaya çalışıyorlardı. Oysa modern
jeoloji bilimi, kıtaların doğduklarını ve öldüklerini,
kaydıklarını, yer değiştirdiklerini ispatladı. Benzer biçimde,
aslında dünyanın manyetik kutupları da uzun bir süreç içinde yer
değiştirmektedir. Bilimsel araştırmalar, dünyamızın manyetik kuzey
kutbunun yaklaşık yedi yüz bin yıl önce şu anki coğrafi güney
kutbunun civarında bir yerlerde bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Yine bu araştırmalara göre, bu tür değişimler son 65 milyon yıl
içinde iki yüz kereden fazla gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Engels, doğanın diyalektiğin deneme tezgâhı olduğuna değinir.
Modern doğa bilimleri doğanın deneme tezgâhına her gün artan
malzeme sunmaktadır. Bilimsel buluşlar, doğada her şeyin metafizik
değil ama diyalektik yasalara göre yürüdüğünü kanıtlamaktadır.
Doğa kesintisiz bir var oluş ve yok oluş sarmalında, spiral
basamaklarda ilerleyen sonsuz bir akış halindedir. Ve zaten
diyalektik düşüncenin kendisi de, sonsuz hareketin doğru tarzda
düşünen beyindeki yansımasından ibarettir. Hareketin sonsuzluk
özelliğini kavramaya çalışan diyalektik açısından, o halde hiçbir
şey kesin, mutlak ve değişmez değildir. Diyalektik yaklaşımın
üstünlüğü, her şeydeki ve her şeyin içindeki geçici niteliği
açıklayabilmesidir.
Karmaşık gerçekliği kabaca basite indirgemesi nedeniyle
indirgemeci düşünce diye de adlandırılan metafiziğin temel kusuru,
sonsuz hareketten oluşan varlığın hareketsiz izlenimleriyle
yetinmesidir. Oysa diyalektik düşünce, Troçki’nin ifadesiyle, daha
derin yaklaşımlar, düzeltmeler, somutlamalar aracılığıyla
kavramlara bir içerik zenginliği ve esneklik kazandırır. Onları,
yaşayan olgulara bir ölçüde daha yakın kılan bir lezzete
kavuşturur. Diyalektik düşüncenin indirgemeci düşünceyle ilişkisi,
hareketi canlandıran bir filmin hareketsiz bir fotoğrafla
ilişkisine benzemektedir.
Metafizik ve diyalektik düşünce biçimi arasındaki ayrımın önemi,
doğanın ve toplumsal yaşamın canlı akış içinde kavranmaya
çalışılması noktasında belirgin hale gelir. Zira nesneleri durağan
halde, cansız ve diğerlerinden yalıtık biçimde düşündüğümüzde,
mevcut çelişkilerin ve hareketliliğin farkına varamayız. Örneğin
bir toplu iğne ile bir mıknatısı kabaca dıştan incelediğimizde
birbirine benzer ya da benzemez pek çok özellik keşfedebiliriz.
Ama bu düşünce basamağında nihayetinde bir mıknatıs şu ya da bu
özelliklere sahip bir mıknatıstır, toplu iğne alt tarafı bir toplu
iğneden ibarettir. Bilim alanı dışında, insanların gündelik
yaşamında söz konusu iki nesneyi bu şekilde kabaca algılamak ve
bunların belirli işlere yarayan iki ayrı nesne olduğunu bilmek
yeterli görünür. Bu açıdan bu kadarı da gerekli ve yararlı bir
bilgidir. Ama bu gözlem sınırları içinde henüz olayların derinine
inmiş değilizdir, incelememizi alışıldık metafizik düşünce biçimi
ile yürütmekteyizdir.
Fakat mıknatıs ve toplu iğneyi karşılıklı hareketleri (örneğin
mıknatıs toplu iğneyi kendine çeker), ilişkinin neden olduğu içsel
değişim (toplu iğnenin mıknatısın etki alanına girmesiyle
atomlarının dizilişinde değişim olur) vb. noktasına kadar
ilerleterek düşündüğümüzde diyalektiğin alanı içine gireriz. Bu
alanda çelişkilerle yüz yüze gelmek ve “çelişkiye düşmek”
kaçınılmazdır. Örneğin mıknatıs tarafından çekilen toplu
iğnelerin, ona dokundukları anda birbirlerini itmeye
başladıklarına tanık oluruz. Çünkü mıknatısa dokunan toplu
iğnelerin her biri artık sıradan bir iğne değil, birer
mıknatıstırlar! Daha önce her biri mıknatıs tarafından çekilen
toplu iğneler, bu değişim nedeniyle artık birbirlerini itmeye
başlamışlardır.
Diyalektik düşünce hareketin esasında bir çelişki olduğunu, fakat
aynı zamanda da çelişkinin çözümünü kendinde içerdiğini kanıtlar.
En basitinden mekanik yer değiştirme hareketinde bile, hareketin
başlangıcı ile sonuçlanması arasındaki süreç bir çelişkinin ortaya
çıkışını ve çözümünü içerir. Örneğin bir masayı odanın bir
köşesinden diğer köşesine taşıdığımızda sürecin bütününü ifade
etmek istersek, aynı cisim bir uzay ve zaman içinde belirli bir
noktada hem var olmuş hem de olmamıştır. Ama mekanik hareketin
kendisi çelişkiyi “şimdilik” çözmüş ve masaya odanın diğer
köşesinde yeni bir konum kazandırmıştır.
Basit bir mekanik yer değiştirme hareketi bile özünde bir çelişki
içeriyorsa, maddenin daha yüksek hareket biçimleri, organik yaşam
ve gelişim haydi haydi ve daha üst düzeyde çelişkiler içerecektir.
Yaşam ve ölüm karşıtlığı hatırlanacak olursa, organik yaşam zaten
her an bazı hücrelerin ölmesi ve yenilerinin doğması (yani
canlının her an hem kendisi olması hem de olmaması) şeklinde
ilerleyen bir süreçtir. Bu nedenle canlılığın kendisi sürekli
ortaya çıkan ve ancak çatışmalarla çözülen bir çelişkidir. Zaten
herhangi bir canlı varlık açısından bu çelişkinin bitmesi,
canlılığı var eden yaşam-ölüm çatışmasının ölüm lehine
sonuçlanması anlamına gelmektedir. Ancak unutmamalı ki, bu ölüm
başka canlılar açısından yaşamın başlangıcı ya da devamı olacak,
yani çelişki ve hareket mutlak anlamda asla sona ermeyecektir.
Diyalektik çelişkinin bilimsel ifadelerini içeren alanlardan biri
de matematiktir ve bu alandan da bir örnek verilebilir.
Matematikle haşır neşir olmaya başladığımızda, doğal sayılar
alanında işler nispeten kolay görünür. En temel aritmetik
işlemlerinden toplama işlemini düşünelim. 1+1 “2” eder ve düz
mantıkla bu sayı dizisini gücümüz yettiğince uzatmak mümkündür. Ne
var ki, bir başka temel işleme, çıkarma işlemine başvurduğumuzda
durum değişir. İlkokul çağındaki çocuklara “akılları karışmasın”
diye küçük sayıdan büyük sayı çıkmaz denir. Ama aynı çocuklar
birkaç yıl sonra, küçük sayıdan büyük sayının da çıkartılabileceği
gerçeğini hazmetmek zorunda kalırlar. Bu çelişki, onlara yeni bir
sayılar kümesi (negatif sayılar) tanıtılarak aşılır. Negatif
sayıların varlığı bu tür bir çelişkiyi algılamamızı sağlar ama
yepyeni çelişkilere de yol açar. Negatiflik kavramı şaşkın
çocukların son şaşkınlığı olmayacaktır!
Neticede evren tüm parça ve parçacıklarıyla birlikte bir bütün
olarak kendini sonsuz bir çelişkiler süreci halinde yeniden ve
yeniden yaratır. O halde idealist felsefenin ve metafiziğin
konusunu oluşturan şu meşhur “yaşamı başlatan ilâhi dış kuvvet” ya
da hareketi oluşturan “ilk itiş” gibi kavrayışlar tamamen
dayanaksızdır. Maddenin (veya enerjinin) kendi iç çelişkilerinden
kaynaklanan hareket ve bu hareketin sürekliliği ve dönüşümü
dışında bir başlangıç ya da son yoktur.
Formel (biçimsel) mantık
Düşüncenin gelişim süreci içinde biçimsel mantık insanların
gündelik yaşamlarını sürdürebilmeleri için gereken kimi bilgileri
ve kıyaslama olanaklarını sağlamıştır. Biçimsel mantığın zaman
içinde geliştirilmiş bazı yasaları vardır. Bu mantık yasalarının
geliştirilmesinde Aristoteles’in rolü büyüktür. Fakat bu büyük
bilgin yalnızca formel mantığın yasalarını ileri sürmemiş, aynı
zamanda diyalektik konusuyla da ilgilenmiştir. Kıyas (mukayese)
yöntemi, Aristoteles tarafından yasaları belirlenmiş olan ilk
mantıksal tümdengelim sistemidir ve bir sonuç çıkarma yöntemidir.
Bu mantık sistemine göre her kıyas iki öncül önerme ve bir sonuç
önermesi olmak üzere üç önermeden oluşur. Bilinen bir örneği
hatırlatalım. Diyelim iki öncül önerme sırasıyla şöyle olsun: 1)
Bütün insanlar ölümlüdür. 2) Ali bir insandır. 3) Sonuç önermesi:
“O halde Ali de ölümlüdür” şeklinde olacaktır.
Biçimsel mantığın en önemli yasası olan özdeşlik yasasına göre bir
şey kendisine eşittir ve başka bir şey olamaz. İşte bu yaklaşım,
biçimsel mantıkla diyalektik mantık arasındaki büyük farkın
kavranabileceği hassas noktayı oluşturur. Biçimsel mantık
açısından “A” “A”ya eşitken, diyalektik mantık eşit olduğu
varsayılan bu iki “A”nın farklı olabileceği üzerinde odaklaşır.
Örneğin aynı ağırlıkta olduğunu sandığımız bir kilo pirinç, kuru
bir ortamda tarttığımızda başka, rutubetli ortamda tarttığımızda
başka bir ağırlığı ifade edecektir.
Yaşam, biçimsel mantığın durağan kategorilerini ezip geçen
karmaşık bir etkileşimler sistemidir. Bir bütünü oluşturan
parçalar olarak, diyelim “A” ve “B”yi ayrı ayrı tanıma ihtiyacımız
ne kadar gerçekse, bu parçaların aslında birbirleriyle sürekli ve
karşılıklı ilişki içinde oldukları da o kadar gerçektir. Örneğin
tıp bilimi vücudumuzdaki tüm organların tek tek yapısını, işlevini
ve önemini bilmekle yetinemez. Zira bu organlar birbirleriyle
etkileşim halindedirler. Hastalıkları teşhis edebilmek ve tedavi
çaresi bulabilmek için bunların bütünsel bir sistem olarak nasıl
çalıştıklarını, birinin bozukluğunun diğeri üzerinde nasıl bir
etkide bulunduğunu bilmek gerekir. İnsan vücudu böylece parça ve
bütün ilişkisinin önemini gözler önüne serer. Vücudumuzun işleyişi
birbirinden yalıtık tek tek fonksiyonların basit bir toplamı
değildir, diyalektik bir bütündür. Örneğin sinir sistemimizin
işleyişi en gelişkin bir bilgisayarın işleyişinden çok daha
karmaşıktır.
Biçimsel mantık kurallarının yetersizliğini vurguluyorsak da
bunları tamamen bir kenara fırlatıp atamayız. Marksizm biçimsel
mantığın yetersizliğini gözler önüne serer, ancak onu toptan
reddetmez. Çünkü somut yaşamda bu kurallara da belirli bir düzeyde
ihtiyaç duyarız. Matematik biçimsel mantık kurallarına dayanır.
Toplama, çıkarma, çarpma, bölme gibi temel işlemleri öğrenebilmek
bu sayede mümkün olur. Ayrıca biçimsel mantık, kimya, biyoloji,
mekanik bilgisinin gelişimine de temel oluşturmuş, ama bilim bu
noktada durmamış ve diyalektik düşünce sayesinde inanılmaz
mesafeler kat etmiştir.
Bilimsel ilerlemenin hem biçimsel mantığın hem de diyalektiğin
yasalarından yararlandığı açıktır. Biçimsel mantık, farklı
kategorileri kaydetmesi ve çeşitli düzeyde sınıflandırmalar
yapması bakımından yarar sağlamıştır. 18. yüzyılda biyoloji
alanında bitki ve hayvan türleri için gerçekleştirilen
sınıflandırma, bitki ve hayvanların sistematik incelemesini ve
farklı türlerin birbirleriyle karşılaştırılmasını mümkün
kılmıştır. Fakat biçimsel mantık aynı zamanda da durağan ve
değişmez biçimde algılanan bir sistem yaratmıştır. Buna göre bir
kuş bir kuştur, bir memeli bir memelidir. Oysa doğada bu türler
arasında nice geçiş halkaları bulunur. Varlıkları ve olguları
dinamik biçimde, yüzeysel değil de derinlemesine kavramaya
çalıştığımızda biçimsel mantık kurallarının yetersizliği ortaya
çıkacaktır. Ve bu noktada imdada yetişecek olan diyalektik
mantıktan başkası olamaz. Biçimsel mantık çelişkinin varlığından
rahatsız olur ve dışlamaya çalışırken, diyalektik düşünce
çelişkinin tüm varlığın özünü oluşturduğu gerçeğinin
bilincindedir. Hareket ve değişim, yaşam ve gelişme kaynağını
çelişkide bulur.
Düşünce üretiminde kullanılacak yöntem sorunu her zaman felsefenin
önemli konusu olmuştur. Biçimsel mantık soyut düşünceyi hareket
noktası olarak almış ve genelde tümdengelim yöntemine dayanmıştır.
Biçimsel mantıkta soyuttan türetilen düşünce somutu açıklamak için
kullanılır. Bu da bir şeyin ya da olgunun bilimsel deney ve
gözlemin zenginliği içinde değil de, yalnızca soyut
genellemelerden (öncüllerden) hareket ederek açıklanması demektir.
Doğru bir sonuca varabilmek için öncüllerin doğru olması
gerektiğini, kuşkusuz biçimsel mantık da genelde kabul eder. Ama
adından da anlaşılacağı gibi, bu mantık sisteminde biçim yani
düşünce sürecine dayatılan kurallar önemlidir. Böylece katı biçim,
zengin özü ezer. Biçimsel mantığın kategorileri, gerçekliğin
durağan fotoğrafından türetilen soyutlamalarla, aslında son derece
zengin ve hareketli bir niteliğe sahip somut gerçekliği açıklamaya
çalışmaktadır. Bu çabanın bu içeriği nedeniyle, belli bir düzeyden
sonra ne denli yetersiz kalacağı aşikârdır. Doğru görünen
öncüllerden hareket edilmesi ve katı kurallara uyulması sayesinde
ortaya çıkacak sonuç, biçimsel mantık açısından kesinlikle geçerli
görünebilir. Ancak gerçekliğin değişken yönlerini hesaba katmayan
genellemelere dayanılması halinde yanlış sonuçlara çıkmak işten
bile değildir. Gündelik yaşam içinde insanların çoğu yanlış
genellemelerle birtakım doğru sonuçlara vardıklarını sanırlar.
Örneğin işçi sınıfının örgütsüz kesiminin sürüklendiği içler acısı
duruma bakıp, “bu işçilerle hiçbir şey olmaz” genellemesiyle
sınıftan tamamen umut kesilmesi sıkça karşılaşılan bir durumdur.
Kıyasçı muhakeme tarzı Ortaçağ Avrupa’sında egemen olduğu gibi,
17. yüzyıl Fransız felsefe geleneğinde de (örneğin Descartes)
yaygın kabul görmüştür. Fakat biçimsel mantığın kurallarına
dayanan bu tümdengelimci düşünce ekolünün yetersizlikleri,
İngiltere’deki hummalı kapitalist gelişmenin gereklerine yanıt
veremez hale gelmiştir. Böylece Anglo-Sakson dünyasında ampirizme
(deneycilik) ve tümevarımcı muhakemeye önem verilmeye
başlanmıştır. Ampirizm dine ve ortaçağ dogmatizmine karşı
mücadelede olumlu bir rol oynamış, ama zamanla onun da tek
yanlılığı ortaya çıkmıştır. Ampirizm, geniş kapsamlı teorik
bütünlemeleri dışlayan aşırı parçacı yapısıyla materyalizmi
yoksullaştıran bir özelliğe sahiptir. Materyalizm, ancak
Marksizmin diyalektik yöntemiyle zenginleşmiş ve bilimsel
derinliğe ulaşabilmiştir.
Diyalektik mantık
Evrendeki ve insanlığın evrimindeki hareket yasalarının gerçekliğe
olabildiğince yaklaşan tarzda kavranabilmesi için, dinamik biçimde
düşünmeye ihtiyaç olduğu son derece açıktır. Bu da ancak
diyalektik mantık sayesinde mümkün olabilmektedir. Diyalektik
mantık biçimsel mantığın kıyas gibi geçerli bazı kurallarını
toptan yadsımasa bile, ondaki yetersiz yönleri eleştirmekte ve
tamamen aşmaktadır. Böylece diyalektik, muhakeme ve inceleme
sürecine arzulanan dinamizmi kazandıran etkin yöntem olarak
yükseklere tırmanmaktadır.
İnsan zihni, sonsuzluk, enerji ve maddenin dönüşümü gibi soyut
kavramları kolay hazmetmez ve gündelik yaşamın yansımaları olan
somut ifadelerle düşünmenin rahatlığını arar. Ne var ki, soyut
görünen karmaşık formüller ve kavramlar vasıtasıyla bilinmeyene
ulaşmaya çalışmak, bilimin vazgeçilmez özelliğidir. Matematik,
yaşamdaki ilişkilerin düşünce dünyasında kompleks ifade ve
bağıntılarını üretmek bakımından soyutlamanın en çarpıcı biçimde
uygulandığı bilim dalıdır. Burada soyutlama kavramı, metafiziğin
yetersizliğini sergilerken değindiğimiz anlamda somut yaşamdan
kopuk “soyut” kurallar türetmeyi değil, somutun zenginliğini
kavramaya çalışan bilimsel yöntemin bir unsurunu ifade eder.
Latince kökeni itibarıyla soyutlama sözcüğü, bir şey-“den almak”
anlamına gelir. Geometrik biçimlerle ilgili kavramların ya da
sayısal ifade ve formüllerin türetimi için, somutun çeşitliliği
içinden soyutlanan (çıkartılıp alınan) bir özelliğin belirtilmesi,
diğer yönlerin ise ihmal edilmesi gerekir.
Örneğin “2” sayısı iki ekmeğin sayısal ifadesi olabileceği gibi,
pekâlâ iki işçiden ibaret bir çokluğa da denk düşebilir. Sayısal
olarak “2” kavramı ile izah edilen niceliğin, iki ekmek mi ya da
iki işçi mi olduğunun hiçbir önemi yoktur. Keza diyelim “silindir”
diye adlandırılan bir geometrik biçimin bir ilaç tüpü mü yoksa bir
su tankı mı olduğu da, silindir soyutlamasını yapmak ve bu şekle
dair formülleri türetmek bakımından bir önem arz etmez. İşte bu
örnekler birer düşünsel soyutlamadır. Ve yaşamdaki somut
olgulardan elde edilen bu soyutlamalar, daha sonra yaşamın
somutuna geri dönecek ve orada çok iş göreceklerdir. Nitekim
toplumsal yaşamın ilerleyişi içinde insanın doğayla savaşımını ve
yaşamını kolaylaştıran pek çok buluş ve icat bu sayede mümkün
olabilmiş ve üretilebilmiştir.
Çeşitli düzeylerde soyutlamalar yapmak bilimsel araştırma
yönteminin zorunlu bir unsurudur. Bilim, varlıkları ve olguları
karmaşık hareket ve ilişkileri içinde kavrayabilmek için onlardan
parçalar almaya, onları kesitlere bölerek incelemeye, kısacası
soyutlama yapmaya ihtiyaç duyar. Örneğin bir kurbağanın bütünsel
anatomisi hakkında fikir sahibi olabilmek için, önce kurbağanın
çeşitli parçalarını incelemeye tâbi tutmak (bu parçaları tek tek
bütünden çekip çıkartarak, yani soyutlayarak mikroskop altına
yatırmak gibi) gereklidir.
İlk bakışta belki bir çelişki gibi görünebilir, ama bu
soyutlamalar olmaksızın somutu zenginliği içinde kavramak
olanaksızdır. Öte yandan, bütünden soyutlanmış bilgi kuşkusuz
bütünün yalnızca belirli yönleri üzerinde odaklaşmış bilgidir, tek
yanlıdır ve sınırlıdır. Somutun bütünlüğünün parçalanmasıyla elde
edilen bu soyutlamalar sayesinde geliştirilen bilginin, daha sonra
yine somuta ulaşarak bütünleştirilmesi gerekir. İşte ancak bu
sayede, varlık ve olguların karmaşık iç bağıntılarıyla yaşamın ve
hareketin zengin somut kavranışını elde edebiliriz. Ayrıca
unutmamak gerekir ki, hakikat her zaman somuttur. Zengin,
bütünsel, karmaşık olan ve daha yüksek basamaklarda yer alan soyut
genellemeler değil, somut gerçekliktir.
Diyalektik yöntem, tümdengelim (bütünden parçaya, genelden özele,
somuttan soyuta) ve tümevarım (parçadan bütüne, özelden genele,
soyuttan somuta) süreçlerini bütünsel bir inceleme, muhakeme ve
sonuçlandırma sürecinin bileşenleri olarak kullanır. Tümdengelim
sürecinde bütünden parçalar ayrıştırılır, bir başka deyişle
somutun genelinden bazı özel yönler çekilip çıkartılır. Böylece
incelenen varlık ya da olgu analiz edilir, parçalar hakkında
ayrıntılı bilgi toplanır. Bu sayede bütünün parçaları hakkında,
önceki evreye oranla çok daha fazla bilgi elde edilir. Fakat şimdi
de parçalara ilişkin bu bilgileri bir araya getirmemiz, yani
bütünleştirmemiz gerekir. Bu tümevarım sürecidir ve düşüncemiz bu
kez soyuttan somuta ilerler. Bilimsel inceleme ve bilimsel
sonuçlara varma sürecindeki bütün bu faaliyetlerin anlamı,
analizin sentezle, tümdengelim yönteminin tümevarım yöntemiyle
birleştirilmesidir ve zaten diyalektik yöntemin özü de budur.
Lenin’in sözleriyle, canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan
pratiğe: hakikati bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden
diyalektik yol işte budur. Marx kendi inceleme ve sunuş yöntemini
açıklarken bu önemli husus üzerinde durmuştur.
Devranın salt rastlantılarla mı, yoksa birtakım iç yasalarla mı
dönüp durduğu hususu da felsefenin önemli bir tartışma konusu
olmuştur. Aslında rastlantı ve yasa arasında da diyalektik bir
ilişki vardır. Doğada ve tarihte rastlantılar kuşkusuz belirli bir
rol oynarlar. Bilinen bir örnektir ama önemlidir. Ekim Devriminin
başında Lenin gibi bir önder olmasaydı devrimci hareketin akışı
değişebilirdi. Tarih, mutlaka Lenin gibi bir önderi çıkarmak üzere
önceden kurgulanmış değildir.
Gelişim süreçlerini, her şeyin dış etkenlere kapalı ve değişmez
bir iç yasa tarafından belirlendiği kısır bir döngü şeklinde
algılamak, aslında tüm sonuçların önceden kesin biçimde
kurgulanmış olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Bu, doğanın ve
tarihin kaderci bir açıklama tarzı olurdu ve çeşitli faktörlerin
etkisiyle değişikliğe uğrayan gerçek hareketin niteliği ile
bağdaşmazdı. Diyalektik kavrayış, rastlantının rolünü yadsımaz.
Onun hareketi yolundan saptırabileceğini, yani yasayı belirli
derece ve düzeyde değişikliğe uğratabileceğini kabul eder. Ama
diğer yandan, ilk bakışta rastlantı gibi görünen olaylar zaman
içinde tekrarlayan bir nitelik kazanabilirler. Bu gibi durumlarda,
hareketin daha önceki yörüngesinden saptığı ve şimdi de kendini bu
şekilde ortaya koymaya başladığı anlaşılır. Böylece tekrarlayan
“rastlantılar” yeni yasaları geçerli kılarlar, ama yeni
rastlantılar da tekrar bu yasaların işleyişini değişikliğe
uğratabilirler.
Diyalektik gelişme, alt basamaklardan yukarı basamaklara doğru
kıvrılarak ilerleyen sarmal bir nitelik taşır. Ancak hareketin
biteviye aynı tempoda ve kesintisiz yukarı çıkan biçimde
algılanması tamamen yanlış olacaktır. Zira diyalektik süreç,
niceliğin niteliğe dönüştüğü sıçramalarla, süreklilik içinde
kopuşlarla, çeşitli altüst oluşlarla, devrimlerle ilerler. Doğada
ya da toplumda çeşitli eğilim ve kuvvetler çelişki ve çatışma
içindedirler. Karşıt kutuplar mücadele içinde birlikte var
olurlar. Diyalektik gelişme, geçmiş evreleri yadsıyarak farklı
niteliğe ulaşan bir özelliğe sahiptir. Bu değindiğimiz hususlar,
yani niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü, karşıtların
birliği ve mücadelesi ve yadsımanın yadsınması diyalektiğin üç
temel yasasıdır. Diyalektik düşüncenin bu temel yasaları, ayrıca
parça ve bütün, biçim ve içerik, sonlu ve sonsuz, çekme ve itme
gibi önemli karşıtlıklar konusunu da aydınlatmakta ve bu zıt
çiftlerin aralarındaki ilişkileri kavramayı mümkün kılmaktadır.
Şurasını da belirtmek gerekir ki, diyalektiğin bu yasaları icat
edilmemiş, doğanın ve insan toplumunun tarihinden
çıkartılmışlardır.
Niceliğin niteliğe dönüşümü yasası
Diyalektik konusunda üzerinde durulması gereken birinci husus,
hareketin ya da enerjinin dönüşümündeki yasaya ilişkindir.
Enerjinin veya maddenin varoluş süreci, maddenin bir halden diğer
bir hale dönüşümünü (örneğin katı halden sıvı hale veya sıvı
halden gaz haline ya da bunların tersi), yahut kimyasal enerjiden
elektrik enerjisine, mekanik hareketten ısıya geçişi vb. içerir.
Geçişsel süreçler nicel birikimlerin ürünü olan nitel sıçrama
anlarına sahiptirler. Bir başka deyişle, evrendeki hareket her
zaman tedrici (derece derece, yavaş yavaş) ve düzenli bir karakter
arz etmez.
Diyalektik açıdan evrim süreci, yalnızca tedrici bir gelişim ve
barışçıl bir ilerleme süreci anlamına gelmemektedir. Doğada ve
tarihte uzun süren tedrici değişim süreçleri, ani patlamalarla ve
beklenmeyen olaylarla (doğadaki depremler veya toplumdaki
devrimler gibi) kesintiye uğrarlar. Nicelik birikimi bir noktadan
sonra niteliksel dönüşümü tetikler. Değişen nitelik ise zamanla
kendi niceliğini biriktirmeye koyulur. Diyalektikte bu durum
niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü yasası olarak
adlandırılır. Böylece şu ya da bu gelişim süreci, nicel olarak
değerlendirilebilen tedrici değişimlerin yanı sıra nitel olarak
ayırt edilebilen sıçrama anlarını da kapsamaktadır.
Doğa bilimlerinden bir örnek vermek gerekirse, çok bilinen bir
örneği hatırlayabiliriz. Suya ısı vermeye başladığımızda sıcaklığı
artmaya ve buhara dönüşmekte olan miktar da artmaya başlar. Ancak
bu buharlaşma henüz suya su demekten vazgeçmemizi gerektirecek bir
düzeyde değildir. Kaptaki su hâlâ su olarak durmaktadır, onda
belirgin bir değişiklik göremeyiz. Ancak suyun sıcaklığı 100
dereceye yaklaşmaya başladığında sudaki içsel hareket gözle
görülür hale gelir, buharlaşmanın artık fark edilmemesi mümkün
değildir. Ama 99 derecede henüz görmediğimiz bir şeyi 100 derecede
görmeye başlarız. Su kaynamaya başlamıştır. Sıcaklıktaki bu
niceliksel artış suyun niteliğinde de çok hızlı ve sıçramalı bir
dönüşüme yol açmıştır. Su büyük bir hızla ve kütlesel biçimde
buharlaşır. Nicel birikim sıçramalı bir şekilde niteliksel bir
dönüşüme yol açmıştır, artık sıvı sudan değil gaz halindeki sudan
yani buhardan bahsetmemiz gerekmektedir.
Doğada niceliğin niteliğe dönüşümü yasasını türlerin gelişimi
bağlamında da izlemek mümkündür. İnsan ile maymunların ortak bir
atadan evrilerek geldiği biliniyor. Maymunlar içerisinde insana en
yakın tür olarak bilimciler şempanzeleri gösteriyorlar. Canlıların
içerisinde insanın evrimi hiç kuşku yok ki muazzam bir sıçramayı
ve köklü bir kopuşu temsil etmektedir. Ancak en yakın akrabası
olan şempanze ile arasındaki niteliksel uçuruma rağmen, genetik
yapılarının yüzde 96’sı aynıdır. Bir başka deyişle, bu denli büyük
bir niteliksel farklılık, yüzde 4 gibi son derece küçük bir
niceliksel farklılıktan kaynaklanmaktadır. Benzer bir durumu
esasında tüm canlı türleri arasında da görmekteyiz. Demek ki, son
derece küçük niceliksel farklar ya da niceliksel dönüşümler, büyük
niteliksel farklılıklara yol açabilmektedir.
Doğadaki gelişim süreçlerinde niceliksel birikimler nihayetinde
niteliksel değişiklikler yaratırlar. Marksizm insan toplumunun
yaşamında da diyalektik sürecin yasalarının işlemekte olduğunu
açıklamıştır. İnsanların yaşam koşullarını üretme tarzı da,
tedrici değişim süreçlerinin yanı sıra kopuşları ve ani sıçrama
dönemeçlerini içermektedir. Örneğin feodal toplumun içinde önce
tedrici gelişimlerle ilerleyen burjuva üretim ilişkileri, neticede
eski feodal kabukla bağdaşmamış ve köklü niteliksel değişimler
burjuva devrimlerle gelmiştir.
Toplumsal alandan diğer bir örnek Marx’ın Kapital’de değindiği
elbirliği olgusunun öneminden hareketle verilebilir. Marx
kapitalist üretim sürecinin özelliğini pek çok açıdan analiz
ettiği gibi, söz konusu olgunun anlamını da açıklığa
kavuşturmuştur. Birçok bireyin elbirliği, yani birçok gücün
birleşmiş bir güç durumunda kaynaşması, kendini oluşturan güçler
toplamından niteliksel olarak farklı ve üstün yeni bir güç
demektir.
Aslında insan toplumunun binlerce yıllık yaşam deneyinden süzülmüş
kimi atasözleri, insanlar bunun bilincinde olmasalar bile
diyalektiğin bazı yasalarını ifşa etmektedir. Hepimiz şu atasözünü
biliriz: Bir elin nesi var, iki elin sesi var! İşçi sınıfı
örgütlenmeye koyulduğunda, güçlerini birleştiren iki işçinin artık
o tek tek işçilerden niteliksel olarak farklı yeni bir güç
oluşturacağı açıktır. İşin gerçeğinde diyalektik hayatın o denli
içindedir ki, ufak ufak birikimlerin büyük değişimleri doğuracağı
hemen herkes tarafından doğal şekilde bilinir. Örneğin, “damlaya
damlaya göl olur” atasözünün (kapitalistler bu gibi atasözlerini
her zaman yalnızca paraya tahvil etmeye meraklı olsalar da) illâ
geçmiş zamanların küçük kumbaralarını hatırlatması gerekmez.
Doğada o su damlaları nice gölleri oluşturabileceği gibi devasa
kayaların altını oymakta, yeryüzü şekillerini değiştirmektedir.
Toplumsal yaşamın diyalektik materyalist analizi yalnızca geçmiş
tarihi anlamamızı değil, gelecekte olabilecekler konusunda da
bilinçli kestirimlerde bulunabilmemizi olanaklı kılmaktadır.
Bilindiği üzere, işçi hareketinde duraklama ve gerileme
dönemlerinin yaşanması doğaldır. Böylesi dönemlerde işçi
kitleleri, bozuk düzenin aynen akıp gideceği ve hiçbir şeyin
değişmeyeceği düşüncesiyle umutsuzluğa kapılırlar. Devrim fikrine
pek itibar edilmez, örgütlü devrimci mücadeleden kaçış eğilimi
ağır basar. Oysa yüzeydeki durgun görünümün altında bu döneme son
verecek bir birikim ve mayalanma içten içe oluşur. Kapitalist
düzenin yarattığı ağır sömürü, baskı, yoksulluk ve işsizlik
koşulları kitleleri bir anda devrimci kılmasa da, işçilerin
bilincinde izler bırakır.
Başlangıçta küçük görünen izler büyür ve derinleşir. Zamanla
devrimci propaganda ve örgütlenme çağrılarına kulak kabartan
işçilerin sayısı artar. Bu adeta kimyasal bir yapı içinde
enerjinin birikimi süreci gibidir ve Troçki tarafından da
“devrimin moleküler süreci” olarak adlandırılmıştır. Süreç içinde
oluşan birikimler kendilerini ani sıçrama ve patlamalarla ortaya
koyarlar. Her şey eninde sonunda karşıtına dönüşür. Aynı şekilde,
uzun bir süre boyunca kendilerinden umut kesilen işçi-emekçi
kitleler de devrimci sıçramalarla durgunluk dönemlerine son
verirler. Değindiğimiz süreçler kuşkusuz yalnızca nesnel
faktörlerin etkisi altında biçimlenmemektedir. Her alanda nesnel
ve öznel faktörler arasında karşılıklı etkileşim olması da
diyalektiğin yasasıdır. Öznel faktör yani işçi sınıfının devrimci
bilinç ve örgütlülük düzeyi, sürecin nesnelliğini etkileyen ve
süreci hızlandıran ya da yavaşlatan bir etkendir.
Karşıtların birliği ve mücadelesi
Doğadaki varlıkların ya da toplumsal olguların dış
görünüşlerindeki durağanlıkla yetinmeyip, onları dikkatli bir
incelemeden geçirdiğimizde ve içsel hareket yasalarını kavramaya
çalıştığımızda, hareketi var edenin karşıtlıklar olduğunu görürüz.
Bir bütünün çelişkili parçalarının kavranması diyalektiğin özünü
oluşturur. Yaşamı ve hareketi yaratan, karşıtlar arasındaki
gerilimdir. Doğada olduğu kadar insan yaşamını ilgilendiren hemen
her alanda da her şey karşıt çiftler halinde bulunur. Yoksul
olmazsa zengin olmaz. Güzel, çirkin kavramıyla ifade edilene göre
bir anlam taşır, iyi varsa kötü de vardır. İnsanın iç dünyası da
diyalektiğin yasalarına göre biçimlenir. Benimsenen toplumsal
değer yargılarına göre iyi kabul edilen yönlerle, kötü kabul
edilen yönler birlikte ve mücadele halindedirler.
Hareketin sürekliliği içinde doğada zıt kutuplar yer
değiştirebilirler. Örneğin yumurtanın tavuktan ve tavuğun
yumurtadan çıkması misali, neden sonuç ve sonuç neden olabilir.
Doğanın diyalektik sonsuzluğu içinde, mutlak bir başlangıç ve son
aramak beyhudedir. Zira aslolan, neden ve sonuçların sürekli yer
değiştirmesidir; başlangıç addedilen şeylerin bir başka açıdan
son, son zannedilen şeylerin ise diğer bir bakımdan başlangıç
olmasıdır. Yumurta açısından tavuk başlangıçtır, tavuk olmadan
yumurta olmaz. Oysa tavuk açısından yumurta başlangıçtır ve bu
böyle akar gider.
Bir molekülü oluşturan atomların yapısı da maddenin özünde
çelişkinin yattığını gözler önüne serer. Atomlar kendi içlerinde
artı ve eksi elektrikle yüklü parçacıkları içermekte ve bu
çelişkili birliktelik gözle görülmeyen sürekli bir hareketin
kaynağı olmaktadır. Doğa, karşıt eğilimlerin bir arada varolma
dinamiğini sergiler. Pozitif negatifle, kuzey kutbu güney
kutbuyla, itme kuvveti çekme kuvvetiyle, dişi erkekle birlikte
vardır. Zaten atomun varlığı da karşıt özelliklere ve elektrik
yüklerine sahip parçacıkların birliği demektir. Hatta insan bile,
birbirleriyle muazzam derecede etkileşen ve böylece bütünsel bir
sistem oluşturan küçük tanecikli artı ve eksi parçaların
birliğidir.
Manyetik güç ancak kuzey ve güney kutbu gibi zıt kuvvetlerin aynı
sistem içinde bütünleşmesi sayesinde oluşur. Gündelik yaşamda
hepimizin kullandığı basit bir pil ancak artı ve eksi kutupların
varlığı ve bu karşıtlığın yarattığı gerilim sayesinde işlev görür.
O halde bir çelişkinin olumlu ve olumsuz iki kutbu birbirlerine
karşıt oldukları kadar ayrılmazdırlar. Toplumsal yaşamdan örnek
vermek gerekirse, kapitalizmde proletaryasız burjuvazi ve
burjuvazisiz proletarya olamaz. Doğadaki ve toplumsal yaşamdaki
gelişme, temelde karşıtların mücadelesine dayanır. Nasıl ki
vaktiyle Avrupa’da ekonomik yaşamı ilerleten temel faktör
burjuvazinin feodaliteye karşı mücadelesi olmuşsa, kapitalizme
karşı işçi sınıfının yürüttüğü devrimci mücadele de günümüzde
toplumsal gelişmenin ilerletici gücüdür.
Kapitalist toplum işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığa
dayanmakta ve bu temelde yol almaktadır. Kapitalist üretim tarzı
bu iki karşıt sınıfın birlikte varoluşuna dayanmaktadır. Ama bu
birlikte varoluş, aslında mücadele içindeki bir birlikteliktir.
Açıktır ki, kapitalist üretim tarzının yarattığı toplumsal
sorunlar işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini
kaçınılmaz kılmaktadır. Sermaye birikimi ve ücretli emeğin
sömürüsü arasındaki ilişki nedeniyle, işçi sınıfı ve burjuvazi
arasındaki çelişki kesinlikle uzlaşmaz (antagonistik) bir
çelişkidir. Çünkü sermaye birikimi, ancak işçi sınıfının
ürettiğinden çalınan artı-değer sayesinde gerçekleşmektedir.
Kapitalistin daha fazla refaha ermesi, işçinin daha fazla
sömürülmesi ve yoksullaşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı
kapitalizm altında hem maddi yaşam koşulları bakımından ve hem de
kendi emeğine yabancılaşarak manen yoksullaşmaktadır.
Marx bir başka yabancılaşma konusundan, dinden örnek vererek bu
konuya değinmiştir. İnsan Tanrı’ya kendisinden ne kadar çok şey
hasrederse, kendisine o kadar az şey kalmaktadır. Tıpkı bunun
gibi, işçi kendisini iş sürecinde ne kadar çok harcarsa,
kendisinin yarattığı nesneler dünyası karşısına o denli güçlü
şekilde dikilmektedir. Böylece işçi kendi üretici faaliyetine ve
bu faaliyetinin ürününe o denli yabancılaşmakta ve dolayısıyla iç
yaşamında o denli yoksullaşmaktadır. İşçiyi bu durumdan kurtaracak
olan, kapitalist düzene karşı yürüteceği örgütlü devrimci mücadele
olabilir ancak. |
|
1
2
3 |
|
|
|
|
|
|
|