|
|
................... |
|
................... |
AVRUPA BİRLİĞİ
GÜNEY KAFKASYA DEVLETLERİ İLİŞKİLERİ -1 |
Rovshan İbrahimov
Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararasi İlişkiler
Anabilim Dali |
|
|
................... |
|
................... |
1. Bölüm
>>>
2.Bölüm
>>>
3.Bölüm
>>>
I. BÖLÜM
I. 1991 SONRASINDA AB’NİN AVRUPA KITASINDAKİ DIŞ POLİTİKASI
VE ARAÇLARI
1. AB Ortak Dış ve Güvenlik Politikasının Oluşumu ve Amaçları
AB ile Güney Kafkasya devletleri arasındaki ilişkilerin
nasıl geliştiğini anlamak için, bu kurumun dış politikasının
ne olduğunu ve nasıl geliştiğini anlamak gerekmektedir. Avrupa
Topluluklarına üye devletler, 1970 yılında dış ilişkiler
konusunda ortak tutum oluşturulmasının gerekli olduğu
konusunda görüş birliğine vardılar. O dönemde Avrupa Siyasi
İşbirliği (ASİ) adında Topluluk Antlaşmalarınca düzenlenmemiş
bir yapı oluşturulmuştur. Kendisine duyulan gereksinim ve
önemi artınca oluşumun hukuki dayanağını oluşturmak için daha
sonra Tek Senet’te aynı (Avrupa Siyasi İşbirliği) başlık
altında hukuki bir düzenlemeye gidilmiştir. (1) ASİ vasıtasıyla, AT’nin dış dünya ile ilişkileri topluluklar seviyesinde
düzenlenmeye ve
koordine edilmeye çalışılmaktaydı. Bu yapı siyasi bir birliğin
oluşturulmasının henüz öngörülmediği o dönemde, dış politika
alanında da işbirliğine giderek ekonomik alandaki işbirliğini
güçlendirmek amacıyla geliştirilmişti. (2)
AB’ye üye devletler, 90’ların sonlarında meydana gelen
uluslararası gelişmeler sonucunda bu oluşumun bazı durumlarda
daha aktif tutum sergilemesi gerektiği kararına vardılar.
AB’nin ortak dış tutumunun oluşmasına ihtiyacın belirgin hale
gelmesinde birkaç temel neden rol oynamıştır. 1991 yılından
itibaren Soğuk Savaş'ın bitmesi ve Doğu Bloku’nun dağılmasıyla
uluslararası ortamda ciddi değişimler ortaya çıkmaya
başlamıştır. Daha önce, iki süper güç tarafından belirlenen ve
bu iki güç arasında çıkabilecek değişik ölçekte çatışmalar
doğrultusunda şekillenen bir dünya düzeni yerine, tek bir
gücün hakim olduğu bir düzen ortaya çıkmaya, güvenliği tehdit
eden istikrarsızlık ve çatışmalar daha çok bölgesel
seviyede gözlemlenmeye başlamıştır. (3)
Avrupa Toplulukları’na üye olan Batı Avrupa devletlerinin
eşgüdümdenmiş bir dış politika oluşturmaları gereksiniminin
bir diğer sebebi ise, Doğu Bloku ülkelerindeki siyasal
değişimin yol açacağı gelişmelerden en çok kendilerini
etkileneceğini anlamasıydı. Bu değişim, hem sınır güvenliğini,
hem de dolaylı olarak kurumsal derinleşmeyi olumsuz şekilde
etkileme kapasitesini kendinde taşımaktaydı. (4)
Ortak dış politika ve ortak güvenlik politikasının gelişimini
hızlandıran bir diğer sebep ise Almanya’nın birleşmesi
olmuştur. Bu birleşme Avrupa haritasında siyasi ve ekonomik
açıdan daha etkin bir devletin doğmasına yol açmış ve bu
devletin Avrupa Birliği çerçevesinde dış dünyaya daha cesur
adımlar atmasına imkân sağlamıştır. Tüm AB üyelerinin
Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlığını kısa zaman içinde
Almanya’nın ısrarıyla tanımaları buna örnek olarak
verilebilir. (5)
Avrupa dış politikasının gelişmesinde rol oynayan bir başka
sebep ise 1990 yılında patlak veren Körfez Krizi olmuştur.
Irak’ın Kuveyt’i işgali, birliğe üye olan devletleri gelişen
olaya karşı ortak tutum belirlemek durumuyla karşı karşıya
bırakmıştı. (6) Avrupa Siyasi İşbirliği yapısının sağladığı
araçlar, ekonomik alanda dış politika koordinasyonu ile ilgili
oldukları için bu tutumu oluşturmada yetersiz kalıyordu.
Buna ek olarak Batı Avrupa devletleri, Yugoslavya’nın
dağılması sonrasında ülke topraklarında alevlenen çatışmaları
önlemek için ortak adımların atılmasının gerektiğini
düşünmekteydiler. (7) Bu sebeplerden dolayı Şubat 1992 yılında Maastricht Antlaşması’nın kabulüyle Avrupa Toplulukları’nı
oluşturan üye devletler tarafından Avrupa Ortak Dış ve
Güvenlik Politikası’nı oluşturacak ilkeler belirlenmiştir.
Topluluk boyutu, Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) ve
adalet ve içişleri alanlarında işbirliğini oluşturan ve AB’nin
gelişimini belirleyen üç sütunlu bir yapıyı öngören Maastricht
Antlaşmasın’da, dış politika konularına ikinci sütunda yer
vermiştir. Bu konu birliğin kurumları dışına hükümetler arası
ilişkiler kapsamına alınmıştır, yani supranasyönel boyuta
taşınmamıştır. (8) Bunun anlamı dış politika konularının doğrudan
AB tarafından değil, üye devletlerin bir araya gelerek
alacakları kararlarla belirlenecek olmasıdır. Bu durum farklı
ulusal çıkarlara sahip olan üye devletlerin belli konularda
ortak tutum oluşturmasına engel olabilecekti. Görüldüğü
kadarıyla AB üye devletleri dış politika konularında egemenlik
haklarını bu kuruma devretmeye o sırada hazır değillerdi.
Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nın amaçları AB’nin Güney
Kafkasya devletlerine yönelik Maastricht Antlaşması’yla
belirlediği dış politika önceliklerine de ışık tutacaktır.
Antlaşmanın J.1 (2) maddesinde Ortak Dış ve Güvenlik
Politikasının amaçları: Birliğin ortak değerlerinin, temel
çıkarlarının ve bağımsızlığının korunması, eldeki bütün
imkânlarla Birliğin ve ona üye olan devletlerin güvenliğinin
temin edilmesi, BM Antlaşması ilkeleri, Helsinki Nihai Senedi
ve Paris Şartı amaçları doğrultusunda barışın korunması ile
uluslararası güvenliğin güçlendirilmesinin sağlanması,
uluslararası işbirliğinin geliştirilmesi, demokrasi, hukukun
üstünlüğü, insan hakları ve temel haklara saygının
geliştirilmesi ve pekiştirilmesinin sağlanmasını
içermektedir. (9)
Maastricht Antlaşması’nda yer alan amaçlardan anlaşıldığı
üzere AB, mevcut uluslararası hukuk çerçevesinde hem birliğin,
hem de birliğe üye olan üye devletlerin güvenliğini sağlamak
ve bunun gerçekleştirilmesi için uluslararası ortamda barışın,
güvenliğin ve istikrarın temin edilmesi için belirli adımların
atılmasını istemektedir. İstikrarın sağlanması için gerekli
adımlar arasında demokrasi, insan hakları gibi değerlerin ve
piyasa ekonomisi düzeninin AB coğrafyası dışındaki bölgelerde
de geliştirilmesi ve pekiştirilmesi hedeflenmekteydi.
Maastricht Antlaşması’yla belirlenen bu amaçlar daha sonra
16–17 Haziran 1997’de Amsterdam Antlaşması’nda ayrı bir Ortak
Güvenlik ve Savunma Politikası başlığı altında yer almıştır. (10)
Söz edilen antlaşmalarla AB’nin ODGP’sinin amaçları
belirginlik kazansa da, bu amaçların gerçekleştirilmesi için
hangi araçların kullanılacağı netlik kazanmamıştır. ODGP
amaçlarının gerçekleştirilmesi için Maastricht Antlaşması’nın
J.1 (3) maddesinde üye devletler arasında sürekli bir
işbirliğinin geliştirilmesi ve bu devletlerin ortak çıkarların
korunabilmesi için ortak eylemde bulunma gerekliliği dış
ilişkilerde ortak tutumu zedeleyecek herhangi bir hareketten
kaçınma vaadinde bulunmuşlardır. AB Konseyi üye devletlerin bu
kabul edilen amaçlara uymalarını sağlayacaktır. (12)
Antlaşmalarda yer alan bu düzenlemeler, AB’ye üye devletlerin
ortak bir tutum sergilemesi gerektiğini ortaya koymuş olsalar
da, bunun hangi durumlarda ve ne gibi araçların
kullanılmasıyla sağlanacağı konusuna bir açıklık
getirmemektedir. Aslında ODGP’nin araçları daha sonra Merkezi
ve Doğu Avrupa Ülkeleri (MDAÜ) ve Batı Balkanlar ülkeleriyle
ilişkileri incelerken göreceğimiz gibi, belirli bir gelişim
sürecinden geçerek nihai hallerine ulaşmaktadır. AB ODGP’sini
somut olaylarda sınayarak ortaya çıkan eksikliklerin
giderilmesi ile yürütmeye çalışılmıştır. Örneğin, o dönemde
patlak veren Yugoslavya krizi ile ODGP’nin eksik yönleri
ortaya çıkmıştır. Kriz, AB’ye üye devletler arasında eşgüdümün
olmadığını, aynı zamanda ODGP’nin erken uyarı ve çatışma
önleme mekanizmalarının eksikliklerini ortaya koymuştur. (13)
ODGP’deki bu ve diğer eksikliklerin kısmi da olsa giderilmesi
için Batı Avrupa Birliği’ne üye olan devletlerin Dışişleri ve
Savunma Bakanları harekete geçerek 19 Haziran 1992 tarihinde
Bonn yakınlarındaki Petersberg şehrinde toplanmışlardır. Bu
toplantıda AB, “Petersberg görevleri” olarak bilinen bazı
görevler belirlemiştir. Buna göre, Batı Avrupa Birliği’ne (BAB)
insani görevler, barışı koruma operasyonları, kriz yönetimi ve
bu bağlamlarda gerekli olduğu takdirde güç kullanımı gibi
eylemsel roller verilmiştir. (14) Bu görevlerin
gerçekleştirilmesi için muhtemel operasyonlarda kullanılacak
güçlerin oluşturulması, üye devletlerin katkılarının
belirlenmesi ve çok uluslu güçlerin BAB komutasında
kullanılması gibi organizasyonlar için Brüksel’de bir planlama
komitesinin kurulması kararlaştırılmıştır. (15) Bu kararla AB dış
politika ve güvenlik politikası amaçlarının gerçekleştirilmesi
için BAB’a bazı görevler vermiştir. Bununla BAB, AB’nin
ODGP’sinin araçlarından birine dönüşmüştür. AB’nin barışın
sürdürülmesi ve insani görevler konusunda sorumluluğu
artırılmıştır. Aslında yeni düzenlemelerle ortak stratejik
çerçevenin oluşturulması ve ABD’nin etkin olduğu NATO dışında
etkili bir güvenlik ve savunma politikasının geliştirilmesi
öngörülmekteydi. (16) Bunu sağlamak için Köln Zirvesi’nde BAB ile
AB arasında entegrasyonun tamamlanmasına karar verilmiştir.
BAB’ın üstlendiği “Petersberg görevleri” AB kapsamına
alınmıştır. Köln’de alınan kararlar 10–11 Aralık 1999’ta
gerçekleşen Helsinki Zirvesi’nde daha da geliştirilmiştir. Bu
zirvede Ortak Güvenlik ve Savunma Politikasıyla ilgili bazı
önemli kararlar alınmıştır. İlk olarak, “Petersberg görevleri”
kapsamında, AB’ye üye devletlerin katılımlarıyla 2003 yılına
kadar 50–60 bin kişilik bir güçten oluşacak, 60 gün içersinde
bütün hazırlıklarını tamamlayabilecek ve 2 yıllık bir süre
için görev üstlenebilecek bir “Acil Müdahale Gücü’”nün
oluşturulması
öngörülmüştür. Bu güç “Petersberg görevleri” doğrultusunda
görev yapacaktı. (17)
Merkezi Strasbourg’da olan “Acil Müdahale Gücü’nde” Belçika,
Fransa, Almanya, İspanya ve Lüksemburg’dan askerler görev
yapmaktadır. Acil Müdahale Gücü daha önce Bosna-Hersek’te,
Kosova’da ve 9 Ağustos 2004 ile 11 Şubat 2005 tarihleri
arasında Afganistan’da görev yapmıştır. (18) Bunun dışında,
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) konusunda
işbirliği ve eşgüdüm sağlamak için Siyaset ve Güvenlik
Komitesi, Askeri Komite ve Askeri Personel Biriminin
oluşturulması öngörülmüştür. (19) Helsinki Zirvesi’nde Ortak
Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde askeri ve
diplomatik girişimler, insani yardımlar, ekonomik yaptırımlar
gibi araçlarla kriz yönetimi imkanlarının geliştirilmesi
konusunda önemli adımlar atılmıştır. Buna göre NATO ile AB’nin
faaliyet alanları arasında kesin bir ayrım yapılmış ve AB’nin
kendi içinde kararlar alarak, tek başına uluslararası krizlere
karşı askeri operasyonlara katılımı söz konusu hale gelmiştir.
NATO ise bir ‘kolektif savunma’ örgütü olarak varlığını
sürdürmeye devam edecektir. (20)
Bütün bu düzenlemelere rağmen konumuz gereği daha sonra
incelenecek olan Kosova sorununda görüldüğü gibi AB ortak
tutum ve eylem sergilenmesinde yetersiz kalmıştır ve bu
sorunun çözülmesinde ABD önderliğindeki NATO’ya bağımlı
kalmıştır. AB amaçlarının gerçekleştirilmesi için ABD ve
NATO’nun yardımına ihtiyaç duymuştur. Yalnız bu işbirliği
çerçevesinde AB üye devletlerinin arasındaki eşgüdüm
eksikliğinin telafisi sağlanılmıştır.
2. ODGP’deki Eksikliklerin Giderilmesi Amacıyla Atılan
Adımlar
ODGP’nin geliştirilmesi ve eksiklerinin giderilmesi için
atılan önemli adımlardan biri, karar verme mekanizmasının
hükümetlerarası olmasından kaynaklanan eşgüdüm eksikliğinin
giderilmesini amaçlayan Yüksek Temsilciliğin, Amsterdam
Antlaşmasıyla (Amsterdam Antlaşması 18. maddesi) kurulması
olmuştur. (21) ODGP’ye itibar kazandırmak amacıyla Batı Avrupa
Birliği Genel Sekreteri ve NATO eski Genel Sekreteri Javier
Solana Yüksek Temsilcilik görevine atanmıştır. (22) Yüksek
Temsilci Javier Solana’nın AB’nin dış politikasının
oluşmasında en ciddi katkısı 20 Haziran 2003’te Selanik’te
sunduğu “Daha İyi bir Dünyada Güvenli bir Avrupa” başlıklı
Strateji Belgesinin hazırlanması olmuştur. Bu belgede, AB dış
politikasının daha etkin şekilde gerçekleştirilmesi ve
uluslararası istikrar ve güvenliğe daha fazla katkıda
bulunulması amacıyla bazı öneriler sunulmaktadır. Belgede,
öncelikle AB uluslararası ilişkilerde bir aktör olarak
tanımlanmakta ve bu şekilde uluslararası güvenliğe katkı
sağlanması gerekliliği vurgulanmaktadır. Belgede uluslararası
güvenliğe tehdit olarak bölgesel çatışmalar, yoksulluk, açlık,
bulaşıcı hastalıklar, sığınmacılar, göçler, yolsuzluk, iklim
değişikliği ve enerji bağımlılığı gösterilmiştir. Toprak
bütünlüğüne yönelik saldırılardan daha ziyade, bu tür
tehlikeler AB’nin güvenliğine yönelik tehditler olarak
algılanmıştır. Bunlarla beraber güvenlik tehdidi olarak
terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, bölgesel
çatışmalar, çöken devletler ve organize suçlar kabul
edilmektedir. (23)
Belge’nin ikinci bölümünde tehditlere karşı AB’nin
geliştirmesi gereken tedbirler ele alınmaktadır. Günümüz
tehditlerinin dinamikliği ve yayılma özellikleri nedeniyle
AB’nin geleneksel savunma doktrininin ötesinde bir güvenlik
stratejisinin geliştirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bunun
için tehditlere karşı ilk savunma hattının kendi sınırların
ötesinde çekilmesi gerekliliğine işaret edilerek bir tür
önleyici politika önerilmektedir. Belgede bu tür önlemlerin
sadece askeri tedbirlerden ibaret olamayacağı ve farklı
araçlarla birlikte kullanılması gereğine işaret edilmektedir.
Belgenin son bölümünde dikkat çekilen hususların başında
AB’nin daha aktif dış, savunma ve güvenlik politikaları takip
etmesinin gerekliliği gösterilmektedir. Aynı zamanda
uluslararası sistemin önemli aktörlerinden olan ABD, Rusya,
Çin ve Hindistan gibi devletlerle belli konularda işbirliğinin
geliştirilmesinin zaruretinden söz edilmektedir. (24)
AB’nin ODGP konusunda attığı sonraki adımlar da, üye devletler
arası eşgüdümün geliştirilmesi bağlaında gerçekleşçiştir.
1999’da Köln AB Zirvesi’nde güvenlik alanındaki esaslar
sistematik hale getirilmiştir. Bu antlaşmayla, AB’nin ortak
dış politika ve ortak güvenlik politikasının oluşturulması
açısından getirilen bir diğer yenilik ise Siyasi ve Güvenlik
Komitesi’nin kurulması olmuştur. Bu komite çerçevesinde
Brüksel’de görevde bulunan elçilerin haftada iki kez bir araya
gelerek,
ODGP ile ilgili gelişmeleri ve uygulamaları değerlendirmesi
öngörülmüştür. (25)
Konuyla ilgili önemli gelişmelerden biri de 2004’te AB’ye üye
devletlerin Avrupa Anayasası taslağını imzalamasıdır. Her ne
kadar Anayasa yürürlüğe girmemiş ve Fransa ile Hollanda’da
yapılan halk oylamasında reddedilmişse de, bu Anayasa’da yer
alan ilgili maddeler ODGP’nin gelecekteki evrimine ışık
tutmaktadır. Anayasa’ya göre, Yüksek Temsilcilik kurumunun
yerini Dışişleri Bakanlığı alacaktır. Bunun dışında Konsey
Sekreterliği, Komisyon ve üye devletlerden katılan resmi
görevlilerin bir araya gelmesiyle bir Dış Eylem Kurumu’nun
oluşturulması düşünülmüştür. En önemli yeniliklerden biri ise
bir kereye mahsus olmak üzere iki buçuk yıl süreyle görev
yapan bir AB Başkanı’nın seçilmesidir. Yürürlüğe girecek bu
yeniliklerle ODGP, hükümetlerarası bir yapıdan belli ölçüde
supranasyönel bir biçime dönüşecektir. (26)
Anayasa taslağının onaylanması aşamasında sorunların ortaya
çıkmasıyla, AB’nin ODGP’nin gelişimi konusunda gelinen durumu
söyle özetlenebilir: Supranasyönel nitelik kazanamayan bu
politika, daha çok AB’ye üye devletlerin değişik konularda
kendi aralarında ortak karar alabilme kabiliyetine bağımlı
durumdadır. AB’nin dış politika ve güvenlik sorunları
(Yugoslavya’nın dağılması, Irak’a Amerikan müdahalesi)
konusunda varlık gösterememesi, askeri kapasitesinin
eksikliğinden daha çok, bu gücün ortak siyasi iradesinin
bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca AB’nin etkin bir dış
ve savunma politikası yürütememesinde kriz yönetimi için
gereken altyapının yetersizliği, üye devletler arasında ortak
irade eksikliği ve kurumsal mekanizmaların yeterince etkin
olamaması gibi engeller bulunmaktadır. (27)
Bu eksiklikler, ODGP’nin AB tarafından somut koşullar altında
uygulanması esnasında giderilmeye çalışılmıştır. Bulunan
çözümler ODGP’nin uygulandığı bölgelere göre farklılıklar
göstermiştir. Bu durumda ilk olarak AB'nin Merkezi ve Doğu
Avrupa Ülkeleri (28) (MDAÜ) ile ilgili dış politikası, bu
politikanın başarı düzeyinin değerlendirilmesi ve ODGP’nin bu
bölgenin öznel koşullarına uyarlanması tecrübesinin
incelenmesi Doğu Bloku’ndan ayrılan Güney Kafkasya
devletlerinin AB ile ilişkilerinin çözümlenmesine ışık tutacak
niteliktedir.
3. AB’nin Merkezi ve Doğu Avrupa Ülkeleriyle İlişkileri
3.1 AB’nin Bölge Ülkelerine Yönelik Dış Politikasının Gelişimi
1980’lı yılların ortalarına kadar AT ile Doğu Bloku
devletleri arasında ilişkiler yok denecek kadar azdı. Brejnev
döneminde Sovyetler Birliği Avrupa Toplulukları’nı resmen
tanımayı reddetmişti. 1980 yılında Topluluklarla Genel Ticaret
Antlaşması imzalayan Romanya dışında, hiçbir Doğu Avrupa
devleti Avrupa Toplulukları’yla ilişkide bulunmamıştır.
Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle taraflar arasında ilişkiler
için zemin oluşmaya başladı. Avrupa Toplulukları ile Doğu
Bloku’nun ekonomik birliğini temsil eden COMECON Haziran
1988’de karşılıklı olarak tanımış, aynı zamanda COMECON’a üye
devletlerin Topluluklarla ilişkiler geliştirmesi için olanak
sağlanmıştır. AT ile ilk Ticari ve İşbirliği Antlaşmasını
Macaristan imzalamıştır. Daha sonra benzeri antlaşmaları
Aralık 1989’da Polonya, Nisan 1990’da Sovyetler Birliği, Kasım
1990’da Çekoslovakya ve Bulgaristan, Mart
1991’de ise Romanya imzalamıştır. (29)
Doğu Bloku’nda gelişen değişimleri ve Bloğa taraf olan
devletlerle ilişkilerin hangi yönde gelişeceğini tartışmak
için Kasım 1989’da Fransa’nın teklifi üzerine Paris’te Avrupa
Toplulukları Hükümet ve Devlet Başkanlarının katıldığı gayri
resmi bir Zirve düzenlenmiştir. Bu Zirve’de, Merkezi ve Doğu
Avrupa Ülkeleri’nde (MDAÜ) gelişen reformların ve serbest
piyasa ekonomisine geçişin hızlandırılmasına AT olarak
yardımda bulunulmasına karar verilmiştir. AT bu amacı
gerçekleştirmek için Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın (AİKB)
kurulmasını karar almıştır. (30)
MDAÜ’de gerçekleşen reformların desteklenmesi amacıyla yapılan
bir diğer girişim ise, Polonya ve Macaristan’a ekonomik yardım
sağlanmasını öngören 3906/89 No’lu Konsey Tüzüğü ve PHARE
(31)
Programı idi ve 18 Aralık 1989’da yürürlüğe girdi. PHARE
Programı’nın ortaya çıkışını AB’nin değişim sürecinde bulunan
Doğu Avrupa’ya yönelik ilk tepki şeklinde değerlendirmek
mümkündür. Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra reform sürecine
girmiş olan devletlere yönelik hangi stratejinin uygulanacağı
konusunda kararsız olan AB üyeleri, bu değişimlere yönelik
duyarlılık sergilenmesi ve AB çerçevesinde ortak bir yanıt
verme zaruretini iyi anlıyorlardı. MDAÜ’ye yönelik hangi
politikaların izleneceği konusunda net bir vizyonu olmayan
AB’nin, bu bölgede gelişen olaylara kayıtsız kalması mümkün
değildi. Nitekim bu konuda MDAÜ’de demokrasiye ve piyasa
ekonomisine geçişte bu programın uygulanması ve projelerin
desteklenmesi amacıyla AİKB’nin kurulması önem arz ediyordu.
PHARE Programı’nın taraf devletlerin demokrasiye ve piyasa
ekonomisine geçişlerinde bir destek programı olması
öngörülmüşse de, daha sonra bu mali ve teknik yardım
mekanizması ileride AB’ye tam üyelik için
başvuran devletlerin katılıma hazır hale getirilmesi için
büyük önem kazanmıştır. (32)
AT ilk zamanlarda bu ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesine
daha temkinli yaklaşmış ve ilk başta sadece ekonomik
ilişkilerin geliştirilmesini öngören Orta Avrupa Girişimi,
Tuna İşbirliği gibi mekanizmalar geliştirmiştir. Fakat
doksanların başında Doğu Bloku’nun ve Sovyetler Birliği’nin
dağılmasıyla ve 1992 yılında AB’nin kendi Ortak Dış ve
Güvenlik Politikası’nı oluşturmasıyla bu bölgeye yönelik daha
aktif bir politika yürütmeye karar verilmiştir. AB, sınır
komşusu olan bu devletleri demokratikleşme ve piyasa
ekonomisine geçiş sürecinde destekleyeceğini beyan etmiştir. (33)
3.2 AB’nin MDAÜ Kaynaklı Tehdit Algısı
AB’de, MDAÜ bölgesinde reformların desteklenmesi için sadece
ekonomik araçların yeterli olamayacağı yönünde endişeler
oluşmaya başlamıştı. Bu endişeler bölge ülkelerini (MDAÜ)
etkileyen iç ve dış dinamiklerden kaynaklanmaktaydı. AB’nin
MDAÜ’de reformları desteklemekte başarısız olması sonucu
çıkabilecek politik ve ekonomik istikrarsızlıklar, birliğin
güvenliğini tehdit edebilecek mevzubahis iç dinamikleri
oluşturmaktadır. Her ne kadar bu sorun öncelikle MDAÜ içindeki
bir devletin kendi düzenini doğrudan ilgilendiriyorsa da, iç
istikrarsızlıktan gelen tehdit sınırları aşarak, komşuları da
etkileyebilme kapasitesindedir. Bu tür bir istikrarsızlığın
bir kaç devlette aynı anda oluşması halinde durum daha da feci
noktalara gelebilecekti. (34)
Reformların başarısızlığıyla oluşan istikrarsızlık hali,
ülkeleri ekonomik kargaşa ve politik anarşiye sürükleyebilir,
bunun sonucu da saldırgan aşırı milliyetçilik, militanlık,
ekonomik kriz ve hatta dış müdahale gibi istenmeyen durumlar
ortaya çıkabilirdi. Başarısızlıktan etkilenen ülke
vatandaşları hayal kırıklığı yaşayarak, seçilen demokratik
hükümetlerin yerine, daha otoriter ve milliyetçi yöneticilere
yönelip, kendi oylarını otoriter veya milliyetçi yöneticilere
verebilirlerdi. Bunun sonucu istikrarı tehdit edebilecek bir
diğer durum, yani etnik çatışmalar da ateşlenebilirdi. (35)
Örneğin, Romanya ile Bulgaristan arasındaki Güney Dobruca
sorununda olduğu gibi. 1990’ların başlarında Romanya
Bulgaristan’ın bir arazi parçası olan Güney Dobruca üzerinde
hak ileri sürmeye başlamıştır. Doğu Bloku’nun ortadan kalktığı
koşullarda bu talepler iki devlet arasında sıcak çatışmanın
yaşanabileceği kaygıları oluşturmuştu. Bu gibi durumlar sıcak
çatışmaların Yugoslavya dışına da sıçraması ihtimalini gündeme
getirmekteydi. Ne var ki AB’nin müdahalesiyle iki devlet kendi
sınırları dahilinde yaşayan azınlıklara geniş haklar
tanıyınca, sıcak çatışmayı önlemek mümkün olmuştur. (36)
Dış etken olarak, Rusya’nın dış politika niyetlerinden
kaynaklanabilecek sorunlardan bahsetmek mümkündür. 1991’in
Ağustos ve Aralık ayları arasında gelişen olayların sonucunda
Sovyetler Birliği dağılınca, bu devletin bulunduğu mekan
üzerinde istikrarsızlık durumu hakim oldu. Yeni oluşan
devletlerde istikrarsızlıktan yararlanan milliyetçi yönetimler
iş başına gelerek, var olan durumu daha da karmaşık hale
getirmekteydi. Eski gücünü kaybetmeyi sindiremeyen Rusya, yeni
bağımsızlığını ilan etmiş devletleri kendi “yakın çevresi”
olarak ilan etmiş, bu coğrafyada etkisini sürdürmeye
çalışmıştır. Şubat 1993’de kabul edilen bu politika, Rusya’nın
“Monroe Doktrini” olarak kabul edilmektedir. Buna göre,
Sovyetler Birliği’nden ayrılan yeni bağımsız devletler bu
ülkenin ekonomik ve güvenlik açılarından yaşamsal çıkar alanı
olarak ilan edilmiş ve Rusya buradaki gelişmeleri denetlemeyi
öngörmüştür. (37) Rusya bu politikayla kendi devleti dışında
Rusların ve eski Sovyetler Birliği’nin dış sınırlarının
korunmasını temel dış politika amacı olarak beyan etmiştir.
Rus askeri üsleri o sırada birçok eski Sovyet cumhuriyetinde
konuşlanmıştı ve ülkelerin müdahil olduğu iç ve dış
çatışmalarında kendine biçtikleri rolleri vardı. (38)
Rusya’nın bu politikası eski Varşova Paktı üyesi olan MDAÜ
devletlerini de tehdit altında bırakmaktaydı ki bu da AB’nin
güvenliğini doğrudan etkileyecekti. MDAÜ’deki AB güvenliğine
etkisi olan iç ve dış tehditler, bu ülkelerin hem bu kurumla
(AB), hem de NATO ile tam üyelik sürecinin başlatılmasının
gerekliliğini ortaya koymuştur. (39) Bunun esas sebebi olarak MDAÜ’nün yeniden Rusya’nın etkisi altına girmesini engellemek
ve o zaman için en etkin araç olarak kabul edilen NATO
vasıtasıyla bu ülkeleri kısa zaman içinde Avrupa’nın politik
ve ekonomik alanına katmak arzusudur. Bu dönemde bu ülkelerin
bazılarının arazisinde hala Rus askeri üsleri bulunmaktaydı ve
bunların çekilmesi ancak 1994’te tamamlanacaktı. (40)
MDAÜ bölgesine yönelik dış politika amaçlarının
gerçekleştirilmesinde başarısız olabileceğinden endişelenen
AB, bu ülkelerin reform süreçlerine devam etmelerini teşvik
etmek için yeni arayışlara girmiştir. AB reformları başarılı
bir şekilde tamamlamaları durumunda bu ülkelere kuruma tam
üyelik vaadi verilmesini sorunun çözümü olarak görmüştür.
Bunun sonucunda, 22 Haziran 1993’de gerçekleşen Kopenhag
Zirvesi’nde kabul edilen kararlarla MDAÜ’nün AB ile
bütünleşmesi süreci başlamış oldu. Böylece MDAÜ’ye yönelik
koşullu entegrasyon politikası Birliğin dış politikasının
temel aracı olmuştur. (41) Nitekim Aralık 1995’teki Madrid
Zirvesi’nde Avrupa Konseyi bildirisinde bu genişleme hakkında:
“Avrupa kıtasında istikrar ve güvenliği sağlayacaktır ve hem
aday devletler, hem de Birliğe üye devletler açısından
ekonomik büyüme ve genel refah düzeyinin yükseltilmesi için
yeni ufuklar açacaktır” (42) açıklaması yapılmıştı.
Aralık 1994’de Essen Zirvesi’nde bütünleşme sürecine girmiş
devletlere yönelik “katılım öncesi stratejisi” kabul
edilmiştir. Bu strateji üç temel unsurdan ibaretti.
Stratejinin hukuki temelini Avrupa Antlaşmaları oluşturuyor.
İkinci temeli mali ve teknik yardımı sağlamasını temin eden
PHARE programıdır. Üçüncü temeli ise, hem üye, hem de aday
devletleri bir araya getirecek olan “yapısal diyalog” forumu
oluşturuyor. ‘Katılım öncesi stratejisinin’ temel amacı
MDAÜ’yü AB’deki Ortak Pazar şartlarına hazırlamaktır. Bu
yıldan itibaren MDAÜ devletleri AB’ye tam üyelik başvurularını
gerçekleştirmeye başlamışlardı. (43) Bu şekilde on eski sosyalist
ülke, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya,
Slovenya, Bulgaristan, Romanya ve üç eski Sovyet Baltık
Cumhuriyeti olan Estonya, Letonya ve Litvanya bu kuruma üyelik
hakkı kazanmışlardı. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra ortaya
çıkan devletler içinse, Slovenya dışında katılım sürecinin
açılmasının ancak kanlı çatışmaların sona ermesi sonrasında
mümkün olabileceği ortaya çıkmıştır. (44)
3.3 AB’nin Yeni Araçları: Katılım Öncesi Stratejisi ve
Avrupa Antlaşmaları
Yukarıda da söz edildiği gibi, Aralık 1994 yılında AB
Komisyonu’nun teklifleri üzerine, aday devletler için çok
sayıda konuyu içeren bir ön katılım stratejisi
oluşturulmuştur. Daha önce hiçbir genişleme sürecinde kurum
tarafından bu tür bir strateji uygulanmamıştır. Bu yüzden bu
girişim beşinci genişlemeye özgü bir teşebbüstür. Bunu izahını
bir kaç şeklinde ifade etmek mümkündür. AB Maastricht
Antlaşması’yla ilk defa olarak ODGP oluşturmaya çalışmaktaydı
ve o dönemde bu ortak politikanın öncelikli konusu MDAÜ’ye
yönelik genişleme süreci idi. Diğer bir sebep ise, genişleme
sürecinin genellikle eski Doğu Bloku devletlerini kapsamasıydı
ve AB tarihi boyunca ilk defa olarak farklı bir politik ve
ekonomik sistemde bulunan devletleri üyeliğe kabul etmeye
hazırlanıyordu. Bu devletlerin en kısa sürede ve en sancısız
şekilde demokrasi ve daha önemlisi piyasa ekonomisine geçişini
sağlamak gerekiyordu. Bu konuda MDAÜ için ayrı bir strateji
oluşturulmasının gerekliliği ortaya çıkmıştır ki bu da katılım
öncesi stratejidir.
Bir diğer önemli husus ise, AB ilk defa bu sayıda devleti
kendi saflarına dahil edecekti. 1992’den sonra üye sayısı 15’e
ulaşan kurum, son genişlemeyle neredeyse bir o kadar da yeni
üye kabul etmeye hazırlanmak için belli bir sürenin
gerektiğine inanmaktaydı. Diğer taraftan, MDAÜ’ye tam üyelik
yolunun açılmaması, bu ülkeleri kaos ve istikrarsızlık
sürecine itebilir ve kendisi de istikrarsız bir halde bulunan
Rusya’nın etki alanına yeniden düşürebilir ve sonuçlarını
kestirmesi oldukça zor bir sürece sürükleyebilirdi.
Bu sebeplerin ışığında, Temmuz 1994 tarihli Avrupa Komisyonu
tarafından yayınlanan raporda, MDAÜ’nün Ortak Pazara
entegrasyonunu ve AB kurumlarıyla çok taraflı yapısal diyalogu
sağlamaya yönelik bir katılım öncesi stratejisi takdim
edildi. (45) Katılım öncesi stratejisi beş alanda
gerçekleştirilecek girişimler üzerinde oluşturulmuştur. Bu
alanlar yapısal ilişkilerin güçlendirilmesi, bütünleşme süreci
için hukuki altyapının oluşturulması, ticari ilişkilerin
geliştirilmesi, enerji, ulaşım ve çevre gibi alanlarda
işbirliğinin teşvik edilmesi, bütünleşme süreci ve reformlar
için yardımdır. Bütün bu yardımların PHARE Programı
çerçevesinde gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. (46)
Bu strateji doğrultusunda aday devletler tarafından Ortak
Pazar müktesebatına uyum sağlanması öngörülmekteydi. Buna
göre, Komisyon tarafından farklı alanlarda hangi hukuki
düzenlemelere uyum sağlanması ve politikaların uygulanması
gerektiğini içeren ve Beyaz Kitap diye bilinen detaylı bir
belge hazırlandı ve Haziran 1995’te gerçekleşen Cannes
Zirvesi’nde sunuldu. (47) Beyaz Kitap’ta aday devletlerin Ortak
Pazar’la ilgili olarak çeşitli alanlarda hukuksal
düzenlemelere uyum sağlamaları için atmaları gereken adımlar
ayrıntılı bir biçimde işlenmiştir. Raporda belirtilen alanlar:
ekonomik ve mali işler, sanayi, rekabet, sosyal ilişkiler,
tarım, nakliyat, görsel-işitsel medya, çevre,
telekomünikasyon, ortak pazar ve mali hizmetler, enerji,
gümrükler ve dolaylı vergilendirme, tüketiciyi korumadır.
Beyaz Kitap aday ülkelere Ortak Pazar’ın kurallarına uyum
sağlanması yolunda bir harita olarak hazırlanmıştır. Hukuksal
bir boyutu olmasa da ve tam üyelik için herhangi bir takvim
getirmese de, aday devletlerin gerçekleştirmesi gereken
işlemlerin neler olduğunu anlamaları için büyük önem
kazanmıştır. (48)
Katılım öncesi stratejisinin bir diğer önemli hususu, MDAÜ ile
AB kurumları arasında yapısal ilişkiler ve diyalogun Konsey
bünyesinde farklı düzeylerde sürdürülme kararını içermesidir.
Diğer bir deyişle, bu strateji ile Beyaz Kitap’la öngörülen ve
MDAÜ ile AB arasında teknik konularda uyum sürecin başlarında
tamamlanıyor ve diğer bir aşamaya geçerek taraflar arasında
siyasi ilişkilerin geliştirilmesini amaçlanıyor ve bu konuda
kararlılık sergileniyordu. (49)
Ön katılım sürecinin sonunda AB MDAÜ ile genişleme sürecinin
mantıklı bir devamı olarak Avrupa Anlaşmaları’nı imzalama
aşamasına geçmiştir. AB’nin Güney Kafkasya devletleriyle
ilişkilerinin hukuki altyapısının farklılığını anlamak için bu
yeni antlaşma türü konusunda daha etraflı bilgi vermekte yarar
vardır. Avrupa Anlaşmaları, iki taraf arasında imzalanan ve
özel nitelik taşıyan antlaşmalardır. Bunların esası aday
devletleri insan haklarına, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve
pazar ekonomisine geçiş gibi ilkeler çerçevesinde AB üyeliğine
hazırlamaktır. (50) AB ile ilişkilerde bu aşamada Avrupa
Anlaşmaları’nda MDAÜ için öngörülen unsurlar aynıdır ve
aşağıdaki şekilde belirlenmiştir: siyasi ilişkileri
geliştirecek taraflar arasında ortaklığı pekiştirecek ikili ya
da çok taraflı danışma ortamının oluşması, AB ile aday
devletleri arasında ticaretin geliştirilmesi için serbest
ticaret alanının oluşturulması, taraflar arasında ekonomik,
kültürel, sosyal ve mali alanlarda ilişkilerin geliştirilmesi
ve fikri mülkiyet ve rekabet konuları dahil mevzuat konusunda
uyumun sağlanmasıdır. (51)
Ortaklık ilişkisini öngören Avrupa Anlaşmaları’nın temel
özelliği, imzalayan taraflar arasındaki karşılıklı hak ve
yükümlülükleri, ortak faaliyetler ve özel girişimleri
belirlemesidir. AB ile MDAÜ arasında imzalanan Ticaret ve
İşbirliği Anlaşmalarından çok daha ileri amaçlar içeren Avrupa
Anlaşmaları, ortaklık süreci sonunda aday devletler için tam
üyelik öngörmektedir. Anlaşmalara göre, sonunda sanayi
ürünleri için serbest ticaret bölgesinin oluşturulmasını
öngören 10 yıllık geçiş dönemi belirlenmiştir. Bu dönem AB
tarafından MDAÜ’ye en çok gözetilen ulus statüsü tanınması,
aşamalı liberalleşmenin ve ortaklık taraflarının lehine bazı
ayrıcalıkların tanınmasını içerecektir. Özellikle tekstil,
tarım ürünleri, kömür ve çelik gibi “hassas” malların
ticaretinin liberalleştirilmesi, antlaşmalara eklenmiş
protokollerle belirlenmektedir. (52)
Ön katılım stratejisinin ve Avrupa Anlaşmaları’nda öngörülen
amaçların gerçekleştirilmesinde uygulanan en önemli araç PHARE
Programı’dır. Konumuz açısından büyük önem arz eden ve yine
Güney Kafkasya bölgesine yönelik uygulanan diğer programlarla
kıyaslama imkanını sağlamak için, bu programa burada değinmek
gerekmektedir.
3.4 PHARE Programı
Daha önce de söz edildiği gibi PHARE Programı Avrupa Birliği
tarafından finanse edilen üç ön katılım aracından biri olarak
kabul edilmektedir ve MDAÜ adaylarına AB’ye katılım sürecinde
yardım sağlamaktadır. PHARE Programı’nın AB’nin MDAÜ’ye tam
üyelik sürecinde uyguladığı en etkin mekanizmalardan birine
dönüştüğünü söylemek mümkündür. Zamanla değişen öncelikler
doğrultusunda PHARE Programı’nın fonksiyonları da
değişmektedir. Bu da programın değişimlere uyum açısından
duyarlılık derecesinin yüksek olduğunu göstermektedir.
PHARE Programı sadece Doğu Avrupa’daki değişime bir yanıt
olmakla kalmadı. Bu program çerçevesinde verilecek yardımlar
reform programlarının uygulanması şartına bağlandığı için,
reformları daha başarılı şekilde gerçekleştiren devletler daha
çok kaynak sağlama imkanı buluyorlardı. Bu nedenle devletler,
geçiş sürecinden daha büyük pay almak için reformları
hızlandırmaya çalışmaktaydılar, bu da AB’nin de işine
yarıyordu. (53)
İlk önce Polonya ve Macaristan’a yardım amacıyla 1989’da
başlatılan bu programa daha sonra sekiz ülke daha katılmıştır.
Bunlar AB’ye aday olan Çek Cumhuriyeti, Estonya, Litvanya,
Letonya, Slovakya, Slovenya, Bulgaristan ve Romanya’dır. 2000
yılına kadar aynı programdan Batı Balkanlar grubuna dahil
ettiğimiz Arnavutluk, Bosna-Hersek ve Makedonya gibi devletler
de yararlanmaktaydılar. Bu ülkeler 2001 yılından itibaren
PHARE’den alınarak bu programa benzer olan ama üyelik amacı
öngörmeyen CARDS Programı’na alınmıştır. (54)
PHARE Programı çerçevesinde ilk başta esas itibariyle
danışmanlık, know- how transferi, teknik yardım, müteahhitlik
ve mühendislik hizmetleri, donanım ve malzeme temini gibi
alanlarda teknik ve mali yardımlar sunulmaktaydı. PHARE
öncelikle bir teknik yardım programı olduğu için, açılan
ihaleler de genelde uzmanlık, danışmanlık, bilgi aktarımı,
fizibilite çalışmalarına yönelik etütler, sağlık hizmetlerinin
yeniden yapılanması, tarımda reforma destek, telekomünikasyon
sektöründe çalışacak personelin yetiştirilmesi gibi alanlarda
gerçekleşmektedir. (55)
1990–1994 bütçesi 4.2 milyar Euro olan PHARE, (56) 1993 yılında
Kopenhag Zirvesi’nde MDAÜ’ye tam katılım süreci başladığı
zaman, amaçlarını yeniden gözden geçirerek, sadece piyasa
ekonomisine geçişte kullanılan bir mali araç olmaktan
çıkarılarak, daha geniş iktisadi reform, politik alanda
yeniden yapılanma ve demokrasi gibi konuları da kapsamına
alarak, bu alanlarda da aday ülkeleri destekleyen bir araca
dönüşmüştür. (57) 1997 yılında Lüksemburg Zirvesi sonrası PHARE
Programı tümüyle “ön katılım süreci” aracına dönüşmüştür.
Bununla aday devletlerin Katılım Ortaklığı Stratejisi
çerçevesinde birlik müktesebatına uyum sağlamasını öngören
Ulusal Programların oluşturulmasında ve bu programların
gerçekleştirilmesinde gereken yardımı sağlamaktaydı. Bu andan
itibaren PHARE Programı kamu yönetiminin ve kurumların AB
içinde etkin bir şekilde çalışmalarının sağlanması için
güçlendirilmelerini, acquis communautaire’e uyum, ekonomik ve
sosyal desteğin temin edilmesini öngörmektedir. (58)
Bu andan itibaren PHARE Program çerçevesinde iki öncelik
belirginleşmiştir: Gereken kurumların oluşturulması (PHARE’nin
bütçesinin % 30’u buna harcanmakta) ve mali yatırımlar (kalan
% 70’lik kısım bu amaçla kullanılmaktadır). PHARE, aday
devletlerin AB’nin acquis communautaire’e uyum sağlamaları
için demokratik kurumların ve yönetimlerin güçlendirilmesine
ve aynı zamanda ulaşım ve çevre gibi alanlara yatırım ve
altyapı projelerinin gerçekleştirilmesine destek
vermektedir. (59)
3.5 MDAÜ’nün AB’ye Uyumunda NATO’nun Yeri
1997 yılında Avrupa Komisyonu aday devletlerin katılım
şartlarını yerine getirmekte o güne dek sergiledikleri
performanslar konusunda Gündem 2000 raporunu yayınlamıştır.
Beş ülke Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya ve
Slovenya Komisyon’dan olumlu not almaya muvaffak olmuşlardır.
İlginçtir, bu rapor eski Varşova Paktı üyesi olan Çek
Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan’ın NATO’ya tam üyelik
daveti almalarından sadece iki hafta sonra yayınlanmıştır. (60)
Her üç devlet Avrupa Komisyonu’ndan olumlu not almıştır.
Estonya ve Slovenya, coğrafi konum itibarıyla birinin Rusya’ya
komşu olması, diğerinin askeri çatışmaların sürdüğü eski
Yugoslavya devletlerinin hemen yakınında bulunması nedeniyle
tam üyelik için NATO’dan davet almamıştır, ancak bu devletler
hazırlık durumunun değerlendirilmesinde olumlu not
almışlardır. Yine de Avrupa Komisyonu’nun aday devletlerin
NATO ile ilişkilerin gelişim derecesine önem verdiğini
söylemek mümkündür. Yani AB’nin ODGP’sindeki MDAÜ’yle
bütünleşme sürecinde NATO’nun bu ülkelerle ilişkilerinin
düzeyini artırmasını kendi stratejisinin bir parçası gibi
gördüğü ortaya çıkmaktadır. AB’ye kabul şartları MDAÜ için
uzun bir uyum sağlama dönemini gerektirmekteydi. Nitekim
önceki genişleme süreçleriyle karşılaştırıldığında, son
genişleme aday ülkeleri çok zorlayabilecekti. Çünkü önceki
bütünleşme süreçlerinden farklı olarak, üye devletlerin sadece
Ortak Pazara değil, aynı zamanda Ekonomik ve Parasal Birliğe
ve Ortak Dış ve Güvenlik Politikasına da uyum sağlamaları
gerekmekteydi. (61) Bu durumda aday devletler için
AB ODGP’sine uyum NATO’ya katılım sürecinde büyük ölçüde
sağlanmış olacağına göre, bu kurumla bütünleşme düzeyi AB’ye
tüm üyelik için önemli bir kriter haline gelmiştir.
Daha öncede söz edildiği gibi, Gündem 2000 Raporu Kopenhag
kriterlerinden hareketle, tam üyelik koşulları yeniden
tanımlıyordu. Bu konuda tam üyelik için artık sadece ‘Birlik
müktesebatına” uyulması yeterli olmamaktadır, AB’nin siyasi ve
ekonomik amaçlarına da uyum sağlanması gerekmektedir. 12–13
Aralık 1997’de gerçekleşen Lüksemburg Zirvesi’nde Gündem 2000
önerileri kabul edildi. Bu zirvede adaylar üç kategoriye
bölünerek, hazırlık düzeylerine göre ilişkilerin ve
müzakerelerin sürdürülmesine karar verilmiştir. 2002’de AB
aday devletlerle müzakerelerde kaydedilen ilerlemeleri
değerlendirirken, Bulgaristan ve Romanya dışında tüm MDAÜ ve
Malta ile Güney Kıbrıs ile tam üyelik müzakerelerini tamamladı
ve 16 Nisan 2003’te bu devletlerle Katılım Antlaşmaları
imzaladı. Antlaşmaların Avrupa Parlamentosu ve üye devletlerin
parlamentolarında onaylanmasından sonra bu devletler 1 Mayıs
2004’de AB’ye katılmış oldular. (62)
Bulgaristan ile Romanya verdikleri taahhütleri
gerçekleştirdikten sonra 1 Ocak 2007’de AB’nin yirmi altıncı
ve yirmi yedinci üyeleri oldular.
3.6 AB’nin Üyelik Sürecinde MDAÜ’ye Yönelik Ortak Dış ve
Güvenlik
Politikasının Başarısı ve Bunun Sebepleri
3.6.1 ODGP’yi Destekleyen Etkenler
MDAÜ ile Haziran 1989’da, Polonya ve Macaristan’a yönelik
yardımların AB tarafından koordine edilmesi ile başlayan
ilişkilere göz attığımız zaman, birliğin bu bölgeden
kaynaklanabilecek tehditler konusunda ilk bakışta başarılı bir
dış ve güvenlik politikası sergilediğini görebiliriz. İlk
olarak 1989’da, Polonya ve Macaristan’a yapılacak yardımların
koordinasyonu G–24 (63) tarafından Avrupa Komisyonu’na verildi ve
bu kurum görevi başarıyla yerine getirerek, daha sonra bu
yardımları diğer MDAÜ’ye de yaymaya muvaffak oldu. G-24
devletlerinin AT’yi uluslararası bir aktör olarak muhatap
almaları bu kurum için büyük bir önem taşımaktaydı. (64) Ortak
dış politikanın başarılı bir şekilde yürütülmesinin bir diğer
örneği, AB’nin Balkanlarda şiddetlenen çatışmaları Slovenya’da
ve Hırvatistan’da belli ölçüde durdurmağa muvaffak olması ve
dolayısıyla daha da büyük kayıpları engellemesidir. Yine
benzer şekilde, Ağustos 1991’de Moskova’daki başarısız darbe
girişiminden sonra SSCB’de yaşanan istikrarsızlık döneminde AB
ortak bir tutum sergileyerek üç Baltık devleti olan Estonya,
Letonya ve Litvanya’nın bağımsızlığını tanımış, onlara mali ve
teknik yardım yapmaya başlamıştır. (65)
Genel olarak AB, MDAÜ’yü genişleme politikasına dahil etmek ve
sağladığı yardımlar yoluyla, bu ülkelerde demokratik düzen ve
piyasa ekonomisine geçiş sürecinde ortaya çıkabilecek
istikrarsızlığı önlemeye muvaffak olmuştur. Koşullu genişleme
politikası ve bu doğrultuda gerçekleştirilen projeler AB
ODGP’sinin şu ana kadar uyguladığı en etkin araç olarak
belirmektedir.
Diğer taraftan gösterilen örnekler AB’nin MDAÜ’ye yönelik
uyguladığı politikaların başarısını ölçmek için oldukça
yetersiz kalmaktadır. Nitekim AB’nin bu bölgeye yönelik dış
politikasının ve güvenlik politikasının başarısında farklı
etkenler de söz sahibidir.
Her ne kadar AB üye devletleri bazı konularda dış politika
açısından ortak tutum sergilemeye muvaffak olmuşlarsa da,
ODGP’nin araçlarının yeterli derecede geliştiğini ve genel
olarak ortak tutumun oluştuğunu söylemek son derece güçtür.
Belki de bu sebepledir ki, ODGP’nin oluşum sürecinde AB Avrupa
coğrafyasına, özellikle Merkezi ve Doğu Avrupa’ya
odaklanmıştır. AB diplomatik, ekonomik ve askeri
kapasitelerinin bu bölgeye sarf edilmesinin bu imkânların daha
verimli kullanımı olduğu inancıyla hareket etmekteydi. Burada
Avrupa Komisyonu’nun
katılım stratejisi için kullandığı yapı ve araçlarla beraber
ODGP Yüksek Temsilciliği de MDAÜ’ye yönelik diplomatik ve kriz
yönetimi girişimleriyle katkıda bulunuyordu. (66)
AB’yi bu bölgede aktif bir politika yürütmeye sürükleyen başka
bir neden ise, bu kurumun Merkezi ve Doğu Avrupa bölgesine
yönelik yürüttüğü dış ve güvenlik politikalarının başarılı
olmasını özellikle arzu etmesidir. Bunun esas sebebi, ABD’nin
desteği olmaksızın bu politikaları yürütebilecek kapasiteyi
sergileyerek, Soğuk Savaş sonrası değişen uluslararası ortamın
sağladığı fırsatları değerlendirerek, bölgede temel aktör
konumuna gelmek isteğidir. (67)
AB’nin MDAÜ bölgesindeki politikalarının başarıya ulaşmasının
bir diğer sebebi de, bu kuruma üye devletlerin kendi ulusal
dış politikaları doğrultusunda aday devletleri reform
süreçlerinde desteklemeleridir. Örneğin, Estonya İskandinav
devletlerinden ciddi destek alırken, Slovenya’nın kuruma
üyeliği İtalya ve Avusturya tarafından destekleniyordu, Fransa
ise Romanya için çaba gösteriyordu. (68) Üye devletlerin aktif
bir şekilde kendi çıkarları yönünde politikaların yürütmeleri
her ne kadar AB’nin dış politikasının ve güvenlik
politikasının oluşmasına ters düşse de, bu devletler MDAÜ’ye
üyeliğe hazırlık aşamasında yardım etmekle aslında bu konuda
AB’nin ortak çıkarlarına hizmet etmekteydiler. ODGP’deki ortak
tavır eksikliği, belli ölçüde bu şekilde telafi edilmekteydi.
3.6.2 AB’nin Politikalarında Etkili Olmasında NATO’nun Rolü
AB genişleme esnasında yürüttüğü ODGP’ye NATO’dan ciddi destek
almaktaydı. Açıkça söylenmese de, MDAÜ için AB’ye tam üyelik
NATO’ya üyelikten geçmekteydi. Zaten NATO, AB ile MDAÜ
arasında güvenlik konusundaki işbirliğinin geliştirilmesine
yardım etmekteydi. Avrupa’da Soğuk Savaş döneminde var olan
bölünmenin sona ermesi ve Batı ile Doğu arasında daha geniş
kapsamlı bir güvenlik kavramının geliştirilmesi bu sayede
mümkün olmuştur. (69)
Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra MDAÜ’deki güvenlik boşluğunun
giderilmesi amacıyla NATO’nun bu ülkeler yönünde genişlemesi
gerekliliği hakkında kurum içinde tartışmalar başlamıştır.
Ancak günümüzde güvenlik sadece askeri önlemlerin alınmasıyla
sağlanamaz. Bu nedenle, eski Sosyalist Blok’u temsil eden bu
devletlerde demokrasi ve piyasa ekonomisi mekanizmalarının
sağlıklı bir bir biçimde yerleştirilmesi ve bu ülkelerin
güvenliğinin bu açılardan da sağlanması gerekmekteydi.
Dolayısıyla NATO genişlemesiyle AB genişleme süreci paralel
bir şekilde gerçekleşmiştir. (70)
NATO’nun MDAÜ yönünde genişlemesinin üç temel sebebi vardır.
Bunlardan ilki Rusya’nın bölgedeki devletlerin güvenliklerine
karşı bir tehdit olarak algılanmaya devam etmesiydi. Aslında
NATO’nun bu konudaki algısı AB’nin MDAÜ’ye yönelik bütünleşme
politikasının temel saikleri ile çakışmaktadır. Bu durumda bu
amacın gerçekleştirilmesinde her iki kurum birbiri için
tamamlayıcı bir rol oynamaktadır. Yine de, özellikle ilk
zamanlarda, AB bu amacı gerçekleştirme araçlarından yoksundu
ve o sırada sadece ABD önderliğindeki NATO, Batı Avrupa
bölgesinin MDAÜ ile ilgili güvenlik endişelerini gidermek için
gerekli örgütlemeye ve kapasiteye sahip idi. Bu durumda AB’nin
NATO olmaksızın bu amacı kendi başına gerçekleştirebilmesi
inandırıcı görünmüyordu. (71)
NATO’nun genişlemesinin AB ile paralel gitmesinin diğer bir
nedeni Merkezi ve Doğu Avrupa devletlerinin Batı kurumlarının
bir parçası olma yoluyla yeniden “Avrupa’ya dönüş” haklarını
kullanmak istemeleridir. Soğuk Savaş döneminde ayrı bir blok
halinde hareket eden bölge ülkeleri, bloğun çöküşüyle Batı
değerlerine kavuşma olanağını elde etmişlerdi. Yeni bir
“modernleşme” modeli gibi kabul edilebilecek yönelim, Doğu
Avrupa devletlerinin yeni elitleri tarafından başarısız ulusal
komünizm modeli yerine ortaya atıldı. Aslında bu model,
bölgede bulunan devletlerin, dışlanmışlık ve baskı altında
kalmışlık duygularından kurtulmak, ekonomik durgunluğu,
yeniden baş gösteren milletlerarası çekişmeleri ve politik
istikrarsızlığı ortadan kaldırmak amacıyla oluşturulmuştu. (72)
NATO’nun genişlemesinin üçüncü nedeni ise, bu devletlerin
AB’ye üyelik sürecine bir ön adım oluşturulmak istenmesidir.
Bu istek, Maastricht Antlaşması’nın onaylanmasından sonra
AB’nin savunma koluna dönüşen BAB’a üyeliğin öneminin
artmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu proje doğrultusunda “ulusal”
ve “Avrupalı” kimliklerin bir araya getirilmesi AB ve NATO’ya
tam üyelik koşulları yönünde ilerlenmenin sağlanması amacına
yönelikti. (73)
NATO, Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra faaliyetlerini
sürdürmekle beraber faaliyet ve amaçlarında yeni düzenlemeler
yapmıştır. Buna ek olarak, kurum NATO üyesi olmayan ülkeler
ile ilişkiler sisteminde yeni mekanizmalar geliştirmeye
başlamıştır. Bu çerçevede 1991 yılında Kuzey Atlantik
İşbirliği Konseyi (KAİK) ve 1994 yılında, Barış için Ortaklık
(BİO) programı kuruldu. 20 Aralık 1991 tarihinde kurulan KAİK
NATO ile eski Varşova Paktı arasında güvensizliğin
giderilmesinin ilk adımı idi. Daha sonra NATO tarafından
“Barış için Ortaklık” programı geliştirilmiştir. Programın
esas amacı bütün Avrupa’da istikrarın ve güvenliğin
sağlanmasıdır. Bu girişime KAİK’e ve AGİT’e üye olan bütün
ülkeler davet edilmiştir. Bu davet MDAÜ dahil otuz ülke
tarafından kabul edilmiştir. BİO Programı savunmaya dayalı
işbirliğini esas kabul etmekle birlikte, NATO ve partner
ülkeler arasında diyalogun ve siyasi işbirliğinin
geliştirilmesine de hizmet etmektedir. Bu girişim, Avrupa
güvenliğinin inşasında önemli ve devamlı bir karaktere
dönüşmüş ve bütün Avrupa’da politik ve askeri işbirliğinin
güçlenmesinde rol oynamıştır. Program, NATO’nun sunduğu
demokratik ilkeler temelinde istikrarın artmasına, barışa
yönelik tehditlerin azalmasına ve pratik işbirliğine dayanan
güçlendirilmiş güvenliğin kurulmasına yardım etmiştir. (74)
AB MDAÜ’nün tam üyelik sürecini başlatmadan, Ocak 1994’te NATO
Brüksel Zirvesi’nde bu ülkelere NATO’ya tam üyelik daveti
yapmıştır. NATO böylece bu devletlerin AB’ye tam üyeliğine
güvenlik konuları açısından hazırlıklarını tamamlanmasında
katkıda bulunmuştur. Nitekim Mart 1999’de Çek Cumhuriyeti,
Polonya ve Macaristan NATO’ya üye olurken, diğer AB’ye aday
MDAÜ ülkeleri bu kuruma Mart 2004’te yani AB’ye üye olmadan
bir kaç ay önce katılmışlardır.
3.6.3 AB’nin Katılım Stratejisinin ODGP’nin
Gerçekleştirilmesinde Tamamlayıcı Fonksiyonu
Avrupa politik ve ekonomik alanıyla bütünleşme arzusunda
olan eski Doğu Bloku sosyalist devletlerinin ülkelerinde çok
sayıda reformu başarılı bir şekilde gerçekleştirmeleri
gerekmekteydi. Bu amaçla AB bu ülkelere geniş bir yelpaze
oluşturan teknik ve mali destek vermekteydi. Fakat ülkelerin
reform sürecinin başarılı bir şekilde tamamlanmasına etki
yapan en büyük neden bu ülkelere AB tarafından verilen tam
üyelik vaadidir. Diğer bir deyişle MDAÜ, geçiş döneminde
AB’den yardım almakla kalmamıştı, sürecin sonunda neyle
karşılaşabileceğine dair net bir perspektife sahipti. Bu
durumda Avrupa ve Atlantik-aşırı kurumlarla bütünleşme
sürecinde MDAÜ başta Rusya’dan gelebilecek tehdide karşı
güvenliğini güçlendirmek için hem Batı’dan mali ve teknik
yardımları sürekli bir şekilde alacaktı, hem de ekonomilerinin
piyasa kuralları yönünde şekillendirilmesi ve yürütülmesini
içeren liberal politikalar bu ülkelerde iktidar değişikliğine
bağlı olmadan devamlılık sergileyecekti. (75)
Bunun en çarpıcı örneği olarak Çekoslovakya’nın Yugoslavya’nın
aksine hiçbir çatışma yaşanmadan 1993’de Çek ve Slovak
Cumhuriyetleri olarak iki ayrı devlete ayrılmasını göstermek
mümkündür. Diğer Merkezi ve Doğu Avrupa devletlerinde olduğu
gibi bu devletler politik ve ekonomik açıdan bir dönüşüm
yaşamaktaydılar. Her iki devlet de sürecin tamamlanmasının
ayrılmaları halinde daha kolay olacağı inancını taşımaktaydı.
Bunun dışında Batı ile başlatılan bütünleşme sürecinin ayrılma
sırasında ortaya çıkabilecek siyasi belirsizliği ve ekonomik
başarısızlığı önlemeye yardımcı olacağını ümit
etmekteydiler. (76) Çek Cumhuriyeti ve Slovakya ayrılma sürecinin
çatışmasız bir şekilde tamamlanmasına özen gösteriyordu. Bu
devletler çatışmadan uzak durulması yoluyla Batı tarafından
takdir edilip AB ile bütünleşme sırasında bütün imkanların
kendilerine takdim olunacağını umuyorlardı. (77)
AB’nin MDAÜ’ye yönelik genişleme politikası bu devletlerdeki
politik ve ekonomik reformları teşvik etmeyi ve Soğuk Savaş
sonrası oluşan koşullarda yeni Avrupa düzenini oluşturmayı
amaçlamaktaydı. MDAÜ’de politik ve ekonomik alanlarda yeniden
yapılanmayı eşgüdümlemekle, Avrupa kıtasında güvenliğin temin
edilmesi beklenmekteydi. Bu öngörü, demokratik politik sistem
ve piyasa ekonomisine geçmiş ülkeler arasında bütünleşme ve
karşılıklı bağımlılığın gelişmesi sonucunda daha istikrarlı ve
güvenli bir Avrupa oluşacağı inancına dayanmaktadır. (78)
Hem NATO hem de AB, Merkezi ve Doğu Avrupa bölgesinde
istikrarın sağlanması ve güvenliğe bağlı sorunların
çözümlenmesine yönelik politikalar gerçekleştirmekteydiler. AB
iç istikrarını bozacak tehdit unsurlarını iyi bilmekteydi ve
bunları önlemek için en etkin aracın Kopenhag kriterlerinin (79)
sağlanması koşuluna bağlanmış bir bütünleşmenin MDAÜ’ye
sunulmasıdır. Bu durumda koşulları başarılı şekilde
gerçekleştiren ülkeler sadece AB tarafından değil, aynı
zamanda NATO tarafından da ödüllendirilmiş olacaklardı.
Çok geçmeden, MDAÜ yönetimleri kendi dış politika
önceliklerinin NATO ve AB ile bütünleşme olduğunu beyan
etmişlerdir. (80) Bu konuda Çek Cumhuriyeti, Polonya ve
Macaristan’ın reform sürecinde önderlik etmeleri, NATO
tarafından bu devletlerin öncelikle tam üyeliğe kabul
edilmelerinde ve AB’nin 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde ilk
dalgada tam üyelik koşullarına en fazla uyum sağlayan
devletlerin arasına alınmalarında (81) büyük avantajlar
sağlamıştır. (82)
AB’nin MDAÜ’ye bütünleşme perspektifi içeren destek
politikasına kıyasla, Batı Balkanlar ve Eski Sovyetler Birliği
coğrafyasında, özellikle Güney Kafkasya’da genişleme aracı
hariç, tamamen benzer politikalar uygulanmasına rağmen, benzer
başarıyı elde etmek mümkün olmamıştır. AB tarafından sunulan
yardıma büyük ihtiyaç duyan bu bölgelerdeki ülkeler, AB ile
ilişkilerin hangi düzeye çıkacağına dair perspektiften yoksun
idiler. AB bu devletlere bu kurumla gelecekte bütünleşme
imkanını tanımamaktaydı.
Batı Balkan devletleri ve Eski Sovyetler Birliği’nin
dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni bağımsız devletler,
herhangi bir değişim planına sahip değildiler.
Aynı zamanda bağımsızlıkların ilk gününden itibaren
varlıklarını sürdürme mücadelesi vermek zorunda kaldılar. Her
ne kadar Slovenya, Litvanya, Letonya ve Estonya
bağımsızlıklarını diğer bölge devletleriyle aynı dönemde elde
etsele de, AB bu ülkeleri genişleme sürecine alarak Avrupa
değerlerinin geliştirilmesi ve benimsemesi yönünde bir pusula
rolünü üstlenmiştir. MDAÜ, YBD ve eski Yugoslav
cumhuriyetlerinin aksine, Soğuk Savaş döneminde bağımsız birer
devlet olmalarına rağmen, Soğuk Savaş sonrası komünist
düzenlerin çökmesiyle bir yol göstericiye ciddi ihtiyaç
duyuyordu. Bu noktada bu yol göstericiliği NATO ve AB
üstlenmiş ve bunu da bu devletlere kendi kurumlarıyla tam
bütünleşme sürecine katılım vaadi çerçevesinde
gerçekleştirmişlerdi.
Genişleme sürecinde AB tarafından belirlenen amaçların etkin
bir şekilde gerçekleştirilmesinde iki göz ardı edilmeyecek
husus yatmaktadır. Birinci husus, aday devletin bütünleşme
sürecinde aşama kaydetmesinin, talep olunan reformların
gerçekleşmesinde sergilediği başarıya bağlı olmasıdır. Bu hem
devletlerin kendi içlerinde reformlara devam edilmesi
konusunda kararlılığı temin ve teşvik edecek, hem de sürece
dahil diğer ülkeler için de bir ölçü rolü oynayacaktı. Bunun
dışında, koşullu genişlemenin, ancak bu uygulamaya konu
ülkelerin yönetimlerinin bunun kendi devletleri ve düzenleri
için faydalı olacağını inancına sahip olduğu sürece etkin
olacağını söylemek mümkündür. (83)
Bu tür bir algılama ise sadece demokratik yollarla iktidara
gelen ve liberal değerleri benimseyen yönetimler tarafından
gösterilebilir. Oysa otoriter rejimlerin benzer bir algılama
sergilemesi ihtimali bu yönetimleri oluşan farklı koşullar
zorlamadığı sürece, oldukça aşağı seviyededir. Nitekim
Yugoslavya örneğinde görüldüğü üzere, bu ülkenin dağılmasından
sonra Bosna’da ortaya çıkan kanlı çatışmada, Hırvatistan ve
Sırbistan yönetimleri politik imkanlarını bu çatışmanın daha
da şiddetlenmesi yönünde kullanmaktaydılar. Oysa
Çekoslovakya’nın iki ayrı devlete ayrılması sürecinde AB’den
destek alan Çek Cumhuriyeti ve Slovakya yönetimleri
politikalarında etnik ayrımcılığına yer verseler de, bu etnik
çatışmaya yol
açmadı. (84)
4. AB’nin Batı Balkanlara Yönelik Dış Politikası
4.1 Yugoslavya’dan Ayrılan Devletlerin ODGP Çerçevesinde
MDAÜ’den Ayrı Ele Alınmasının Sebepleri
Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra Balkanlarda ve
özellikle Yugoslavya’daki gelişmeler diğer Doğu Bloku
ülkelerinden çok daha farklı olmuştur. Bunun temelinde
Yugoslavya’nın Blok’a üye diğer devletlerden farklı ve kendine
özgü bir yapısının olmasıdır. Bunların arasında, diğer
devletlerden farklı olarak daha liberal ekonomisi, ayrılma
hukuku dahil geniş yetkilerle donatılmış federe devletleri
içeren federal devlet yapısı önemli özelliklerdir. (85) Güneydoğu
Avrupa olarak bilinen bu bölge, Yugoslavya’nın dağılmasından
sonra ortaya çıkan bağımsız devletlere Arnavutluk’un da
eklenmesiyle Batı Balkanlar terimi ile ifade edilmektedir. (86)
Bu terim, AB ile bütünleşme sürecine girmiş ve yine
Balkanlarda bulunan Romanya ile Bulgaristan’ı o sırada katılım
müzakereleri başlatılmayan bu devletlerden ayırmak amacıyla
kullanılmaya başlanmıştır.
Yugoslavya için Doğu Bloku’nun parçalanması ülkenin de
dağılmasına neden olmuştur. Fakat Çekoslovakya örneğinden
farklı olarak, Yugoslavya’nın dağılması daha feci olmuştur ve
on binlerin öldüğü sıcak çatışmalar yaşanmıştır. Daha önce de
söz edildiği gibi Yugoslavya’nın farklı yapısından yararlanan
Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ ve
Sırbistan, merkezi yönetimden politik ve ekonomik anlamda
neredeyse bağımsız bir şekilde hareket etmekteydiler.
1980’lerin sonlarında Miloseviç’in iktidara gelmesiyle hem
devletin çekirdeğini oluşturan Sırbistan’da, hem de diğer üye
cumhuriyetlerde milliyetçiliğin yükselişi görülmüştür.
1990’da Sırbistan dışındaki cumhuriyetlerde yapılan seçimlerle
bağımsızlık yanlısı yönetimler başa gelmiştir. Sırbistan ve
Karadağ’da ise komünist yönetimler kendi iktidarlarını
sürdürdüler. Federasyon yapısını korumak amacıyla Yugoslavya
devlet başkanlığını tüm federe devletlerin sırayla üstlenmesi
sistemi, Sırbistan’ın Hırvat adayı olan Stipe Mesici’yi veto
etmesiyle bozulunca, (87) 25 Haziran 1991’de Slovenya ve
Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan etmiştir. Bununla
Yugoslavya’nın dağılma süreci ve beraberinde kanlı çatışmalar
başlamıştır. (88)
AT’nin Yugoslavya’daki bu gelişmeler karşısında en baştan beri
sergilediği tutum, bu ülkenin toprak bütünlüğünün korunması
yönündeydi. Bu tutumunu devlet dahilindeki etnik çatışmaların
ve ayrılıkçı hareketlerin geri dönülmez bir noktaya geldiği
1991 Aralık’ına kadar sürdürmüştür. Aslında tutumun
değişmesine Almanya’nın bu konudaki adımları neden olmuştur.
Kendi kamuoyunun baskısı altında kalan Almanya, Slovenya ve
Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını tanıdı. Çok geçmeden, Avrupa
Komisyonu da, Almanya’nın ardından bu devletlerin
bağımsızlığını tanımıştır. (89) Bu iki devletin ardından daha
önce daha gevşek bir federasyon ilkesini savunan Makedonya ve
1992’de Bosna-Hersek bağımsızlıklarını ilan ettiler. (90) Bu
gelişmelerin doğrultusunda Belgrad yönetiminin denetimi
altında olan Yugoslav ordusu önce Slovenya’ya, sonra
Hırvatistan’a, en son ise Bosna- Hersek’e karşı harekete
geçmiştir ve kanlı çatışmalara neden olmuştur. (91)
Ne AB, ne de AGİT Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkan
krizin engellenmesi için herhangi bir plana sahiplerdi. (92)
Yugoslavya’dan ayrılan yeni bağımsız devletler ilk günlerden
kendilerini sıcak bir çatışma ortamında bulmuşlardı ve bu
koşullarda AB’nin MDAÜ’ye yönelik politik ve ekonomik geçiş
sürecinde uyguladığı programların gerçekleştirilme olanağı
bulunmamaktaydı. Bunun dışında, savaş içinde bulunan ülkelerin
genişleme süreci kapsamına alınması da düşünülemezdi. Bu durum
AB güvenliğini doğrudan etkileyebilirdi. Yugoslavya’dan
ayrılan ülkelere yönelik farklı politikaların uygulanması
gerekmekteydi. Ancak AB bunlara sahip değildi.
Yugoslavya’daki çatışmanın kökeninde üç temel sebep
yatmaktaydı. Birinci sebep, AB’nin yapabildiği tüm
müdahalelere rağmen çok etnik unsuru kendinde birleştiren bu
devletin dağılması idi. İkinci sebep istikrarsız bir döneme
sürüklenen eski Yugoslavya’da, Sırbistan başkanı Miloseviç’in
Büyük Sırbistan’ın kurulmasını öngören aşırı milliyetçi
projesi için gereken ortamın sağlanmış olması idi. Üçüncü
sebep ise, etnik çatışma sürecinde aşırı milliyetçilerin güçlü
konuma gelmesi ve bu gücü artırabilmesidir. (93)
Sıcak çatışmalar doruk noktasına varınca, bu sorunu gidermek
amacıyla müdahale etmekte isteksiz olan ABD ve AT, BM Güvenlik
Konseyi’nin 25 Eylül 1991 tarihli kararı doğrultusunda tüm
Yugoslavya’ya yönelik silah ambargosu uygulamaya başlamıştı.
Oysa Yugoslavya ordusunun mirasını devralmış olan Sırplar
silah donanımı açısından, Hırvatlar ve Boşnaklardan daha
avantajlı hale geldiği için, çatışma daha da kanlı bir hal
almıştır. Bosna-Hersek alınan ambargo kararıyla kendini
savunma hakkından mahrum kalmıştı. Bu durum Sırpları daha
dacesaretlendirmişti. AB’nin bu ve diğer diplomatik
girişimleri askeri destekten yoksun olunca başarısızlıkla
neticelenmiştir ve Hırvatistan ve Bosna-Hersek
ülkelerinin Sırplar tarafından işgali engellenememiştir. (94)
4.2 AB’nin Yugoslavya’daki Gelişmelere Yönelik Politikası
Etnik, dini ve kültürel bakımdan Avrupa’nın en karmaşık
bölgelerinden biri olan Balkanlarda 1989’dan sonra çok hızlı
gelişmeler yaşanmaya başlanmıştır. Yugoslavya toprakları
üzerinde sıcak çatışmaların başlaması AT’nin müdahalesini
gerektirmiştir. Yugoslavya’daki çatışmaların başladığı
dönemlerde AT’de siyasi birliğin oluşturulması konusunda
görüşmeler yapılıyordu ve bu görüşmelerde en çok tartışılan
konu ortak güvenlik ve savunma politikası olmuştur.
Yugoslavya’da çatışmalar başlayınca, siyasi birliğin göstermek
ve Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra uluslararası sistemde
yaşanan değişimler sonrasında global bir aktör olarak ortaya
çıkma iradesini göstermek için sınırlarının yakınındaki bu
krize müdahil olmuştu. Bazı Avrupalı yetkililer, (95)
Yugoslavya’nın bir Avrupa devleti olması nedeniyle, buradaki
sorunların Avrupalılar tarafından çözülmesi gerektiğini ve
bunun Amerika’dan her hangi bir yardım alınmadan
gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmişlerdi. (96)
Üye devletler ise tekil ülkeler olarak doğrudan müdahale
etmeye isteksizdiler. Gereken kapasiteye sahip olan Fransa ve
İngiltere ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ederek, bu
müdahaleyi yapmaya karşı çıktılar. En başta bölge devletlerine
yönelik aktif bir diplomatik faaliyet sergileyen Almanya ise,
anayasasının hükümleri gereği bu tür bir müdahale imkanından
yoksun idi. (97)
AT Komisyonu, merkez ve cumhuriyet yönetimleri arasında yapıcı
bir diyalogun oluşturulması yoluyla özgürlük ve demokrasi
ilkeleri temelinde yeni bir Yugoslavya’nın şekillendirilmesi
yönünde gereken yardımları göstereceğini beyan etmiştir.
AT’nin beklentisi Yugoslavya’nın bütünlüğünü korumak ve
demokratikleşme sürecini desteklemekle ortaya çıkan sorunları
çözmeye muvaffak olunacağı yönündeydi. Hatta ilk zamanlar
Almanya da AT’nin sergilediği bu tutumu destekliyordu. AT,
Yugoslavya’da patlak veren anayasal sorunu çözmede ve ülke
bütünlüğünün korunmasında gereken irade ve başarı sergilendiği
takdirde, ortaklık derecesine varacak bir işbirliği sürecini
başlatabileceğini beyan etmiştir. Bu Yugoslavya için o dönemde
AT tarafından takdim edilebilecek en önemli ödüllerden
biriydi. AT o sırada Yugoslavya ve diğer MDAÜ ile Ortaklık
Antlaşmaları’nın imzalanması konusunda görüşmelerde
bulunuyordu. (98) MDAÜ’de uygulanan benzer politikalar bu
ülkelerde istikrarsızlığı ve güvenliğe olan tehdidi ortadan
kaldırmaya yardım etmiştir.
27 Mayıs 1992’da Avrupa Komisyonu Güvenlik Konseyi’nin 757
No’lu kararı doğrultusunda Sırbistan ve Karadağ
Cumhuriyetlerine ticari yaptırımlar uygulanmasına karar verdi.
10 Temmuz 1992’de Komisyon ve NATO aynı gün Karadağ
limanlarına ticari amaçla gerçekleştirilen ulaşımı, deniz ve
hava üzerinden denetimi altına aldığını beyan etmiştir. (99)
26–27 Ağustos 1992’de Londra’da toplanan Avrupa devletlerince
Bosna-Hersek’te barışın sağlanması yönünde bazı girişimlerde
bulunulmuştu. Konferansta kabul edilen en önemli kararlar
Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin ülke bütünlüğünün tanınması,
çatışma sırasında zorla elde edilen toprak edinimlerinin
tanınmaması ve Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan yeni Yugoslavya
Cumhuriyeti’nin saldırgan olarak açık bir şekilde tanınması
olmuştur. (100)
Ardından bir ay sonra, Cenevre Barış Konferansı toplandı ve bu
konferansta Bosna-Hersek’te barışı sağlamak amacıyla BM-AB
ortak girişimi olan Vance-Owen Planı kabul edilmiştir. Plana
göre Bosna-Hersek bağımsızlığını korumakla birlikte, coğrafi,
tarihi ve etnik bağlar doğrultusunda kendi yönetimleri olan ve
geniş yetkilerle donatılan on ayrı bölgeye bölünecekti. (101)
Bunlardan üçer bölge her bir etnik gruba ait olacaktı, Saraybosna ise Bosna-Hersek’in bütünlüğünü ve çokuluslu
yapısını temsilen hiç bir etnik gruba ait olmayacaktı. (102)
Londra kararlarıyla belli ölçüde ters düşen bu plan,
çatışmanın Bosna-Hersek içinde üç etnik grubun arasında
gerçekleştiği belirtilerek, bu çatışmayı uluslararası savaş
boyutundan iç çatışma boyutuna indirgemekle saldırganla
saldırıya uğrayan tarafları eşit konumuna getirilmiştir. Bu
durumda Batılı müttefikler bir ülkenin toprak bütünlüğüne
saldırı durumunda müdahale zorunluluğunu da ortadan
kaldırmışdır. Diğer taraftan Bosna topraklarının bir kısmının
Sırplara bırakılmasıyla, zorla toprak kazanılmasının kabul
edilmeyeceği ilkesi de çiğnenmiş oldu. (103)
Bu plan Sırpların
çatışmayla elde edilen büyük kazanımlarını koruyacağı
gerekçesiyle ABD tarafında da rağbet görmedi. (104)
Bu plana en büyük tepki Boşnaklardan geldi. Boşnaklar, bu
planın ülkelerini parçalayacağına kesin gözüyle bakıyorlardı.
Buna rağmen ülkelerinin büyük kısmının Sırpların işgali
altında olması ve arazilerinde bir de Bosnalı Hırvatlara ait
bir cumhuriyetin oluşturulması gerçekleri karşısında en
azından ülke varlığını koruma amacıyla bu planı imzalamaya
razı olmuşlardı. Fakat aynı plan Bosnalı Sırpların Pale’deki
parlamentosu tarafından reddedilince yürürlüğe girememiştir.
Planın gerçekleşmemesinin sebeplerinden biri de savaş
sırasında başarıya ulaşmış Sırpların daha büyük kazanımları
elde etme isteği ve Batılı güçlerin bunu sınırlandırmak için
tek imkan ve baskı unsuru olan hava akınlarıyla ilgili
kararlılıklarını sürdürememiş olmalarıdır. (105) BM-AB girişimi
olan bu plan gerçekleşmeyince, Bosna-Hersek’teki çatışmalar
yeniden tırmandı. Vance-Owen planı kabul edilmeyince, daha
önce Bosnalı Hırvatlarla Boşnaklar arasında var olan ittifakın
da dağılmasıyla Bosna’daki çatışma üç taraflı bir hal aldı.
Savaşın ilk aylarında bu iki etnik grup birlikte hareket
etmeye gereksinim duymuşlardı, fakat taraflar arasında gerçek
manada bir ittifak olmayınca, Vance-Owen Planı’nın
başarısızlığı Hırvatları da kendi çıkarları doğrultusunda
hareket etmeye yönlendirmiştir. (106)
Çatışmaların devam ettiği sırada, 22 Mayıs 1993’de, ABD,
Rusya, Fransa, İngiltere ve İspanya devletleri “Ortak Hareket
Planı”nı açıkladılar. Bu plana göre, Saraybosna, Tuzla, Zepa,
Goradze, Bihaç ve Srebrenica BM koruması altında “güvenli
bölgeler” olarak ilan edilmişlerdi. Fakat Temmuz 1995’te
Srebrenica ve Zepa Sırpların eline geçti ve “güvenli bölge”
girişiminin güvenliği sağlamaktan ne kadar uzak olduğu ortaya
çıktı. (107)
Barış girişimleri doğrultusunda çatışma taraflarına sunulan
ikinci plan ise “Üç Bölgeli Plan” ve ya “Owen-Stoltenberg
Planı” olmuştur. Buna göre, Bosna- Hersek etnik çoğunluğu
oluşturan üç ayrı bölgeye bölünecekti ve Sırplara toprakların
% 53’ü, Bosnalılara % 30’u, Hırvatlara % 18’i bırakılacaktı.
Bu plan Boşnaklar ve Hırvatlar tarafından kabul edilse de,
Sırplar tarafından çıkarlarına cevap vermediği düşüncesiyle
reddedilmiştir. Sırpların planı reddetmesini kolaylaştıran en
önemli sebep, bu planın ciddi yaptırım araçlarıyla
desteklenmemesidir. Mesela ABD tarafından Temmuz 1993’te
Sırplara karşı düzenlenmesi kararı alınan hava
operasyonlarının, bu çözüm planının gündeme geldiği döneme
kadar hayata geçirilmemiş olması Sırpların herhangi bir
yaptırımla karşılaşma endişesinden uzak olmasının
nedenlerinden biridir. (108)
Görüldüğü gibi, Bosna-Hersek’te devam eden çatışmaları
durdurmak amacıyla yapılan barış girişimlerinin tamamı
başarısız olmuştur. Bunun en temel sebebi barış girişimini
reddeden ve saldırgan taraf olan Bosnalı Sırplara karşı
herhangi bir yaptırımın uygulanmamasıdır. İç çatışma olarak
algılanan Bosna-Hersek faciası, uluslararası askeri müdahale
seçeneği tercih edilmediğinden Bosnalı Sırplar amaçlarına
ulaşmak için daha cesur hareket etmekteydiler. Bunun sonucunda
taraflar arasında çatışmaların azalmak yerine daha da
tırmandığı görülmüştür.
4.3 AB Girişimlerinin Başarısızlığının Sebepleri
AT çatışmaların ilk altı ayında gerçekleştirdiği diplomatik
faaliyetler ve kullandığı ekonomik araçlarla çatışmayı
önlemeye çalışmaktaydı. Bu araçlar MDAÜ’de başarı elde etmeyi
sağlasa da, Yugoslavya konusunda özellikle ekonomik araçlar
yetersiz kalmaktaydı ve siyasi ve askeri araçların
kullanılması gerekliliği ortaya çıkıyordu. Bu dönemde kendi
dış ve güvenlik politikasından yoksun olan AT, Yugoslavya’ya
yapılacak askeri müdahalenin BAB çatısı altında
gerçekleştirilmesini tartışıyordu ve buna en çok İngiltere
karşı çıkıyordu. (109) Bu durumda AT Yugoslavya’daki çatışmayı
kendi başına önlemek ve sona erdirmek için gereken siyasi ve
askeri araçlardan yoksun durumda kalmış ve başarısız olmuştu.
AB’nin kurulmasından sonra devletlerarası çatışmalara ODGP
çerçevesinde ortak tutum sergilenmesi için geliştirilen
araçlar arabuluculuk, teftiş, çatışma taraflarının tanınması
veya tanınmaması ve ekonomik yaptırımlardan oluşmaktaydı. Bu
araçlar yakın geçmişte yaşananların gösterdiği gibi
çatışmaları engellemek için etkin olmaktan oldukça uzaktılar.
Bazı üye devletler için veya Batı Avrupa Birliği çerçevesinde
askeri müdahale olanağı mevcut olsa da, AB bu olanaktan yoksun
idi. Fakat üye devletler arasında da Yugoslavya’daki çatışmaya
yönelik farklı yaklaşımlar vardı.
AB’nin uygulamaya çalıştığı politikaların aksine, üye
devletlerin Slovenya ve Hırvatistan’ın ve daha sonra da Bosna-Hersek’in
bağımsızlığını tanıması bu politikayı etkisiz hale
getirilmekle kalmamış, bazı çatışmaların daha da alevlenmesine
yol açmıştır. (110) Örneğin, Aralık 1990’da Hırvatistan’ın Kuzey Dalmaçya bölgesindeki Krajna bölgesinde yaşayan Sırplar burayı
kendi özerk bölgeleri ilan etmişler ve bu bölge üzerinde
yönetimlerini oluşturmuşlardı. Hırvatlar bu özerkliği
reddederek, oluşan idari yapının cumhuriyetin anayasasına
aykırı olduğuna beyan etmişti. Bu durum, iki taraf arasında
kanlı çatışmaların başlamasına neden olmuştur. (111) AB üye
devletlerinin çoğu Hırvatistan’a ve Bosna-Hersek’e yönelik
sempatilerini sergilese de, Yunanistan Sırbistan’ı
desteklemiştir. Yunanistan aynı zamanda AB’nin Makedonya’nın
bağımsızlığını aynı adla tanımasını veto etmiştir. Bunu
Makedonya isminin kullanımının muhtemel bir toprak talebini
(Yunanistan’ın Makedonya bölgesi) ima ettiği ve kendi tarihine
sahip çıkıldığı argümanına dayandırmıştır ve bu devletten
ismini değiştirmesini talep etmiştir. (112)
MDAÜ örneğinde görüldüğü üzere AT’nin elindeki en etkin araç
belli devletlere bazı koşulların gerçekleştirilmesi şartıyla
tam üyelik hakkının tanınmasıydı. Oysa Yugoslavya’nın kendine
has bir yapısının olması ve ülkede bastırılmış milliyetçiliğin
ortaya çıkması nedeniyle bu aracın kullanımı ihtimal dışı
kalmıştır. AT Yugoslavya’nın ülke bütünlüğünün korunmasında
ısrar yerine Çekoslovakya örneğinde olduğu gibi ayrılan
cumhuriyetlere, bu süreci çatışmasız sonuçlandırmaları halinde
gereken yardımların yapılacağı yönünde vaatler ve destek
verseydi, belki de bu kanlı çatışmaların önlenmesi mümkün
olacaktı. Oysa 1991 yılında AT ve ABD, Yugoslavya’nın
dağılmasının Sovyetler Birliği’ne ve diğer eski komünist
devletlere olumsuz örnek oluşturmasından çekiniyorlardı.
Netice itibariyle tutundukları tavır ne Yugoslavya, ne de
Sovyetler Birliği’nin dağılmasını engelleyemedi. (113)
1992’den 1995 sonuna kadar süren Bosna-Hersek savaşında,
çoğunluğu Boşnak olmak üzere 300 bin kişi hayatını kaybetti.
Bir milyonun üzerinde mülteci dünyanın değişik ülkelerine
yerleşmek zorunda kaldı. (114) Bazı görüşlere göre, AT’ye üye
devletler Yugoslavya’da patlak veren çatışmanın ilk evresinde
bu ülkeye kriz yönetimi amacıyla askeri bir müdahale konusunda
ortak bir tutum oluşturabilseydi, bu çatışmayı tam olmasa da
belli ölçüde önlemiş olabilirdi. (115) Diğer taraftan AT üyesi
devletlerin bu konuda varacakları uzlaşma sonucu girişilecek
bu tür bir müdahale uluslararası hukuk açısından sorunlu
olacaktı. BM Güvenlik Konseyi’nin onayı olmadan yapılan
herhangi bir müdahalede, mevcut uluslararası hukuka göre
gerçekleştirilmesi öngörülse bile, hukuki durumun oluştuğuna
ve kime karşı müdahale edilmesi gerektiğine kimin karar
vereceği gibi konularda birçok soru cevapsız kalmaktadır.
Nitekim bu durum NATO’nun Kosova’ya müdahalesiyle ortaya
çıkacaktır.
AB’ye üye devletler arasında dış politika ve güvenlik politika
konularında ortak tutum oluşturulamayınca Yugoslavya’daki
çatışmayı önlemede başarısız olunmuştur. Ancak ABD’nin bölgeye
müdahalesinden sonra, AB’nin bu devletle işbirliği halinde
uyguladığı politikalar etkinlik kazanmaya başlamıştır.
4.4 ABD ve NATO’nun AB’nin Bölgedeki Dış Politika
Amaçlarının
Gerçekleştirmesine Katkısı
Yugoslavya krizinin ortaya çıkmasından sonra ABD bir süre
ilgisini net olarak ortaya koymamıştır. Avrupa sorunu tek
başına çözmekte başarısız olunca, ABD bu krizin çözümü ile
ilgilenmeye başlamıştır. ABD’nin Clinton yönetimi ilk başta
Yugoslavya’ya ve esasen Bosna-Hersek’e askeri müdahalede
bulunmaktan kaçınıyordu. Bunun sebebi, ABD yönetiminin
Yugoslavya krizinin ülkedeki yaşayan etnik grupların
aralarında devam eden çatışmalardan kaynaklandığını kabul
ederek, bu durumda askeri müdahalede bulunmakla krizin sona
erdirilmesinin mümkün olamayacağını düşünmesidir. ABD
yönetiminde bu görüşü destekleyenler, Bosna- Hersek savaşının
Vietnam savaşı gibi kazanılamaz nitelikte olduğunu beyan
etdiler. ABD’nin bu görüşü Avrupa başkentlerinde de genel
kabul görmüş ve AT içinde krizi çözmeye yönelik müdahale
konusunda ortak bir tutum oluşmasına engel olmuştur. (116)
1995’e varıldığında Bosna-Hersek’teki çatışmanın durdurulması
için kullanılan diplomatik araçlar yetersiz kalınca çatışmanın
diğer ülkelere de bulaşabileceği endişesi giderek artmaktaydı.
Çatışma Makedonya’ya yayılarak, buradan Arnavutluk’a
sıçrayabilirdi ve Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelerin
bölgedeki gelişmelere yönelik duyarlılığı bunların
Yugoslavya’daki çatışmaya farklı cephelerde müdahil olmaları
olasılığını gündeme getirebilirdi. Bu durumda, iki NATO
üyesinin bu çatışmada birbirine karşı yer alması tehlikesi
belirecekti. (117)
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra eski pozisyonunu
geri almak isteyen Rusya da çatışmada yer alabilecek bir diğer
ülke idi. Bunun dışında Bosna- Hersek’teki kanlı olaylara ve
özellikle Müslüman Boşnaklara yapılan soykırıma karşı Batılı
devletlerde görülen duyarsızlık İslam ülkelerindeki tepkiyi de
giderek arttırmaktaydı. (118) ABD, çatışmanın daha da geniş alana
sıçramasını engellemek için, bölgeye müdahale konusundaki
fikirlerini gözden geçirmeye başladı.
Yugoslavya’daki çatışmaya müdahaleyi gerektiren bir diğer
neden ise, NATO’nun 1991 yılından sonra misyonunu yeniden
şekillendirdiği bir dönemde Avrupa bölgesindeki çatışmalara
duyarsız kalamayacak olmasıydı. Bu durumda
NATO’nun varlığının sürdürülmesi gereksinimi tartışma konusu
olacaktı. (119) Bu sebeplerle ABD resmi çevrelerinde Bosna-Hersek’e
askeri müdahale yanlısı görüşler hakim duruma geçtiler.
Sırpların Srebrenica’da Boşnakları maruz bıraktıkları
soykırımdan sonra, Clinton Ağustos 1995’te Balkanlar’da
barışın sağlaması için oluşan çokuluslu bir girişimin ABD’nin
önderliğinde gerçekleştirilmesini kabul etti. Esasen yeni
girişime Bosna-Hersek’te taraflar arasında barış ve ateşkes
görüşmelerinin sağlanması için ABD’nin doğrudan faaliyette
bulunmasına ve bununla da Bosnalı Sırpları zorlamak için NATO
tarafından havadan bombardımana karar verilmişti. (120 Aslında
bununla ABD NATO içindeki üstünlüğünü ve AB’nin ABD olmadan bu
sorunu çözemeyeceğini sergilemiş bulunmaktaydı. (121)
Ağustos ve Eylül ayları boyunca Bosna-Hersek’te çatışan
tarafla arasındaki ateşkes ve barışın sağlanması konusunda
Clinton yönetimi tarafından yürütülen görüşmelerde NATO’nun
desteği sağlanmıştır. (122) Bu destek büyük bir önem taşıyordu.
Zira, barışın sağlanması için yapılan girişimlerin başarılı
bir şekilde sürdürülmesi için gerektiğinde tarafların herhangi
birisine askeri yaptırımın uygulanması olanağı bu destekle
sağlanıyordu. Nitekim önceki girişimlerin başarısızlığı, bu
tür yatırım araçların yokluğundan kaynaklanmaktaydı.
ABD Bosnalı Hırvatlarla Boşnakların arasında çatışmanın sona
erdirilmesine ve 1993’te dağılan askeri ittifakın yeniden
kurulmasına çalışmaktaydı. Aynı zamanda iki taraf arasında
siyasi açıdan da işbirliğini geliştirerek, bir Federasyon’un
kurulması için çaba göstermekteydi. ABD oluşan bu ittifakla
Sırpları içten dengelemeye çalışıyordu. Önemli gelişmelerden
biri de, ABD’nin iki taraf arasında ittifakın kurulmasından
sonra, BM ambargosundan zarar gören Boşnaklara ve Hırvatlara
yönelik kısıtlamaları kaldırmış ve bunların silahlanmasını
sağlamış olmasıdır. Bununla da, askeri açıdan iyi durumdaki
Sırplarla belli ölçüde bir denge
oluşturulmuştur. (123)
ABD Hırvatistan ve Sırbistan yönetimlerine baskı yaparak, bu
iki devletten Bosna-Hersek’teki müttefiklerine savaşı
durdurmayı kabul etmeleri için baskı yapmalarını istemiştir.
Her iki devlet bunu kabul etmiştir. Sırbistan, bunu kabul
ederek, BM tarafından bu ülkeye uygulanan ambargonun
kalkmasını umarken, Hırvatistan Hırvatların Krajna’daki
başarılı operasyonundan sonra istediğine kavuşmuştur ve ABD
girişiminin desteklenmesini uygun görmüştür. (124)
Bazı uzmanlara göre, uluslararası toplum tarafından bu tür bir
baskı çatışma başlamadan önce yapılsaydı, kanlı olayları
önlemek mümkün olacaktı. Miloseviç, baskıya dayanamayarak
Sırpların kontrol ettiği bölgeleri Hırvatistan’a vermeyi ve
Bosnalı Sırplara baskı yaparak, onlara Dayton Antlaşması’nı
kabul ettirmeyi başardığına göre, 1991’de Sırpların Vukovar’a
yaptıkları saldırı sırasında Yugoslavya yetkilileri kuvvet
kullanımıyla tehdit edilseydi, bu çatışmalar daha o sırada
sona erdirilebilecekti. (125)
Nitekim 8 Eylül 1995’te Cenevre toplantısında Bosnalı Sırplar
ve Hırvatlar Bosna-Hersek’i hukuki bir varlık olarak
tanıdılar, daha sonra her üç taraf ülkenin kesin sınırlar
çizilmeden % 51/49 oranlarında bölünmesine razı olmuşlardı.
Kurulacak olan ve Boşnaklarla Hırvatlardan oluşacak olan Bosna
Federasyonu Bosnalı Sırpların cumhuriyetini tanımayı kabul
etmiştir. Cenevre’de görüşmeler gerçekleşirken, taraflar
arasında çatışmalar devam etmekteydi. Bunun üzerine NATO
Bosnalı Sırpların askeri mevkilerini havadan bombalamaya
başladı ve Sırplar geri çekilmek zorunda kaldılar. (126)
Uzun girişimler ve görüşmeler sonunda Bosna-Hersek’teki savaşı
sona erdiren Dayton Antlaşması 14 Aralık 1995’te ABD’de aynı
adlı şehirde müzakere edildikten sonra Paris’te imzalanmıştır.
Bu antlaşmayla Bosna-Hersek’te barışın sağlanmasına muvaffak
olunmuştur ve istikrarı sürdürecek girişimler için bir temel
oluşmuştur. (127) “Amerikan Barışı” (128) olarak bilinen bu barış
antlaşmasını bu şekilde zikretmenin sembolik bir anlamı
bulunmaktadır. Avrupa Birliği’nin Bosna- Hersek’teki barış
girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, bu kurumda ortak
tutumun ve çözüm için gereken araçların gelişmediği ortaya
çıktığı için, “Amerikan Barışı” tanımı aslında sadece
Amerikan’ın girişimlerini değil, AB’de ODGP konusunda varılan
noktayı da sergilemekteydi.
AB ODGP’de ilerde bazı değişiklikler yapmaya çalışsa da,
Kosova örneğinde görüleceği gibi bu konuda da ortak tutum
oluşturmada yetersiz kalacaktır ve bu meselede de farklı
uluslararası aktörlerle birlikte hareket etmek zorunda
kalacaktır.
4.5 Dayton Antlaşması’ndan Sonra AB’nin Bölgedeki
Uygulamaları
4.5.1 NATO ile İşbirliği Çerçevesinde Bosna-Hersek’te Barış
Girişimleri ve AB’nin Bölgeye Dikkatinin Artmasının Nedenleri
NATO’nun ve ABD’nin geniş baskıları sonucunda Dayton
Antlaşması’nın imzalanmasının ardından Bosna-Hersek,
Hırvatistan ve hatta Makedonya’da barışın sağlanmasına
muvaffak olunmuştur. Savaştan büyük darbe alan eski Yugoslavya
devletleri kendi iç sorunlarını çözmek için imkan bulmuşlardı.
Buna rağmen henüz Miloseviç tarafından yönetilen yeni
Yugoslavya ve Tudjman tarafından yönetilen Hırvatistan’da
hükümetler, MDAÜ’de görülen şekliyle reformlar
gerçekleştirilmesine pek istekli değildiler. Diğer taraftan
bölünmüş ve zayıf Bosna- Hersek yönetimi de milliyetçi
partilerin elinde kalmıştı. (129) Bu durumda barış antlaşmasının
şartlarının tam olarak yerine getirileceğinden söz etmek zordu
ve NATO ile ABD’nin girişimlerinin sonucu olan Dayton
Antlaşması’nın işlerliğini temin etmek için, başka bir dış
etkenin bulunması gerekliydi. Bu tür bir etken olarak AB öne
çıktı. Yugoslavya savaşından sonra AB bu ülkelerde politik ve
ekonomik reformların gerçekleştirilmesinde aktif bir rol
oynamaya başladı.
1994’ten beri çalışmaları sürdüren AB, Dayton Antlaşması’nın
imzalanmasından sonra Bosna-Hersek’in Mostar şehrinde yaşayan
azınlıkların bir arada yaşamalarını temin etmek için bir
düzenin oluşturulması amacıyla mandaterliği BM’den aldı.
1994’te Hırvatlarla Boşnaklar arasında ateşkesin
sağlanmasından önce, Hırvatistan’dan destek alan Hırvat
savaşçıları, şehirde yaşayan Boşnakları Mostar’dan çıkarmakla
meşgul idiler. Ateşkesten sonra AB üzerine düşen en büyük
görevlerden biri bu şehrin çokuluslu özeliğini yeniden
sağlamak ve korumak oldu.
Bunun dışında AB şehrin yeniden yapılanmasını da üzerine
almıştır. Bu konuda değişik çalışmalar yapmaya muvaffak olan
AB’nin çatışma olasılığı yüksek kabul edilen yerlerde asayişin
ve güvenliğin sağlanması için tedbirleri yetersiz kalmıştır.
AB yönetimi bu amaçla 200 kişilik polis gücünün
görevlendirilmesini amaçlasa da, nihayetinde iki sene sonra
sadece 10 polis görev başında bulunmaktaydı. Asayişin temini
NATO güdümlü IFOR güçlerinin yardımıyla belli ölçüde
sağlanmaya çalışılmıştır. AB’nin bu konuda başarılı
olamamasının temel sebebi bu konuda da ortak bir politika
oluşturmakta güçlük çekilmesindendir. (130)
Ancak 2004 yılında, Avrupa Ordusu’nun kurulma çalışmalarının
ardından, Bosna-Hersek’te görev süresi biten BM barış gücü
yerine AB’nin barış gücünün yerleştirilmesi kararlaştırıldı.
AB, EUFOR (131) adında bir operasyon yürütmeye karar verdi. Bunun
üzerine BM Güvenlik Konseyi’nin 9 Temmuz 2004 tarihli ve 1551
sayılı ve 22 Kasım 2004 tarihli ve 1575 sayılı kararları ile
AB’nin bu isteği kabul edilmiştir. EUFOR, NATO’nun Bosna-Hersek’te
görev yapan SFOR barış gücünün yetkisini 2 Aralık 2004’te
devralmıştır. EUFOR ilk olarak Bosna-Hersek’te yerel polis
örgütlerinden farklı olarak ülke çapında yetkili bir polis
gücü oluşturmuştur. (132)
Dayton Barış Antlaşması imzalandıktan sonra, AB Komisyonu 14
Şubat
1996’da Batı Balkan devletlerine yönelik “Bölgesel Yaklaşım”
adlı yeni bir politika önerdi. Bu politika doğrultusunda,
Komisyon demokrasinin gelişimi ve hukukun üstünlüğünün
sağlamasını öngören bir siyasi amaç ve Batı Balkan
devletlerinin ekonomilerini yeniden yapılanmasını öngören bir
ekonomik amaç tespit etmiştir. Bunun üzerine Avrupa Konseyi 27
Nisan 1997’de Batı Balkanlar devletlerine yönelik Bölgesel
Politika çerçevesinde genel ve her bir devlet için özel
koşullar geliştirmiştir. (133)
Bunun devamı olarak Batı Balkanlar bölgesindeki AB’ye tam
üyelikleri öngörülmeyen devletlerde reformları desteklemek
amacıyla 26 Mayıs 1999 tarihinde “İstikrar ve Ortaklık Süreci”
olarak adlandırılan bir program başlatılmıştır. Bu süreç
Hırvatistan, Yeni Yugoslavya, Bosna-Hersek, Makedonya ve
Arnavutluk için öngörülmüştür. (134)
AB’nin bölgeye yönelik ilgisinin yoğunlaşması, üye devletlerin
ortak çıkarlarının üst üste gelmesinin bir tezahürüdür. Üye
devletler bölgede o sıradaki istikrarsızlık ve çatışma
ortamının AB arazisine yayılmasından ve üye devletlerin,
toplulukların ve vatandaşların olumsuz etkilenebileceğinden
endişe ediyorlardı.
Nitekim bölgeden AB’ye yapılan her türlü uyuşturucu ve silah
kaçakçılığı ve yaşanan yasadışı göç, üye devletler tarafından
istikrarsızlık unsuru olarak nitelenmektedir. Diğer taraftan
AB’de işlenen organize suçlar bu bölgeyle doğrudan
ilişkiliydi. 11 Eylül olaylarından sonra AB ve ABD,
uluslararası terör örgütlerinin bu bölgede devam eden
istikrarsızlıktan yararlanarak bölgeyi amaçları doğrultusunda
kullanmalarından endişe etmeye başlamıştır. Bu yüzden AB
bölgede bu sorunlarla aş edebilen işler bir kurumsal altyapının oluşmasına
arzuluydu. (135)
Hiç kuşkusuz, sıcak çatışmadan yeni çıkmış bölge devletlerinde
demokrasi ve piyasa ekonomisine geçiş sürecinde daha net
politikaların uygulanması şart idi. Aksi takdirde, belli bir
perspektiften yoksun ve aslında reform sürecinden daha çok
teknik ve mali yardıma muhtaç olan bölge devletlerinin
yönetimleri Batı kurumlarıyla belirsiz ilişkilerden her an
hoşnutsuz kalabilirlerdi. Bunun sonucunda bölge devletlerinin
milliyetçi sloganlar doğrultusunda yeniden kaosa sürüklenmesi
muhtemeldi. Nitekim İstikrar ve Ortaklık Süreci koşullarının
belirlenme süresi uzayınca ağır ekonomik sorunlar yaşayan
Sırbistan yönetimi, iç politik baskılar nedeni ile ve
kamuoyunda popülaritesini artırmak için Kosova sorununu kendi
milliyetçi öncelikleri doğrultusunda çözmeye yeğlenmiştir.
4.5.2 AB’nin Kosova Sorunu’nun Çözümünde Takip Ettiği
Politika
Miloseviç seçimleri kazandıktan sonra 1974 Yugoslavya
Anayasasıyla
Kosova’ya verilen özerkliği 1989 yılında kaldırmıştır.
Bölgedeki Arnavutlara karşı ayrımcı bir politika uygulanmış,
Kosova’da bulunan işletmeler Sırplarca veya yabancılar
tarafından özelleştirilmiştir. Arnavutlar işten çıkarılmış,
Sırp dili tek resmi dil olarak kabul edilmiştir. (136)
Bütün bunlar üzerine, Kosova Arnavutları direnişe geçmiştir. 2
Temmuz
1989’da Kosova özerk bölgesinin parlamentosu bölgenin
Yugoslavya dahilinde ayrı bir cumhuriyet olduğu konusunda
karar almıştır. Yugoslavya’nın dağılma süreci başlayınca, bu
parlamento 22 Eylül 1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir. (137)
Mayıs 1992’de kendi başkanını seçen Kosovalılar,
Sırbistan’daki başkanlık seçimlerine de katılmadılar.
Bağımsızlık uğruna pasif direniş yöntemini benimseyen
Kosovalılar, 1996 sonrası Sırplar tarafından kendilerine
yönelik şiddet artınca, Kosova Kurtuluş Ordusu’nda yer almaya
başladılar. (138)
Şubat 1998’de Sırbistan, Kosova’nın Drenica bölgesinde
konuşlanan Kosova Kurtuluş Ordusu’na Sırp polisine saldırıda
bulunduğu suçlamasıyla hücuma geçmiştir. (139) 1 ile 10 Mayıs
tarihleri arasında Sırplar, uçak, helikopter, tank ve diğer
tüm ağır silahları kullanarak, Kosova’nın Likoshani ve Prekas
şehirlerine hücuma geçmiş ve bu operasyonlar sonucunda bu
bölgede 77 Kosovalı hayatını kaybetmiştir. (140)
24-25 Mart 1999’da NATO’nun genişlemesinden iki hafta sonra,
bu kurum elli yıllık tarihinde ilk defa olarak tam anlamda bir
savaşa girişmiştir. NATO Sırbistan’ı havadan bombalama
kararını bu durumda gereken BM Güvenlik Konseyi’nin kararı
olmaksızın almıştır. Her ne kadar NATO BM Güvenlik Konseyi’nin
1160 (1998) ve 1203 (1998) kararları doğrultusunda hareket
ettiğini beyan etse de, her iki hukuki belge de kuvvet
kullanımı konusunda herhangi bir yetkiden söz etmemekteydi. (141)
Buna rağmen NATO, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra
kendisinin yeni görevleri üstlenebilme kapasitesini bütün
dünyaya sergilemek amacıyla Kosova’ya müdahale kararını
almıştır. Nisan 1999 tarihinde Washington’da gerçekleştirilen
NATO Zirvesi’nde, bu örgüt “yeni stratejik konseptini” kabul
etmiştir. Bu konsepte göre NATO, Kurucu Antlaşması’nın 5.
maddesinde gösterilen amaçlar dışında da Avrasya bölgesinde
ortaya çıkacak krizlere daha aktif bir şekilde müdahale etmesi
gerektiğini ileri sürmüştür. (142)
Müdahaleden sonra yeni Yugoslavya ordusu ve polis gücü
Kosova’dan çıkarılarak, BM Güvenlik Konseyi’nin 1244 No’lu
kararıyla Kosova geçici bir süreyle BM’nin yönetimi altına
geçmiştir. Bununla da Sırbistan’ın Kosova üzerindeki
egemenliği hukuki olarak olmasa da, siyasi açıdan kalkmış
oldu. 15
Mayıs 2001’de kabul edilen yeni Anayasa çerçevesinde bölge
yönetimi, BM İç Yönetim Misyonu ile Kosova hükümeti arasında
paylaştırılmıştır. (143) BM’nin geçici olarak kabul edilmiş
yönetimi halen iş başındadır ve Kosova’nın statüsünün ne
olacağı da henüz açıklığa kavuşamamıştır. BM’nin Kosova’daki
özel temsilcisi Finlandiya’nın eski Devlet Başkanı Martti
Ahtisaari 14 ay boyunca Sırbistan ile Kosova arasındaki
görüşmelerde arabuluculuk yapmış ve görüşmelerin bitiminde BM
Güvenlik Konseyi’ne hazırladığı raporu sunmuştur. Bu rapora
göre, Kosova’ya BM gözetimi altında bağımsızlık verilmesinden
söz edilmektedir. (144) Uluslararası hukukta bu tür tanımaya
rastlanmadığı için, bu durum mevcut self-determinasyon
kurallarının kapsamı dışında bir bağımsızlık arayışı gibi
görülebilir. (145)
Ancak, Sırbistan’ın da bağımsız bir Kosova devletinin
oluşmasına asla razı olamayacağı bilinmektedir. Ahtisaari’nin
planı ne Sırbistan, ne de Kosovalılar tarafından kabul
edilmiştir. Her iki taraf bu planda değişikliklerin
yapılmasını talep etmektedir. (146) Anlaşılan, bu plandan memnun
olması gereken Kosovalılar bile, bazı maddelerden endişe
etmektedir.
Diğer taraftan, AB Sırbistan’a tam üyelik statüsü tanınması
durumunda, bu ülkenin Kosova’nın bağımsızlığını tanıyacağını
umuyor. Fakat Rusya’nın Kosova’nın statüsü konusunda BM
Güvenlik Konseyi üyesi olarak sergilediği sert tavır,
Sırbistan’ın bu konuda taviz vermesini gereksiz
kılmaktadır. (147)
Her ne kadar ABD ve AB Kosova’yı bağımsız bir devlet olarak
görmek isteseler de, bu konudaki girişimler Rusya tarafından
ciddi tepkiyle karşılanmaktadır. Rusya, Kosova’nın bağımsız
bir devlet olması halinde, bunun dünyada benzer ayrımcı
hareketler için bir emsal oluşturacağı gerekçesiyle karşı
çıktığını beyan etmektedir. Aslında Rusya’nın bu görüşünü bazı
AB üye devletleri de aylaşmaktadır ki (148), bu durum AB’nin dış politika
konusundaki
ortak bir tutum sahibi olamadığını ortaya koymaktadır.
4.5.3 AB’nin Batı Balkanlarla İlişkilerinde bir Araç Olarak
İstikrar ve
Ortaklık Süreci’nin Önemi
Batı Balkanlarda belirli bir düzeyde istikrarın sağlanmasının
ardından, AB “İstikrar ve Ortaklık Süreci” politikası
çerçevesinde bölge devletleriyle birer İstikrar ve Ortaklık
Antlaşması (149) (İOA) imzalama kararı aldı. Daha önce, hiçbir
devletle benzeri bir antlaşmayı imzalamamış olan AB, Batı
Balkanlara özel olarak geliştirdiği bu araçla, bölge
devletlerinde reform sürecinin başarılı bir şekilde
sonuçlanması halinde tam üyelik için yeşil ışık yakabileceği
sinyali vermekteydi. İstikrar ve Ortaklık Süreci, İOA dışında
da, bölge devletlerine yönelik ticari ayrıcalıkların ve önemli
mali desteğin sağlanmasıyla bölgesel işbirliğinin
geliştirilmesi anlayışı
üzerine bina edilmiştir. (150)
Nitekim 19–20 Haziran 2000 tarihlerinde gerçekleştirilen Feria
Zirvesi’nin Bildirgesinde, AB’ye üye devletler İOA’nın önemini
vurgulayarak, bu antlaşma doğrultusunda reformların
gerçekleştirilmesi, bölgesel işbirliği ve demokrasinin
üstünlüğü ilkesinin benimsenmesi durumunda, AB’ye potansiyel
birer aday konumuna geleceklerini belirtmiştir. Aynı Zirve’de
ilk AB-Batı Balkanlar Zirvesi’nin düzenlenmesi gündeme
alınmıştır. (151)
Bu Zirve 24 Kasım 2000 tarihinde Hırvatistan’ın başkenti olan
Zagreb’de yapıldı. Zirveye AB’yi temsilen üye devletlerin
devlet başkanları, AB Komisyon Başkanı yanı sıra ODGP Yüksek
Temsilcisi, diğer taraftan Arnavutluk, Makedonya,
Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Yugoslavya’nın devlet başkanları
katılmıştır. Zagreb Zirvesi’nde Batı Balkan bölgesi devletleri
arasında siyasi diyalogun geliştirilmesi, serbest ticaret
alanının oluşturulması ve adliye ve içişleri alanlarda da sıkı
ilişkilerin kurulması için bölgesel işbirliğinin AB desteğiyle
pekiştirilmesi öngörülmüştür. Zirve kararlarına göre bölge
devletleri arasında işbirliği alanlarının oluşumu ve diğer
ilgili konular AB ile taraf devletler arasında imzalanacak
olan İOA ile düzenlenecektir. Zirve’de AB ile beş taraf devlet
arasında ilişkilerin gelişiminde İstikrar ve Ortaklık
Süreci’nin temel mekanizma olduğu bir defa daha
vurgulanmıştır. (152)
Bunun dışında AB bölge devletlerinde reform sürecinin başarılı
bir şekilde yürütülmesi için bunlara yönelik bölgesel CARDS (153)
Programı’nı uygulamaya karar vermiştir. (154) Buna göre 2000
yılına kadar PHARE Programından yararlanan Arnavutluk,
Makedonya ve Bosna-Hersek 2001 yılından itibaren CARDS
Programı’nda yer aldılar. (155)
AB’nin MDAÜ’de uyguladığı politikalarla Batı Balkanlar
bölgesine yönelik politikalarını kıyaslayacak olursak,
görüyoruz ki, bu bölgede çatışmaların sona ermesinden sonra
uygulanan politikalar paralellik sergilemektedir. AB Batı
Balkanlar’daki devletlerde demokrasiyi ve piyasa ekonomisine
geçiş sürecini pekiştirmek için MDAÜ’de uyguladığına benzer
koşullu tam üyelik sürecini burada da işletmektedir. AB
ODGP’nin en etkin aracı sayılan genişleme süreci bu ülkelere
de, özel koşulları yerine getirdikleri takdirde açılacaktır.
Burada söz konusu olan İstikrar ve Ortaklık Antlaşmaları, MDAÜ
ile imzalanan Avrupa Antlaşmaları’na göre daha çok şart
içermektedir ve aslında üyeliğin kendisini değil adaylığa
ehilliği sağlamayla ilgilidir. Benzer şekilde MDAÜ’de
reformları gerçekleştirilmesinde en etkin araçlardan kabul
edilen ve ön katılım sürecine katkıda bulunan PHARE
Programı’nın yerini CARDS Programı almıştır.
AB MDAÜ’ye yönelik uyguladığı hukuki ve teknik araçların
aynısını Batı Balkanlar bölgesinde yer alan devletlere de
uygulayabilirdi. Fakat burada AB daha ihtiyatlı davranmayı
yeğlemiştir. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra yeni oluşmuş
devletlerin ülkelerinde şiddetlenen çatışmalar ve bunları
körükleyen milliyetçi yönetimler, bu devletleri MDAÜ’ye
kıyasla reform sürecinde daha geride bırakmış ve çözülmesi
gereken sorunlar da farklılık sergilemeye başlamıştır. Bu
açıdan bu devletlere doğrudan tam üyelik sürecinin
başlatılması yerine, daha çok ilk aşama gibi kabul
edilebilecek bu üyeliğe adaylık durumuna hazırlık süreci
başlatılmıştır. Devletlerin bu süreçte başarı oranına göre tam
üyelik sürecine geçiş sağlanacaktır ki bu devletler için
gelecekleri açısından önem taşımaktadır.
4.5.4 Selanik Gündemi’nin AB’nin Bölgeye Yönelik Amaçlarının
Gerçekleştirilmesi Açısından Önemi
19–20 Haziran 2003 tarihinde Selanik Zirvesi’nde taraflar
arasında ilişkilerin daha da derinleştirilmesi amacıyla “Batı
Balkanlar için Selanik Gündemi” kabul edilmiştir. Söz konusu
Zirvede, Batı Balkanlar ülkelerinin öngörülen koşulları yerine
getirmeleri halinde, AB’ye üye olabilecekleri bir kez daha
vurgulanmıştır. (156)
Selanik Gündemi’nde Batı Balkanlar ülkelerinin son dört yıllık
dönemde İstikrar ve Ortaklık Süreci çerçevesinde önemli
reformlar gerçekleştirdikleri vurgulanmakta ve AB üyeliğine
yakınlaştıkları belirtilmektedir. Gündemde, devletlerin
gösterdikleri çabalar doğrultusunda tam üyelik sürecine ne
derecede yakınlaşacaklarının doğrudan kendilerine bağlı
olacağı belirtilmektedir. Bunun için de, devletler Kopenhag
Kriterleri ve İOS doğrultusunda reformları gerçekleştirmeye
devam etmelidirler. Selanik Gündemi
bu reformların başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi için
bazı öneriler sunmaktadır. Buna göre Batı Balkan ülkeleri
bölgede barışın, istikrarın ve demokrasinin gelişimini bundan
sonra da temin etmelidirler. Bunun dışında bölge devletleri
yürütülen İOS doğrultusunda çalışmaları devam ettirmelidirler.
Bu sürecin gerçekleştirilmesinde sergilenen başarı
doğrultusunda AB ile İOA’ların imzalanması öngörülmektedir.
Partner devletlerin dikkat etmeleri gereken bir diğer husus
ise, organize suça karşı mücadele ve içişleri ve adalet
işlerinde işbirliği alanıdır. Bunun dışında gündemde ekonomik
gelişimin ve bölgesel işbirliğinin sağlanması için bir
sıra tedbirler öngörülmektedir. (157)
Selanik Gündemi doğrultusunda çalışmaları sürdüren Batı
Balkanlar ülkelerinden önce Makedonya, daha sonra da
Hırvatistan, kendi içlerinde halen çözülmemiş birçok sorun
olmasına rağmen, AB ile İOA’yı imzalamışlardır. AB’nin bu
tutumu bölgeye yönelik gerçekleştirdiği politikaların
sürdürülmesine istekli olduğunu göstermektedir. (158) Günümüzde
her iki devlet AB ile ilişkilerde ciddi aşamalar kat
etmişlerdir. Mesela Hırvatistan, Türkiye ile birlikte 3 Ekim
2005’te AB ile tam üyelik müzakeresine başlamıştır. Makedonya
17 Aralık 2005’te “aday ülke” statüsü almış ve 2007 yılının
sonuna kadar müzakereler için başlangıç tarihini almayı
ummaktadır. Fakat bu konuda herhangi bir gelişme henüz
görülmemiştir. Hırvatistan 2010
(159), Makedonya ise 2012 yılına kadar AB’ye tam üye
olmayı beklemektedir. (160)
Diğer ülkelere gelince, Arnavutluk İOA’yı uzun görüşmelerden
sonra Haziran 2006’de imzalamaya
muvaffak olmuştur. Her ne kadar Arnavutluk bu antlaşmayı
imzalamaya muvaffak olsa da, ülkede devam eden organize
suçlar, rüşvet ve adli sistemin yetersizliği gibi sorunlar
yüzünden bu ülkenin “aday ülke” statüsünü ne zaman alacağı
soru olarak kalmaktadır. Sırbistan, Karadağ ve Bosna-Hersek’e
gelince, bu devletlerin İOA’yı imzalaması için görüşmelere
2005’in sonlarında başlanmıştır. Ancak Sırbistan savaş suçlusu
olan Ratko Mladiç’i yakalayıp, Eski Yugoslavya Uluslararası
Ceza Mahkemesi’ne teslim etmediği için AB bu ülke ile
müzakereleri Mayıs 2006’ta askıya almıştır. 13 Haziran 2007’de
AB ile Sırbistan arasında İOA konusunda müzakereler yeniden
başladı. Bu, savaş suçlusu Zdravko Tolimir’in yakalanmasından
sonra mümkün olmuştur. Yine de, Avrupa Komisyonu’nda
genişlemeden sorumlu olan Komiser Olli Rehn müzakerelerin
başarılı bir şekilde sonuçlanmasının, diğer savaş suçlularının
yakalanmasına bağlı
olacağını beyan etmiştir. (161)
21 Mayıs 2006’da bağımsızlığını elde eden Karadağ,
Sırbistan’dan ayrı olarak İOA müzakerelerini Eylül 2006’da
başlatabilmiştir. (162) 21 Ocak 2007’de Sırbistan’da yapılan
parlamento seçimlerinin ardından, AB’nin de baskısıyla, Batı
yanlısı partilerin oluşturduğu demokratik blok yeni hükümeti
oluşturunca, Avrupa Komisyonu, Sırbistan’da demokratik bir
hükümetin kurulmasından memnuniyet
duyduğunu bildirerek, Sırbistan’la dondurulmuş olan İOA’yı
tekrar başlatabileceği sinyalini vermiştir. (163)
Bosna-Hersek de polis reformunu gerçekleştirmediği için,
müzakerelerde fazla ilerleyememiştir. 11 Aralık 2006’da İOA
konusunda müzakereler tamamlansa da, söz konusu Antlaşma henüz
imzalanmamıştır. AB’nin Bosna-Hersek’ten yerine getirmesini
istediği şartların arasındaki, polis teşkilatının devlet
düzeyinde yönetilmesi ve devlet bütçesinden finanse edilmesi
şartları Bosnalı Sırplar tarafından kabul edilmemiştir.
Sırplar, kendi bölgelerindeki polis teşkilatının kontrolünü
ellerinde tutmayı istemekte ve Sırp ve Boşnak-Hırvat bölgeleri
arasındaki sınırın ortadan kaldırılmasına karşı
çıkmaktadırlar. (164)
Bölgede yer alan bir diğer siyasi yapı olan Kosova’nın
2007’den itibaren Avrupa Birliği yönetimine bağlanması
beklenmektedir. Daha önce Kosova’nın uluslararası topluluk
tarafından sekiz başlık altında toplanan bazı standartları
yerine getirmesi talep edilmiştir. Bu standartlar Kopenhag
kriterleriyle benzeşmektedir. Bu durumda Kosova’nın,
bağımsızlık elde etmesi durumunda AB ile müzakerelere önceden
başlamış olduğunu varsaymak mümkündür. (165) AB’nin Kosova ile
ilişkilerde kullandığı en temel araç CARDS Programı’dır. Bu
program çerçevesinde demokrasiyi pekiştirmek, yönetimde
kurumsallaşmayı, ekonomik ve sosyal gelişimi sağlamak ve AB
programlarına katılmak amacıyla 2005–2006 yıllarında 129
milyon Euro ayrılmıştır. AB resmi web sitesinin verdiği
bilgiye göre Kosova ile ilişkiler
bundan sonra CARDS Programı yerine Ön Katılım Yardım Programı
çerçevesinde yürütülecektir. (166)
Aşağıdaki tabloda Batı Balkan devletlerinin AB ile
ilişkilerinin 2007 yılı itibarıyla durumunu gösterilmektedir:
Devlet İOA Adaylık statüsü Tam üyelik için
müzakereler
Hırvatistan Ekim 2001 Haziran 2004 Ekim 2005
Makedonya Nisan 2001 Aralık 2005 -
Arnavutluk Haziran 2006 - -
Bosna-Hersek - - -
Sırbistan - - -
Karadağ - - -
Görüldüğü gibi Batı Balkan ülkeleri arasında AB ile
ilişkilerin gelişiminde bazı devletlerin diğerlerine kıyasla
önde olduklarını görmek mümkündür. Aslında, ilişkilerin
derinleşme ölçüsü, bu ülkelerin bölgedeki etnik sorunların
çözülmesinde başarısı oranındadır. Ülkelerin kendi istikrarını
ve güvenliğini sağlamasında ve daha sonra demokrasi ve piyasa
ekonomisine geçişte sergilenen başarı, AB ile ilişkilerin
derinleşmesine neden olmuştur. Aslında istikrar ve güvenlik
temini oranını bu devletlerin NATO ile ilişkilerinde de
gözlemlemek mümkündür. Daha önce de görüldüğü gibi, AB’nin
genişleme sürecinin bir ön aşamasını oluşturmaya başlayan
NATO ile bütünleşme süreci, bu devletlerle ilişkilerde paralel
gelişim sergilemektedir. Aşağıdaki
tabloda, Batı Balkanlar ülkelerinin NATO ile ilişkilerinin
gelişimi gösterilmektedir:
Devlet (167) BİO (168) Tam Üyelik Eylem
Planı Adriyatik Antlaşması
Hırvatistan + + +
Makedonya + + +
Arnavutluk + + +
Bosna-Hersek + - -
Sırbistan + - -
Karadağ + - -
Görüldüğü gibi AB ile ilişkilerde en önde olan Hırvatistan,
Makedonya ve Arnavutluk NATO ilişkilerinde de ön safhada yer
almaktadır. Her üç devlet 2008 yılına kadar tüm koşulları
yerine getirerek NATO’ya tam üye olmayı düşünmektedir. (169)
Batı Balkanlar bölgesine genel olarak baktığımız ve doksanlı
yıllarla kıyasladığımız zaman, bölgede istikrarın
sağlanmasında yeteri derecede bir ilerleme sağlanmıştır. AB
ülkelerinin beklentileri ve arzularına uygun şekilde
Hırvatistan ve Sırbistan’da otoriter ve milliyetçi iktidarlar
değişmiştir. Bu ise AB dahil, diğer uluslararası aktörlerin
bölgedeki girişimlerinin gerçekleştirilmesi için daha
elverişli bir ortam sağlamıştı. Yine de bölgede
istikrarsızlığın sebebi olabilecek yeterince sorun henüz
mevcuttur. Sırbistan ile Kosova’nın statüsü hakkındaki
sorununun çözülememesi, Bosna-Hersek’te Dayton Barış Planıyla
sağlanan ve hassas dengeler üzerinde
oluşturulan barışın uluslararası desteğin sürdürülmemesi
durumunda dağılması olasılığı, Makedonya’da Slavlar ve
Arnavutlar arasında etnik çatışma olasılığının mevcut olması
AB’yi bölgeye yönelik aktif bir politika uygulamaya
zorlamaktadır. (170) Nitekim AB sorunların çözümünü demokrasi ve
piyasa ekonomisine geçişi amaçlayan reformların
gerçekleştirilmesinde görse de, bunun yeterli olamayacağına ve
bölge ülkelerine üyelik perspektifinin sunulmasının
gerektiğine dair güçlü bir kanaat mevcuttur. Bu durum
özellikle Güney Kafkasya ve diğer Yeni Bağımsız Devletler (171) (YBD)
olarak kabul edilen eski Sovyetler Birliği cumhuriyetleri
açısından da büyük önem taşımaktadır. Doğu Bloku’nun
dağılmasından sonra MDAÜ ve Batı Balkan ülkelerinde
yaşananlara benzer sorunlarla yüzleşen bu devletler AB
tarafından takdim edilen ekonomik ve teknik yardımlardan
yararlanmıştır. Diğer taraftan, AB’nin YBD’ye yönelik dış
politika ve güvenlik politikası amaçlarını gerçekleştirilmesi
için farklı bazı araçlar uygulamıştır. Bu durumda bu araçların
etkinliğini belirlemek için bunların neler olduğunu
anlattıktan sonra MDAÜ ve Batı Balkanlarda uygulanan araçlarla
kıyaslanmaları
konumuz açısından önem taşımaktadır.
1. Bölüm
>>>
2.Bölüm
>>>
3.Bölüm
>>>
1. BÖLÜM DİPNOTLARI:
1) Neill Nugent, The
Government and Politics of the European Union, The European
Union Series, London, The Macmillan Press LTD, 1995, s. 392.
2) İrfan Kaya Ülger, “Avrupa
Dış Politikası ve AB Genişlemesi”, Avrupa Birliği Üzerine
Notlar, Oğuz Kaymakçı (ed.), Ankara, Nobel Yayınları, 2005, s.
29.
3) Nugent, a. g. e., 1996, ss.
392-393.
4) Erhan Büyükakıncı, “Avrupa
Birliği-Rusya Federasyonu İlişkilerinde Güvenlik Sorunsalı”,
Dünden Bugüne Avrupa Birliği, Beril Dedeoğlu (der.), 2. Basım,
İstanbul, Boyut Kitapları, Ekim, 2003, s. 330.
5) Nugent, a. g. e., 1996, s.
393.
6) Nugent, a. g. e., 1996, s.
393.
7) Nugent, a. g. e., 1996, s.
393.
8) Bkz: Turgul Arat ve Sinem
Baykal“AB ile İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II:
1980-2001, Baskın Oran (Editör), İstanbul, İletişim Yayınları,
2003, s. 329; Esra Çayhan, Nurşin Güney Ateşoğlu, Avrupa’da
Yeni Güvenlik Arayışları NATO-AB-Türkiye, İstanbul, Afa
Yayınları, 1996, s. 106.
9) Provisions On a Common
Foreign and Security, Article J.1, Policyhttp://Europa.eu. int/en/record/mt/title5.html,
(13.06.07).
10) Haydar Çakmak, Avrupa
Güvenliği, 2. Baskı, Ankara, Platin Yayınları, 2007, s. 186.
11) Harun Arıkan, “Avrupa
Güvenlik ve Savunma Politikası: Avrupa Birliği’nin ‘Ekonomik
Dev’ Siyasal Cüce’ Kimliğini Değiştirme Çabaları”, Avrupa
Birliği Ortak Politikaları ve Türkiye, Ekonomik, Sosyal ve
Siyasal Politikaların Uyumlaştırılması, Muhsin Kar, Harun
Arıkan, (ed.), İstanbul, Beta Yayınları, 2003, s. 379.
12) Çakmak, a. g. e., 2007,
s. 186.
13) Barış Özdal ve Mehmet
Genç, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın Türkiye-AB
İlişkilerine Etkileri, İstanbul, Aktüel Yayınları, 2005, ss.
131-132.
14) Çınar Özen, “Consequences
of the European Security and Defence Policy for the European
Non-EU NATO Members”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi,
Ankara, Cilt 1, Sayı 1, (Güz, 2001), s. 140.
15) Çakmak, a. g. e., 2007,
ss. 183-184.
16) Arıkan, a. g. m., 2003,
s. 381.
17) Bkz: Presidency
Conclusions, Article 28, Helsinki European Council, 10-11
December, 1999,
http://www.dpt.gov.tr/abigm/abtb/Zirveler/1999%20Helsinki%2010-
11%20Aralik. pdf, (29.06.07); Arıkan, a. g. e.,
2007, s. 382.
18) Acil Müdahale Gücü
konusunda daha geniş bilgi için bkz: Eurocorps, eurocorps.
org, (22.01.2008).
19) Arıkan, a. g. e., 2007,
s. 382.
20) İbrahim S. Canbolat,
Avrupa Birliği ve Genişleme Sürecinde Türkiye ile İlişkiler,
İstanbul, Alfa
Yayınları, 2002, s. 235.
21) Özdal ve Genç, a. g. e.,
2005, ss.140-142.
22) Frans-Josef Meiers,
“Avrupa’nın Güvenlik ve Savunma Politikasında Karşılaşılan
Zorluklar”, Avrasya Dosyası, Avrupa Birliği Özel Sayısı, Cilt
5, Sayı 4, (Kış, 1999), s. 236.
23) Sinan Ülgen, AB ile
Müzakerelerin El Kitabı, Ne Bekliyoruz, Ne Olacak?, İstanbul,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, s. 128.
24) Daha geniş bilgi için
bak: Javier Solana, A Secure Europe in a Better World,
European Council, Thesaloniki, 20.06.03,
www.consilium.Europa.eu/cms3 applications/applications
solana/list.asp?cmsid=246&bid=111&page=arch&archDate=2003&archMonth=6,
(02.10.07).
25) Charlotte Bretherton ve
John Vogler, The European Union as a Global Actor, London,
Routledge, 2006, s. 164.
26) Bretherton ve Vogler, a.
g. e., 2005, s. 164
27) Sevilay Kahraman, “Avrupa
Birliği ve Irak Krizi: Bölünmeden Yeniden Birleşmeye Uzun İnce
Bir Yol”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 2, Sayı 4,
(Bahar, 2003a), s. 159.
28) Bu tanımın kapsamına
Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Letonya, Estonya,
Litvanya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya
girmektedir.
29) Christopher Preston,
Enlargement and Integration in the European Union, London,
Routledge, 1997, s. 196.
30) Esra Hatipoğlu, “Avrupa
Birliği’nin Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerine Yönelik Genişleme
Politikasının Mali Yardımlar Boyutu”, Soğuk Savaş Sonrası
Avrupa ve Türkiye, Cem Karadeli (ed.), Ankara, Atlas Yayınevi,
Ekim, 2003, s. 176.
31) Poland and Hungary:
Assistance for Restructuring their Economies
32) Kopenhag Kriterleri,
http://www.goksel.com/kophenag_kriterleri.htm, (30.06.07).
33) Başak Kale, “Avrupa
Birliği’nin Balkan Politikası: Çelişkiler İçinde Bir
Yanılsama?”, Balkanlar Diplomasisi, Ömer, E. Lütem., Coşkun
Birgül Demirtaş, (ed.), Ankara, ASAM Yayınları, 2001, ss.
302-303.
34) Karen Smith, The Making
of EU Foreign Policy: The Case of Eastern Europe, 2 Edition,
Palgrave, Macmillan, January, 2004, s. 136.
35) Smith, a. g. e., s.,
2004, s. 136.
36) İrfan Kaya Ülger, “Balkan
Gelişmeleri ve Türkiye: 1990’lı Yıllar”, 21. Yüzyılda Türk Dış
Politikası, İdris Bal, (ed.), Ankara, Nobel Yayınları, 2004,
ss. 238-239.
37) Erel Tellal, “Rusya
Federasyonunun Dış Politikası: “Yakın Çevre” ve “Askeri
Doktrin””, Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, Baskın Oran (ed.),
İstanbul, İletişim Yayınları, 2003 s. 329.
38) Frank Schimmelfennig, The
EU, NATO and the Integration of Europe, Cambridge, Cambridge
University, 2003, s. 38.
39) Stephen George ve Ian
Bache, Politics in the European Union, Oxford, Oxford
University Press, 2001, s. 418.
40) İlhan Uzgel, “NATO’nun
Genişlemesi”, Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, Baskın Oran
(ed.), İstanbul, İletişim Yayınları, 2003 s. 309.
41) Marise Cremona,
“Enlargement and External Policy”, The Enlargement of the
European Union, Marise Cremona, (ed.) , Oxford, Oxford Press,
2003, s. 197.
42) Cremona, a. g. e., 2003,
s. 197.
43) Hatipoğlu, a. g. m.,
2003, ss. 178-179.
44) Pal Dunay, “Strategy with
Fast-Moving Targets East-Cental Europe”, European Union
Foreign and Security Policy Towards a Neighbourhood Strategy,
Roland Dannreuther, (ed.), London, Routledge, 2005, s. 31.
45) Kahraman, a. g. m.,
(2003a), s. 363.
46) Smith, a. g. e., 2004, s.
122.
47) Preston, a. g. e., 1997,
s. 202.
48) Çayhan ve Ateşoğlu, a. g.
e., 1996, s. 128.
49) Sevilay Kahraman, “Avrupa
Birliği Genişleme Politikası”, Avrupa Birliği Ortak
Politikalar ve Türkiye, Ekonomik, Sosyal ve Siyasal
Politikaların Uyumlaştırılması, Muhsin Kar, Harun
Arıkan, (ed.), İstanbul, Beta Yayınları, 2003b, s. 364.
50) Avrupa Antlaşmaları, (Europe
Agreements), ikv.org.tr/sozluk2.php?ID=980, (18.08.07).
51) http://www.dpt.gov.tr/abigm/abib/Avrupa_ant/Bulgaristan-AT%20AA_doc.htm,
(16.08.07).
52) Andrey Motkov, Avrupa
Antlaşmaları, (Европейские Соглашения), krugosvet.ru
/articles/109/1010989/1010989a1.htm, (03.09.07).
53) Kahraman, a. g. m.,
2003b, s. 360.
54) Bkz: PHARE, ec.Europa.eu/enlargement/financial_assistance/phare/index_en.htm,
(30.06.07).
55) AB Programları
Kapsamında Türk Firmalarına Yeni İhale İmkanları, http://eic-istanbul.org/dokumanlar/abm/ihale/yurdisi/abihale.htm,
(30.06.07).
56) PHARE Programı, (Программа
Файр), vasilievaa.narod.ru/mu/csipfo/kpr/frames/ guide/phare.htm,
(30.06/07).
57) Hatipoğlu, a. g. m.,
2003, s. 183.
58) PHARE, 30.06.07.
59) Smith, a. g. e., 2004, s.
77.
60) Dunay, a. g. e., 2003, s.
31.
61) Çayhan ve Ateşoğlu, a. g.
e., 1996, s.118.
62) Ülger, a. g. e., 2005, ss.
48-49.
63) G-24 OECD üye olan en
sanayileşmiş devletler grubu kast edilmektedir.
64) Bretherton ve Vogler, a.
g. e., 2006, s. 139.
65) Jan Zielonka, “Paradoxes
of European Foreign Policy, Policies Without Strategy: the
EU’s Record in Eastern Europe”, Yearbook of Polish European
Studies, http://www.ce.uw.edu.pl/wydawnictwo/yearbook_no2-1998/ZIELONKA.pdf,
s. 28.
66) Greco Ettore,“The
Expanding EU Role, European Union Foreign and Security Policy”,
Towards a Neighbourhood Strategy, Roland Dannreuther, (ed.),
London, Routledge, 2005, s. 63.
67) Ettore, a. g. e., 2005,
s. 64.
68) Zielonka, a. g. m., 1998,
s. 36.
69) NATO El Kitabı, Brüksel,
NATO Office of Information and Press, 2001, s. 242.
70) Çayhan ve Ateşoğlu, a. g.
e., 1996, s. 121.
71) Stuart Croft et al., The
Enlargement of Europe, Manchester, Manchester University,
1999, ss. 22- 23.
72) Marija Obradoviç,
“Milliyetçilik ve Avrupacılık: Doğu Avrupa Elitlerin Durumu”,
Soğuk Savaşı Sonrası Avrupa ve Türkiye,Cem Karadeli,
(ed.),Ankara,Atlas Yayınevi,2003,s. 56.
73) Croft, a. g. e., 1999, s.
23.
74) NATO El Kitabı, s., 62.
75) Büyükakıncı, a. g. m.,
2003, s.147.
76) Büyükakıncı, a. g. m.,
2003, s. 146.
77) Smith, a. g. e., 2004, s.
118.
78) Karen E.Smith, “The
Conditional Offer of Membership as an Instrument of EU Foreign
Policy: Reshaping Europe in the EU’s Image”, Marmara Avrupa
Araştırmaları Dergisi, İstanbul, Cilt 8, Sayı 1-2, (2000), ss.
33-34.
79) Kopenhag kriterlere göre,
aday devletler öncelikle demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan
hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını
garanti eden kurumların varlığını garanti altına almalı,
işleyen bir pazar ekonomisini oluşturmalı, AB içinde rekabet
edebilme kapasitesini sağlamalı ve siyasi, ekonomik ve parasal
birliğin amaçlarına uyum dahil olmak üzere üyelik
yükümlüklerini yerine getirme kabiliyetini geliştirmelidir.
80) Smith, a. g. m., (2000),
s. 35.
81) AB tarafından kabul
edilmiş ve Kopenhag kriterlerine en fazla uyum gösterebilme
yeteneğine sahip olan diğer üç devlet ise Slovenya, Estonya ve
Güney Kıbrıs’tır.
82) Büyükakıncı, a. g. e.,
2003, s. 147.
83) Smith, a. g. m., (2000),
s. 39.
84) Milada Anna Vachudova,
“Strategies for Democratisation and European Integration in
the Balkans”, The Enlargement of the European Union, Marise
Cremona, (ed.), Oxford, Oxford University, 2003, s. 145.
85) İlhan Uzgel, “Doğu
Blokunda Sosyalist Rejimlerin Çöküşü, Balkanlar ve Türkiye”,
Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, Baskın Oran (ed.),
İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s. 481.
86) Uzgel, a. g. m.,
2003, s. 482.
87) Will Bartlett, “Serbia
and Montenegro”, The Central & Eastern Europe Handbook,
Prospects Onto the 21st Century, London, Fitzroy Dearborn,
1999, s. 94.
88) Uzgel, a. g. e., 2003, s.
491.
89) George ve Bache, a. g.
e., 2001, s. 87.
90) İrfan Kaya Ülger, “Balkan
Gelişmeleri ve Türkiye: 1990’lı yıllar”, Türk Dış Politikası,
İdris Bal, (ed.), Ankara, Nobel Yayın Dağıtım Yayınları, 2004,
s. 233.
91) Tufik Burzanoviç, “Bosna
Örneğinde ABD’nin Balkan Siyaseti Anlamak”, Balkan
Diplomasisi, Ömer E., Lütem ve Çoşgun Birgül Demirtaş, (ed.),
Ankara, ASAM Yayınları, 2001, ss., 280-281.
92) Lester, H. Brune, The
United States & the Balkan Crisis, 1990-2005: Conflict in
Bosnia & Kosovo, Claremont, Regina Books, 2005, s. 22.
93) Milada Anna Vachudova, a.
g. m., 2003, s. 145.
94) Rogel Carole, The Breakup
of Yugoslavia and the War in Bosnia, London, Greenwood Press,
1998, s. 60.
95) Örneğin, Dönem Konsey
Başkanı Jacques Poos bu konuyla ilgili şu sözleri demiştir:
“Avrupalıların çözebileceği herhangi bir sorun varsa, bu da
Yugoslavya sorunudur. Bu Avrupa ülkesidir ve Amerika için hiç
bir önemi yoktur, hatta hiç kimse için önemi yoktur”. Bkz:
Bretherton ve Vogler, a. g. e., 2006, s. 195.
96) Bretherton veVogler, a.
g. e., 2006, s. 195.
97) George ve Bache, a. g.
e., 2001, s. 88.
98) Nutall, European Foreign
Policy, Oxford, Oxford University, 2000, s. 195.
99) Nutall, a. g. e., s.,
2000, s. 214.
100) Nurşin Güney Ateşoğlu,
“Bosna-Hersek Sorunu ve Barış Görüşmeleri Süreci”, Yeni
Balkanlar, Eski Sorunlar, Kemali Saybaşılı-Özcan Gencer,
(der.), İstanbul, Bağlam Yayınları, 1997, s. 269.
101) Brune, a. g. e., 2005,
s. 32.
102) Carole, a. g. e., 1998,
s. 62.
103) Ateşoğlu, a. g. m.,
1997,, s. 270.
104) Brune, a. g. e., 2005,
1998, s. 32.
105) Ejup Stitkovac, Jasminka
Udovicki, “Bosnia and Herzegovina: The Second War”,
Yugoslavia’s Ethnic Nightmare: The Inside Story of Europe’s
Unfolding Ordeal, Jasminka Udovicki-James Ridgeway, New York,
Lawrence Hill Books, 1995, s., 192; Nurşin Güney Ateşoğlu, a.
g. m., 1997, s. 271.
106) Christopher Bennett,
Yugoslavia’s Bloody Collapse: Causes, Course and Consequences,
London, Hurst & Company, 1995, s.198.
107) Ateşoğlu, a. g. m.,
1997, ss. 271-272.
108) Tom Gallagher, The
Balkans After the Cold War, From Tyranny to Tragedy, London,
Routledge, 2003, ss. 129-130.
109) Bretherton ve Vogler, a.
g. e., 2006, s.196.
110) Nutall, a. g. e., 2000,
s. 216.
111) Janusz Bugajski, Nations
in Turmoil, Conflict & Cooperation in Eastern Europe, Oxford,
Westview Press, 1993, s. 103.
112) Dinan Desmond, Ever
Closer Union, An Introduction to European Integration, China,
Palgrave Macmillan, 2005, s. 590.
113) Ateşoğlu, a. g. m.,
1997, s. 264.
114) Ülger, a. g. m., 2004,
s. 233.
115) Bkz: Ateşoğlu, a. g. m.,
1997, s. 261.
116) Ateşoğlu, a. g. m.,
1997,s. 266.
117) Carole, a. g. e., 1998,
s. 66.
118) Burzanoviç, a. g. m.,
2001, s. 281.
119) Stephen M. Walt,
“Clinton’ın Dış Politikasına Koşullu İki Övgü”, Avrasya
Dosyası, ABD Özel, Cilt 6, Sayı 2, (Yaz, 2000), s. 143.
120) Brune, a. g. e., 2005,
ss. 39-40.
121) Burzanoviç, a. g. m.,
2001, ss. 282-283.
122) Brune, a. g. e., 2005,
s. 40.
123) Mike Bowker, “European
Security”, Foundations Contemporary Europe, Richard Sakwa ve
Anne Stevens, Great Britain, St. Martin Press, 2000, s. 213.
124) Brune, a. g. e., 2005,
s. 41.
125) Albert Rohan,
“Balkanlardaki Kriz Kaynakları ve Bölgeleri, Türkiye”, NATO ve
Avrupa Birliği Perspektifinden Kriz Bölgelerin İncelenmesi ve
Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri, Reşat Ödün, (der.), Ankara,
Genelkurmay Basım Evi, 2004, s. 242.
126) Brune, a. g. e., 2005,
s. 41.
127) Necmettin Alkan, “Dayton
Sonrasında Bosna-Hersek’te Yapılan Seçimler ve Barış Sürecine
Etkileri (1996-2006)”, Avrasya Etütleri, No 29-30, Ankara,
TİKA Yayınları, 2006, s. 98.
128) Bkz: Carole, a. g. e.,
1998, s. 68.
129) Vachudova, a. g. m.,
2003, s. 147.
130) Gallagher, a. g. e.,
2003, ss. 184-185.
131) European Union Force
132) Nesrin Kenar, Bir Dönem
Perde Arkası: Yugoslavya; Yugoslavya Sorununun Ulusal ve
Uluslararası Boyutu, Ankara, Palme Yayıncılık, 2005, s.
409-410.
133) Murat Kavalalı, AB’nin
Merkezi Doğu Avrupa ve Batı Balkan Ülkeleri ile İlişkileri,
Ankara, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı (AB ile
İlişkiler Genel Müdürlüğü), Ekim, 2005, ss. 48-49.
134) EU-Western Balkan
Relations, (21 Eylül 2004’de yayınlanmış-6 Temmuz 2007’de
güncelleştirilmiştir),
http://www.euractiv.com/en/enlargement/eu-western-balkans-relations/article-
129607, (18.07.07).
135) Ettore, a. g. e., 2005,
ss. 62-63.
136) Gökçen Alpkaya, “NATO
Müdahalesi Üzerine”, Tartışma Metinleri, 15 Haziran, 1999,
http://politics.ankara.edu.tr/~alpkaya/kosova.htm, (20.09.07).
137) Alpkaya, a. g. m., 1999.
138) Bartlett, a. g. e. 1999,
s.101.
139) Hall Gardner, “The
Genesis of NATO Enlargement and of War “over” Kosovo”, Central
and Southern Europe in Transition: Perspectives on Success and
Failure since 1989, Gardner Hall, (ed.), London, Praeger,
2000, s. 168.
140) Brune, a. g. e., 2005,
s. 87.
141) Gardner, a. g. m., 2000,
ss. 168-169.
142) Willie, “The Kosova
Intervention and European Security: NATO’s Pyrrhic Victory”,
Contemporary Issues and Debates in the EU Policy,Vassiliki N.
Koutrakou, (ed.), Manchester, Manchester University, 2004, s.
25.
143) Rakia Moalla-Fetini et
al., Kosova Gearing Policies Toward Growth and Development,
Washington, International Monetary Fund, 2005, s., vıı.
144) Mirzet Mujezinovic, Batı
Balkanlar’da İstikrarsızlık Kaynakları: Kosova ve Bosna
Hersek, http://www.turkishweekly.net/turkce/yazarlar.php?type=12&id=276,
(15.07.07).
145) Bu konuda bkz: Hüseyin
Pazarcı, Uluslar arası Hukuk, 2. Kitap, Turhan Kitabevi,
Ankara, 2005.
146) Mirzet Mijezinoviç,
Kosova: Balkanların Yeni Devleti, turkishweekly.net/turkce/
yazarlar.php ?type=12&id=228, (15.07.07).
147) Yeniden Kosova, (И снова
Косово), gazetasng.ru/chronology/digest/?id=6792, (05.08.07).
148) Mirzet Mijezinoviç, Batı
Balkanlar’da İstikrarsızlık Kaynakları: Kosova ve Bosna
Hersek,(15.07.07).
149) Stabilisation and
Association Agreement
150) Bkz: Özge
Onursal, “Regional Cooperation as Political Conditionality:
the Case of the Western Balkans”,Turkish Review of Balkan
Studies, No 10, İstanbul, Bigart Yayınları, 2005, ss., 169-
172; EU-Croatia Relations: Main Steps Towards the EU, (son
yenilenme tarihi: Kasım 2006), http://ec.Europa.eu/enlargement/croatia/eu_croatia_relations_en.htm,
(04.08.07).
151) Kavalalı, a. g. e., s.
42.
152) Bkz: Zagreb Zirvesi
Nihai Beyannamesi, (24 Kasım 2000), ec.Europa.eu/ enlargement/
enlargement_process/accession_p
rocess/how_does_a_country_join_the_eu/sap/zagreb_summit_statement_en.htm,
(02.08.07).
153) Community Assistance for
Reconstruction, Democratization and Stabilization
154) Bkz: Zagreb Zirvesi
Nihai Beyannamesi
155) CARDS Programı, 5
Aralık 2000 tarihinde AB’nin 2666/2000/EC Konsey Tüzüğü ile
kabul edilmiş mali programdır. Bu tüzüğe göre, Batı Balkanlar
ülkeleri için 2000–2006 tarihleri arasında belirlenen bütçe
4.65 milyar Euro’dur. Bu bütçenin CARDS Programı çerçevesinde
beş öncelikli alanda kullanılması öngörülmüştür. Bu alanlar:
adalet ve içişleri, kurumsal yapılanma, ekonomik ve sosyal
kalkınma, demokratik istikrar, çevre ve doğal kaynaklar. Daha
geniş bilgi için bkz: The CARDS Programme (2000-2006),
(05.02.07), http://www.Europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/r18002.htm,
(10.07.07); Kavalalı, a. g. e., s. 47.
156) Bkz: Zagreb Zirvesi
Nihai Beyannamesi; Kavalalı, a. g. e., s. 44.
157) Bkz: Τhe Thessalonica
agenda for the Western Balkans, General Affairs & External
Relations Council (GAERC), Conclusions, (16 Haziran 2003),
http://ec.Europa.eu/enlargement/enlargement_process/accession_process/
how_does_a_country_join_the_eu/sap/thessaloniki_agenda_en.htm
158) Ettore, 2005, a. g. e.,
s.65.
159) Jovan Teokareviç,
“Balkan Countries and Euro-Atlantic Integration: Is the Pace
of Rapprochement From 2005 Sustainable?”, Proceedings of the
International Conference on the Enlargement Towards South-East
Europe, Ozan Erozden (ed.), İstanbul, Ortadoğu ve Balkan
İncelemeleri Vakfı Yayınları, Aralık, 2005, s.72.
160) Erhan Türbedar, Balkan
Ülkelerin Avrupa Birliği Yolculuğu, Stratejik Analiz, Ankara,
ASAM Yayınları, (Şubat 2007), s.76.
161) EU-Western Balkans
Relations, (21.09.07), euractiv.com/en/enlargement/eu western-
balkans-relations/article-129607, (15.07.07).
162) Türbedar, a. g. m.,
2007, s.76.
163) Mirzet Mijezinoviç,
AB’nin Baskısıyla Sırbistan’da “Demokratik” Hükümet Kuruldu,
http://www.turkishweekly.net/turkce/yazarlar.php?type=12&id=254,
(15.07.08).
164) Mirzet Mijezinoviç,
Bosna Hersek’in AB Yolundaki Zorlukları,turkishweekly.net/turkce
/yazarlar.php?type=12&id=209, (15.07.08).
165) Türbedar, a. g. m.,
2007, s. 76.
166) Kosova - EU Kosova
Relations, Main Steps Towards the EU, http://ec.Europa.eu
/enlargement/serbia/Kosova/eu_Kosova_relations_en.htm,
(07.08.07).
167) Kaynak: Teokareviç, a.
g. m., 2005, s. 73.
168) Barış İçin Ortak
169) Teokareviç, a. g. m.,
2005, s. 73.
170) Ettore, a. g. e., 2005,
ss. 71-73.
171) YBD tanımı eski
Sovyetler Birliğinden ayrılan devletleri topluca ifade
edebilmek için geliştirilmiştir. Bu tanımla aşağıdaki
devletler kastedilmektedir: Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya,
Moldova, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Kazakistan,
Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan. Sovyetler
Birliği’ni oluşturan diğer üç cumhuriyet Letonya, Litvanya ve
Estonya AB taraftan tam üyelik sürecine kabul edildikten
sonra, bu tanım çerçevesinden çıkarılarak, MDAÜ arasında yer
aldılar. Anlaşıldığı gibi YBD belli bir bölgenin tanımını
sağlanmasının ötesinde bir de AB tarafından uygulanan
politikalar açısından bir statü fonksiyonunu da taşımaktadır.
AB’nin YBD’ye yönelik uyguladığı
politikalar açısından bu devletlerle benzer bir gelişim
sürecine sahip olan Moğolistan da bu tanım dahilinde yer
almaktadır. |
|
|
|
|
|
|
|