Sürüp gidenler doruğu aşıp olgunlaşınca, her bir şeyin doğasını
anlamaya başlarız.
Aristoteles
GİRİŞ
Biyolojik ve sosyal/kültürel bir varlık olan insanoğlu, içinde
yaşadığı olaylar ve çevresinde olup bitenler karşısında, ''Ne,
neden ve nasıl?'' gibi genel sorular soruyor. Soruyor; çünkü
bilmek, anlamak istiyor. Sadece meraklı olduğu, öğrenme tutkusunu
gidermek için değil de; çevresine, üzerinde yaşadığı evrene,
giderek kendisine egemen olabilmek için! Bu çabalarına, dar
anlamda eğitim-öğretim; konu ve içeriği açısından yaşam, her
ikisine birden bilim süreci adını veriyor.
İnsanı öteki varlıklardan ayıran öğrenme yetisine akıl (logos)
düşünce, bilinç ve zeka gibi adlar verilmiş. Kendi aklının ne'liği
sorusuna metafizikle cevap veremeyen çağdaş insan, öğrenme
sürecinin nasıl işlediğini araştıran psikolojinin deneysel ve
fizyolojik dallarına yönelmek zorunda kaldı. Aklın ''ne'liği'',
''doğasının ne olduğu'' soruları bilimsel düzeyde yanıtlanmış
değil! Ancak insanoğlunun 1 neden
soru sorduğu; 2 bu sorulara nasıl
veya hangi yollardan yaklaştığı, yanıtlarında hangi sıra ve
aşamaları izlediği, kısaca, aklın olay ve olguları bilgiye nasıl
dönüştürdüğü; 3 hangi tür bilgilerin
hangi toplumlarda daha geçerli olduğu -bilgi sosyolojisinin de
yardımıyla- bir ölçüde bilinebiliyor (Armağan 1974).
İnsanoğlu soruyor; çünkü tek tek olay ve olguları tanımlamakla,
sınıflayıp kavramlaştırmakla yetinmiyor. Varlıklar, olaylar ve
olgular arasındaki çeşitli ilişkilerin gereklilik, yeterlilik,
zorunluluk ya da olasılık derecelerini saptamak, anlamak istiyor.
Bu çabasına ''bilimsel açıklama'' adını veriyor. Açıklama, onun
sadece bilme-öğrenme tutkusunu doyurmakla kalmıyor; fakat aynı
zamanda, doğa üzerindeki egemenlik sınırlarını da genişletiyor.
Maddenin içinde saklı olan enerjinin büyüklüğünü hesaplamakla
yetinmiyor insan; bu enerjiyi -savaşta ve barışta- kullanmak
istiyor. Ne var ki, uygar insan egemenlik sınırlarını
genişletmekle bir yere de varamıyor; yakın gelecekte
varamayacağını da biliyor. Her başarısı, onu, yeni ve belki de
daha büyük sorunlarla karşı karşıya getiriyor. Başlangıcı ve sonu
bilinmeyen bu serüvenin (1) geriye
dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu seziyor; değişen yaşamını bir
yazgı gibi kabulleniyor insan. ''Uygarlık''tan sorumlu olan akıl,
bu serüvende yararlandığı araç ve gereçlerle sorduğu sorulara
aldığı cevaplara, bunların tutarlılığına, İzlediği yol yordam ve
sıraya, olgu ile bilginin uygunluğa kavramlarına kendi adından
türettiği ''lojik'' alanı adını veriyor. Ve de, olaylarla bilgiler
arasındaki köprüyü kurmak için gerekli kural ve ilkeleri belli
başlı sekiz alanda topluyor (Tablo 2-1).
Belli bir amaçla -Tablo 2-1'de- girişilen böyle bir sınıflama,
kuşkusuz, her türlü eleştiriye açıktır. Çünkü, Öteki bilim-bilgi
dallarında olduğu gibi, bu alanın da sınırları kesenkes çizilmiş
değildir. Ayrıca birinciden (basitten) sonuncuya (karmaşığa) doğru
giden yoldaki her bilgi ya da lojik alanı bir öncekini içine
alıyor gibi görünür. Daha doğrusu, bütün bu alanların ortak
paydası akıl olduğu İçin, olgularla kavramlar arasındaki köprüyü
kurmaya çalışan insan aklı bu bilgi alanlarıyla çok yönlü bir
etkileşim içinde bulunuyor.
Belirtilmiş amacımız bilim felsefesi yapmak olmadığı halde,
olgulardan yola çıkıp bilim felsefesine ve ontolojiye kadar uzanan
bilgi alanlarından söz ettik. Sosyal/kültürel değişme kuramları
-bilgi olgusuyla bilim süreciyle o kadar yakından ilgilidir ki-
aklın nasıl işlediği, bilginin ne olduğu, bilimsel açıklamanın
kuramla ilişkileri sorup araştırılmadan gereğince anlaşılıp
değerlendirilemez.
Bu
gerekçelerle aşağıdaki iki hipotez İrdelenebilir:
(1)
Sosyal/kültürel değişme kuramlarının temel geçerlik sorunu,
olguların kendi niteliklerinden değil, olgulara İlişkin bilgi ve
kavramlarımızı yeterince açıklığa kavuşturamayışımızdan ileri
gelmektedir.
(2)
Lojik ve metodolojik sorunları lojistik ilkeler çerçevesinde
tartışıp değerlendirmekle sosyal/kültürel değişme olgusuna
ilişkin kuramları daha iyi anlamak; güvenilir bir düzeyde
eleştirip değerlendirmek; en azından, böyle bir eleştiriyi,
değerlendirmede izlenecek yolu saptamak olanağı vardır.
TABLO 2—1 AKIL VE MANTIKLA İLGİLİ BİLGİ ALANLARI
(Akılla bilgiyi bir araya getiren bilim dalları: Aklın
bilgisi ve bilginin mantığı.) |
|
Alanlar |
Kısa Tanımlar |
............. |
Lojik
(Mantık) |
Aklın temel ilkeleri ve bu ilkelerin bilgisi |
............. |
Lojistik |
Sorun ve çözümlerin matematik doğruluğunun bilgisi |
............. |
Metodoloji
(Yöntem bilimi) |
Lojistik sorulara verilecek yanıtlarda izlenecek
yol-yordam bilgisi |
............. |
Fenomenoloji |
Görülen, gözlemlenen olguların bilgisi |
............. |
Taksoloji
(Sınıflama) |
Olgu ve varlıklara ilişkin verilerin sınıflanması
bilgisi |
............. |
Etiyoloji
(Neden bilimi) |
Olayların nedenlerinin bilgisi |
.......................... |
Epistemoloji |
Bilgi sorunlarının bilgisi |
............. |
Ontoloji |
Salt varlıkların bilgisi |
|
|
Yukarıdaki hipotezleri açıklığa kavuşturmak amacıyla, aşağıda,
bilgi sorununun, lojik, metodolojik ve lojistik boyutları üzerinde
daha ayrıntılı olarak durulmaktadır.
LOJİK SORUNU
Şüpheci akıl kendisine soruyor: ''Ne biliyorum, nasıl
biliyorum; bilip önerdiklerimin doğruluğundan nasıl emin
olabiliyorum?'' Bu tür soruların güçlüğü karşısında akıl anlamsız
cevaplar da vermiştir. Söz gelişi, ''Bildiğim tek bir şey varsa; o
da biç bir şey bilmediğimdir!'' (2)
Cevap, anlam bilimi açısından şaşırtıcıdır; çünkü, hiç bir şey
bilmediğini doğrulayan akıl, en azından bilmediğinin bilincinde
olduğunu, yani bir şeyi bildiğini dile getirmiştir. Mitolojik
bilgilerin gelişmiş, etnik bilgilerin ve felsefenin ise gelişme
çağında bulunduğu bir dönemde yanıtlanan bu tür sorular, inanca
değil de, şüpheye dayanan bilimsel bilginin başlangıcı olarak
kabul edilebilir.
Neyi, nasıl bildiğimiz sorularına kendi ölçüsünde yanıtlar veren
filozof Aristoteles, düşünce sağlığının ya da güvenirliğinin
ilkelerini ''lojik'' olarak isimlendirmiştir. Bugün ''biçimsel
mantık'' adını verdiğimiz bu ilkelere göre, aklın bazı evrensel
kuralları veya ölçütleri vardır. Bu kural ve ölçütler, bize,
düşünerek vardığımız sonuçların, önermelerimizin doğruluğunu
irdelemek olanağını verir, bu amaçla kullanılabilir :
1) Bir şey ne ise odur (A, A'dır).
2) Bir şey hem kendisi hem de kendisinden başka bir şey olamaz
(A, A-olmayan değildir).
3) A
ile A-olmayan arasında (A-türünden) üçüncü bir şık (hal) yoktur,
olamaz. (Öner 1970).
Aristoteles'in geometrik ve statik dünyasında veya yavaş da olsa
değişen bir dünyanın değişmez ya da evrensel bilgilerini araştıran
felsefesinde, bu ilkeler belki de yeterliydi. Ancak, hızla değişen
bir dünyada biçimsel mantığın bu ilkeleri yanlış değilse bile
yetersiz kaldılar. Biçimsel mantık ilkeleriyle çeliştiği için
şaşırtıcı görülen, ''paradoksal'' veya ''diyalektik'' adı verilen
ikinci bir mantık sistemine göre bilgi kuramı açısından:
1)
Zıtların bilgisi tek'tir (A, A-olmayana eşittir).
2) Her şey (A), karşıtına {A-olmayana) eşittir.
3) A
ile A-olmayan arasında, üçüncü bir A-durumu vardır, ki bu A'nın
oluşu, değişmesi yani tarihidir (Kuçuradi 1974).
Herakleitos, Lao-tse ve Çuang-tzu tarafından önerilen, Hegel
tarafından geliştirilen bu ilkelere göre aklın yalnız işleyişi
değil fakat özdoğası da paradoksaldır. Çünkü, birbirine karşıt
gibi görünen mantık ilkelerinin her ikisi de aynı zamanda akla
uygun gelebilmektedir. Şu kadar ki, biçimsel mantık İlkeleri tüm
bilginin, dil, tarih, mitoloji, coğrafya ve felsefeden oluştuğu
durağan bir dünyada yeterli olduğu halde; bilimin değişme
sorunlarına yöneldiği devingen evrelerde yetersiz kalmıştır.
Aristoteles'in akıl ilkeleri, Euklides geometrisinin öncüllerine
ve teoremlerine bütünüyle elverdiği halde Leİbnİtz ve Newton'un
yeni matematiğine, Galileo ile Newton'un yeni mekaniğine yeterli
olamadı. Çünkü durağan dünyanın zamansızlığına karşı zaman, yeni
gelişen doğa bilimlerinin dördüncü boyutu olmuştu. Başka bir
deyişle olup biten her şey zaman'ın bir işleviydi. Eşya ve olgular
sanki zaman boyutu üzerinde hareket etmekte, yer değiştirmekte
veya değişikliğe uğramaktaydı. Değişmeyen mekan ilişkilerini
inceleyen matematik için biçimsel mantık; zaman boyutunda biçim,
yer ve öz değiştiren olaylar, olgular içinse diyalektik mantık
sanki daha uygundu. Şu kadar ki diyalektik mantık, zamanın
tik-takı durduğunda veya durdurulabildiğinde, durağan dünya için
nasıl geçerli değilse; biçimsel mantık da tarihi olaylar dünyası
için geçerli olamazdı. Çünkü olay ve olguların çoğu A ile
A-olmayan arasında yer alan bir oluş veya değişme süreci
içindeydi. Şu sonuca varılabilir ki, aklın izleyeceği ilkeler
incelenen olayın doğasına uygun olmak zorundadır.
Öyleyse hızla değişen bir evreni anlayabilmek için diyalektik
kurallara göre akıl yürütmek zorundayız (Sartre 1960). Diyalektik
mantığın sosyal değişmenin hızına ve yönüne koşut olarak ortaya
çıkıp biçimlenişi, yaygınlık ve geçerlik kazanması bir rastlantı
değil kaçınılmaz bir sonuçtur. Carnot ilkesi ve termodinamiğin
yasaları, insan aklının biçimsel mantıktan diyalektik mantığa
geçişini simgeler:
Hiç
bir şey yoktan var olmaz; varken yok olmaz; şeyler ancak
biçim değiştirir.
Varlık ya da yokluk, iki doğruluk-değerli mantık sisteminin
kavramlarıdır. İkiden fazla doğruluk-değerli mantık sistemleri
için Bkz.: Hızır (1976:261-76). Carnot İlkesi, çok
doğruluk-değerli mantığa geçişin bir adımıdır.
Ne
var ki, değişken şeylerin ve varlıkların bilgisi yeni bir mantığı
gerektirdiği halde; hemen her dil-kültür sisteminde, görece
durağan bir dünyanın yorumlamasına daha elverişli olan İlkeler ve
bu yolla edinilmiş değerler, tortular (kalıntılar) halinde
varlığını sürdürmektedir. Değişmenin ortaya çıkardığı en çetin
bilgi, tutum ve davranış sorunları üzerinde tartışıp akıl
yürütürken bile bu tortulara sığınırız: ''Bir şey, ya vardır; ya
yoktur'' deriz. Oysa, değişme olayının doğasına uygun olan
diyalektik ilke, varlık ya da yokluk (A, A-olmayan) seçenekleri
değil, bu ikisini birleştirip uzlaştıran oluş ilkesidir; A'nın
A-olmayana; A-olmayanın A'ya dönüşmesi ilkesidir.
Genel olarak bilgi kuramının, özellikle sosyal/kültürel değişme
kuramcılarının karşısına dikilen ve onların çoğu zaman
aşamadıkları lojik güçlük buradadır. Ne sosyal bilimcinin kendisi,
ne onun öğrencisi, ne de bu ikisini ideolojik temeller üzerinde
eleştirip değerlendiren politikacı-yönetici ikilisi, biçimsel
mantığın tortularından bütünüyle arınabilmiştir.
Belki de bilim yapma sürecindeki temel güçlük geometriden
seçilecek bir örnekle daha da somutlaştırılabilir. Euklides
geometrisinin bir dizi belite dayandığını hep biliriz. Birbirinden
kolayca çıkarsanabilen bu öncüller temelde, İspatsız kabul
edilmesi gereken tek bir önermeye dayanır: ''Bir doğruya,
dışındaki bir noktadan tek bir paralel çizilebilir''. Bütün
Euklides geometrisi bu öncülün doğruluğuna dayanır. Bu önerme
geometrinin kurulması için gerekli ve yeterlidir. Çünkü gerisi
akıl yürütme yoluyla kendiliğinden gelir. Oysa, ''Bir doğruya
dışındaki bir noktadan,
1) Birden fazla paralel çizilebilir ya da
2) Hiçbir paralel çizilmez''
sayıltılarından hareket edilirse; sistem olarak, Euklides
geometrisi kadar tutarlı ve geçerli; fakat sonuçları yönünden,
Euklides geometrisine hiç benzemeyen modern geometriler kurulur.
(3) Bu tür geometrilerde bir üçgenin
iç açıları toplamı iki dik açıdan daha büyük ya da küçük
olabilir.
Öyleyse, bilimsel bir çalışmanın sonucu, aklın izleyeceği ilkeler
kadar, her türlü bilgi üretiminde gerekli görünen öncüllere
bağlıdır. İşte, aklın kendi ürünü olan öncüllerden hareket ettiği
ve aklın kendi ilkelerine dayandığı için matematik ''aklın ilmi''
olarak da tanımlanmıştır. Ancak, soyuttan somuta,
düşünülebilen'den gözlenebilen olgulara gidildikçe aklın rolü
azalmakla birlikte, her bilim için ayrı ölçülerde geçerli
kalmaktadır. Çünkü her bilim, amacı gereği olarak somutu
soyutlaştırıp genellemeye; olgu ve varlıkları kav-ramlaştırıp
bilgiye dönüştürmeye çalışır. Bilginin yaşama uygulanması elle
tutulur, gözle görülür olay ve olgulara yol açsa bile; bilginin
kendisi, olay ve olguların insan aklına yansımasından, onunla
birleşip bütünleşmesinden başka bir şey değildir.
METODOLOJİ SORUNU
Bilim-bilgi sürecinin ikinci büyük sorunu, aklın, doğru olduğunu
başlangıçta kabul ettiği ilkelerden yola çıktıktan sonra
izleyeceği yol-yordam ve ya yöntem sorunudur. Klasik mantık, bu
konuda, iki farklı yol değilse bile iki karşıt yön belirlemiştir:
1) Genelin bilgisinden özelin bilgisine doğru tümdengelim;
2) Özel(ler)in bilgisinden genelin bilgisine doğru tümevarım.
Genellikle yanlış olarak iki ayrı yol gibi algılanan bu yönler,
Türk dilinde çok güzel anlatıldığı gibi ayrı yolları değil, fakat
tek bir yol üzerindeki karşıt yönleri belirler. Öyle ki, genelin
bilgisi geçerli ve güvenilir ise, ona dayanılarak özel durumlar
açıklanabilir. Karşıt olarak, özellerin bilgisinden yola çıkılarak
genelin bilgisine de varılabilir. Bilimsel açıklamada birinci
yöntemi; bilim yapar veya kuram ararken genellikle ikinci yönü
izleriz. (4) Sosyal/kültürel değişme
gibi genel Önermelerin güvenilir sayılmadığı ya da tartışmalı
olduğu bir bilgi alanında ise, hem genel bilgiye varmak için
tümevarım; hem de sınanan hipotezlerin açıklamadaki güvenirlik ve
geçerlik sınırlarını saptamak için tümdengelim yönlerini izlemek
zorunda kalırız, öyleyse, bilgi üretme süreci aynı yol üzerinde
fakat karşıt yönlerde hareket eden iki yönlü bir trafik akımına
benzetilebilir (Şekil 2-1). Ancak, bu karşıt yönleri bir ara veya
şerit çizgisiyle birbirinden ayırmakla yöntem trafiğinin kuralları
yeterince saptanmış olmaz; ek kurallara da gerek duyulur.
Şekil 2-1: KAVRAMSAL ve KURAMSAL MODELLERİN KAVŞAĞI
A. YÖNTEM ALANININ DOĞRUSAL ŞEMASI
B. YÖNTEM ALANININ DÖNGÜSEL ŞEMASI
|
Bilgi üretme işi, bireysel olduğu kadar toplumsal bir süreçtir.
İnsanoğlu bir olaylar ve olgular dünyasında yaşıyor. Duyu
organları aracılığıyla çevresinde olup bitenleri gözlemleyip
algılıyor. Algılarına simgesel adlar veriyor. Kavramlar
aracılığıyla benzeyen ve benzemeyen olguları birbirinden ayırıyor;
benzer olguları, daha genel kavramlar altında topluyor,
sınıflıyor; sınıflanmış olgular arasındaki ilişkileri, bu
ilişkilerin geçerlik ve güvenirliğini ölçmeye yarayan hipotezler
öneriyor; doğrulanmış hipotezlere kuram veya yasa adını veriyor.
Yeni durum ve sorunları işte bu kuramlarla açıklıyor. Kuram ve
yasaların işlemediği, geçerliğini yitirdiği yer ve zamanlarda geri
dönüp olguların gözlemlerinden yola çıkarak yem hipotezleri
deniyor, bunlardan yararlanıp daha geçerli, daha güvenilir kuram
ve yasalara ulaşmaya çalışıyor. Bu süreç içinde yöntem trafiğinin
somuttan soyuta ve soyuttan somuta doğru, iki yönlü aktığı
görülüyor. Şu farkla ki, somutun bilgisi olaya çok yakın bir akıl
ürünü olduğu halde; soyutun bilgisi, somuttan çok çok uzaklaşmış
bir kurgudur. Eşya ve olgular üzerinde edindiğimiz bilgiler
yardımıyla dile getirilen genel düzenlilikler eşya ve olguların
kendi özünde var olan bazı niteliklerin insan zihnine bir
yansıması olabileceği gibi, bütünüyle aklın bir kurgusu da
olabilir. Sosyal/kültürel olguların kendi özünde evrensel
düzenlilikler (yasalar) olup olmadığını kesinlikle bilemiyoruz.
Fakat ''varmış'' sayıltısından hareket edip böyle bir düzenliliği
bulmaya çalışıyoruz. Kavramsal bir modelden veya örnekten
yararlanma eğilimi yöntembilimin önemli bir sorunu olmuştur.
(5) Soyutu somutlaştırmak ve somutu
soyutlaştırmak gereğini duyan akıl gerektikçe benzetmeler yapar,
uygun ''model''leri kullanır. Biz de yukarda bu tür modellerden
yararlandık; söz gelişi, aklın ilkelerini açıklamaya çalışırken
geometrinin öncüllerinden söz ettik. Bilim sözlüğündeki ''model''
kavramı iki ayrı anlamda kullanılıyor. Birincisi ''özeli
genellemek için denediğimiz akıl yürütmelerinde yararlandığımız
somutlaştırılmış örnekler'' anlamında! Başlangıçta sosyal/kültürel
sistemin ''ne'liğini, nasıl çalıştığını bilmeyen sosyal bilimciler
toplumu bir insan bedenine benzetmişlerdi.
(6) Böyle bir benzetme ''sosyal sistem'' kavramının
gelişmesine yararlı da olmuştur. Ancak benzetme benzetmedir,
olgunun kendisi değildir. Türk atasözü, benzetmenin yararını da
sınırını da çok iyi belirtmiştir:
Benzetmede hata olmaz;
Hatasız benzetme olmaz.
Ne
var ki evrimci ve örgenci kuramlar başvurdukları benzetmelerin
hataları içinde bunalıp kalmışlardır. İnsan doğar, gelişir, ölür.
Oysa, toplum ya da kültür ne tam doğuyor ne de tüm ölüyor; değişme
süreci içinde sonu gelmez bir süreklilik gösteriyor (Nisbet 1972).
Model sözcüğünün İkinci anlamı, incelenen olgunun kendisinden çok
onunla ilgili genel kuramın kavranılmasına, somutlaştırılmasına
yardımcı bir araç veya simgedir. Spencer (lS96) evrimci toplum
kuramını modelleştirmeye çalışırken, toplumsal evrimin, biyolojik
evrimde de geçerli olan ''en güçlünün kalıcılığı'' ilkesiyle
gerçekleştiğini söylemiştir. Son yüzyılın dünya savaşları,
canlılardan esinlenmiş toplum modellerinin canlı-üstü varlık
alanlarındaki geçersizliğini yeterince göstermiştir. Hızla
endüstrileşen evrimci toplumlar, evrimci kuramın öngördüğü gibi,
daha barışçı değil fakat daha savaşçı oldular. Durkheim'ın
''organik'' dayanışma toplumu da ''mekanik'' dayanışma toplumundan
daha barışçı çıkmadı. Öyleyse insan aklının bir bütünleştirme
eğilimi var. Olayla bilgiyi, varlıkla sözcüğü, kavramsal modelle
soyut-genel kuramı birleştirip tek bir bütün olarak kavrıyor.
(7)
Bu
eğilimin yöntem bilimi alanında yarattığı güçlük, bir çizgi
şekille daha iyi anlatılabilir. Bilgiyi üretmek için seçtiğimiz
kavramsal modelle, kuramsal sonucu açıklamak için kullandığımız
model arasındaki iki yönlü trafik yolu, bilgi uzayında kıvrılıp
bir kısır döngüye girer (Şekil 2-1). Varılmak istenen amaçla, bu
amaca varmak için kullanılan kavramsal araç birleşince olgu ile
kuram bütünleşir, bu ikisi arasında ileri-geri çalışan mantık
süreçleri de durur ve donar. Yol-yordam kurallarıyla kullanılan
araçların ve varılan genel önermelerin Gestalt olgusu
(7) içinde bir bütün olarak kavranılması çözümsüz
güçlüklere yol açmıştır. Örnek olarak Durkheim'ın (1895) ''Sosyal
olay ancak sosyal olayla açıklanabilir'' yolundaki yöntem ilkesi
üzerinde durulabilir. Bu ilke, doğru olup olmadığı irdelenecek bir
hipotez mi; geçerliği saptanmış bir kuram mı; yoksa bir yöntem
kuralı mıdır? Çağının ırkçı, psikolojici, coğrafyacı, tarihçi,
ideacı ve maddeci indirgeyicilerine (8)
karşı bilimsel bir tavır almaya çalışan Durkheim (1895), ''Sosyal
olgunun ancak başka bir sosyal olguyla açıklanması'' ilkesini
önermiştir. Bu ilke de ötekiler gibi, kavramsal bir model, olsa
olsa, bir açıklama stratejisidir. Kuramsal bir geçerlik-güvenirlik
kazanabilmesi için bu ilkenin doğru olduğunun saptanması gerekir.
Bu doğrulanmamış hipotezin, İngiliz sosyal antropolojisiyle
Amerikan kültür antropolojisi ve Avrupa sosyolojisi üzerindeki
etkileri inanılmayacak kadar derin olmuştur, İngiliz sosyal
antropologları, bu ilkeye dayanarak, 1950'lere kadar egemen olan
toplumsal-yapısal ve yapısal-işlevsel antropolojilerinde, aslında
kusursuz, eksiksiz sosyal olgular olan kişilik sistemi, ekonomi
politik ve tarih gibi sosyal kültürel öğe ve değişkenlerden uzak
durmaya çalışmışlar, kişilikten, ekonomiden, tarihten sözeden
sosyal bilimcileri, sırasıyla, psikolojizm, ekonomizm ve
tarihsicilik gibi bağışlanmaz kusurlarla suçlamışlardır.
Amerika'daki durum ve tutum da bundan pek farklı olmamıştır.
Kroeber'in (1917) canlı-üstücü kültür kuramı insandan bağımsız ve
insan varlığına onun doğasına ve gereksinmelerine yer vermeyen
soyut bir modeldir. Bu yetersiz model, Malmowski'nin (1944)
işlevci kuramıyle kültür kişilik akımının -yeni Freudçu
psikologların yardımıyla- yeterince anlaşılıp başarıya
ulaşmasından sonra ancak 1950'lerde açıkça eleştirilebilmiş ve
düzeltilmiştir.
İşlevcilik alanında da yöntem ilkeleriyle kuramsal bulgular ve
genellemeler arasında yukardakilerine benzeyen bir özdeşleşme
eğilimi görülür.
Sosyal/kültürel olguların açıklanmasında nedensel ilişkiler
kurmanın güç, üstelik olanak dışı olduğu görüşünden yola çıkan
işlevci sosyal bilimciler (Kroeber 1920:380), bir yöntem ilkesi
olarak, sosyal olguların karşılıklı etkileşim sonucunda birlikte
değiştiği varsayımına dayanan işlevsel açıklama denemelerine
girişmişlerdir. Seçilen strateji gereği değişme olgusunun nedenine
değil de nasıl'ına cevap verebilen bu denemeler, bugün ''işlevci
kuramlar'' olarak bilinmektedir. Oysa, Altıncı Bölüm'de
gösterileceği gibi, İşlevsel yaklaşım değişme olgusunu açıklamaya
yeterli değildir.
Marx'ın (1904) önerdiği ve Marxçıların izlediği tarihi-maddeci ve
diyalektik-maddeci yöntem ilkeleri de değişme ve evrim kuramlarına
damgasını vurmuştur: Maddeci toplum kuramı, çatışmacı değişme
kuramı vb. gibi.
Bu
örneklerden çıkartabileceğimiz sonuçlar vardır. Aklın evrensel
doğru düşünme ilkelerine dayanarak kurduğumuz kavramsal modeller
kuram düzeyinde varılacak sonuçlan yakından etkilemekte hatta
önceden belirlemektedir. Böyle bir ilişkinin -Durkheim
sosyolojisinde görüldüğü gibi- ideolojik gerekçeleri olabileceği
gibi sosyal bilim alanında çalışanların Gestalt'ından ileri
geldiğini saptayabileceğimiz psikolojik nedenleri olabilir (Şekil
2-1). İlerde, bu sorun üzerinde daha ayrıntılı olarak
durulacaktır. (Bkz: § 44,64,66).
Dipnotlar:
1)
Batı
uygarlığının sorunlarından kaçıp Tahiti adasının yerli kültürüne
sığman sanatçı Gauguin'in bu adada yaptığı bir tablosuna verdiği
ad; ''Kimiz, nereden gelmiş nereye gideriz?''
2) Sokrates'e atfedilen ünlü yanıt.
3) Lobaçevski ve Riemann geometrileri gibi.
4) Bilim ve sanat alanlarındaki yaratıcı davranışın
psikolojisi üzerinde çalışan Koestler'e (1964) göre, yaratıcıların
çoğu hangi yol veya yönden sonuca vardıklarını kesinlikle
bilemiyor, açıklayamıyorlar. Koestler, yaratıcı çabaların
bilinçli bir yön veya yöntem izlemediği ve bilinçaltı bir süreç
olabileceği sonucuna varıyor.
5) Fromm (1973:1970) şu yerinde uyarıyı yapıyor:
''Sakınılacak en büyük çıkmazlardan birisi, olaylarla onların
yerini tutan sözcükleri birbirine karıştırmaktır.'' Hızır da
(1976:53) şu gözleme yer veriyor; ''Filozof çok kere aldanıyor,
yahut da sözcüklerle aldatıyor.''
6) Bu konuda Bkz: Güvenç (1974: 84-5).
7) Psikolojide ''Gestalt'' olarak bilinen olgu ve Gestalt
psikolojisinin konusu olan ''bütünsel algılama'' Kavramlar Eki'nde
(§ 96-4'te) açıklanmaktadır.
8) ''İndirgeyiciler,'' sosyal olayı, evrim ya da değişmeyi
çok önemli saydıkları tek bir nedenle açıklamayı deneyenlere
verilen küçültücü ad. |