...................
SORULAR ve SORUNLAR
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç
SOSYAL ve KÜLTÜREL DEĞİŞME
Hacettepe Üniveriste Yayınları 1976
                         
...................
 
...................

Sürüp gidenler doruğu aşıp olgunlaşınca, her bir şeyin doğasını anlamaya başlarız. 
Aristoteles


 
GİRİŞ

Biyolojik ve sosyal/kültürel bir varlık olan insanoğlu, içinde yaşadığı olaylar ve çevresinde olup bitenler karşısında, ''Ne, neden ve nasıl?'' gibi genel sorular soruyor. Soruyor; çünkü bilmek, anlamak istiyor. Sadece meraklı olduğu, öğrenme tutkusunu gidermek için değil de; çevresine, üzerinde yaşadığı evrene, giderek kendisine egemen olabilmek için! Bu çabalarına, dar anlamda eğitim-öğretim; konu ve içeriği açısından yaşam, her ikisine birden bilim süreci adını veriyor.

İnsanı öteki varlıklardan ayıran öğrenme yetisine akıl (logos) düşünce, bilinç ve zeka gibi adlar verilmiş. Kendi aklının ne'liği sorusuna metafizikle cevap veremeyen çağdaş insan, öğrenme sürecinin nasıl işlediğini araştıran psikolojinin deneysel ve fizyolojik dallarına yönelmek zorunda kaldı. Aklın ''ne'liği'', ''doğasının ne olduğu'' soruları bilimsel düzeyde yanıtlanmış değil! Ancak insanoğlunun 1 neden soru sorduğu; 2 bu sorulara nasıl veya hangi yollardan yaklaştığı, yanıtlarında hangi sıra ve aşamaları izlediği, kısaca, aklın olay ve olguları bilgiye nasıl dönüştürdüğü; 3 hangi tür bilgilerin hangi toplumlarda daha geçerli olduğu -bilgi sosyolojisinin de yardımıyla- bir ölçüde bilinebiliyor (Armağan 1974).

İnsanoğlu soruyor; çünkü tek tek olay ve olguları tanımlamakla, sınıflayıp kavramlaştırmakla yetinmiyor. Varlıklar, olaylar ve olgular arasındaki çeşitli ilişkilerin gereklilik, yeterlilik, zorunluluk ya da olasılık derecelerini saptamak, anlamak istiyor. Bu çabasına ''bilimsel açıklama'' adını veriyor. Açıklama, onun sadece bilme-öğrenme tutkusunu doyurmakla kalmıyor; fakat aynı zamanda, doğa üzerindeki egemenlik sınırlarını da genişletiyor. Maddenin içinde saklı olan enerjinin büyüklüğünü hesaplamakla yetinmiyor insan; bu enerjiyi -savaşta ve barışta- kullanmak istiyor. Ne var ki, uygar insan egemenlik sınırlarını genişletmekle bir yere de varamıyor; yakın gelecekte varamayacağını da biliyor. Her başarısı, onu, yeni ve belki de daha büyük sorunlarla karşı karşıya getiriyor. Başlangıcı ve sonu bilinmeyen bu serüvenin (1) geriye dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu seziyor; değişen yaşamını bir yazgı gibi kabulleniyor insan. ''Uygarlık''tan sorumlu olan akıl, bu serüvende yararlandığı araç ve gereçlerle sorduğu sorulara aldığı cevapla­ra, bunların tutarlılığına, İzlediği yol yordam ve sıraya, olgu ile bilginin uy­gunluğa kavramlarına kendi adından türettiği ''lojik'' alanı adını veriyor. Ve de, olaylarla bilgiler arasındaki köprüyü kurmak için gerekli kural ve ilkeleri belli başlı sekiz alanda topluyor (Tablo 2-1).

Belli bir amaçla -Tablo 2-1'de- girişilen böyle bir sınıflama, kuşkusuz, her türlü eleştiriye açıktır. Çünkü, Öteki bilim-bilgi dallarında olduğu gibi, bu alanın da sınırları kesenkes çizilmiş değildir. Ayrıca birinciden (basitten) sonuncuya (karmaşığa) doğru giden yoldaki her bilgi ya da lojik alanı bir öncekini içine alıyor gibi görünür. Daha doğrusu, bütün bu alan­ların ortak paydası akıl olduğu İçin, olgularla kavramlar arasındaki köprüyü kurmaya çalışan insan aklı bu bilgi alanlarıyla çok yönlü bir etkileşim içinde bulunuyor.

Belirtilmiş amacımız bilim felsefesi yapmak olmadığı halde, olgulardan yola çıkıp bilim felsefesine ve ontolojiye kadar uzanan bilgi alanlarından söz ettik. Sosyal/kültürel değişme kuramları -bilgi olgusuyla bilim süreciyle o kadar yakından ilgilidir ki- aklın nasıl işlediği, bilginin ne olduğu, bilimsel açıklamanın kuramla ilişkileri sorup araştırılmadan gereğince anlaşılıp değerlendirilemez.

Bu gerekçelerle aşağıdaki iki hipotez İrdelenebilir:

(1) Sosyal/kültürel değişme kuramlarının temel geçerlik sorunu, olguların kendi niteliklerinden değil, olgulara İlişkin bilgi ve kavramlarımızı yeterince açıklığa kavuşturamayışımızdan ileri gelmektedir.

(2) Lojik ve metodolojik sorunları lojistik ilkeler çerçevesinde tartışıp  değerlendirmekle sosyal/kültürel değişme olgusuna ilişkin kuramları daha iyi anlamak; güvenilir bir düzeyde eleştirip değerlendirmek; en azından, böyle bir eleştiriyi, değerlendirmede izlenecek yolu saptamak olanağı vardır.

TABLO 2—1 AKIL VE MANTIKLA İLGİLİ BİLGİ ALANLARI
(Akılla bilgiyi bir araya getiren bilim dalları: Aklın bilgisi ve bilginin mantığı.)

 
 Alanlar Kısa   Tanımlar
.............

 Lojik (Mantık)

Aklın temel ilkeleri ve bu ilkelerin bilgisi
.............
 Lojistik Sorun ve çözümlerin matematik doğruluğunun bilgisi
.............
 Metodoloji (Yöntem bilimi) Lojistik sorulara verilecek yanıtlarda izlenecek
yol-yordam bilgisi
.............
 Fenomenoloji Görülen, gözlemlenen olguların bilgisi
.............
 Taksoloji (Sınıflama) Olgu ve varlıklara ilişkin verilerin sınıflanması bilgisi
.............
 Etiyoloji (Neden bilimi) Olayların nedenlerinin bilgisi
..........................
 Epistemoloji Bilgi sorunlarının bilgisi
.............
 Ontoloji Salt varlıkların bilgisi

Yukarıdaki hipotezleri açıklığa kavuşturmak amacıyla, aşağıda, bilgi sorununun, lojik, metodolojik ve lojistik boyutları üzerinde daha ayrıntılı olarak durulmaktadır.


LOJİK SORUNU

Şüpheci akıl kendisine soruyor: ''Ne biliyorum, nasıl biliyorum; bilip önerdiklerimin doğruluğundan nasıl emin olabiliyorum?'' Bu tür soruların güçlüğü karşısında akıl anlamsız cevaplar da vermiştir. Söz gelişi, ''Bildiğim tek bir şey varsa; o da biç bir şey bilmediğimdir!'' (2) Cevap, anlam bilimi açısından şaşırtıcıdır; çünkü, hiç bir şey bilmediğini doğrulayan akıl, en azından bilmediğinin bilincinde olduğunu, yani bir şeyi bildiğini dile getirmiştir. Mitolojik bilgilerin gelişmiş, etnik bilgilerin ve felsefenin ise gelişme çağında bulunduğu bir dönemde yanıtlanan bu tür sorular, inanca değil de, şüpheye dayanan bilimsel bilginin başlangıcı olarak kabul edilebilir.

Neyi, nasıl bildiğimiz sorularına kendi ölçüsünde yanıtlar veren filozof Aristoteles, düşünce sağlığının ya da güvenirliğinin ilkelerini ''lojik'' olarak isimlendirmiştir. Bugün ''biçimsel mantık'' adını verdiğimiz bu ilkelere göre, aklın bazı evrensel kuralları veya ölçütleri vardır. Bu kural ve ölçütler, bize, düşünerek vardığımız sonuçların, önermelerimizin doğruluğunu irdelemek olanağını verir, bu amaçla kullanılabilir :

1) Bir şey ne ise odur (A, A'dır).

2) Bir şey hem kendisi hem de kendisinden başka bir şey olamaz
(A, A-olmayan değildir).

3) A ile A-olmayan arasında (A-türünden) üçüncü bir şık (hal) yoktur, olamaz. (Öner 1970).

Aristoteles'in geometrik ve statik dünyasında veya yavaş da olsa değişen bir dünyanın değişmez ya da evrensel bilgilerini araştıran felsefesinde, bu ilkeler belki de yeterliydi. Ancak, hızla değişen bir dünyada biçimsel mantığın bu ilkeleri yanlış değilse bile yetersiz kaldılar. Biçimsel mantık ilkeleriyle çeliştiği için şaşırtıcı görülen, ''paradoksal'' veya ''diyalektik'' adı verilen ikinci bir mantık sistemine göre bilgi kuramı açısından:

1) Zıtların bilgisi tek'tir (A, A-olmayana eşittir).

2) Her şey (A), karşıtına {A-olmayana) eşittir.

3) A ile A-olmayan arasında, üçüncü bir A-durumu vardır, ki bu A'nın oluşu, değişmesi yani tarihidir (Kuçuradi 1974).

Herakleitos, Lao-tse ve Çuang-tzu tarafından önerilen, Hegel tarafından geliştirilen bu ilkelere göre aklın yalnız işleyişi değil fakat özdoğası da paradoksaldır. Çünkü, birbirine karşıt gibi görünen mantık ilkelerinin her ikisi de aynı zamanda akla uygun gelebilmektedir. Şu kadar ki, biçimsel mantık İlkeleri tüm bilginin, dil, tarih, mitoloji, coğrafya ve felsefeden oluş­tuğu durağan bir dünyada yeterli olduğu halde; bilimin değişme sorunlarına yöneldiği devingen evrelerde yetersiz kalmıştır. Aristoteles'in akıl ilkeleri, Euklides geometrisinin öncüllerine ve teoremlerine bütünüyle elverdiği halde Leİbnİtz ve Newton'un yeni matematiğine, Galileo ile Newton'un yeni mekaniğine yeterli olamadı. Çünkü durağan dünyanın zamansızlığına karşı zaman, yeni gelişen doğa bilimlerinin dördüncü boyutu olmuştu. Başka bir deyişle olup biten her şey zaman'ın bir işleviydi. Eşya ve olgular sanki zaman boyutu üzerinde hareket etmekte, yer değiştirmekte veya değişikliğe uğramaktaydı. Değişmeyen mekan ilişkilerini inceleyen matematik için biçimsel mantık; zaman boyutunda biçim, yer ve öz değiştiren olaylar, olgular içinse diyalektik mantık sanki daha uygundu. Şu kadar ki diyalektik mantık, zamanın tik-takı durduğunda veya durdurulabildiğinde, durağan dünya için nasıl geçerli değilse; biçimsel mantık da tarihi olaylar dünyası için geçerli olamazdı. Çünkü olay ve olguların çoğu A ile A-olmayan arasında yer alan bir oluş veya değişme süreci içindeydi. Şu sonuca varılabilir ki, aklın izleyeceği ilkeler incelenen olayın doğasına uygun olmak zorundadır.

Öyleyse hızla değişen bir evreni anlayabilmek için diyalektik kurallara göre akıl yürütmek zorundayız (Sartre 1960). Diyalektik mantığın sosyal değişmenin hızına ve yönüne koşut olarak ortaya çıkıp biçimlenişi, yaygınlık ve geçerlik kazan­ması bir rastlantı değil kaçınılmaz bir sonuçtur. Carnot ilkesi ve termodinamiğin yasaları, insan aklının biçimsel mantıktan diyalektik mantığa geçişini simgeler:

Hiç bir şey yoktan var olmaz; varken yok olmaz; şeyler   ancak   biçim   değiştirir.

Varlık ya da yokluk, iki doğruluk-değerli mantık sisteminin kavramlarıdır. İkiden fazla doğruluk-değerli mantık sistemleri için Bkz.: Hızır (1976:261-76). Carnot İlkesi, çok doğruluk-değerli mantığa geçişin bir adımıdır.

Ne var ki, değişken şeylerin ve varlıkların bilgisi yeni bir mantığı gerektirdiği halde; hemen her dil-kültür sisteminde, görece durağan bir dünyanın yorumlamasına daha elverişli olan İlkeler ve bu yolla edinilmiş değerler, tortular (kalıntılar) halinde varlığını sürdürmektedir. Değişmenin ortaya çıkardığı en çetin bilgi, tutum ve davranış sorunları üzerinde tartışıp akıl yürütürken bile bu tortulara sığınırız: ''Bir şey, ya vardır; ya yoktur'' deriz. Oysa, değişme olayının doğasına uygun olan diyalektik ilke, varlık ya da yokluk (A, A-olmayan) seçenekleri değil, bu ikisini birleştirip uzlaştıran oluş ilkesidir; A'nın A-olmayana; A-olmayanın A'ya dönüşmesi ilkesidir.

Genel olarak bilgi kuramının, özellikle sosyal/kültürel değişme kuramcılarının karşısına dikilen ve onların çoğu zaman aşamadıkları lojik güçlük buradadır. Ne sosyal bilimcinin kendisi, ne onun öğrencisi, ne de bu ikisini ideolojik temeller üzerinde eleştirip değerlendiren politikacı-yönetici ikilisi, biçimsel mantığın tortularından bütünüyle arınabilmiştir.

Belki de bilim yapma sürecindeki temel güçlük geometriden seçilecek bir örnekle daha da somutlaştırılabilir. Euklides geometrisinin bir dizi belite dayandığını hep biliriz. Birbirinden kolayca çıkarsanabilen bu öncüller temelde, İspatsız kabul edilmesi gereken tek bir önermeye dayanır: ''Bir doğruya, dışındaki bir noktadan tek bir paralel çizilebilir''. Bütün Euklides geometrisi bu öncülün doğruluğuna dayanır. Bu önerme geometrinin kurulması için gerekli ve yeterlidir. Çünkü gerisi akıl yürütme yoluyla kendiliğinden gelir. Oysa, ''Bir doğruya dışındaki bir noktadan,

1) Birden fazla paralel çizilebilir ya da
2) Hiçbir paralel çizilmez''

sayıltılarından hareket edilirse; sistem olarak, Euklides geometrisi kadar tutarlı ve geçerli; fakat sonuçları yönünden, Euklides geometrisine hiç benzemeyen modern geometriler kurulur. (3) Bu tür geometrilerde bir üçgenin iç açı­ları toplamı iki dik açıdan daha büyük ya da küçük olabilir.

Öyleyse, bilimsel bir çalışmanın sonucu, aklın izleyeceği ilkeler kadar, her türlü bilgi üretiminde gerekli görünen öncüllere bağlıdır. İşte, aklın kendi ürünü olan öncüllerden hareket ettiği ve aklın kendi ilkelerine dayandığı için matematik ''aklın ilmi'' olarak da tanımlanmıştır. Ancak, soyuttan somuta, düşünülebilen'den gözlenebilen olgulara gidildikçe aklın rolü azalmakla birlikte, her bilim için ayrı ölçülerde geçerli kalmaktadır. Çünkü her bilim, amacı gereği olarak somutu soyutlaştırıp genellemeye; olgu ve varlıkları kav-ramlaştırıp bilgiye dönüştürmeye çalışır. Bilginin yaşama uygulanması elle tutulur, gözle görülür olay ve olgulara yol açsa bile; bilginin kendisi, olay ve olguların insan aklına yansımasından, onunla birleşip bütünleşmesinden başka bir şey değildir.


METODOLOJİ  SORUNU

Bilim-bilgi sürecinin ikinci büyük sorunu, aklın, doğru olduğunu başlan­gıçta kabul ettiği ilkelerden yola çıktıktan sonra izleyeceği yol-yordam ve ya yöntem sorunudur. Klasik mantık, bu konuda, iki farklı yol değilse bile iki karşıt yön belirlemiştir:

1) Genelin bilgisinden özelin bilgisine doğru tümdengelim;
2) Özel(ler)in bilgisinden genelin bilgisine doğru tümevarım.

Genellikle yanlış olarak iki ayrı yol gibi algılanan bu yönler, Türk dilinde çok güzel anlatıldığı gibi ayrı yolları değil, fakat tek bir yol üzerindeki karşıt yönleri belirler. Öyle ki, genelin bilgisi geçerli ve güvenilir ise, ona dayanılarak özel durumlar açıklanabilir. Karşıt olarak, özellerin bilgisinden yola çıkılarak genelin bilgisine de varılabilir. Bilimsel açıklamada birinci yöntemi; bilim yapar veya kuram ararken genellikle ikinci yönü izleriz. (4) Sosyal/kültürel değişme gibi genel Önermelerin güvenilir sayılmadığı ya da tartışmalı olduğu bir bilgi alanında ise, hem genel bilgiye varmak için tümevarım; hem de sınanan hipotezlerin açıklamadaki güvenirlik ve geçerlik sınırlarını saptamak için tümdengelim yönlerini izlemek zorunda kalırız, öyleyse, bilgi üretme süreci aynı yol üzerinde fakat karşıt yönlerde hareket eden iki yönlü bir trafik akımına benzetilebilir (Şekil 2-1). Ancak, bu karşıt yönleri bir ara veya şerit çizgisiyle birbirinden ayırmakla yöntem trafiğinin kuralları yeterince saptanmış olmaz; ek kurallara da gerek duyulur.

Şekil 2-1: KAVRAMSAL ve KURAMSAL MODELLERİN KAVŞAĞI


A. YÖNTEM ALANININ DOĞRUSAL ŞEMASI




B. YÖNTEM ALANININ DÖNGÜSEL ŞEMASI

Bilgi üretme işi, bireysel olduğu kadar toplumsal bir süreçtir. İnsanoğlu bir olaylar ve olgular dünyasında yaşıyor. Duyu organları aracılığıyla çevresinde olup bitenleri gözlemleyip algılıyor. Algılarına simgesel adlar veriyor. Kavramlar aracılığıyla benzeyen ve benzemeyen olguları birbirinden ayırıyor; benzer olguları, daha genel kavramlar altında topluyor, sınıflıyor; sınıflanmış olgular arasındaki ilişkileri, bu ilişkilerin geçerlik ve güvenirliğini ölçmeye yarayan hipotezler öneriyor; doğrulanmış hipotezlere kuram veya yasa adını veriyor. Yeni durum ve sorunları işte bu kuramlarla açıklıyor. Kuram ve yasaların işlemediği, geçerliğini yitirdiği yer ve zamanlarda geri dönüp olguların gözlemlerinden yola çıkarak yem hipotezleri deniyor, bunlardan yararlanıp daha geçerli, daha güvenilir kuram ve yasalara ulaşmaya çalışıyor. Bu süreç içinde yöntem trafiğinin somuttan soyuta ve soyuttan somuta doğru, iki yönlü aktığı görülüyor. Şu farkla ki, somutun bilgisi olaya çok yakın bir akıl ürünü olduğu halde; soyutun bilgisi, somuttan çok çok uzaklaşmış bir kurgudur. Eşya ve olgular üzerinde edindiğimiz bilgiler    yardımıyla dile getirilen genel düzenlilikler eşya ve olguların kendi özünde var olan bazı niteliklerin insan zihnine bir yansıması olabileceği gibi, bütünüyle aklın bir kurgusu da olabilir. Sosyal/kültürel olguların kendi özünde evrensel düzenlilikler (yasalar) olup olmadığını kesinlikle bilemiyoruz. Fakat ''varmış'' sayıltısından hareket edip böyle bir düzenliliği bulmaya çalışıyoruz. Kavramsal bir model­den veya örnekten yararlanma eğilimi yöntembilimin önemli bir sorunu olmuştur. (5) Soyutu somutlaştırmak ve somutu soyutlaştırmak gereğini duyan akıl gerektikçe benzetmeler yapar, uygun ''model''leri kullanır. Biz de yukarda bu tür modellerden yararlandık; söz gelişi, aklın ilkelerini açıklama­ya çalışırken geometrinin öncüllerinden söz ettik. Bilim sözlüğündeki ''mo­del'' kavramı iki ayrı anlamda kullanılıyor. Birincisi ''özeli genellemek için denediğimiz akıl yürütmelerinde yararlandığımız somutlaştırılmış örnekler'' anlamında! Başlangıçta sosyal/kültürel sistemin ''ne'liğini, nasıl çalıştığını bilmeyen sosyal bilimciler toplumu bir insan bedenine benzetmişlerdi. (6) Böyle bir benzetme ''sosyal sistem'' kavramının gelişmesine yararlı da olmuştur. Ancak benzetme benzetmedir, olgunun kendisi değildir. Türk atasözü, benzetmenin yararını da sınırını da çok iyi belirtmiştir:

Benzetmede hata olmaz;
Hatasız benzetme olmaz.

Ne var ki evrimci ve örgenci kuramlar başvurdukları benzetmelerin hataları içinde bunalıp kalmışlardır. İnsan doğar, gelişir, ölür. Oysa, toplum ya da kültür ne tam doğuyor ne de tüm ölüyor; değişme süreci içinde sonu gelmez bir süreklilik gösteriyor (Nisbet 1972).

Model sözcüğünün İkinci anlamı, incelenen olgunun kendisinden çok onunla ilgili genel kuramın kavranılmasına, somutlaştırılmasına yardımcı bir araç veya simgedir. Spencer (lS96) evrimci toplum kuramını modelleştirmeye çalışırken, toplumsal evrimin, biyolojik evrimde de geçerli olan ''en güçlü­nün kalıcılığı'' ilkesiyle gerçekleştiğini söylemiştir. Son yüzyılın dünya savaşları, canlılardan esinlenmiş toplum modellerinin canlı-üstü varlık alanlarındaki geçersizliğini yeterince göstermiştir. Hızla endüstrileşen evrimci toplumlar, evrimci kuramın öngördüğü gibi, daha barışçı değil fakat daha savaşçı oldular. Durkheim'ın ''organik'' dayanışma toplumu da ''mekanik'' dayanışma toplumundan daha barışçı çıkmadı. Öyleyse insan aklının bir bütünleştirme eğilimi var. Olayla bilgiyi, varlıkla sözcüğü, kavramsal modelle soyut-genel kuramı birleştirip tek bir bütün olarak kavrıyor. (7)

Bu eğilimin yöntem bilimi alanında yarattığı güçlük, bir çizgi şekille daha iyi anlatılabilir. Bilgiyi üretmek için seçtiğimiz kavramsal modelle, kuramsal sonucu açıklamak için kullandığımız model arasındaki iki yönlü trafik yolu, bilgi uzayında kıvrılıp bir kısır döngüye girer (Şekil 2-1). Varılmak istenen amaçla, bu amaca varmak için kullanılan kavramsal araç birleşince olgu ile kuram bütünleşir, bu ikisi arasında ileri-geri çalışan mantık süreçleri de durur ve donar. Yol-yordam kurallarıyla kullanılan araçların ve varılan genel önermelerin Gestalt olgusu (7) içinde bir bütün olarak kavra­nılması çözümsüz güçlüklere yol açmıştır. Örnek olarak Durkheim'ın (1895) ''Sosyal olay ancak sosyal olayla açıklanabilir'' yolundaki yöntem ilkesi üzerinde durulabilir. Bu ilke, doğru olup olmadığı irdelenecek bir hipotez mi; geçerliği saptanmış bir kuram mı; yoksa bir yöntem kuralı mıdır? Çağının ırkçı, psikolojici, coğrafyacı, tarihçi, ideacı ve maddeci indirgeyicilerine (8) karşı bilimsel bir tavır almaya çalışan Durkheim (1895), ''Sosyal olgunun ancak başka bir sosyal olguyla açıklanması'' ilkesini önermiştir. Bu ilke de ötekiler gibi, kavramsal bir model, olsa olsa, bir açıklama stratejisidir. Kuramsal bir geçerlik-güvenirlik kazanabilmesi için bu ilkenin doğru olduğunun saptanması gerekir. Bu doğrulanmamış hipotezin, İngiliz sosyal antropolojisiyle Amerikan kültür antropolojisi ve Avrupa sosyolojisi üzerindeki etkileri inanılmayacak kadar derin olmuştur, İngiliz sosyal antropologları, bu ilkeye dayanarak, 1950'lere kadar egemen olan toplumsal-yapısal ve yapısal-işlevsel antropolojilerinde, aslında kusursuz, eksiksiz sosyal olgular olan kişilik sistemi, ekonomi politik ve tarih gibi sosyal kültürel öğe ve değişkenlerden uzak durmaya çalışmışlar, kişilikten, ekonomiden, tarihten sözeden sosyal bilimcileri, sırasıyla, psikolojizm, ekonomizm ve tarihsicilik gibi bağışlanmaz kusurlarla suçlamışlardır. Amerika'daki durum ve tutum da bundan pek farklı olmamıştır. Kroeber'in (1917) canlı-üstücü kültür kuramı insandan bağımsız ve insan varlığına onun doğasına ve gereksinmelerine yer vermeyen soyut bir modeldir. Bu yetersiz model, Malmowski'nin (1944) işlevci kuramıyle kültür kişilik akımının -yeni Freudçu psikologların yardımıyla- yeterince anlaşılıp başarıya ulaşmasından sonra ancak 1950'lerde açıkça eleştirilebilmiş ve düzeltilmiştir.

İşlevcilik alanında da yöntem ilkeleriyle kuramsal bulgular ve genelle­meler arasında yukardakilerine benzeyen bir özdeşleşme eğilimi görülür.

Sosyal/kültürel olguların açıklanmasında nedensel ilişkiler kurmanın güç, üstelik olanak dışı olduğu görüşünden yola çıkan işlevci sosyal bilimciler (Kroeber 1920:380), bir yöntem ilkesi olarak, sosyal olguların karşılıklı etkileşim sonucunda birlikte değiştiği varsayımına dayanan işlevsel açıklama denemelerine girişmişlerdir. Seçilen strateji gereği değişme olgusunun nedenine değil de nasıl'ına cevap verebilen bu denemeler, bugün ''işlevci kuramlar'' olarak bilinmektedir. Oysa, Altıncı Bölüm'de gösterileceği gibi, İşlevsel yaklaşım değişme olgusunu açıklamaya yeterli değildir.

Marx'ın (1904) önerdiği ve Marxçıların izlediği tarihi-maddeci ve diyalektik-maddeci yöntem ilkeleri de değişme ve evrim kuramlarına damgasını vurmuştur: Maddeci toplum kuramı, çatışmacı değişme kuramı vb. gibi.

Bu örneklerden çıkartabileceğimiz sonuçlar vardır. Aklın evrensel doğru düşünme ilkelerine dayanarak kurduğumuz kavramsal modeller kuram düzeyinde varılacak sonuçlan yakından etkilemekte hatta önceden belirlemektedir. Böyle bir ilişkinin -Durkheim sosyolojisinde görüldüğü gibi- ideolojik gerekçeleri olabileceği gibi sosyal bilim alanında çalışanların Gestalt'ından ileri geldiğini saptayabileceğimiz psikolojik nedenleri olabilir (Şekil 2-1). İlerde, bu sorun üzerinde daha ayrıntılı olarak durulacaktır. (Bkz: § 44,64,66).



Dipnotlar:

1)
Batı uygarlığının sorunlarından kaçıp Tahiti adasının yerli kültürüne sığman sanatçı Gauguin'in bu adada yaptığı bir tablosuna verdiği ad; ''Ki­miz, nereden gelmiş nereye gideriz?''
2) Sokrates'e atfedilen ünlü yanıt.
3) Lobaçevski ve Riemann geometrileri gibi.
4) Bilim ve sanat alanlarındaki yaratıcı davranışın psikolojisi üzerinde çalışan Koestler'e (1964) göre, yaratıcıların çoğu hangi yol veya yönden sonu­ca vardıklarını kesinlikle bilemiyor, açıklayamıyorlar. Koestler, yaratıcı çaba­ların bilinçli bir yön veya yöntem izlemediği ve bilinçaltı bir süreç olabileceği sonucuna varıyor.
5) Fromm (1973:1970) şu yerinde uyarıyı yapıyor: ''Sakınılacak en büyük çıkmazlardan birisi, olaylarla onların yerini tutan sözcükleri birbirine karıştır­maktır.'' Hızır da (1976:53) şu gözleme yer veriyor; ''Filozof çok kere aldanıyor, yahut da sözcüklerle aldatıyor.''
6) Bu konuda Bkz: Güvenç (1974: 84-5).
7) Psikolojide ''Gestalt'' olarak bilinen olgu ve Gestalt psikolojisinin konusu olan ''bütünsel algılama'' Kavramlar Eki'nde (§ 96-4'te) açıklanmaktadır.
8) ''İndirgeyiciler,'' sosyal olayı, evrim ya da değişmeyi çok önemli saydık­ları tek bir nedenle açıklamayı deneyenlere verilen küçültücü ad.

 

1      2