Düzen; olgular dünyasının değil, insan aklının bir ürünüdür. A. Einstein
(1940)
30. KAVRAMSAL TOPLUM MODELLERİ
''Ne(ler) değişiyor?'' ya da ''değişen(ler)in ne'liği?'' sosyal
bilimcinin karşılaştığı ve ondan yanıt bekleyen en çetin
sorulardan birisi olmuştur. Tarih ve felsefe geleneğinde yetişmiş
sosyal bilimciler, kısaca, ''uygarlık değişiyor'' diyorlar.
Endüstri devrimini geride bırakmış ya da onun sorunları içinde
bunalan çağdaş ulusların sosyal bilimcileriyse toplumun ve
toplumu oluşturan ''kurum ve öğelerin değişmesi''nden söz
ediyorlar. Batılı çağdaş ve ''uygar'' toplumlara göre, özellikle,
teknik veya bilimsel alanlarda geri kaldıkları için ''ilkel''
olarak nitelendirilen küçük ve yazı dilinden yoksun toplulukları
inceleyen antropologlar kültürlerin veya yapıların değişmesi
üzerinde duruyorlar.(1) Toplum ve
kültür olguları arasında önemli veya anlamlı bir fark gözetmeyen
ya da yapılan ayırımları zorlanmış çabalar olarak yorumlayan
bütüncü sistematikçiler ''sosyal/kültürel sistemlerin
değişmesine'' ağırlık vermişlerdir. En işlemsel yaklaşımla
''sosyal bilim, sosyal bilimcilerin yaptığı iş, ilgilendiği ve
incelediği bilgi alanı'' olarak tanımlanabilirse, üç ayrı bilim
geleneği değişme olgusunu üç farklı düzeyde ele alıp inceleme
eğiliminde görülmüştür
(Tablo
3-1).
TABLO 3-1
DEĞİŞME OLGUSUNUN KAVRAMSAL BİRİMLERİ BİRİMLERİN ALT VE ÜST
KATLARI
Birim Düzeyleri |
Sosyoloji |
Sistanatik Sosyalbilim |
Antropoloji |
Birimin Üst Katları |
Canlı Üstü Sistemler |
Canlı üstü'' (Uygarlık) Sistemleri |
Canlı Üstü
Kültür Alanı
ve Çemberleri |
"Birim" |
"Çağdaş" Toplumlar |
Sosyal/Kültürel Sistem: SKS |
"İlkel"
"Kültürler"' |
Birimin Alt Katları |
Kurumlar, Yapılar, işlevler |
SKS'in Kurum ve Öğeleri |
Alt-Kültür
Kurumlar, Kişilik Sistemi, Süreçler |
Tablo 3-1'deki mavi bölümdekiler sosyal/kültürel değişmeyi
inceleyen sosyal bilimcilerin en sık kullandığı toplum,
sosyal/kültürel sistem ve kültür gibi üç kavramı ve bu kavramlarla
çok yakından ilgili üç düzeyi, sırasıyla, uygarlık, sosyal
/kültürel sistem ve kurumları (2)
içine almaktadır.
Sosyal/kültürel değişme süreciyle ilgili evrensel bir kavram varsa
ya da gerekliyse onun ''sosyal/kültürel sistem'' kavramı olduğu
ileri sürülebilir. Bu kavram sosyologların kullandığı toplum ile,
antropologların beğendiği kültürü ve sistematikçilerin önerdiği
sistem kavramını içermektedir.(3)
''Sosyal/kültürel sistem'' kavramı, öte yandan, toplum ya
da kültür olgularını oluşturan daha alt düzeydeki kurum ve
öğelerle toplum ve kültürlerden oluşan ve uygarlık adı verilen
daha üst sistemler arasında ortalama bir yer tutmakta; bir birim
niteliği taşımaktadır. Gerçekten de toplum ve kültür gibi yan
türleri, kurum ve uygarlık gibi alt ve üst katları olan bu kavram
sosyal/kültürel değişmenin temel ölçüsü ya da ölçü birimi olarak
kullanılagelmiştir.
Öyle
ki ''ne(ler) değişiyor?'' ya da ''değişen(ler) ne(ler)dir?''
sorusuna çağdaş sosyal bilimcinin verdiği cevapların bu kavram
çevresinde toplandığı söylenebilir : Sosyal/kültürel sistemler
değişiyor; ya da değişenler sosyal/kültürel sistemlerdir! Ancak
sistemler değişiyor yanıtı da tek başına yeterli değildir; çünkü
sistemin nelerden oluşan, nasıl işleyen bir varlık alanı olduğu
sorusunun açıklanması gerekir.
''SİSTEM'' KAVRAMI
''Sistem'' kavramı, değişen şeyin birbirleriyle ilişkili çok
sayıda öğelerden oluşan karmaşık bir bütün olduğunu akla getirir;
fakat bu bütünün nelerden oluştuğu, nasıl bir bütün olduğu,
parçaların birbirleriyle ve sistemin bütünüyle olan ilişkileri
konusunda bilgi vermez. Sözlükler, eski Yunanca ve Latince kökenli
olup modern dillerin çoğuna girmiş bulunan bu kavramı, kısaca,
''örgütlenmiş, düzenli işleyen bir bütün'' olarak tanımlıyor.
Ancak bu tanım da yeterince açıklayıcı değildir. Çünkü bütünün
nasıl örgütlendiğini ne tür bir düzenlilik içinde çalıştığını
belirlemiyor. Söz gelişi, ''eğitim sisteminin bozukluğu''ndan,
''hukuk sisteminin yavaşlığı''ndan, ''yönetim sisteminin
eskimişliği''nden yakındığımız zaman, aslında bir sistem
işlerliğine ve bütünlüğüne sahip olmasını özlediğimiz bu kurum ve
hizmetlerin hiç de düzenli işlemediğini dile getirmiş oluruz.
Fakat yine de işlemeyen bu bütünlerden birer ''sistem'' olarak
sözederiz.
Sistem olguları ve sorunlarıyla ilgilenen bilginler 1950-60
yılları arasında büyük bir yandaş kitlesi toplayan ''Genel
Sistemler Kuramı'' akımının öncüleri oldular. Sistem türlerini
inceleyip sınıfladılar; kurumsal-örgütsel alt sistemlerle
bunlardan oluşan bütünsel sistemler üzerinde çalıştılar (Emery
1972).
Sistem kuramcılarına göre çevresine açık ve kapalı, durağan ve
devingen, kararlı, düzenli ve sürekli değişen sistemler var.
(4) Salt varlık alanlarını bilimsel
yöntem ve verilerle inceleyen yeni ontologlara (Hartmann 1946) ve
ekologlara (Türk, Türk ve Wittes 1972) göreyse evrenimizde canlı,
cansız ve canlı-üstü varlık sistemleri var. (Bilim sözlüklerimiz
fen bilimlerinden gelen inorganik, organik ve süperorganik
kavramlarını, sırasıyla, örgenaltı, örgensel ve örgenüstü
terimleriyle karşılamaya çalışıyorlar. Ancak, canlı, cansız ve
canlı-üstü sözcüklerinin daha Türkçe ve açıklayıcı olduğunu
sanıyorum.) ''Sosyal/kültürel sistemin ne tür ya da nasıl işleyen
bir sistem olduğu?'' sorusunu cevaplayabilmek için sosyal
bilimcilerin ilgisini çeken ve üzerinde çalışıp araştırma yaptığı
konuları hatırlamak yararlı olacaktır.
32. DEĞİŞMENİN BOYUTLARI
Sosyal bilimcilerin son iki yüzyıl boyunca üzerinde çalıştığı
temel kurumlar ve ana sorunlar sosyal/kültürel sistemin nelerden
oluştuğu konusunda zengin bir kaynaktır. Seçilmiş örnekler:
-
''Toplumsal rol ve statülerdeki değişmeler''
(Millar 1771)
-
''Toplumların ekonomik varlığındaki değişmeler''
(Adam
Smith 1776)
- ''Nüfus artış hızındaki değişmeler''
(Marx
1859)
- ''İnsan aklının olaylara bakış açısındaki değişmeler''
(Comte
1803)
- ''Akıl (mantık) ilkelerinin değişmesi''
(Hegel
1830)
- ''Üretim ilişkilerinin değişmesi''
(Marx
1859)
- ''Aile ve soy sop ilişkilerinin değişmesi''
(Bachofen
1861, McLennan 1865, Morgan 1870)
- ''İnsan genetiğinin değişmesi''
(Danvin,
Wallace, Huxley 1870)
-
''Dini kurum ve simgelerin değişmesi''
(Tylor
1871, Durkheim 1912)
- ''Toplumsal birliği sağlayan dayanışma ilkesinin değişmesi''
(Tönnies 1887, Durkheim 1983)
- ''Gelenek ve göreneklerin (törelerin) değişmesi''
(Frazer
1890, Sumner 1906)
- ''Teknolojinin, üretimde kullanılan araç ve gereçlerin
değişmesi''
(Childe 1936, 1951)
- ''Eğitim amaçlarının ve felsefesinin değişmesi''
(Dewey 1916 ve 1938, Whitehead 1919)
- ''Toplum-Pazar ilişkilerinin değişmesi''
(Polanyi
1944)
- ''Kişilik sistemlerinin değişmesi''
(Freud
1928, Benedict 1934, Mead 1935, Fromm 1963)
- ''Yerleşme büyüklüklerinin değişmesi''
(Mumford
1940, Steward 1948)
- ''Sanat akımlarındaki değişmeler''
(Kroeber
1944)
- ''Enerji üretim-tüketim düzeyindeki değişmeler''
(White
1948, 1959)
- ''Çocuk bakımındaki kural ve uygulamaların değişmesi''
(Whiting
ve Child 1951)
- ''Cinsel yaşamla ilgili değer, tutum ve davranışların
değişmesi''
(Reich
1974)
- ''Kitle iletişim sistemlerinin değişmesi''
(McLuhan 1964)
- ''Konut biçimlerinin değişmesi''
(Rapaport
1967)
- ''Dillerin değişmesi''
(Greenberg
1968)
- ''Çevrenin kirlenerek değişmesi''
(Türk, Türk ve Wittes 1972)
Ünlü yazar ve kuramcılardan yapılan yukarıdaki derleme, sınırlı ve
eksik
olmakla birlikte ana öğelerin değiştiğini ortaya koymakta,
sosyal/kültürel sistemin nelerden oluştuğu konusunda genel bir
fikir vermektedir. Öyle ki ''nelerin değiştiği?'' sorusu yerine,
belki de, ''nelerin değişmediği?'' sorusunu cevaplamak daha kolay
olabilirdi.
33. İNSANIN DOĞASI DA DEĞİŞİYOR MU?
Son iki yüzyılın beşeri bilim ve felsefe yazılarında özellikle
değişmezliğinden söz edilen tek öğe ''insanın doğası'' olmuştur.
Örnek olarak Hume (1958, 1974:XIV-XV), ''İnsan tabiatının bütün
zaman ve yerlerde değişmez olduğu''nu kabul ediyor ve, ''Fontenelle
ile birlikte, kırlardaki kavak ve meşe ağaçları bundan üçbin sene
evvelkilerine nasıl benziyorlarsa, zamanın Fransızlarıyle
İngilizlerinin de, antikitenin Yunanlı ve Latinlerine öyle
benzediklerine kanidir.''
Hume'un ilk yayımlanışından beri iyi anlaşılamamış ve büyük
tepkilerle karşılanmış olan bu görüşü Kant'ı, kendi deyişiyle,
''dogmatik uykusundan uyandırdığı'' gibi yüzyıl kadar sonra, Alman
etnoloji okulunda yeniden destek buldu. Bastian (1860) birbirinden
çok uzak ülkelerdeki dinsel inançların benzerliğine dikkati
çekerek bu benzerlikleri bütün insanlarda ortak olduğuna inandığı
psikolojik (ruhsal, moral) niteliklerle açıklamış ve İnsanoğlu'nun
değişmez doğasının bir belgesi olarak yorumlamıştır (Güvenç
1974:15). Oysa Marx (1863:147), Proudhon'a (1849) yönelttiği ünlü
eleştiride, ''Tüm tarihin insan doğasının değişmesinden başka bir
şey olmadığı'' tezini savunmuştur. Son yüzyılın çözümleyici
psikolojisi ve psikiyatrisi de, özellikle Freud'dan bu yana, insan
doğasının değişebilirliği üzerinde durmuştur. Çağdaş psikolojinin
kişilik (karakter) adını verdiği davranışlar ve onların ardındaki
itici güçler bütünü, yavaş ta olsa değişebilen bir biyolojik
varlığı yoğurup biçimlendiren sosyal/kültürel sistemin bir ürünü
olarak görülmüştür. Psikolojik varlık alanının bu yöndeki
açıklamasına göre kültür-kişilik sistemi ve bu sistem içindeki
bireysel ayrılıklar bireylerin içinde doğup büyüdüğü
sosyal/kültürel ortamın bir işi, türevidir.
Çağdaş sosyal bilimci, şüphesiz ki, insan aklını Locke'un (1699)
önerdiği kadar plastik (yumuşak, biçim alabilen) bir ''balmumu'' (tabula
rasa) veya içine her ne konursa saklayan ''boş bir çekmece''
olarak görmüyor; fakat, sosyalizasyon vb süreçlerin bireyin
kişilik gelişmesindeki etki ve izlerini de yadsımıyor (Fenichel
1955, Güvenç 1974:23-6). Amerika'da başlayan ve Mead'in (1935)
saha çalışmasıyla yaygınlık kazanan kültür-kişilik akımının temel
varsayımı ve öğretisi budur. Psikolojik antropoloji de, insanın
değişmez doğasını araştırmak yerine, insan kişiliğinin biçim
alıcılığını ve giderek sistemi nasıl etkilediğini incelemektedir.
Kültür-kişilik akımının öncülerine göre insan, deneysel
psikologların geliştirdiği uyarı-tepki (5) tekniğiyle
araştırılabilecek bir varlık alanı değildir. İnsan davranışlarının
arkasındaki belirleyici güç dıştan gelen uyarıcılar değil insanın
kişiliğidir. İnsanoğlu böyle bir gücü kazanmak üzere dünyaya gelir
ve yaşamıyla onu elde eder. Kişilik, Şekil 3-1'de görüldüğü gibi
sistemin maddesel altyapı değişkenleriyle, ideolojik üstyapı
değişkenleri arasındaki bir köprü gibi çalışır. Kişilik kavramı,
Durkheimcı sosyologların sandığı, Marxcı sosyologların eleştirdiği
gibi, sistemi açıklamak için değil de, sistemdeki değişmeyi
açıklamak -daha doğrusu- altyapının üstyapıyı hangi yolla
belirlediğini incelemek için kullanılır. Temel kişiliğin oluşma ve
gelişmesinde etkin olan öğeler değişmeye başlayınca kişilik
sisteminin de değişeceği kabul edilmektedir.
(6)
ŞEKİL 3-1. KÜLTÜR-KİŞİLİK ALANI VE
İLİŞKİLERİ :
(A)
Whiting'e (1966) göre; (B) Fromm'a (1963) göre.
|
|
A) WHITING (1966) MODELİ |
|
|
|
B. FROMM (1963) MODELİ |
Eğitimci John Dewey (1946) insan varlığının değişmez gibi görünen
gereksinmelerini, içgüdülerini, değişebilen kişilik
niteliklerinden ayırarak ''insan doğasının değiştiği'' sonucuna
varmaktadır. Bütün bu araştırmalar ve tartışmalar arasında,
İnsanoğlu'nun gerçekten değişmez gibi görünen biricik niteliği
belki de onun kültür yaratma yeteneğidir ki konumuz ve sorunumuz
işte o kültürün değişmesi olduğuna göre sosyal/kültürel sistemi
oluşturan kurum ve öğeler arasında değişmeyen -ya da ''değişmez''
diye nitelendirebileceğimiz- tek bir öğe kalmıyor demektir.
''Doğa'' sözcüğünü zamanla değişmeyen, kalıcı, belli bir varlığı
ötekilerden ayırıcı nitelikler bütünü olarak anlarsak,
İnsanoğlu'nun değişmez doğasının değişme olduğu sonucuna
varabiliriz. Bu sonuç oldukça şaşırtıcıdır. Ancak, ya onu
benimsemek ya da İnsanoğlu'nu öteki varlıklardan ayıran nitelikler
bulunmadığını savunmak zorundayız. Yeni kültürler yaratması ve
kendi yarattığı kültürlere uyum sağlaması İnsanoğlu'nun temel
doğası olarak kabul edilebilir.
34. SİSTEMİN ÖĞELERİ
Yukarıdaki veriler sosyal/kültürel sistemin ana değişkenlerini
genel çizgileriyle belirlemektedir. Sosyal/kültürel sistem:
1) ''İnsan'' dediğimiz birey, grup ve nüfus birliklerinden,
2) ''Aile'' ve akrabalık (soysop) adını verdiğimiz öbek ve
kurumlardan,
3) ''Eğitim'' adını verdiğimiz, bireylere kişiliğini
kazandıran yaşantı ve süreçlerden,
4) ''Töre'' dediğimiz eski fakat sürekli olarak
yenilenebilen gelenek ve göreneklerden,
5) ''Teknolojik adını verdiğimiz biyolojik ve
sosyal/kültürel gereksinmelerimizi karşılayan araç gereçlerle
onlara ilişkin bilgilerden,
6) ''Üretim-tüketim'' ilişkileri adını verdiğimiz, ekonomik
ve politik kurum ve etkinliklerden,
7) ''Yönetim, hukuk'' veya kısaca ''devlet'' adını
verdiğimiz ve sistemin düzenli işleyişini sağlamak ve varlığını
korumakla görevli kurum ve etkinliklerden,
8) ''Bilim, din ve felsefe'' adım verdiğimiz ve sistemin
nasıl kurulup işlediğini veya nasıl işlemesi gerektiğini
açıklamaya çalışan kurum ve etkinliklerden,
9) ''Sanat'' adını verdiğimiz yaratıcı, yorumlayıcı ve
eleştirici ürün ve etkinliklerden,
10) ''Dil'' adını verdiğimiz ve sistemi oluşturan bireyler,
kurumlar ve örgütler arasındaki ilgi, ilişki ve etkileşimleri
sağlayan iletişim ya da bildirişim ortamlarından,
11) ''Kişilik-karakter'' dediğimiz, sistemin biçim verdiği
ve sisteme biçim veren biyolojik/kültürel/sosyal bir alt sistemden
oluşuyor. Ancak, sistemin var olabilmesi, varlığını sürdürebilmesi
için yukarda sayılanlara ek olarak :
12) Her sosyal/kültürel sistem, kısaca ''doğal çevre'' adım
verdiğimiz canlı ve cansız varlıklardan oluşan, sınırlı fakat
devingen bir mekan (dünya, arz parçası) üzerinde yaşamakta ve bu
yeri yurdu, öteki canlı varlıklarla paylaşmakta ve onlardan
yararlanmaktadır. Öyleyse doğal çevre, sosyal/kültürel sistemin
ayrılmaz, vazgeçilmez bir öğesidir (Türk, Türk ve Wittes 1972).
13) Her sistem ayrıca, canlı ve cansız varlık alanlarından
yararlanmada, kendisi gibi fakat başka bir yeri yurdu olan öteki
canlı-üstü sistemlerle alışveriş, etkileşim ve yarışma (barış,
savaş ya da bu iki durumu birbirinden ayıran ateşkes) ilişkileri
içinde bulunmaktadır. Ekoloji adı verilen ve canlı, cansız ve
canlı-üstü varlık alanları arasındaki karşılıklı etki ve
etkileşimleri inceleyen bilim dalının bulgularına göre adı geçen
denge ve dengesizlik koşulları sürekli olarak değişmekte,
bozulmakta ve yeniden kurulmaktadır. Öyleyse, sosyal/kültürel
sistemlerin birbirleriyle olan ilişkilerini de sistemin bir boyutu
olarak dikkate almak gerekir.
ŞEKİL 3-2. SOSYAL/KÜLTÜREL SİSTEMİN KAVRAMSAL BİR MODELİ.
Kaynak: GÜVENÇ 1974.
Burada özetle tanımlanmaya çalışılan sosyal/kültürel sistem
olgusunun kavramsal bir modeli daha önce de denenmiş ve
geliştirilmişti
(Şekil
3-2).
35. SİSTEMİN BOYUTLARI VE VARLIK KOŞULLARI.
Kimi
sosyal bilimciler tarafından ''canlı-üstü'' diye adlandırılan
sosyal/kültürel sistemin temel boyutları böylece ortaya çıkmış
oluyor. Sosyal/kültürel sistem canlı, cansız ve canlı-üstü varlık
alanlarından oluşan bir ''üst sistem''dir. Böyle bir üst sistemin
değişken kurum ve öğeleri arasındaki ilişkilerin tanımına geçmeden
önce, sistemin varlık koşulları ve bu koşulları belirleyen varlık
boyutları arasındaki bağımlılıkları saptamakta yarar vardır.
Burada -Spencer'in (1896) cansızlardan canlılara ve onlardan
canlı-üstü varlık alanına doğru uzanan evrim çizgisini izlemek
yerine- İnsanoğlu'nun ''evren'' olarak algıladığı olgular bütününü
özgül varlık alanlarına indirgemeye çalışacağız.
Çağdaş varlık bilimcilerinden Hartmann'a (1946) göre,
İnsanoğlu'nun algıladığı evrendeki tüm varlık (olay, olgu ve
fenomen) türleri üç başlık altında toplanabilir (Şekil 3-3).
Mendeleyeff Tablosu'nda yer alan tüm elementler ve bu elementler
arasındaki türlü ilişkiler (alaşımlar ve bileşimler) cansız
varlıklar alanını oluşturmaktadır. Böyle bir alanın varlığı canlı
varlıklar için gerekliyse de yeterli değildir.
ŞEKİL
3-3. VARLIK ALANLARI VE BİLİMLERİ.
Kaynak: HARTMANN 1946.
Ay
yüzeyini inceleyen ve oradan taş örnekleri getiren astronotlar,
dünyadakine çok benzeyen hatta özdeş diyebileceğimiz cansız
varlıklar (elementler) buldular fakat tek bir canlıya
rastlamadılar. Koşut olarak, canlılar dünyası da canlı-üstü bir
varlık alanı olan sosyal/kültürel sistem için gerekli fakat
yeterli değildir. Yeryuvarlak üzerindeki canlı varlıkların tarihi
üç milyar yıl öncesine kadar uzandığı halde, kendi ötesinde
canlı-üstü bir varlık alanı veya kültür yaratabilen canlı varlığın
(Homo sapiens) ortaya çıkışı ancak son bir kaç milyon yılda
gerçekleşmiştir. Gözlemlenen gelişme veya evrim çizgisi şu sırada
olmuştur:
Cansız varlıklar > Canlı varlıklar
>
Canlı-üstü varlık alanı
Ancak, varlık alanları arasındaki ilişkilere canlı üstünün varolma
koşulları açısından bakıldığında, evrendeki ilişkilerin yönü de
değişmektedir. Şöyle ki, eğer, bir canlı-üstü varsa bir canlılar
alanı; canlılar varsa cansız varlıklar alanı zorunlu olmaktadır.
Başka bir deyişle, canlı-üstünün varlığı canlı ve cansız
varlıklara dayalıdır; canlı-üstü, canlı ve cansız varlıkları
gerekli ve zorunlu kılar. Şu anlamda ki: sosyal/kültürel sistemler
susuz, havasız ve besinsiz yaşayamadıkları halde; su, hava ve bazı
besin kaynakları sosyal/kültürel sistemden bağımsız olarak var
olabilirler. Yukarda saptanan koşullardan bazı sonuçlara
varılabilir :
1) Canlı-üstü varlık alanı, görünüşte canlı ve cansız
varlık alanlarını bütünüyle kapsamamakla birlikte onlara
dayalıdır, onların varlığını zorunlu kılmaktadır;
2) Canlı ve cansız varlıklar canlı-üstü sistemin yapı
taşlarıdır. Canlı-üstü, kendine özgü olgulara ek olarak canlı ve
cansız varlıkları da bir bölümüyle içine almakta ve onlarla
etkileşim içinde bulunmaktadır;
3) Belli bir varlık düzeyinde geçerli olan yasaların bir
üst düzeydeki geçerliği zorunlu olduğu halde, bir alt düzeydeki
geçerliği ancak oksaldır. (8)
Yukarıdaki üç sonuç, bilgi kuramı açısından tek bir önermeyle
özetlenebilir: Sosyal/kültürel sistem, canlı-üstü varlık alanının
bir parçası olarak, canlı ve cansız varlıkları da içine alabilen,
onlara bağımlı, alt düzeylerdeki varlık alanlarında geçerli olan
yasalara bağlılığı zorunlu olan bir üst sistemdir. Ancak bu
geçerli yasalar canlı-üstü sistemi açıklamaya yetmez.
Buraya kadar tartışılan konular bir denklemle özetlenebilir.
Sosyal/kültürel sistem (SKS), bir varlık alanı veya türü olarak
canlı (C), cansız (Z) ve canlı-üstü (Ü) düzeylerde bulunan
değişken öğelerden (X,,, __ Xn) oluşmakta ve bu öğelerin değişmesi
sonucunda değişmektedir:
TABLO 3-2. YASALARIN GEÇERLİK ALANLARI
TABLO 3-3. VARLIK ALANLARININ İLİŞKİLERİ: GEREKLİLİK VE
YETERLİLİK
Kaynak: N. Hartmann (1946)
Varlık Alanları |
İlişkiler |
Cansız (Z) |
Canlı (C) |
Canlı-üstü
(U) |
Gerekli (->) |
Z
-> |
C
-> |
Ü |
Yeterli (<=) |
Z
<= |
C
<= |
Ü |
|
SKS = F (X0,
X1, X2, X3, X4, X5, ....... Xn) ... (3----2)
-------------------
Z
-----------------------------------
C
--------------------------------------------------
Ü
Matematik yönden anlamlı bir işlevi olmayan bu denklem, sistemin
''iliğinin açıklanması ve kavramlaştırılması açısından önemlidir.
Şu kadarını hemen belirtelim ki: Sosyal/kültürel sistem, türdeş
öğelerden değil de, türlü Öğelerden oluşan karmaşık bir üst
sistemdir. Kimi kuramcılar, canlı-üstü varlıkların yapısındaki
canlı ve cansız öğeleri görmezlikten gelerek, 3-2 denklemini
SKS = F (Ü)
... (3----3)
şeklinde yazıyorlar. Yöntem bilimi açısından bu eğilim sakıncalı
ve yanlıştır. (3-3) denklemi, ''sosyal/kültürel sistem,
sosyal/kültürel sistemdir'' (veya A, A'dır) ötesinde bir anlam
taşımaz. Süperorganik kültür kuramıyla Kroeber (1917); ''Sosyal
olay, sosyal olayla açıklanabilir'' biçimindeki yöntem ilkesi ve
açıklama stratejisiyle Durkheim (1895), dolaylı olarak, böyle bir
ilişkiyi önermektedirler.
Sistematikçilerin ''indirgeyicilik''le kınadığı kuramcılar ise
canlı-üstü sistemi oluşturan kurum ve öğelerden yalnız birinin
veya bir kaçının bağımsız değişken olduğunu kabul ederek (3-2)
denklemini
SKS = F (Xi} + Pn
... (3----4)
şekline sokuyorlar. Bunu yapmakla öteki değişkenleri (Xn) sabit ya
da parametrik (Pn) tutuyorlar. Burada eğitime, nüfusa, ekonomi
politiğe, sanata, bilime, dine, aileye, devlete, teknolojiye ve
enerji üretimine ağırlık veren kuramlar akla geliyor. Bu
yaklaşımın yanılgısı da açıkça ortadadır. Her kurum ve değişkenin
eşit ağırlıkta olduğunu savunacak verilerden yoksun bulunduğumuz
gibi; bazı kurum ve değişkenleri sabit tutacak veya hangilerinin
işlevsiz yada ters işleviz olduğunu söyleyebilecek durumda da
değiliz. (Bu konuda Bkz: § 66-2.)
Sosyal bilimi doğa bilimlerine benzetmek isteyenlerin tutum ve
yaklaşımı üçüncü bir yanılgı örneğidir. Canlı-üstü varlık alanını
oluşturan yapı taşlarının canlı ve cansız değişkenler olduğu
gözleminden hareket eden kimi kuramcılar, fizik, kimya ve
biyolojideki yasaları sosyal-kültürel sisteme uygulamak
istiyorlar. Mademki sosyal/kültürel sistem (SKS) canlı bir varlık
olan Homo sapiens tarafından yaratılmıştır, öyleyse
SKS
= F [ Canlı ]
...
(0----5)
Öte
yandan, mademki canlılar, C, H, O, N vb cansız elementlerden
oluşmak ta ve onların biyo-kimyasal bir işlevi olarak var
olmaktadır, öyleyse
Canlı = F (Cansız)
(3----5)
ve
(3----6)
ilişkileri birlikte yazılırsa
SKS= F [Canlı= F (Cansız)] sonucuna varılmaktadır.
(3----6)
ve
(3----7)
Yanılgı, çeşitli varlık alanlarıyla bu varlık alanlarında geçerli
olan yasaların birbirine karıştırılmasından ileri geliyor. Bir
varlık yasasının bir üst düzeyde geçerli olması (Tablo 3-2), alt
düzeydeki yasaların üst düzeydeki olguları yeterince açıkladığı
anlamına gelmez. Gerçekten de fizik, kimya ve biyoloji yasaları,
toplum ve kültür alanlarında da geçerlidir ama bu yasaların üst
düzeyde açıklayabildiği olaylar son derecede sınırlıdır. Başka bir
deyişle, yasaların bir üst düzeyde geçerli olması kuralı 3-5, 3-6
ve 3-7 ilişkilerini yazmak için yeterli bir dayanak değildir.
36. ÖĞELER ARASINDAKİ İLİŞKİLER
Sosyal/kültürel varlık ve ilişkileri bir sistem bütünlüğü içinde
kavramakla ve olgular bütününü bir ''sistem'' olarak adlandırmakla
öğelerle öğeler, sistemle öğeleri arasında karşılıklı, gerekli ve
zorunlu bir dizi ilişkinin varlığını önceden kabul etmiş oluyoruz.
Burada sosyal bilimcinin karşısına çıkan ve temellendirilmesi
gereken sorun şudur: ''Bu türden zorunlu ilişkiler gerçekten var
mı? Yoksa insan aklı mı olayları öyle kavrıyor?'' Bu soru'nun ilk
tartışmasını filozof Hume'da (1739), onun bilimsel yöntem
üzerindeki düşüncelerinde buluyoruz. İnsan'ın Doğası Üzerindeki
Denemesi'nin Birinci Kitabı'nda, Hume işte bu soruna eğilmiştir:
''Deney ve gözlemlerimizle ilgili inançlarımızın kaynağı ya da
dayanağı nedir?'' Hume bu soruyu yanıtlarken, akılcı felsefenin
olaylar arasında varolduğunu önceden kabul ettiği ''gerekli
ilişkiye'' karşı çıkmış; gerçeklerle ilgili inançlarımızın,
aslında, birbirinden ayrı idea'ların çağrışımına
indirgenebileceğini veya, başka bir deyişle, olaylar arasında
kurduğumuz ilişkilerin idea'ların çağrışımıyla açıklanabileceğini
savunmuştur. Tüm nedensel ilişkiler bu yolla kurulur. Söz gelişi
''Herhangi bir varlığı veya olguyu onun koşullarını dikkate
almadan, bir anda, varmış ya da yokmuş gibi düşünebiliriz.''
Ayrıca, herhangi bir şey insan zihni tarafından kavranabiliyorsa
olanaksaldır; hiç olmazsa olanak dışı değildir. Olaylar arasındaki
gerekli ilişkinin saptanması, öyleyse, bu yargının karşıtının yani
ilişkisizliğin olanak dışı bulunduğunun saptanmasını zorunlu
kılar. Bu da yapılamıyacağına göre olaylar ve olgular arasındaki
ilişkilerin gerekliliği de saptanamaz (Hume 1958 : 79-80).
Buradaki akılyürütmenin önermeler arasındaki mantıksal ilişkilerin
irdelenmesine hiç te benzemediğine dikkat edilmelidir. Çünkü,
mantık önermelerindeki geçerlik (doğruluk) sadece çelişmezlik
ilkesine dayanmaktadır. Öyleyse, çevremizde olup biten olay ve
olgulara ilişkin inançlarımız neye, nereye dayanıyor? Hume, bu
soruyu bugünkü dilde ''psikolojik'' diye niteleyebileceğimiz bir
süreçle açıklıyor. Süregelen gözlemlerimizin bir sonucu olarak,
iki olay arasında bir nedensellik (düzenli bir öncelik-sonralık)
ardışıklığı bulunduğuna inanmaya başlayan akıl, hiç te akılcı
olmayan bir çağrışım mekanizmasıyla bu olayları birbirine öylesine
bağlıyor ki, birinin ortaya çıkışı bize onun kaçınılmaz sonucunu
hatırlatıyor (Hume 1958 : 96). Hume'un kendi çağına göre ileri
fakat tartışmalı olan bu gözlemleri, ne yazık ki, yeterince
anlaşılamamış; sosyal bilimciler, sosyal/kültürel olaylar arasında
gözlemlenebilen ya da gözlemlenemeyen fakat her halde var olduğu
önceden kabul edilen
-nedensel veya başka türden- ilişkileri saptamaya, bu
ilişkilerdeki düzenlilikleri yasalaştırmaya çalışıp durmuşlardır.
37. UYGULAMADAKİ ÇIKMAZLAR
Sosyoloji ve antropolojideki gelişmeler bu yönde olmamıştır.
Sosyal ve kültürel sistem kavramları idealleştirilerek sistemin
türdeş varlık ve olaylardan oluştuğu varsayılmıştır. Örnek olarak
Durkheim sosyolojisi ''Sosyal olayın ancak ve ancak başka bir
sosyal olayla açıklanabileceği'' yolundaki yöntem ve açıklama
ilkesini koyarken birisi doğru öteki yanlış olan iki işi birden
yapmış oluyordu. Yöntem ilkesi doğruydu. Çünkü toplumsal sistem
-başka herhangi bir sistem gibi- kendisini oluşturan tüm öğelerin
toplamından fazla bir şey olmalıydı ve eğer öyle idiyse, ne kadar
önemli olursa olsun, tek bir öğe sistemin ''eliğini ve neden
değiştiğini açıklamada kullanılamazdı, kullanılmamalıydı. Eğer
kullanılırsa, bu yaklaşım, sistemi bir parçasına indirgeme olurdu.
Yöntem ilkesi yanlıştı. Çünkü ''Sosyal olayın sosyal ile
açıklanması'' koşulu, dolaylı olarak, sosyal sistemin, ancak ve
ancak, sosyal öğelerden oluştuğu ilkesini de birlikte getiriyordu.
Oysa yukarıda, canlı-üstü sistemin işlevsel çözümlemesiyle,
temellendirmeye çalıştığımız gibi sosyal sistem türdeş öğelerden
oluşan bir sistem değil, canlı ve cansız varlıkları da içine alan,
onlara dayalı, karmaşık bir üst sistemdir. Durkheim sosyolojisinin
bu yanılgısı küçük bir-iki örnekle daha da somutlaştırılabilir.
Geniş çaptaki toplu bir göç hareketi sosyal bir olaydır. Göç
olaylarından bazıları, kuşkusuz, doğru anlamda sosyal
sayabileceğimiz demografik ve ekonomik olaylarla açıklanabilir.
Ancak, hiç te sosyal olmayan, üstelik canlı ya da cansız olaylara
bağlı göçler de olabilir. Söz gelişi, iklim değişmesi, kuraklık,
sel baskınları, toprağın kayması ya da deprem ve yanardağ
püskürmesi gibi. Şüphesiz ki bu türden doğal afetlerle karşılaşan
her topluluk her zaman göç etmez; çoğu zaman ve bir süre için
doğal güçlükleri yenmeye, denetim altına almaya çalışır. Ancak,
her göç hareketinde doğal (canlı ve cansız) etkenlerin de bir payı
olduğu gözlemi kolayca yadsınamaz.
İkinci örneğimizi kültür-kişilik alanından seçebiliriz. Durkheim
sosyolojisi, herhangi bir sosyal olayın, söz gelişi Alman
toplumunun komşularıyla sık sık savaşa tutuşmasını Alman ulusal
kişiliğinin (karakterinin) koruyucu, esirgeyici bir lideri izleme
eğilimiyle açıklanmasına izin vermez; böyle bir açıklamanın
psikoloji veya psikolojik indirgeme olacağını savunur; bunu
deneyenleri, sosyal olguyu daha alt bir sisteme indirgemekle
kınar. Oysa, daha önce de göstermeye çalıştığımız gibi, sosyal
psikolojinin, psikolojinin ve psikiyatrinin üzerinde durup
incelediği sosyal-kişilik tipleri doğru anlamıyla sosyal
olaylardır; sosyal kurum ve olayların bireyler üzerindeki
etkilerinin bir sonucudur. Alman idealizmi, İngiliz pragmatizmi,
İtalyan sanatseverliği, Amerikan özel girişimciliği, Türk
konukseverliği. Portekiz sömürgeciliği, Batı şüpheciliği, Doğu
mistisizmi, Kuzeyli soğukkanlılığı, Akdeniz romantizmi -biyolojik
ya da psikolojik değil fakat- sosyal olgulardır. Durkheim
sosyolojisinin bu açıklama ilkesi, İngiliz sosyal antropolojisiyle
Amerikan kültür antropolojisini yanlış yönlerde etkilemişti.
(9)
Amerikan antropolojisinin ünlü kişisi Kroeber (1920 : 380) kendisi
kadar ünlü süperorganik (canlı-üstü) kültür kuramının ilkelerini
koyarken, Durkheim'm ve onu izleyen Radcliffe-Browniun etkisi
altında kalmıştır. Kültür olaylarının neden(ler)i yoktur; başka
bir deyişle ''kültür ancak kültürle açıklanabilir.'' Öyle bir
kültür kavramı ki, onun içinde biyolojik ve psikolojik bir varlık
olduğu kabul edilen insanın bile yeri yoktur. Gerçi Kroeber
(1948:407-8) -otuz yıl sonra da olsa- bu konuda yanıldığını kabul
etmiştir ama büyük yanılgının kuramsal etkileri günümüze değin
sürmüştür. Batı'nın anamalcı toplumlarında sosyal olayın sosyalle,
kültür olayının kültürle açıklanması ilkesinin uygulanmasında o
derece ileri gidilmiştir ki yöntem ilkesi sanki bir dogma niteliği
kazanmış; sosyal/kültürel olaya tarihi yaklaşımlar tarihsicilik,
teknik-ekonomik yaklaşımlar maddecilik, politik yaklaşımlar ise
tarihi-maddecilik, diyalektik-maddecilik, anarşizm ve hatta
komünizm olarak eleştirilmiştir.
38. İLİŞKİ TÜRLERİ VE TOPLUM MODELLERİ
Sosyal bilimci sosyal/kültürel sistemi çeşitli kurum ve öğelerle
bunlar arasında varolan -veya olduğu varsayılan- ilişkilerin bir
bütünü olarak kavrıyor. Sistemin ne'liği sorusu, böylece,
ilişkilerin doğası sorununa indirgenmektedir. Çağdaş sosyal
bilimde çokça kullanılan bazı temel kavramlar bu yargının kanıtı
olabilir. Sosyal bilimciler, değişken kurum ve öğeler arasındaki
etkileşim, ortak ilişki ve bağımlılıktan söz ederler. Bu üç kavram
arasındaki anlam ayırımının sınırları kesin değildir. Ancak, her
üç kavram da değişkenler arasındaki ilişkilerin karşılıklı, ortak,
iki yönlü; matematik diliyle ''işlevsel'' olduğunu belirtiyor;
yani, öğelerden herhangi biri değiştiğinde sistemin ve
dolayısıyla geri kalan öğelerden tümünün değiştiğini kabul
ediyorlar.
İşte
böylesi bir anlayış ve yöntemle geliştirilen kuramlara
''işlevsel'' model veya kuram adı veriliyor. İşlevsel model veya
kuramların değişmeyi açıklamaktan çok değişmezliği açıklamaya daha
elverişli olduğu eleştirisi yapılmıştır. Nedensellik
(öncelik-sonralık) ilişkisi gibi, karşılıklılık da insan aklının
ortaya koyduğu bir ilişki türüdür. Bu konuda, akıl-mantık kendi
kurgusuna şu soruları yöneltiyor: (1) Her değişken kurum geri
kalan her öğeye bağlı ve bağımlı ise (Şekil 3-2'deki çizgiler)
değişme nasıl başlıyor, nasıl sürüyor? Ve de (2) değişkenler
arasındaki bu karşılıklı bağlar hangi yoldan hangi araçlarla
kuruluyor? Merton'un özendirici çabalarına karşın ilk soru
inandırıcı olarak yanıtlanmamış; ikinci soru ise, yeni
Freudçulardan Fromm (1973:76-144) tarafından cevaplanmıştır:
Sosyal kurum ve değişkenler arasındaki işlevsel ilişkiler (1)
sosyal-kişilik (karakter) sistemi ve (2) sosyal bilinçaltı ile
kuruluyor.
En geniş anlamıyla dil olgusu, kitle iletişim ve bildirişim
ortamının aracılığıyla değişkenler arasındaki bu karşılıklı
ilişkilerin kurulmasına yardım etmektedir (Güvenç 1974:109-112).
İşlevsel yöntem ve yaklaşımların tam karşısında yer alan nedensel
modellere göre, toplumsal/kültürel kurum ve değişkenler arasında
düzenli bir öncelik-sonralık (nedensellik) ilişkisi vardır. Son
çözümlemede belki de her değişken öğe ötekilerin etkileyip
değiştirmektedir. Ama değişkenlerden bazıları ötekilerden daha az
bağımlı veya bağımsız olabilir. Göreli olarak, bağımsız kurumların
değişmesiyle bağımlı öğelerin (Xn) de değişmesi mümkün olmaktadır:
Xo -> X1 -> X2 -> X3 . . . . .
. . . . . . . Xn -> SKS (3-----8)
Yöntem açısından bu modelle ilgili olarak ortaya atılan sorular
şunlardır : (1) Değişmeyi başlatan ''Xn'' neden değişiyor (2)
X0'un değişmesi, öteki Öğeleri nasıl etkileyip değiştiriyor?
Bu
sorulardan ikincisine verilecek yanıt işlevsel modelle ilgili
olarak önerilen karşılığa benzemektedir. Nedensel toplum modeli
değişmenin başlangıcını yani X0'ın değişmesini sosyal/kültürel
sistemin iç devingenliğinde ortaya çıkan ya da dıştan gelen yeni
bir güç veya etkenle açıklamak zorundadır. İşlevsel ve diyalektik
toplum modelleri Şekil 3-4'te karşılaştırmalı olarak
gösterilmiştir.
ŞEKİL 3-4. TOPLUM MODELLERİNİN
KARŞILAŞTIRILMASI: (A) İŞLEVSEL; (B) DİYALEKTİK MODELLER.
A. İşlevsel Toplum Modeli B.
Nedensel (Diyalektik) Toplum Modeli
Sosyal/kültürel sistemin nelerden oluştuğu ya da değişenlerin
neler olduğu konusunda çeşitli kuramlar arasında önemli bir
ayrılık yok; üstelik, biraz eksik ya da fazla, uzlaşma var da
denilebilir. Fakat sistemi oluşturan kurumlar ve öğeler arasındaki
ilişkilerin doğası konusunda -kuramlar arasında- belirgin bir
kutuplaşma görülüyor.
Neden? sorusunun yanıtı bilimsel olmaktan çok ideolojik ya da
erekseldir. Bu yargı şöyle açıklanabilir: Hemen her sosyoloji ve
her değişme kuramı sosyal/kültürel sistemdeki bütünleştirici
süreçlerle, bölücü-ayırıcı-çözücü eğilimlerin varlığını kabul
etmektedir. Burjuva ideolojisi siyasal gücün el değiştirmesine
razı olmadığı içindir ki onun sosyolojisi bütünleyici, dengeci,
''barışçı'', evrimsel ve ''özgürlükçü'', kısaca işlevsel olmak
zorundadır. Böylece bir toplum modeli, öğeler arasındaki
ilişkilerin karşılıklı, birbirini bütünleyici, dengeli, barışçı ve
evrimci (değişmeden yana değilse bile, hiç olmazsa, gelişmeye
karşı da değil) olmasını gerektiriyor. Öte yandan, devrimci
ideolojinin sosyolojisi de, en azından siyasal güç ve egemenlik
ele geçirilinceye kadar, farklılaştırıcı, çatışmacı, ''devrimci'',
gerekirci ve çoğulcu kısacası işlevciliğe karşı olmak gereğini
duyacaktır. Böyle bir toplum modeli, öğeler ve kurumlar arasındaki
ilişkilerin -karşılıklı değil- tek yönlü veya nedensel olmasını
gerektiriyor. Mekanik bir dayanışma temeli üzerine kurulu bir
sistemin değişme, farklılaşma ve çözülme sonucu dağılması
olasılığına karşı Durkheim'ı ve Tönnies'i organik bir dayanışma
modeli aramaya sürükleyen ideolojik gerekçeler bunlardır. Siyasal
gücün el değiştirmiş bulunduğu bir ''devrimci'' sistemde egemen
ideolojinin sosyolojiden beklediği görev pek farklı değildir.
Başarıya ulaşmış devrime karşı sürekli devrimi savunan
Troçkistlerin başına gelenler bilinmektedir. Burjuva sosyal
bilimiyle devrimci sosyal bilim, sosyal yapı ve ilişkilerin ''ne''liği
konusunda aynı ideolojik yönü paylaşırlar: ''Yapı'' adı verilen
ilişkiler bütününün -nasıl olduğu değil de- nasıl olması gerektiği
sorunu sosyolojik bakış açısına egemendir. Yüzeyde bir yöntem
ayrılığı gibi görünen farklı tutum ve davranışların kökeninde
sistemin varlığını korumaya yönelik ideolojik gerekçeler
saklıdır. (10)
DEĞİŞEN NEDİR?
Sosyalist bir devrim denemesini eylem içinde yaşadıktan sonra
A.B.D.'ne yerleşen Rus sosyologu Sorokin'in (1966) ilişki
biçimleri konusundaki görüşleri ideolojik açıdan oldukça
anlamlıdır. Sosyal/kültürel sistemi ya da yapıyı oluşturan öğeler
arasındaki ilişkilerin çok çeşitli olabileceğini göstermeye
çalışan Sorokin, belli başlı ve en az, beş tür üzerinde duruyor:
1) Yer-zaman yakınlığından doğan (sanki) ilişkileri
2) Dolaylı nedensellik ilişkileri,
3) Doğrudan nedensellik ilişkileri,
4) Anlamlı birlik veya bütünlerdeki ilişkiler, ve
5) Anlamlı nedensellik ilişkileri.
Bitpazarında satılan çeşitli eski eşya sadece yer yakınlığından
doğan bir ilişki içindedirler. Yenilerin getirilmesi, eskilerin
satılması, eşyayı ve onlar arasındaki ilişkileri etkilemez. Kentin
bir alanında bir anma töreni yapılırken aynı anda fakat başka bir
alanda itfaiyenin yangın söndürmesi eş-zamanlı ve rastlantı
olaylardır; aralarında anlamlı bir ilişki yoktur. Sorokin bunlara
''küme'' olayları diyor. Bu tür olaylardaki yer-zaman ilişkileri
sadece rastlantıdır. Her yıl Cumhuriyet Bayramı'nın 30 Ağustos
Zafer Bayramın'dan iki ay sonra kutlanması anlamlı değildir. Buna
karşılık, Cumhuriyet'in 30 Ağustos 1922 zaferinden bir yıl sonra
ilan edilmiş olması anlamlıdır. Bazı kümeleri oluşturan öğeler
arasında, dolaylı da olsa bir nedensellik ilişkisi bulunabilir.
Belli bir cepte bulunan saat, anahtar, mendil, para çantası, kalem
ve tarak gibi eşya arasında dolaylı da olsa nedensel ilişkiler
vardır. Bir arada bulunuyorlar, çünkü belli bir kişinin güncel
gereksinmelerini karşılıyorlar.
Büyük bir doğal afet, bir isyan ya da savaş durumu yönetim
önlemlerinin genişletilmesini, bazı toplumlarda ''sıkı yönetim''
kararını gerektirdiği gibi; olağanüstü koşulların sona ermesi de
genellikle sıkı yönetimden olağan yönetime dönülmesine yol açar.
Bu türden veya benzer sosyal/kültürel olaylar arasında düzenli bir
öncelik-sonralık ilişkisi vardır.
Matematik ile doğa ve yaşam bilimlerindeki çoğu veriler, felsefe
sistemleri ve sanat ürünleri anlamlı bütünlerdir. Bu tür
bütünlerin öğeleri ve önermeleri sistemi etkilemeden
değiştirilemez.
Bunlara karşılık, bir bütünün taşıdığı anlam ideolojik düzeydeki
işlevini aşarak, yaşamın veya davranışın bir öğesi olunca
sosyal/kültürel bir olguya dönüşür. Bu dönüşümle anlamlı birlik
öğesi sistemin bütünüyle nedensel bir ilişkinin içine girer. Aklın
bir ürünü olan matematik öğretilip öğrenilmeye, zaman ve yer
ölçümünde, endüstride, üretim ve alışveriş hayatında kullanılmaya
başlanınca, sistemin ülküsüyle bağdaşan anlamlı ve nedensel bir
bütünün parçası olur. Öyle bir bütün ki toplumda neyi değiştirmeye
kalksanız karşınıza matematik bir sorun çıkar. Karşıt olarak
matematiğe dayalı bir ölçü biriminden ötekine geçiş, söz gelişi
okka'dan Mo'ya arşın'aza metre'ye geçiş uzun zaman alır, büyük
toplumsal çabaları gerektirir.
Sorokin'e (1966) göre, sosyal bilimcinin ilgilenip incelendiği
ilişki türleri, özellikle şu son ikisidir. İşlevsel bütünler -alt
sistemler- ve bunların birbiriyle ve de tüm sistemle kurduğu
nedensel ilişkiler! Sorokin, işlevsel bütünlerin birbirleriyle ve
sosyal/kültürel sistemle nedensel ilişkiler içinde bulunduğunu
saptayarak ilişkilerin doğası sorununa bir çözüm yolu
göstermiştir.
39. ÖZET
Neler değişiyor? sorusuna karşılık sosyal bilimcinin verdiği
geçerli cevapları şöylece özetleyebiliriz: ''Sosyal/kültürel
sistem'' diye kavramlaştırdığımız olgular ve ilişkiler değişiyor.
Bu sistem, tıpkı insan gibi, canlı, cansız ve canlı-üstü öğelerden
ve varlıklardan oluşan bir üst sistemdir. Üst sistemi oluşturan
parçalara ''kurumlar ve öğeler'' de deniliyor. Bu parçaların hangi
kurum ve öğeler olduğu konusunda, başka bir deyişle, sistemin
neler'den oluştuğu konusunda -kuramlar arasında- önemli bir
anlaşmazlık yok. İnsanoğlu'nun yaptığı, yarattığı her şey ve de
onu etkileyen doğal veya doğa-üstü öğeler sistemin parçasıdırlar.
Sistem, bütün ve yapı kavramları, toplumu oluşturan öğeler ve
kurumlar arasında çok yönlü, çok çeşitli karmaşık bir ilişkiler
ağı olduğunu dile getiriyor. Ancak bu ilişkilerin türleri,
biçimleri, gelişme yönleri, kısaca doğası ideolojik kutuplaşmalara
konu olabiliyor. Öyle ki, çoğu sosyal bilimciler neyi nasıl
açıklamak ve de hangi sonuca varmak istiyorsa, o amaca uygun bir
toplum modelini öngörüyor; dolayısıyla olanı biteni değil de
olması gerekeni inceleyip araştırıyorlar.
İdeolojiden bağımsız, değer yargılarından arınmış bir toplum
biliminin mümkün olup olmayacağı sorusu bütün güncelliğiyle
önümüzde duruyor. Sosyal bilimciler insan olduğu ve de insanlar
sosyal bilim yaptığı sürece olanı olması gerekenden -yani bilimi
etbik'den- ayırma ülküsünün kolayca gerçekleşeceği söylenemez
(Mardin 1976). Ancak, nesnel gerçeğin de bir ideolojik değeri
vardır. Kimi sosyal bilimciler, ötekilerden biraz fazla ölçüde,
ideolojik akımların üstünde kalmayı başarmış görünüyorlar.
İdeoloji sorunu Altıncı Bölüm'de yeniden ele alınmakta ve
farklılaştırıcı değişme sürecinin kaçınılmaz bir sonucu olarak
tartışılmaktadır.
Öğeler ve kurumlar arasındaki anlamlı ilişkilerin doğası, yani
işlevsel, nedensel ve ereksel ilişkiler sorunu, ilerde, ''Neden ve
Niçin?'' başlıklı Yedinci Bölüm'de yeniden ve daha ayrıntılı
olarak ele alınıp incelenmektedir.
Dipnotlar:
1)
Bu ayırımda dikkati çeken en önemli belge, antropoloji adına
Kroeber ile sosyoloji adına Parsons arasında ''kültür'' sözcüğünün
hangi sınırlı anlamda kullanılacağı konusunda varılan yazılı
centilmenlik anlaşmasıdır: ''Kültür kavramının Amerikan
Antropolojisindekinden daha dar bir anlam karşılığında
kullanılmasının daha yararlı olacağım öneririz.'' (Kroeber ve
Parsons 1958 : 582-3.) ''Kültür'' kavramının ''toplum''
karşılığında da kullanılmaya başlanması sosyologları tedirgin
etmişti.
Kültür sözcüğünü kullanmaktan kaçman İngiliz sosyal antropologları
(Güvenç 1974: 95), sosyal ya da kültürel değişme yerine ''yapısal
değişmemden söz ediyorlar, Mair'in (1973:3) değindiği gibi,
''yapı'' sözcüğü İngiltere'de sistem ve sistemdeki ilişkiler
anlamında kullanılmaktadır. Sosyal yapı-kültürel yapı ayırımının
toplumsal gerçeğin bütünlüğüne uymadığı gözlemi için Bkz: Kongar (1972b:148).
2) Sosyal/kültürel kurum kavramı Hobhouse'a (1924:49) göre
üç farklı anlamda kullanılmaktadır: (1) İnsanlararası ilişkileri
düzenleyen yerleşik ilkeler, (2) bu tür gelenek ve ilkelerin
karmaşık bütünü, (3) böyle bir bütünü savunup destekleyen
örgütler.
3) Yukarda (1) numaralı dipnotta savunulan gerekçeyi
dikkate alarak.
4) Sistem kuramcısı Ackoff ''insan-makine'' sistemlerinden,
Sommerlıoff ise ''yaşayan ve fizik'' sistemlerden söz ediyorlar.
Parkları için Bkz: Emery (1972 :335-7 ve 148-54). Diyalektik
maddeciliğin bütün ve sistem kavranılan için bkz.: Lange
(1965:1-3) ve bu kitaptaki ''Sözsonu''na (§ 89).
5) Psikolojide ve öteki sosyal bilimlerde ''stimulus-response''
veya kısaca ''S -> R'' olarak bilinen kuram ve yorum yöntemi.
6) SKS içinde kişilik sisteminin oluşması ve bu iki sistemin
birbirini etkilemesi, Güvenç'in (1970) araştırmasının konusu
olmuştur. Konunun daha kısa bir tartışması için Fromm'a (1973: 8.
Bölüm) Bkz. İnsan tabiatının (doğasının) alışkanlıklardan başka
bir şey olmadığını gözlemleyen Pascal için Bkz,: Hızır (1976 :
65). İnsan aklının doğal yapısı için bkz.: Hume (1976).
7) Canlı varlıkların büyük çoğunlukla karbon (C). hidrojen
(H), oksijen (O) ve azot (N) ile sülfür (S), potasyum (P),
kalsiyum (Ca) ve demir (Fe) vb minerallerden oluştuğu
bilinmektedir. Ancak kimyadaki bütün teknik gelişmelere rağmen
canlıyı oluşturan proteinlerin bile insan eliyle yapılması henüz
mümkün olmamıştır. Deney tüpünde hayat yaratıldığı efsanesi,
sadece, proteinin yapı taşı olan amino asıtleriyle, genetik yapı
molekülünün (DNA) dört ana öğesinden biri olan adenin maddesinin
laboratuarda yapılmış olmasından doğmuştur. Bkz: Bronowski (1975:
316-7).
8) Örnek olarak, fizik ve kimya yasaları canlı, cansız, ve
canlı üstü bütün varlık alanlarında geçerlidir. Biyolojinin
yasaları ise, ancak canlı ve canlı üstü varlıklar için geçerli,
cansız varlık alanı için olasaldır. Sosyal/kültürel yasalar ise
(eğer varsa) canlı üstü için geçerli, öteki varlıklar için
olasaldır. Fizik yasaları bile, atom altı alanında olasal
olabilir. Heisenberg'in ''bilinmezlik ilkesi'' yerine Bronowski
(1975: 353-65) ''tolerans ilkeli'' demeyi öneriyor. Ancak hemen
belirtelim ki, alt varlık alanlarında geçerli olan yasalar, üst
varlık alanlarında da geçerlidir ama açıklayabildikleri olayların
içeriği (kaplamı) son derece sınırlıdır. Bu boşluğu doldurmak için
biyolojiye ve sosyal bilime gerek duyulmuştur. Heisenberg için Bkz:
Yıldırım (1973).
9) Sosyal bilimlerin özerkliği ve varlık nedenleri
konusunda Raymond Barre (1957 : 14-5) akıllıca bir ölçüt öneriyor
: ''Her sosyal bilim ki varlık gerekçesini kendisi belirler, öteki
bilimlerden yalıtlandığı oranda verimliliğini, çalışma alanını
sınırlayamayarak komşu disiplinlere girdiği ölçüde tadını yitirir.
Bilimsel özerklik ilkesi bilimlerin birbirinden bağımsızlığı
anlamına gelmediği gibi, işbirliği ve çabaların bütünleşmesi
ilkelerinin de kabulünü gerektirir.
10) Sosyal gerçeklik konusunda J. Ullomo'nun (1936: 339)
yıllarca önce yaptığı gözlemi hatırlayalım: ''İdeacı okulun
gerçeği yaratmasına ve gerçekçi okulun gerçeğe boyun eğmesine
karşılık; sosyal bilim, gerçeği ne ise olduğu gibi kabul eder''.
Ancak bu gözlemdeki sosyal bilim-sosyal bilimci ayırımı dikkati
çeker. Sosyal bilimcilerin gerçeği olduğu gibi kabul ettiği
söylenemez. O zaman şu temel sorunla karşı karşıya kalırız:
''Sosyal bilimcilerin yaptıklarından bağımsız bir sosyal bilim var
mı?'' Ullomo, sanımca olanı değil de olması gerekeni vurguluyor.
Sosyolog S. Keller daha gerçekçidir: ''Toplum bilimci, toplum
bilim alanında çalışan bilimcidir'' (Püsküllüoğlu 1971: 287). Bu
yaklaşım bizi şu tanıma da götürür: ''Sosyal bilim, sosyal
bilimcilerin yaptığı şeydir.'' |