Yazılarıma
epeyce ara vermiş oldum. Bildik bir gerekçe ile, “elde
olmayan nedenlerden” diyelim… Bu arada değinmek
istediğim epeyce konu birikmiş oldu. Hem tek yazıda
birkaç konuya değinir, hem de yazılarımın uzunluğundan
yakınanların eleştirisinden kurtulurum diye başlığı
yazmıştım ki TRT TV2'e sevdiğim bir programa takıldı
gözüm: “Medya Müfettişi”. Konuk da yazılarını
kaçırmamaya çalıştığım Yeni Şafak yazarı Dücane
Cündioğlu.
Çok keyif alarak izledim. Sayın Cündioğlu’nun, Kevser
suresinde geçen “wenher” sözcüğünün kurban ibadeti
anlamına gelmediğini açıklayan daha önce okuduğum ve çok
inandırıcı bulduğum yazılarını da anımsadım. Konuya
yakın olanlar bilir, kurban ibadetinin gerekliliği,
genelde Kevser suresi ile açıklanırdı. Açıklanmasına
açıklanır da hiçbir din adamı kurban ibadetinin farz
olduğunu söyleyemez. Çelişki de burada başlar düşünen
için. “Kur’an’da geçiyorsa neden farz değil?” Sünnet ya
da vacip ise eğer neden Kur’an-ı Kerim’in bir ayeti ile
ilişkilendirilir?
Doğrusu ben Sayın Cündioğlu’nun yazılarını okuyuncaya
kadar bu çelişkiden kurtulamamıştım.
http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/SUBAT/08/dcundioglu.html
http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/SUBAT/14/dcundioglu.html
Sorulara sunucu Sayın Serra Karaçam’ı da şaşırtacak
derecede doğrudan, “açık ve net” yanıtlar veren
yazarımızı daha bir sevdim. Kişi kimi konularda da olsa
görüşleri örtüşen yazarları, daha çok sevmez mi?...
Sayın Cündioğlu, “yazan kişi tarafsız olamaz” dedi çok
kesin bir dille. Yorum bir yana, haberin bile tarafsız
yazılamayacağını, seçilen sözcüklerin bir mesaj
içerdiğini dolayısı ile haberin de bir yorum olduğunu
vurguladı. Öyle sanıyorum ki tüm izleyenleri de
inandırdı. Haberin bile tarafsız olamayacağı vurgusu
bana ayrıca son günlerin demokratik açılımını
düşündürdü. Hayır, Türkiye geneldeki “demokratik
açılım”ı değil. Bizim, “farklı dünya görüşlerine sahip
Çerkeslerin, ‘Demokratik Yeniden Yapılanma’ sürecine
aktif katılım çağrısı”nı.
Durum bu iken, konuya ilişkin yazılarımın kimilerince
demokrasiye karşıymışım gibi algılanıp anlatılmasını
anlamakta güçlük çekilmesine şaşmamak elde mi?. Öyle ya,
kişinin, dünya görüşünün bir haberin yazılışına bile
yansıması engellenemezken, dünya görüşleri farklı
olanların farklı algılayıp farklı yaklaştığı “demokratik
açılım” konusunda, “dünya görüşleri farklı Çerkesler”in,
ortak bir görüş oluşturamayacaklarını düşünmek, neden
demokrasiye karşı olmak olsun. Nitekim daha sitemizin
dışına taşmadan üç yazarımız beni de sayarsanız dört
yazarımız arasında belirgin yaklaşım farklılıkları
ortaya çıkmadı mı? Dünya görüşleri farklı olan
kişilerin imza atabilecekleri bir metnin suya sabuna
dokunmayan bir metin olması olasılığı yüksek değil mi?
Peki demokrasi yanlısı herkesin imzalayabileceği suya
sabuna dokunmayan böyle bir metni, Çerkeslerle
ilişkilendirmenin gereği var mı? Demokratik açılımı,
yani demokrasiyi savunanların farklı görüşlere tahammül
edemeyişleri demokrasi ile bağdaşır mı?
Tüm bunlara karşın yine de biz açılımı, “ilgi ve umutla”
bekleyelim.
Kendilerinden gerçekten büyük beklentilerimiz olan,
önemsediğimiz arkadaşların az bildikleri konularda çok
kesin konuşmaları beni iki kez üzüyor. Önce mutlaka
bilmeleri gereken konuları bilmediklerine üzülüyor,
sonra da bu yanlışlarını herkeslerin önünde düzeltmek
zorunda kaldığım için bir kez daha üzülüyorum. Ancak
bilinmeli ki bu yazıları yanıtlamamın asıl nedeni,
yaşamışlardan biri olarak, yanlış bilinen çok önemli
olayları doğru anlatma sorumluluğu.
Bunların biri Sayın Hatko Şamis’in son yazısında, Abhaz
örgütlenmelerine yaklaşım konusunda dönüşçülerin
yaklaşımının da diğer gruplarla aynı olduğunu, DÇB
kuruluşunda Türkiye Çerkeslerinin -ki, kuruluşa
katılanlar dönüşçülerdir- “Bizde Kuzey Kafkasya
halklarına Çerkes denir”de ısrar ettiğini dile
getirmesi.
http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/indexa.htm
Önce bilinmeli ki, sayın Hatko’nun sözünü ettiği kalıp
kimileri için hiç oluşmamış, oluşanlar için de kırılma
1990’dan çok daha önce gelişmiştir. Abhazların kendi
adları örgütlenme çalışmaları kendi sitelerindeki
bilgiye göre 1967 de başlamıştır. Yetmişli yıllarda
sonlarında gerçekleştirilmiştir. Abhaz adı ile ayrı
dernek kuruluşuna dönüşçüler, hem de dediklerinin dedik
olduğu dönemde karşı çıkmak bir yana destek olmuşlardır.
“Bizde Kuzey Kafkasya halklarına Çerkes denir”de
ısrarın, DÇB kuruluşuna gözlemci olarak katılan, daha
sonra uzun yıllar merkezi örgütümüzün başkanlığını yapan
sayın Muhittin Ünal’dan alıntı olması, daha önce
tarafımızdan düzeltildiği için sayın Hatko’nun
yanlıştaki payını azaltmaz. Hem, kaynağı kim olursa
olsun her söylenmiş, yazılmışı temel alıp bunun üzerine
görüş geliştirmesi sayın Hatko’nun analiz yeteneğine,
bilimselliğine aykırı düşmüyor mu?
Kaynak sayın Muhittin Ünal, hiçbir dönemde dönüş çizgisi
belirleyicileri arasında olmamıştır. 1991 ilk genel
kurul öncesi hazırlık toplantılarının hiçbirine
katılmamış savunulacak ilkeler oluşturulmasında katkısı
olmamıştır. Zaten, Almanya delegelerinin de desteklediği
Türkiye delegelerinin savunduğu ve DÇB’ye temel olan,
günümüzde de geçerli olan ilkeler, sadece hazırlık
toplantılarına katılan kişilerin değil dönüşün
ilkeleridir. Oluşumunda sürgünün ilk günlerinden beri
yüzü anavatana dönük olan herkesin payı vardır. Sayın
Ünal’ın Genel Kurul'a gözlemci olarak katılması da
dönüşçülerin kararı ile gerçekleşmiştir.
Daha önce de yazdığım gibi hiçbir delege DÇB’yi tüm
Kuzey Kafkasya halklarının birliği gibi düşünmemiş,
düşlememiş ve böyle olması için çaba göstermemiştir.
Bizlerin savunduğu Çerkes Birliği; Adige-Abaza
birliğidir. Gürcülerin Abhazya’ya saldırdı-saldıracak
olduğu günlerde, Adige ve Abazaları bir gören kişiler ve
dönüş çizgisinin kendi adlarına bir dünya örgütü olmayan
Abaza kardeşlerimizi örgüte almamak vebalinden
kurtulamayacağımız çok büyük bir yanlış olurdu.
Ayrıca Türkiye’den Genel Kurul'a katılan delege ve
gözlemcilerinin üçünün Abaza beşinin Adige olması, tüm
delegeler arasında diğer kardeş halklardan tek bir
temsilcinin bile olmaması Çerkes’in Adige-Abaza
karşılığı kullanıldığının başka bir kanıtı değil mi?
Bizce yanlış
olan, iki kardeş halkın kendisi kalarak birlik
oluşturmakta gecikilmiş olmasıdır. Bu yapılanmanın DÇB
kuruluşu daha yılını doldurmadan Dünya Abhaz-Abazin
Birliği’nin kurulması ile başladığı görmezden
gelinmiştir. Bu kuruluştan sonra doğru olan iki dünya
örgütünün hemen, bağımsızlıklarını koruyarak tek çatı
altında birliktelik oluşturmalarıydı. Çatı genel
politikayı belirlemeli, kendi özelinde her örgüt kendi
sorunlarını çözmeye çalışmalı, gerektiğinde kardeş
örgütün katkılarını istemeliydi. Özetle, gerçek
tüzüklere de yansıtılmalıydı. Ancak bu gerçek, DÇB genel
sekreterliği görevine seçildiğim 1993 yılından beri
savunulduğu halde karar verici konumlarına karşın olayın
özüne uzak kişilere anlatılamadı gelişim bu günlere
kaldı.
Anımsanacaktır son yıllarda konu forumda da, köşe
yazılarında da hep gündeme getirildi. “Adige Örgütleri”
www.circassiancenter.com
/cc-turkiye/yorum/nh/101_adigeorgutleri.htm adını
taşıyan yazım da bunlardan biriydi. Yinelersek;
“Adigelerin bugünkü sorumluluğu, dönüşü öncelese de
federasyondan ayrı yeni Adige dernekleri kurmak değil,
Kaf-Fed şubelerinin Adige yoğunluklu yörelerde Adige ve
Abaza yoğunluklu yörelerde Abaza derneklerine dönüşümünü
sağlamaktır” görüşü savunulmuştu. Bu konuda ilk adım Kaf-Fed
üyesi Reyhanlı Kafkas Derneği tarafından atılmış oldu. 8
Kasım 2009’da gerçekleştirilen Genel Kurul'un oy birliği
ile aldığı karar gereğince derneğin adı artık “Adige
Xase” imiş… Ne mutlu…
Evet, bizce bu aşamada doğru olan Adige ve Abaza
birliğinden yana olan tüm Adige ve Abazaların, Abaza
Dernekleri Federasyonu’nun sağlıklı oluşum ve gelişimi
için katkıda bulunmak, Adige yoğunluklu derneklerin
Adige adını almasını sağlamak ve her iki birliği
kendileri kalarak bir çatı altında birleştirmektir. Bu
aynı zamanda DÇB ve DAAB ilişkilerinin Türkiye’deki
örneği olacaktır.
Sayın Hatko ve bir çok genç arkadaşın yanıldıkları bir
başka nokta, örgütlerin kuruldukları dönemin koşullarını
göz önüne almamaları verilen adların içeriği de
yansıttığını düşünmeleridir. Girişimcilerin bu adları,
ya yasal zorunluluklardan ya da toplumun henüz
hazırlanamamış olmasından dolayı seçmiş olabileceklerini
düşünmemeleridir. Bu anlaşılmadığında örneğin cumhuriyet
döneminde kurulan ilk derneğimiz “Dosteli Yardımlaşma
Derneği” kurucularının sorunumuzu hiç düşünmedikleri ya
da günümüzde ulu orta adını koyarak “Kürt Sorunu”nu
tartışanların, geçmişte bu sorunu “Doğu Anadolu'nun
Düzeni” adıyla gündeme getirip, bu uğurda 17 yıl hapis
yatan Sayın İsmail Beşikçi’den daha sorumlu oldukları,
yanlış sonuçlarını elde edersiniz. Yine günümüzde AB
parasal desteği ile anadilde kurs açanların, altmışlı
yıllarda alfabeyi, “Kafkasya Kültürel Dergi” ile
birlikte dağıtan rahmetli İzzet ağabeyden, yetmişlerde
teksirlerle çoğaltan dönemin gençlerinden daha yürekli
oldukları yanlış kanısına kapılırsınız. İlk yönetim
kuruluna tamamı Adige olmakla kalmayıp dönüşün bilinen
adları olan Necdet Hatam, Süleyman Yançatoral, Şamil
Jane, Mehmet Uzun ve Yusuf Taymaz’ı seçen Kaf-Kur’un
Çerkes'i tüm Kuzey Kafkasyalılar olarak algılamadığının
farkında olmazsınız. Böylesine yanlış veriler üzerine
geliştirilen analizlerin yanlış sonuçlar vermesi de
kaçınılmaz olur.
Ayrıca, her koşulda dönüşü savunma, en kısa sürede
dönüşü gerçekleştirme, sayın Karadaş’ın deyimi ile “körü
körüne dönüşçü” olma elbisesini bizlere kimler dikmiş
olabilir dersiniz?
Sevgili Fuat, “Ancak maalesef bence oluşan ana hata;
“dönüş” kavramının bireysel, yada, belli bir grupça
gerçekleşmesi halinde kitlelerin bundan etkilenerek
dönüşün ivmesinin artacağı düşüncesiyle hareket
edilmesiydi. ”Dönüş” bir siyasi yapılanmanın,
örgütlenmenin önüne koyduğu nihai amaç olması
gerekirken, örgütlenememiş tamamen anavatan sevdasıyla
bir araya gelmiş bir grup insanın belli bir dönem
bıkmadan yorulmadan çevrelerinde yaptığı çalışmaların
verdiği yorgunlukla ve biraz da umutsuzlukla “gelen
gelir, yeter artık” dercesine gemiyi terk edip karaya
ulaşmasıyla büyük bir sekteye uğratılmıştır. Bu güzel
anlamlı koşunun en hızlı yüz metresini koşan değerli
büyüklerimiz bunun aslında çok ama çok uzun bir maraton
olduğunu görüp ve önde koşanların en arkada kalanlar ipi
geçene dek yarışı bırakmayacaklardı. O güzelim hedefe
ulaşanlardan kimisi yönünü diasporadan ayırmamış olsa da
hala halkının üstündeki ölü toprağı görebiliyor olsa da
yeni neslin içlerinden kendileri gibi dava insanları
çıkaramadığını görmezlikten gelemez tabi ki.” diyor
ve birçok yanlışı bir araya getirebiliyorsun. Oysa,
dönüş felsefesini iyi çalışmış, yazdıklarımızı iyi
okumuş olsaydınız bizlerin en azından dönüş kararımızın
planlı olduğunu, dönüşün örgütlemenin bir parçası
olduğunu öğrenmiş olacaktınız. 1978 anavatan
ziyaretimizde muhacereti bilen ve anavatana adapte
olabilecek donanımı olan öncü bir kadronun mutlaka en
kısa sürede anavatana dönmesi gerektiği sonucunu
verdiğini ve 1979 da başvuruların yapıldığını
bilecektiniz. 12 Eylül’ün ayak sesleri çok ama çok
yaklaştığında öncülerden Nihat Bidanuk’un, İstanbul’dan
anavatana, güç koşullarda alınabilen vize ile apar topar
yolcu edilebilmiş olmasına şaşacaktınız.
Özetle bizlerin anavatana dönüşü, 12 Eylül sonrası
yeterince izlenemediği, dönüş koşullarını da içeren
konjonktür, perestroika sonrası kadar uygun olmadığı
için uygulaması geciken bir kararın yerine getirilişi
idi. Maratona gelince,dönüşün bir maraton olduğunu
içselleştirmek gerektiğini bizlerden daha çok yineleyen
yoktur sanırım. Özetle, sadece “koşun hadi koşun”
demekle kalınırsa ipi göğüsleyebilenlerin sayısının
azınlıkta kalacağını gördüğümüz, diasporayı, debelendiği
yok olma bataklığından ancak anavatandan uzatılacak
sağlam bir halat ile çekilip çıkartılabileceğine
inandığımız, dönüşçüler dışında hiçbir grubun anavatan
ve diasporayı birbirine bağlayabilecek sağlam bir köprü
oluşturamayacağının bilincinde olduğumuz için döndük.
Küçük -büyük, kadın- erkek dönüş yapan her birimiz de bu
sağlam köprünün oluşumuna karınca kararınca katkıda
bulunuyoruz. Köprü genişleyip güçlendikçe de dönüş
yapanların sayısının arttığını görüyor, öngörümüzün ne
kadar yerinde olduğunun mutluluğunu yaşıyoruz.
Bununla birlikte şu da kesinlikle bilinmeli ki anavatana
dönüp tutunabilen her bireyin yürüdüğü yol, bire bir
tanışıklıkları olmasa da Dönüşçülerin açmış olduğu
yoldur. Özelde ise, her birimizin kendimizden önce
anavatana dönüp yerleşenlerle diasporadan dönecekleri
bekleyen anavatan bekçisi dönüşçülerin, ekmeğini
yediğimiz, suyunu içtiğimiz, yardımlarını gördüğümüz hiç
ama hiç unutulmamalıdır. Anacak ve ancak anavatan
bekçisi dönüşçülerin desteği ile anavatanda kalıcı
olabildiğimizin bilincinde olunmalıdır.
Tiyatro festivaline de değinmek istiyordum ama yazımız
yine uzadı ve ciddileşti. Bir espri ve bir dilek ile
sonlandırmaya ne dersiniz?
Sevgili Fuat, senin İngiltere’de “yaşadığını” kendimin
anavatanda köprü oluşturma çabası içinde olduğumu
bilmesem, bani, anavatana yerleşebilecek olanaklarım
varken İngiltere’ye yerleştiğim için eleştirdiğini,
anavatan yada bir diaspora ülkesindeki yoğun çalışma ile
bunaldığın için böyle seslendiğini sanacaktım… İşin
gerçeği ise Fuatcığım, yeterince anlaşılmayacak olsan da
senin için, “belli bir dönem bıkmadan yorulmadan
çevrelerinde yaptığı çalışmaların verdiği yorgunlukla ve
biraz da umutsuzlukla ‘gelen gelir, yeter artık’
dercesine gemiyi terk etti” denecek olsa da bence
yapacağın en doğru iş, en kısa sürede Gupse ablana komşu
olmaktır. Şunu bil ki, farklı duygular yaşayan anavatana
kavuşmuşların her birinin yaşadığı tek ortak duygu “geç
kalmışlık” duygusudur.
Dileğim ise, Gupse ablanın evinde düzenlenecek cegude,
anavatana kavuşmanın, kardeşler olarak kavuşmanızın
sevincini sizlerle paylaşmak, mutluluğu çoğaltmak,
çoğaltmaktır. |