...................
DEVLET    -4
Platon
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Başkanı Prof. Dr. Georg Rohde'nin yönetiminde, doktora öğrencileri Azra Erhat, Samim Sinanoğlu ve Suat Sinanoğlu tarafından aslından çevrilmiştir.
Not: Bu kitabın hazırlanmasında DEVLET I ve II'nin MEB Yunan Klasikleri dizisindeki 2. baskıları temel alınmış ve çeviri dili günümüz Türkçe'sine uyarlanmıştır.
                         
...................
...................

SOKRATES (anlatmayı sürdürüyor):

Sonra Adeimantos söz alarak: "Peki, Sokrates;" dedi. "Ama biri çıkar da senin bu adamları pek de mutlu kılmadığını söylerse (1), kendini nasıl savunacaksın? Hem de kendi yanlışları yüzünden mutlu olmayacaklarmış. Çünkü aslında kente (2) egemen oldukları halde kentten hiçbir nimet elde edemeyecekler (3);başka hükümdarlar gibi toprak sahibi olmayacaklar; güzel, büyük evler kurdurup bu evlere yakışır biçimde dayayıp döşeyemeyecekler; tanrılara kendi adlarına kurban kesemeyecekler, kimseyi evlerinde konuk edemeyecekler; demin saydığın nimetleri, altın ve gümüşü, bahtı açık sayılanların kullandıkları şeyleri ellerinde bulunduramayacaklarmış. Bu durumda, demek ki koruyucular, kentte oturan ve kenti korumaktan başka hiçbir işi olmayan ücretli askerler gibi olacaklar, denebilir."

"Evet'' dedim. "Üstelik bunlar boğazı tokluğuna çalışan, ötekiler gibi besinden başka ücret bile almayan kimselerdir. Öyle ki, kendi keyifleri için yolculuk etmek, yosmalara para yedirmek veya bahtlı sayılanların harcadıkları gibi, her hangi bir yere para harcamak isterlerse, onlara izin verilmeyecektir. İşte bunları ve bunun gibi birçok şeyleri iddianamenin dışında bıraktın.''

"Peki'' dedi, "Bunlar da iddianameye katılsın bakalım.''

"Nasıl savunacağız mı diyorsun?''

"Evet.''

"Benim düşünceme göre'' dedim, "neler söylememiz gerektiğini aynı yoldan yürüyerek bulacağız. Onlar bu durumlarında çok mutluysalar, bunda şaşılacak bir şey yok, diyeceğiz. Ama biz kentimizi, bütün kente olabildiğince büyük bir mutluluk sağlamak için kuruyoruz (4), bir sınıf diğerlerinden daha mutlu olsun diye değil. Çünkü, böyle kurulmuş bir kentte adaleti (5), en kötü biçimde yönetilen
 bir kentte ise adaletsizliği kolayca belirleyebileceğimizi ve bunları gördükten sonra, uzun zamandan beri üzerinde durduğumuz konu hakkında bir yargıya varabileceğimizi sandık. Ama şimdi, sanırım, düşlemimizde mutlu bir kent kuruyoruz; istemimiz, birkaç kişiyi ayırıp mutlu etmek değil, tüm kenti mutlu etmektir. Biraz sonra tam karşıt bir durumu gözden geçireceğiz (6). Nasıl ki bir yontuyu boyarken (7), biri gelip vücudun en güzel yerlerine en güzel renkleri koymadığımızı, örneğin yüzün en güzel yeri göz olduğuna göre, gözü erguvan rengine boyayacak yerde siyaha boyadığımızı söyleyerek kusur bulursa, ona: 'Ey garip insan (8), sakın gözleri °ya da başka bir uzvu, göz biçiminden çıkaracak, kendine benzemeyecek kadar güzel boyamak gerektiğini sanma! Sen asıl, her organa yakışan renkleri koyarak, yontunun bütününü güzel yapıp yapmadığımıza dikkat et' derdik. Bunun gibi, şimdi de koruyuculara (9), onları koruyucudan başka her şey yapacak bir mutluluk sağlamamız için bizi zorlama. Örneğin çiftçilere de bayramlıklar giydirip altınlar takar, toprağı diledikleri kadar işlemelerine; öte yandan çömlekçilerimizin de yan gelip ateş çevresinde kadeh tokuşturarak yiyip içerken, tornalarını yanlarına alıp istedikleri kadar çömlek yapmalarına izin verebilirdik. Yine tüm kent mutlu olsun diye, diğer bütün yurttaşları da bu biçimde mutlu kılabilirdik. Ama sakın böyle bir şeyi aklımıza koyma. Çünkü seni dinledik mi, ne çiftçi çiftçi olur, ne çömlekçi çömlekçi; ne de devletin varlığı için gereken bu mesleği yapacak bir kimse bulunur. Ama koruyuculardan başkası için bu o kadar önemli değildir; çünkü eskiciler kötü olurlarsa, eskici olmadıkları halde eskici geçinirlerse, bunda kent için korkulacak bir şey yoktur. Ama yasaların ve kentin koruyucuları olan kişiler aslında koruyuculuk yapmadıkları halde koruyucu yerine geçerlerse, kuşkusuz, bütün kenti baştan aşağı mahvederler. Öte yandan kentin iyi durumda ve mutlu olması da yalnızca onların elinde olur (10). Ancak, biz gerçek koruyucular, yani kente hiç kötülüğü dokunmayan koruyucular yaratıyoruz; ama bizi eleştiren kişi, kente her kötülüğü yapabilecek olan (11), sanki bir devlet işinde değil de bir halk eğlencesinde bulunuyormuşcasına şölenler veren mutlu kimseler düşlüyorsa, büyük bir olasılıkla kentten değil de, başka bir şeyden söz etmektedir. Öyleyse şu nokta üzerinde durmalıyız: Acaba kente koruyucular koymaktaki amaç, onları olabileceği kadar mutlu etmek midir? Yoksa kentin tümünü göz önünde tutup, tümünde mutluluk olup olmadığına mı dikkat etmeli; bu yardımcı ve koruyucuları da onlar için koyduğumuz düzeni uygulamaya mı zorlamalı? Hem onları, hem diğerlerini, üstlerine düşen görevleri en iyi biçimde yapmaya ikna ederek, bütün kent gelişip iyi yönetilmeye başlayınca, her sınıfın doğanın nasip ettiği mutluluk payını almasına izin mi vermeli, işte üzerinde durulacak nokta budur.''

"İşte, sanırım iyi konuştun''dedi.

"Peki'' dedim, "bakalım, buna benzeyen şu konuda da gereği gibi konuştuğumu kabul edecek misin?"

"Hangi konuda?''

"İki şeyin, tüm çalışanları işlerini yapamaz duruma getirecek kadar bozup bozmadığını gözden geçir.''

"Hangi iki şey?''

"Zenginlik ve yoksulluk.''

"Nasıl?''

"Şöyle: Çömlekçi zengin olunca zanaatıyla uğraşmak ister mi?''

"Hiçbir biçimde.''

"Gittikçe daha tembel ve ahlâksız olmayacak mı?''

"Evet, olacak.''

"Öyleyse çömlekçi kötüleşmez mi?''

"Hem de çok'' dedi.

"Öte yandan, yoksulluğu yüzünden değişik araç veya zanaatı için gerekli başka şeyleri sağlayamadığından, hem çıkaracağı iş kötü olacak, hem de, örneğin zanaatını çocuklarına ya da başkalarına öğretirse, onlar da kötü zanaatçı olacak.''

"Başka türlü olabilir mi?''

"Öyleyse her iki durumda da, hem yoksulluk hem zenginlikte, o zanaatın durumu kötüleşecek, bu zanaatlarla uğraşanların durumu da.''

"Apaçık.''

"Demek ki, koruyucuların ne yapıp yapıp kente gizlice sokulmasını kesinlikle önleyecekleri ikinci bir şey bulduk.''

"Hangisi bu?''

"Zenginlik ve yoksulluk'' dedim. "Çünkü biri sefahat, tembellik, değişiklik sevdasını doğurur; öteki, değişiklik sevdası doğurduğu gibi insanı küçültür, kötü iş çıkarmasına neden olur.''

"Çok doğru'' dedi. "Ama, Sokrates, şu noktayı da düşün: Kentimiz, parası olmazsa nasıl savaşacak? Hele güçlü ve zengin bir kentle savaşmak zorunda kalırsa?''

"Gayet açık ki'' dedim "tek bir kente karşı savaş biraz güç olurdu, ama böyle iki kente karşı daha kolaydır.''

"Bu nasıl olur?'' dedi.

"Önce'' dedim "olur da savaşa tutuşmak gerekirse, savaş için yetişmiş birer atlet olan bu kişiler zengin insanlarla savaşmayacaklar mı?''

"Orası öyle'' dedi.

"Öyleyse ne istersin, Adeimantos?'' dedim. "Yalnızca bu iş için hazırlanmış bir yumruk dövüşçüsü, yumruk dövüşçüsü olmayan iki kişiyle, hem de zengin ve yağlı iki kişiyle, kolayca başa çıkamaz mı sanırsın?''

"İkisiyle birden, belki güç olur'' dedi.

"Kaçar gibi yapıp birden geri dönerek hep kendini en yakından izleyene vuran ve bunu çoğunlukla güneşin alnında ve boğucu sıcaklarda yineleyebilen bir sporcu, bunun gibi birkaç adamla başa çıkamaz mı dersin?''

"Kesinkes başarabilir", dedi, "bunda şaşılacak bir şey yok.''

"Peki, sence zenginlerin savaş bilgisi, savaş deneyimleri de yumruk dövüşçülüklerinden daha üstün değildir, değil mi?''

"Evet, değildir'' dedi.

"O halde bizim atletlerimiz, sayısı iki üç kat fazla olan insanlarla kolayca savaşabilecekler.''

"Bunu teslim ederim'' dedi, "bana haklısın gibi geliyor.''

"Ne dersin? Öteki kente bir kurul gönderip gerçeği söyletseler: Biz ne altın, ne de gümüş kullanırız; zaten bunlar bizim için önemli değil, ama sizin için önemli; o halde bizimle birlikte savaşıp karşı tarafın zenginliklerini siz alın'' dedirtseler, bu sözleri işitenlerin semiz ve gevşek koyunlara karşı köpeklerle birleşmek yerine, dinç ve kaslı köpeklere karşı savaşmayı yeğleyeceklerini sanır mısın?''

"Sanmam'' dedi, "ama bir kent, ötekilerin bütün zenginliklerini kendinde toplarsa, sakın bu zenginlik zengin olmayan için tehlikeli olmasın, dikkat et.''

"Şimdi kurmakta olduğumuz kentten başka türlüsünün kent denmeye layık olduğunu sandığın için ne mutlu sana'' dedim.

"Peki, ama ne diyelim?" dedi.

"Kentimizden başka kentlere daha büyük adlar vermeli'' dedim. "Çünkü her biri, oyuncuların dediği gibi (12), bir kent değil, birçok kenttir; hiç değilse birbirine düşman iki kent, yoksulların ve zenginlerin kenti. Bunların her birinde de birçok kent vardır. Şimdi bunlara bir kent diye saldırırsan, belki kaybedersin; ama birçok kent diye saldırırsan, bir bölümünün servetini, gücünü, hatta kendilerini öteki bölüme vermekle, birçok yandaş kazanacaksın, düşmanın da az olacak. Senin kentin de, demin konulan düzene göreï usluca yönetildiği sürece, büyük olacak, hatta binden fazla savaşçısı olmasa bile. Çünkü ne Yunanlılarda, ne barbarlarda bu anlamda büyük olan tek bir kente kolay kolay rastlayamayacaksın. Ama görünüşte büyük, hatta kentimizden çok daha büyük çapta olan kentlere çok sık rastlayacaksın. Böyle düşünmüyor musun yoksa?''

"Zeus hakkı için'' dedi, "hiç böyle düşünmez olur muyum?''

"O halde'' dedim, "yönetenlerimiz kenti ne büyüklükte tutmalı, başka topraklardan vazgeçmek koşuluyla, kentin büyüklüğüne oranla ne büyüklükte bir toprak ayırmalılar, bu konuda, yöneticiler için en güzel sınır şu sınır olacak, değil mi?''

"Hangi sınır ?'' dedi.

"Bence şöyle bir sınır'' dedim. "Kent genişlerken bir tek kent olarak kaldıkça, büyüsün; ama daha fazla değil."

"Çok güzel'' dedi.

"O halde koruyuculara şu buyruğu da verelim: her çareye başvurarak, kentin ne çok küçük, ne de görünürde büyük bir kent olmamasına, kendine yeter ve tek kalmasına dikkat etsinler.''

"Demek ki onlara basit bir ödev vereceğiz'' dedi.

"Yukarıda (13) sözünü ettiğimiz buyruk bundan da basitti'' dedim. "Koruyucuların işe yaramaz çocukları doğarsa, onları öteki sınıflara; başka sınıflardan yetenekli bir çocuk doğarsa, onu koruyuculara göndermek gerektiğini söylemiştik. Bununla, yurttaşlardan kim, hangi iş için yaratılmışsa yalnızca o işi, herkesin yalnızca kendi işini yapması gerektiği gösterilmek isteniyordu. Öyle ki, herkes kendi göreviyle uğraşıp birçok değil, bir tek insan olur ve böylece kent de birçok kent değil, doğal olarak tek bir bütün olur.''

"Gerçekten bu, ilk söylediğimizden de basit bir iş'' dedi.

"Benim iyi Adeimantosum'' dedim, "gerçi birileri, onlara verdiğimiz görevlerin ağır ve güç olduğunu düşünebilir, ama aslında bu görevler basittir; yeter ki koruyucular Büyük, büyük yerine uygun diyeyim, bir tek şeyi (14) korusunlar.''

"Hangisi bu ?'' dedi.

"Öğretim ve eğitim" dedim; "çünkü onlar iyi bir eğitim sayesinde aklı başında kimseler olurlarsa, bütün bunları kolayca anlayacaklar. Şimdi bir yana bıraktığımız başka işlerin de, kadın almak, evlenmek, çocuk yapmak işlerinin de olabildiği kadar 'dostlar arasında ayrı gayrı olmasın' diyen ata sözüne göre yapılması gerektiğini kavrayacaklar (15).''

"Çok doğru olur'' dedi.

"Kuşkusuz," dedim, "devletin edimi bir kez iyi bir yola yöneldi mi, bir daire gibi genişleye genişleye ilerler. Çünkü yetkin bir öğretim ve eğitim iyi varlıklar yaratır. Bu yetkin varlıklar da o eğitimle yoğrularak hem her bakımdan, hem doğurma yeteneği bakımından birincilerden daha iyi olurlar. Tıpkı diğer yaratıklarda olduğu gibi.''

"Öyle olmalı'' dedi.

"Yani iki sözcükle söylersem: Kentle ilgili olanlar, bir ilkeyi her şeyden önce korusunlar, farkına varılmadan bozulmamasına dikkat etsinler, yani idman ve müzik alanında usule aykırı hiçbir yenilik yapılmasın. Olur da 'İnsanlar en çok şarkıcıların söylediği en yeni şarkılardan hoşlanıyorlar' (16) denirse, belki biri şairin yeni bir şarkı söyleme usulünü kastettiğini düşünür ve bunu över korkusuyla, bu ikisi olabildiği kadar iyi korunsun. Bu düşünceyi ne övmeli, ne de şairin bunu söylemek istediğini sanmalı. Çünkü yeni bir müzik yöntemi benimsemekten, her şeyi tehlikeye düşürmek korkusuyla kaçınmalı. Çünkü Damon'un sözüne (17) ve benim kanıma göre, müzik usulü, hiçbir yerde devletin en temel yasalarına dokunmadan değiştirilemez.''

"Haydi beni de buna inananların arasına koy.''

"Anlaşıldığına göre'' dedim, "koruyucuların kalesi burada, müzik alanında kurulmalı.''

"Herhalde'' dedi, "bu alanda yasalardan sapma, kolayca, sinsi sinsi olur.''

"Evet'' dedim, "sanki oyun oynanıyormuş ve bu sapmadan hiçbir kötülük gelmezmiş gibi.''

"Gerçekten de'' dedi, "müzik yasalarından sapma, azar azar yerleşip sinsi sinsi göreneklerimize ve çalışma biçimlerimize sokulur; buradan, daha da güçlenerek insanlar arasındaki ilişkilere iner. Bu ilişkilerden de büyük bir küstahlıkla, Sokrates, yasalara ve devlet işlerine yayılır, sonunda da özel ve genel yaşamda ne varsa, hepsini alt üst eder (18).''

"Peki'' dedim, "gerçekten bu böyle midir?''

"Sanırım'' dedi.

"O halde, baştan söylediğimiz gibi, çocuklarımız küçük yaştan yasalara daha uygun (19) oyunlar oynamalılar, değil mi? Çünkü oyunlar ve çocuklar yasalardan ayrılırsa, bu çocuklar, yasalara bağlı, ciddi insanlar olarak yetişebilirler mi ?''

"Hiç olabilir mi?'' dedi.

"O halde çocuklar daha küçükken güzel oyunlar oynamaya başlayıp yasalara bağlılığı müzik aracılığıyla içlerine yerleştirirlerse, demin sözünü ettiğimiz çocukların aksine, yasalara bağlılık her işte bunlara eşlik eder, güç kazanır, kentte bir yana atılmış bir şey varsa, onu yeniden kalkındırır.''

"Çok doğru'' dedi.

"O halde'' dedim, "bunlar kendilerinden öncekilerin büsbütün önemsiz sayıp bıraktığı kuralları bulacaklar.''

"Hangilerini?''

"Örneğin şuna benzer kuralları: Gençlerin, yaşlıların yanında yakışık aldığı gibi, susmalarını, onlara yer verip ayağa kalkmalarını, ana babalarına saygı göstermelerini; saç kesmede, giyim kuşamda, tavır ve davranışlarında ve bunun gibi her işteki kuralları. Böyle sanmaz mısın?''

"Sanırım.''

"Ama bunu yasalaştırmak safdillik olur, sanırım; çünkü bu işler hakkında sözle, yazıyla konulan yasalar ne uygulanabilir, ne de uzun ömürlü olabilir.''

"Hiç olabilir mi?''

"Bir insan, Adeimantos'' dedim, "gördüğü eğitimin etkisiyle hangi yola götürülürse, büyük olasılıkla bu yolda yürümeyi sürdürür. Yoksa benzer benzerini daima kendine çekmez mi?

"Tabii çeker.''

"Sonunda da, bence her yönden tam, belirgin damgası olan bir birliğe erişilir diyebiliriz. İyi ya da kötü bir birlik.''

"Gayet tabii'' dedi.

"İşte bunun için'' dedim, "bu gibi şeyleri yasalaştırmaya girişmek istemezdim.''

"Hakkın da olurdu'' dedi.

"Ama tanrıların hakkı için'' dedim, "pazarda olup biten işlerle ilgili, örneğin vatandaşların pazarda birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerle; hatta istersen, zanaatçıların sözleşmeleriyle, aşağılamalar ve kötü davranışlarla, mahkemeye çağırmayla, yargıç atamayla, pazarda, limanda alınması ya da verilmesi gereken vergilerle; pazardaki, kentteki, limandaki birtakım işlerle ya da buna benzer başka işlerle ilgili kurallar varsa, bunlardan birini yasa haline getirmeye kalkışacak mıyız?''

"Yok, hayır'' dedi "ruhu soylu olan insanlara emretmek yakışık almaz; çünkü bunlar yasa haline getirilmesi gereken şeylerin birçoğunu zaten kolayca bulacaklar.''

"Evet, dostum'' dedim, "eğer tanrı yukarıda gözden geçirdiğimiz yasaların korunmasını onlara verirse.''

"Yoksa'' dedi, "onlar en iyisini bulacaklarını sanarak birçok yasa koyup sonra düzeltmekle ömür tüketecekler.''

"Bunların,'' dedim, "hasta, ama kendilerini tutamadıkları için kötü bir yaşayışı bırakmak istemeyen hastalar gibi yaşayacaklarını söylüyorsun.''

"Tam öyle.''

"Doğrusu çok hoş bir ömür sürerler; çünkü hekimlere başvururlar, ama türlü türlü dert edinip dertlerini arttırmaktan başka bir şey elde edemezler ve biri kendilerine bir ilaç verirse, hep bu ilaç onları iyi edecek diye umarlar.''

"Evet'' dedi, "bu gibi hastaların hali işte budur.''

"Peki, bu da hoş değil mi'' dedim, "gerçeği söyleyeni: Sarhoşluktan, tıka basa yemekten, çapkınlıktan, aylaklıktan vazgeçmezlerse, ne ilaç, ne dağlama, ne ameliyat, ne büyü, ne muska ve bunun gibi bir şeyin kâr etmeyeceğini söyleyeni en büyük düşman saymaları da hoş değil mi?''

"Bu o kadar hoş değil'' dedi, "çünkü doğruyu söyleyene kızmak hoş olmaz.''

"Anlaşılan'' dedim, "bu gibi adamları övmeye hiç gönlün yok.''

"Zeus hakkı için yok'' dedi.

"O halde bütün kent demin söylediğimiz gibi yapsa, bunu da övmeyeceksin. Sence, kötü yönetildiği halde yurttaşlarına kentin genel düzenine dokunmayı yasaklayan ve eğer biri böyle bir işe girişirse, öldürüleceğini ilan eden kentler de tıpkı bu hastalar gibi davranmış olmazlar mı? Oysa böyle bir yönetim altında yaşayanların hoşuna gitmek için çalışıp dalkavukluk eden; onların yüzüne gülüp arzularını önceden sezmeye çalışan, bu arzuları yerine getirmekte büyük bir ustalığı olan kişi, iyi, çok bilge bir adam sayılmayacak mı, onlardan çok saygı görmeyecek mi? (20)''

"Evet'' dedi, "ben de tam böyle yaptıklarını sanıyorum. Bunu hiç de övmem.''

"Peki, öte yandan bu gibi kentler için çalışmak isteyenlere, bu işe hazır olanlara ne dersin? Bunların gözüpekliğine, yumuşak başlılığına hayran olmaz mısın?''

"Olurum'' dedi, "yalnızca bu kentler tarafından aldatılan ve halk övdüğü için kendilerini gerçekten politikacı sananları değil.''

"Ne diyorsun? Bu adamları mazur görmez misin? Yoksa...'' dedim. "Ölçmesini bilmeyen bir adama, birçok kimse boyunun dört arşın olduğunu söylese, o kendinin böyle olduğuna inanmayacak mı sence?

"İnanmaması mümkün değil'' dedi.

"Öyleyse kızma, bu gibi kimseler pek hoşturlar: Yukarıda gözden geçirdiğimiz türden yasalar koyarlar ve yeni düzenlemeler yapmaya girişirler. Sözleşmelerdeki, az önce sözünü ettiğim işlerdeki hilelere bir son vereceklerini sanırlar, ama gerçekten Hydranın başlarını keser gibi (21) davrandıklarını bilmezler.''

"Gerçekten'' dedi, "tam böyle davranırlar.''

"Öyleyse, benim düşünceme göre'' dedim, "gerçek bir yasa koyucu, ne kötü, ne iyi yönetilen bir kentte, bu türden yasaların yazılması ve bu türden devlet yönetimiyle uğraşmamalı. Birinde, hiçbir işe yaramayacağı için; ötekinde, herhangi bir kimse bunların bir kısmını kendiliğinden bulabileceği, geri kalan kısımları da, kendiliğinden, var olan yaşama biçiminden çıkacağı için.''

"O halde'' dedi "yasa koyma konusunda bize daha ne kaldı?''

"Bize hiçbir şey kalmadı'' dedim "Delphoi'daki Apollon'a yasaların en temel ve en güzellerini yapmak düşer.'' (22)

"Hangilerini?'' dedi.''

"Tapınaklarınÿ kuruluşu, kurbanlar, tanrılara, daimonlara (23), kahramanlara (24) kesilen kurbanlar, törenler, ölülerin mezarları, öteki dünyadakilerin yardımının sağlanması için yapılması gereken işlerle ilgili yasalar. Çünkü bu türlü işleri biz bilmeyiz ve bir kent kurarken, eğer aklımız varsa, bunlar hakkında atalarımıza akıl verenden başka hiç kimseye danışmayacağız. Çünkü bu tanrı, kuşkusuz, dünyanın ortasında, göbeğinde (25) oturup bu konularda atalarına akıl verdiği gibi bütün insanlara da akıl verir.''

"Güzel söylüyorsun'' dedi "böyle yapmalı.''

"Öyleyse," dedim "ey Ariston'un oğlu, işte sana kenti kurduk. Bundan sonra bir yerden yeterli bir ışık sağlayıp bu kentte inceleme yap. Kardeşini, Polemarkhos'u ve ötekileri çağır. Nerede adalet, nerede adaletsizlik vardır, hangi noktada bu ikisi birbirinden farklıdır, tanrılardan ve insanlardan gizli olsun veya olmasın (26), mutlu olmak isteyen kimse bunlardan hangisini elde etmeye çalışmalı, bunları görebilir miyiz, bir bakalım.''

Glaukon: "Boşuna konuşuyorsun'' dedi., "Çünkü sen elindeki bütün olanakları kullanıp her çareye başvurarak adaletin yardımına koşmamanın, senin için bir günah olduğunu söyleyip (27) bu işi incelemeyi üzerine aldın.''

"Bana anımsattığın doğru'' dedim. "Sözümde durmalıyım, ama bana siz de yardım etmelisiniz.''

"Peki'' dedi "ederiz.''

"Şimdi'' dedim "aradığımızı şöyle bulacağımı umuyorum: Bence, eğer iyi kurulduysa, kent her yönden iyidir.''

" Böyle olması zorunlu" dedi.

"O halde, kentin bilge, gözüpek, ölçülü ve adaletli olduğu apaçık.'' (28).

"Apaçık.''

"O halde, kentte bu dördünden hangisini bulursak, geri kalanlar bulamadıklarımız olmayacak mı?'' (29)

"Şüphesiz.''

"Bu, bir yerde bulunan dört şeye benziyor. Bu dört şeyden bir tanesini arasak, önce aradığımızı bulunca onunla yetiniriz; ama öteki üçünü önce bulursak, böylelikle aradığımızı da bulmuş oluruz. Gayet açıktır ki o, geri kalandan başka bir şey değildir.''

"Sözlerin doğru'' dedi.

"O halde, madem ki bunlar da dört tane, aynı şekilde araştırmalıyız, değil mi?''

"Gayet tabii."

"Sanırım ilk görünen bilgeliktir; onun da göze çarpan bir garipliği var.''

"Ne gibi bir gariplik?'' dedi.

"Gözden geçirdiğimiz kentin gerçekten bilge olduğunu sanıyorum; çünkü doğru kararlar veren (30) bir kenttir.''

"Evet.''

"Peki, doğru kararlar vermek de başlı başına bir tür bilgi değil midir? Çünkü insanlar bilgisizlikleriyle değil bilgileriyle doğru kararlar verirler.''

"Apaçık.''

"Ama kentte her türden birçok bilgi var.''

"Elbette.''

"Öyleyse kente, örneğin dülgerlerin bilgisi yüzünden mi bilge, doğru kararlar veren demeli?"

"Hiçbir şekilde" dedi. "Bu bilgi yüzünden kente olsa olsa dülgerlikte usta denebilir.''

"Demek ki, tahtadan yapılmış işlerdeki bilgisi yüzünden ve bu işlerin en iyi biçimde nasıl yapılacağına karar verdiği için kente bilge denemez.''

"Denemez.''

"Peki, tunçtan ya da bunun gibi bir madenden yapılmış eşyalar konusundaki bilgisi yüzünden mi kente bilge demeli'?''

"Hayır, bunların hiçbiri yüzünden değil'' dedi.

"Ürünün topraktan yetişmesi hakkındaki bilgi yüzünden de değil; bununla tarımda usta adını alırdı.''

"Sanırım.''

"Peki'' dedim "kurduğumuz kentteki bir kısım yurttaşın bildiği; kentteki işlerin bir kısmını değil, kentin bütününü düşünen, yani nasıl olup da kent kendisiyle ve başka kentlerle en iyi ilişkileri kurabilir, bunu sağlayan bir bilgi var mıdır?''

"Kesinlikle vardır.''

"Hangi bilgi?'' dedim "ve kimlerdedir bu bilgi?''

"Bu bilgi koruyuculuk bilgisidir'' dedi. "Demin tam anlamıyla koruyucular adını verdiğimiz (31) önderlerdeki bilgidir.''

"O halde, bu bilgiye göre kenti nasıl adlandırıyorsun?''

"Doğru kararlar veren ve gerçekten bilge olarak.''

"Peki'' dedim "kentte bu gerçek koruyucular mı çok olacak, yoksa demirciler mi?''

"Demirciler daha çok'' dedi.

"O halde'' dedim, "edindikleri bilgiye göre adlar alan başkalarının yanında, koruyucular azınlıkta kalmazlar mı?''

"Hem de çok azınlıkta kalırlar.''

"O halde, doğaya uyarak kurulan kent, bir bütün olarak, bilge adını, kendinin en küçük kısmına, başında bulunan ve onu yöneten en dar sınıfına ve bu kısımdaki bilgiye borçludur. Bu da, anlaşıldığına göre, doğa gereği sayısı en az olan sınıftır. Bütün öteki bilgiler arasında, bilgelik adına hak kazanan tek bilgiden pay almak küçük bir sınıfa düşer.'' (32)

"Çok doğru söylüyorsun'' dedi.

"İşte, dört taneden birini-bilmem nasıl oldu? - bulduk: Kendisini ve kentte bulunduğu yeri.''

"Bence'' dedi, "bulduğumuz sonuç doyurucu.''

"Gözüpekliğe gelince, kendisini ve kentin neresinde (kente, bu yere göre, gözüpek de denir) bulunduğunu görmek o kadar güç değildir.''

"Nasıl?''

"Kente korkak ya da gözüpek diyen kimse'' dedim, "kent uğrunda çarpışan, savaşan kısmı mı, yoksa başka bir kısmı mı göz önüne alır?''

"Kimse'' dedi "başka bir kısmı göz önüne almaz.''

"Çünkü'' dedim "bence kentte başkaları korkak ya da gözüpek olsalar da, kente gözüpek ya da korkak dedirtemezler.''

"Evet, dedirtemezler.''

"Demek ki kent, bir bölümü yüzünden gözüpek de oluyor. Çünkü o bölümünde öyle bir güç vardır ki, bu güç korkulacak şeyler hakkındaki yargısını her zaman korur; yani korkulacak şeylerin yasa koyucunun eğitim sisteminde gösterdiği şeyler olduğu yargısını. Yoksa sen buna gözüpeklik demez misin?''

"Dediğini çok iyi anlamadım, bir daha söyle'' dedi.

"Ben'' dedim "gözüpekliğin bir koruma olduğunu söylüyorum.''

"Ne gibi bir koruma?''

"Korkulacak şeyler nelerdir, ne gibi şeylerdir, bu hususta yasanın eğitim yoluyla aşıldığı kanısının korunması. Gözüpeklik bu kanıyı her zaman korur demekle, onu keder, sevinç, arzu ve korku içinde daima koruduğunu ve bir yana atmadığını söylemek istedim. İstersen, bunu benzediğini sandığım bir şeyle karşılaştırayım.''

"İsterim tabii.''

"Kuşkusuz biliyorsun'' dedim. "Boyacılar yünü erguvan rengine boyamak istedikleri zaman, önce o kadar rengin içinden yalnızca birini seçerler: Beyazı. Yün, boyanın bütün parlaklığını alabilsin diye, hazırlarken çok özen gösterirler, ancak bundan ˜sonra boyaya batırırlar. Bu biçimde boyanırsa, kumaşın boyası hiç çıkmaz. İster sabunla yıkansın, parlaklık akıp geçmez. Beyazdan başka bir renkteki kumaş boyanırsa ya da beyaz kumaşa bu ilk özen gösterilmezse, ne olur bilirsin.''

"Bilirim'' dedi "ağarıp gülünç bir şey olur.''

"Öyleyse,'' dedim "bizim de, askerleri seçip müzik ve idmanla eğittimiz zaman, elimizden geldiği kadar buna benzer bir şey yaptığımızı varsay; inan, tek amacımız, kumaşın boyayı çekişi gibi, askerlerin de yasaları derin bir inançla benimsemelerini sağlamaktan başka bir şey değildir, ta ki korkulacak şeyler ve başka şeyler hakkındaki kanıları iyi tutmuş olsun; renkleri bozacak nitelikte olan çamaşır tozu (33), küllü sulardan daha soldurucu olan zevk ve her temizleyici maddeden daha güçlü olan acı, korku, tutku, renklerini almasın. İşte böyle bir güce: Korkulacak ve korkulmayacak şeyler hakkındaki yasaya uygun kanının her zaman korunmasına gözüpeklik diyorum ve böyle nitelendiriyorum. Eğer buna eklenecek bir sözün yoksa?''

"Hiçbir sözüm yok'' dedi. "Çünkü sanırım, bu sorunlar hakkındaki kanı eğitimden gelmiyorsa, örneğin bir hayvanın ya da bir kölenin kanısı gibiyse, sen ona yasaya uygun (34) demezsin, hem de gözüpeklikten başka bir ad verirsin.'' (35)

"Çok doğru söylüyorsun'' dedim.

"Öyleyse bunun gözüpeklik olduğunu teslim ederim.''

"Teslim et'' dedim "hiç olmazsa, uygarca gözüpekliğin (36) bu olduğunu teslim et, yanılmış olmazsın. Bu sorunu, istersen, başka zaman daha iyi gözden geçiririz (37). Çünkü şimdilik gözüpekliği değil, adaleti arıyoruz. O halde gözüpeklik için araştırmalarımız, sanırım yeter.''

"Doğru'' dedi.

"O halde kentte keşfedilecek iki şey daha kaldı'' dedim: "Ölçülülük (38) ve bütün araştırmalarımızın amacı, adalet."

"Evet, öyle.''

"Artık ölçülülükle uğraşıp durmayalım, adaleti nasıl bulacağız, onu düşünelim.''

"Ben'' dedi "ne bunu bilirim, ne de, artık ölçülülüğü araştırmayacaksak, adaletin ölçülülükten daha önce görünmesini dilerim. Ama gönlümü hoş etmek istersen, adaletten önce ölçülülüğü gözden geçir.''

"Kuşkusuz gönlünü hoş etmek isterim'' dedim, "yoksa haksızlık etmiş olurum.''

"Haydi bak bakalım'' dedi.

"Bakmalıyım'' dedim. "Ölçülülük, ilk bakışta, baştakilerden çok, bir uyuma, bir ses birliğine benzer.'' (39).

"Nasıl?''

"O garip 'kendine egemen olmak' deyimini (40) kullanıp dediklerine bakılırsa, ölçülülük bir tür düzen, zevk ve tutkuya egemen olmakmış; bundan başka bu kavramın dilde bıraktığı başka izler de vardır. Yoksa öyle değil mi?''

"Tamamen öyledir'' dedi.

"Kendi kendine egemen olmak da gülünç bir şey değil mi? Kendine egemen olan, aynı zamanda, kendi başına buyruk olacak, değil mi? Kendi başına buyruk olan da aynı zamanda kendine egemen. Çünkü bütün bu sözlerle aynı adam kastedilir.''

"Tabii.''

"Fakat'' dedim " sanırım bu sözle şu denmek isteniyor: Bir insanın ruhunda iyi olan bir yanla kötü olan bir yan var. Doğası gereği iyi olan yan, kötü olana egemen olduğu zaman, buna 'kendi kendine egemen olmak' diyorlar. Bu da bir övmedir; ama kötü bir eğitim ya da kötü bir çevre yüzünden iyi olan yan azınlıkta kalarak, çoğunluktaki kötü yana yenilirse, bu bir ayıp gibi, eksiklik gibi görülür. Buna 'kendi başına buyruk olmak', bu durumdaki insana da gemsiz denir.''

"Böyle olduğu açık'' dedi.

"Öyleyse'' dedim "gözlerini yeni kentimize çevir, orada da bu iki şeyden birini göreceksin. Çünkü iyi kötüye nerede egemense, oraya ölçülü ve kendine egemen denmesi gerektiğine göre, ona haklı olarak kendine egemen dendiğini kabul edeceksin.''

"Kentimize bakıyorum'' dedi "doğru söylüyorsun.''

"Gerçekten de birçok ve türlü türlü arzu, zevk, acı, özellikle çocuklarda, kadınlarda, hizmetçilerde ve özgür denen kitlede, değersiz kimselerde bulunur.''

"Doğru'' dedi.

"Buna karşılık, aklın, akıl yürütme ve doğru bir yargıyla yönettiği basit ve ölçülü arzulara gelince, bu arzuları az kişide bulacaksın. Bunlar da çok iyi yaradılışı olan, çok iyi eğ¨itim görmüş kimselerdir.''

"Doğru'' dedi.

"O halde, görüyor musun? Senin kentinde bunlar da var; öte yandan kentteki kitlenin, değersiz insanların arzularına, soylu azınlıktaki arzular ve akıl egemendir.''

"Görüyorum'' dedi.

"Eğer bir kente, 'zevk ve arzularına, kendine egemen' denebilirse, bu bizim kentimizdir.''

"Kuşkusuz" dedi.

"Bütün bunlara göre, ona ölçülü de demeli, değil mi?''

"Kesinlikle demeli'' dedi.

"Bir kentte, yönetenlerle yönetilenler, kenti kimlerin yönetmesi gerektiği konusunda aynı düşüncede olabilirlerse, bu durum bizim kentte de vardır. Yoksa böyle sanmaz mısın?''

"Tamamıyla o düşüncedeyim'' dedi.

"Bu konuda anlaşan yurttaşların hangi bölümünde ölçülülük vardır dersin, yönetenlerde mi, yönetilenlerde mi?''

"Olasılıkla her ikisinde de'' dedi.

"O halde,'' dedim "görmüyor musun, ölçülülüğün bir uyuma benzediğini söylerken iyi sezmişiz.''

"Nasıl?''

"Ölçülülük, gözüpeklik ve bilgelik gibi değildir; bu ikisi kentin yalnızca bir kısmında bulunduğu halde, kenti, biri bilge, öteki gözüpek yapar. Ölçülülük böyle değildir, bütün kente tümüyle yayılır. İster bilgelik, ister güç, ister çokluk, zenginlik bakımından ya da bunun gibi başka bir bakımdan zayıf, güçlü ve orta durumda yurttaşların aynı besteyi tam bir uyum içinde söylemelerini sağlar. Öyle ki, bu uyuma; doğası gereği iyi olanla kötü olandan hangisinin egemen olması gerektiği konusundaki iyiyle kötünün bu uyuşmasına pek haklı olarak ölçülülük diyebiliriz.''

"Tamamıyla senin düşüncendeyim'' dedi.

"Peki'' dedim "İşte kentteki üç nitelik ortaya çıktı, eğer yanılmıyorsam. Geri kalan nitelik, yani kentin erdemini tamamlayan nitelik, hangisi olabilir? Gayet açık ki bu, adalettir.''

"Apaçık.''

"O halde, Glaukon, şimdi de avcılar gibi, adaletin kaçıp gözden kaybolmamasına dikkat ederek, çalılığın çevresini sarmalıyız; çünkü besbelli, adalet, burada bir yerdedir. Öyleyse, bak ve bulmaya çalış, belki benden önce görüp bana gösterirsin.''

"Keşke gösterebilsem'' dedi "ama ben yalnızca peşinden gelip gösterdiklerini görebilirim; yapabileceğim bir bu var.''

"Benimle birlikte, hayır dile de peşimden gel.'' dedim.

"Peki, öyle yapalım'' dedi "ama sen önden yürü.''

"Gerçekten,'' dedim "burası sapa, karanlık görünüyor, herhalde gölgeli, geçilmesi güç bir yer. Ama ne olursa olsun yürümeli.''

"Evet, yürümeli'' dedi.

Ben de bir şey görerek: "Aa! Glaukon,'' dedim "Galiba bir iz bulduk; bana kalırsa, adalet hiç elimizden kurtulamayacak.''

"Müjde'' dedi.

"Gerçekten'' dedim "pek aptalca davrandık.''

"Niçin?''

"Apaçık ki, sevgili dostum, çoktan, daha başlangıçtan beri, adalet ayağımızın altında dolaşıyormuş da, biz görmüyormuşuz. Pek gülünç olduk. Tıpkı, bazen avuçlarında bulunan şeyi arayan insanlar gibi, biz de ona bakmamışız da uzaklara bakmışız; olasılıkla, bunun için gözümüzden kaçtı.''

"Ne demek istiyorsun?'' dedi.

"Şunu demek istiyorum'' dedim. "Bence çoktan beri onu söyleyip onu dinlediğimiz halde bir bakıma ondan söz ettiğimizi anlamamışız.''

"Dinlemek isteyen insan için uzun bir başlangıç'' dedi.

"Peki,'' dedim "dinle bakalım, doğru mu söylüyorum. Başlangıçta, kenti kurduğumuz zaman ilke olarak koyduğumuz, her zaman yapılması gereken şey ya da bunun bir türü... Yanılmıyorsam, işte adalet budur. Anımsarsan, bir insanın kentteki işlerden yalnızca biriyle; hangi iş için elverişli yaratılmışsa o işle uğraşması gerektiği ilkesini koymuştuk, bunu sık sık da yinelemiştik." (41).

"Evet, yineledikti''

"Bir de herkesin kendi işini kendi görmesine, başka işlere karışmamasına da adalet demiştik. Bunu başka birçoklarından duyduk, kendimiz de birçok kez söyledik.''

"Evet, söyledik.''

"Sanırım'' dedim "herkesin kendi işiyle uğraşması, süreklilik kazanırsa, işte adalet budur. Bunu nereden kestiriyorum, biliyor musun?''

"Bilmem, ama söyle'' dedi.

"Sanırım'' dedim "kentte gözden geçirdiklerimizden, yani ölçülülük, gözüpeklik ve bilgelikten geri kalan şeydir ki, bütün diğerlerine kentte var olabilme gücünü verir. Bir kez var olduktan sonra da, kentte bulunduğu sürece onların sürekliliğini sağlar. Üçünü bulursak, geri kalan adalettir, demiştik.''

"Evet, zorunlu olarak böyle" dedi.

"Ama kuşkusuz" dedim, "bunlardan hangisinin var olmasının kent için en büyük nimet olacağı hakkında karar vermek gerekseydi, bunu kestirmek çok güç olurdu. Bu, acaba, yönetenlerle yönetilenler arasındaki düşünce birliği mi yada askerlerde bulunan korkulacak ve korkulmayacak şeylerin hangileri olduğuna ilişkin yasalarla uyumlu inancın korunması mı? Yoksa yönetenlerdeki akıl, uyanıklık ya da çocuk, kadın, köle, özgür insan, zanaatçı, yöneten ve yönetilende var olan şey, yani her birey bir tek insan olduğuna göre, her kişinin kendi işini yaparak başka işe karışmaması mı kent için en büyük nimet"tir?''

"Bu konuda bir karar vermek gerçekten güç olur'' dedi.

"Demek, kentte herkesi kendi işiyle uğraştıran güç, kentin erdemi uğrunda, kentin bilgeliği, ölçülülüğü ve gözüpekliğiyle yarışır."

"Kesinlikle" dedi.

"O halde kentin erdemi için diğer niteliklerle yarışan niteliğin adalet olduğunu kabul etmez misin?''

"Kesinlikle ederim.''

"Bunu şu noktadan da incele, bakalım aynı düşüncede olacak mısın? Kentte davalara bakma işini, yönetenlere vermeyecek misin?''

"Hiç kuşkusuz.''

"Bunlar karar verirken, yalnızca, her yurttaşın başkasının malını ele geçirmemesi ve kendininkinden yoksun olmaması için çalışmayacaklar mı?''

"Evet, yalnızca bunun için çalışacaklar.''

"Bu adalete uygundur diye, değil mi?''

"Evet.''

"Öyleyse, bununla da adaletin, mallarına sahip olmak, kendine düşen işi görmek olduğu teslim edilebilir.''

"Doğru.''

"Bak bakalım, benimle aynı düşüncede misin? Örneğin dülgerle kunduracı, araçlarını, işlerinin adını değiştirip birbirlerinin işini ya da biri her iki işi birden yapmaya kalkışırsa, bütün bu değişmelerden kente büyük zarar geleceğini sanır mısın?''

"Hiç zarar gelmez'' dedi.

"Buna karşılık, doğuştan zanaatçı olan ya da başka bir işle para kazanan kimse, sonradan zenginliği, yandaşlarının çokluğu, gücü veya bunun gibi başka bir şeyle gururlanarak askerlik rütbesine yükselmeye kalkışırsa ya da askerin biri, kentte öğütçü ve koruyucu rütbesine, layık olmadığı halde çıkmak isterse, bunlar da araçlarını, işlerini değiştirirlerse veya bir adam bütün bunları bir arada yapmaya kalkışırsa, o zaman bu değişimin ve başka başka işlerle uğraşmanın kent için yıkıcı olduğunu, sanırım, benim gibi sen de düşünürsün.''

"Tümüyle.''

"O halde kent için en büyük yıkım, bu üç sınıfın birbirinin işine karışması, işlerini değiştirmesidir. Buna da gayet haklı olarak en büyük suç denilebilir.''

"Kesinlikle."

"Kendi kentine karşı en büyük suçu işlemeye de adaletsizlik demez misin?''

"Nasıl denmez?''

"Demek, adaletsizlik işte budur.''

" Şimdi düşüncemizi tersine çevirip şunu söyleyelim: Para kazanan yardımcı, koruyucu sınıflarının, deminkinin aksine, meslekte kalışına, yani her sınıfın kentte yalnızca kendi işiyle uğraşmasına adalet denilebilir. Kenti adaletli yapan da budur.''

"Sanırım'' dedi "bundan başka türlü olamaz.''

"Bunu henüz kesin olarak söylemeyelim" dedim. "Bu düşünce, ayrı ayrı herkese uygulanıp da, her insanda bunun adalet olduğu kabul edilirse, ancak o zaman bunun adalet olduğunu teslim edebiliriz; çünkü artık diyecek söz kalmaz. Aksi halde düşüncemizi başka yöne çevireceğiz. Şimdilik, başladığımız incelemeyi sonuna kadar getirelim. Önce (42), adaleti, adaletin büyük oranlarda bulunduğu daha geniş bir alanda incelemeye girişirsek, birey ölçüsünde adaletin nasıl olduğunu görmek daha kolay olur sanmıştık. Bu alan bizce kentti ve böylece adaletin iyi kurulmuş bir kentte bulunacağını gayet iyi bildiğimiz için, kentimizi olabildiği kadar iyi kurduk. Kentte bulduğumuz şeyi bireye uygulayalım, ona da uyarsa, ne âlâ! Ama bireyde başka türlü görülürse, yine kente dönüp deneme yapalım. Belki bu ikisini yanyana koyarak gözden geçirirken, birbirine sürterek, sürtülen iki odun parçasından çıkar gibi adalet kıvılcımını çıkartabiliriz. Adalet ortaya çıkınca, onu sağlamca kendimize mal edeceğiz.''

"İşte'' dedi "yerinde konuşmak buna denir, böyle de yapmalı.''

"Peki'' dedim "biri küçük, biri büyük olan iki şeyin benzer olduğu söylense, onları benzer kılan nokta bakımından ikisi birbirine benzemez mi? Yoksa benzer mi?''

"Benzer'' dedi.

"O halde adaletli insan da, adaletin niteliği bakımından, adaletli bir kentten farklı olmayacak, ona benzer olacak.''

"Evet'' dedi "benzer olacak.''

"İmdi, bizce şehirdeki üç ayrı yaradılıştan her biri kendi işini gördüğü için, kent adaletliydi. Aynı yapıdaki bazı durum ve nitelikler yüzünden de kente ölçülü, gözüpek ve bilge demiştik.''

"Doğru " dedi.

"O halde, sevgili dostum, birey için de aynı biçimde yargıya varacağız: Onun ruhunda da aynı kısımlar varsa, aynı haller yüzünden birey de kente verdiğimiz adlara hak kazanacak.''

"Zorunlu" dedi.

"İşte, " dedim "değerli dostum, şimdi sıra yine, ruh hakkındaki basit bir soruya geldi: acaba ruhta bu üç kısım var mı, yok mu?''

"Bence bu soru hiç de basit değil'' dedi. "Çünkü kim bilir, Sokrates, güzel iş güçtür diyen atasözü belki doğrudur.''

"Besbelli'' dedim "ama iyi bilmelisin ki, Glaukon, benim düşünceme göre konuşmalarımız için kullandığımız yöntemle kesin bir sonuca erişemeyeceğiz; çünkü bizi oraya götürecek yol, daha uzun ve dolambaçlıdır (43). Ama yöntemimiz belki de baştaki sözlerimize ve araştırmalarımıza uygundu.''

"O halde, bu kadar yetmez mi?'' dedi. "Bana şimdilik bu kadarı yeter.''

"Bana kalırsa da,'' dedim "bol bol yeter.''

"Sakın yorulayım deme'' dedi "araştır bakalım.''

"Peki'' dedim "her birimizde, kentte bulunan aynı kısımların, aynı ruh durumlarının olduğunu kabul etmek zorunda değil miyiz? Bunlar kente başka bir yerden gelmiş olamazlar. Taşkın yapının (44) kentlere, taşkın yapılarıyla tanınmış bireylerden, örneğin Trak, İskit ve kuzeyde yaşayan halklardan geçmediğini ileri sürmek gülünç olur. Öte yandan en çok bizim bölgemizde bulunduğunu söyleyebileceğimiz öğrenme tutkusu için ve Finikelilerle Mısırlılarda görülen hiç de az sayılmayacak para tutkusu için de aynı şey söylenebilir.'' (45).

"Çok doğru'' dedi.

"Bu iş böyledir,'' dedim "bunu anlamak da güç değildir.''

"Hiç de güç değil.''

"Ama anlaşılması güç olan şudur: Acaba bu üç eylemden her birini aynı yeti sayesinde mi yaparız, yoksa her birinin ayrı eylem alanı olan üç yetiyle mi? Yani, ya biriyle öğrenip, ötekiyle taşar, öfkelenir; ruhumuzda bulunan üçüncüsüyle yemek, içmek, kadınla birleşmek ve buna benzer birçok zevkleri yaşarız ya da giriştiğimiz eylemlerin her birini bütün ruhumuzla yaparız. İşte bunu hakkıyla belirleyebilmek güç olacak.''

"Ben de öyle sanıyorum'' dedi.

"Bu üç yeti birbirinin aynı mıdır, yoksa farklı mıdır? Bunu şu biçimde sınırlandırmaya çalışalım.''

"Ne biçimde?''

"Gayet açık ki, aynı varlık, aynı yönde ve aynı cisme oranla, birbirine karşıt iki harekette aynı zamanda etkin ya da edilgin olmaz. Öyle ki, eğer böyle bir duruma raslarsak, bu varlığın tek bir şey değil, birkaç şeyden oluştuğunu anlayacağız.'' (46)

"Öyle.''

"O halde sözüme dikkat et.''

"Söyle'' dedi.

"Aynı varlığın'' dedim "aynı zamanda, aynı yönde, hem hareketsiz kalıp hem hareket etmesi olanaklı mıdır?"

"Hiçbir biçimde.''

"Daha ileride kuşkuya düşmemek için şimdiden iyice anlaşalım: Ayakta duran, ellerini, başını kımıldatan bir adamın hem devinimsiz durduğu, hem devindiği söylense, sanıyorum, bunu doğru bulmayız; bir kısmı devinimsiz kalır, bir kısmı devinir, deriz, öyle değil mi?''

"Öyle.''

"O halde, bunu söyleyen adam şaka ederek, bir zekâ oyunu yapmak için, topaçların, uçları bir yerde sabit kaldığı halde, kendi çevrelerinde döndükleri zaman, bir bütün olarak, aynı zamanda hem devinimsiz, hem devingen olduklarını ya da kendi çevresinde daire hareketi yapan başka cisimlerin aynı yerde dönerek topaç gibi devindiklerini söylerse, bunu kabul etmezdik; tersine, derdik ki, onlarda düz ve yuvarlak iki kısım vardır; topaç dik kısmıyla devinimsizdir, çünkü hiçbir yana eğilmez, halbuki yuvarlak kısım bir daire devinimi yapar; ama bu daire devinimiyle birlikte dik kısım sağa, sola, öne, arkaya eğilirse, o zaman hiçbir yerde durağanlık yoktur.''

"Gayet tabii'' dedi.

"O halde bu gibi sözler bizi şaşırtmayacak. Bir varlığın aynı yöne, aynı cisme oranla birbirine karşıt iki şeye, aynı zamanda edilgin ve etkin olacağına kimse bizi inandıramayacak.'' (47)

"Benim inanmayacağım kesin" dedi.

"Bununla birlikte'', dedim "bütün bu tartışmalara yeniden dönüp, doğru olmadıklarını uzun uzun belirlemek zorunda kalmamak için, bunun böyle olduğunu varsayıp araştırmalarımızda ilerleyelim. Ama baştan kabul edelim ki, bunun varsaydığımızdan başka türlü olduğu ortaya çıkarsa, bundan çıkacak hiçbir sonucun değeri olmayacak.''

"Evet'' dedi "böyle yapmalı.''

"Peki'' dedim "evet demek, hayır demenin; bir şeyi elde etmeyi istemek, bir şeyi reddetmenin; bir şeyi kendine çekmek, bir şeyi kendinden uzaklaştırmanın; bunun gibi her şey, etkin olmak ya da edilgin olmak, birbirinin karşıtı değil midir. Bu konuda, etkin ya da edilgin olma sorunu o kadar önemli değildir.''

"Evet'' dedi "bunlar birbirinin karşıtıdır.''

"Peki'', dedim "içmek ve yemek arzusunu, her türlü arzuyu, öte yandan azmetmek ve istemeyi, biraz önce sözünü ettiğimiz türe koymaz mısın? Örneğin bir şey isteyen kimsenin ruhu, her zaman istediği şeye uzanıyor ya da kendini kendisinin olmasını istediği şeye yöneltiyor ya da sonunda, bir şeyin kendisine sağlanmasını istedikçe, arzusunun gerçekleşmesi için sabırsızlanarak bir soruya yanıt verir gibi, kendi kendine evet diyor, demez misin?''

"Derim.''

"Peki, istememeyi, azmetmemeyi, arzu etmemeyi; kendinden uzaklaştırmak, geri itmek ve yukarda söylediklerimize karşıt olan bir türe koymaz mısın?''

"Nasıl konmaz?''

"Durum böyle olunca, bir arzular türünün var olduğunu ve bu türün en göze batanlarının içmek arzusu ve yemek arzusu denilen arzular olduğunu söylemeyecek miyiz?''

"Evet, söyleyeceğiz'' dedi.

"Biri içmeye duyulan arzu, öteki yemeye duyulan arzu değil midir?'' (48)

"Evet.''

"O halde içmek arzusu, salt içmek arzusu olma niteliğiyle, ruhtaki sözünü ettiğimiz şeyden başka bir şeyin arzusu mudur? Şunu demek istiyorum: içmek arzusu, sıcak veya soğuk, az veya çok ya da tek sözcükle, belli niteliği olan bir içkiyi içmek arzusu mudur? Yoksa içmek arzusuna sıcaklık eklense, ayrıca soğuk içki arzusunu mu yaratır, soğuk da sıcak içki arzusunu? Bunun gibi, çokluk kavramının içmek arzusuna eklenmesi yüzünden bu arzu şiddetliyse, çok içmek; az ise, az içmek arzusunu mu doğurur? Oysa içmek arzusunun kendisi (49), başka bir şeye duyulan arzu değil de, salt niteliği gereği yöneldiği şeyin arzusu, yani içkiye duyulan arzudur, aynı biçimde yemek arzusu, yalnızca yemeğin kendisine duyulan arzudur, değil mi?''

"Doğru'' dedi, "her arzu, niteliği gereği yalnızca yöneldiği şeyin arzusudur. Şu ya da bu nitelikte bir şeye arzu duyulması geçici nedenlerden ileri gelir.''

"Biri'' dedim "hiç kimsenin içki değil, iyi bir içki; yiyecek değil, iyi bir yiyecek arzu ettiğini söyleyerek bizi gafil avlamasın: Çünkü güya, herkes iyi şeyler arzu edermiş; öyleyse içmek arzusu bir arzuysa, ya iyi bir içki arzusuymuş ya da ilişkili olduğu başka bir şeyin arzusu. Öteki arzular için de durum böyleymiş.''

"Bunu söyleyen belki tamamen haksız değildir'' dedi.

"Herhalde'' dedim "nitelikleri gereği, herhangi bir şeyle ilişkisi olan şeyler arasında belli niteliği olanlar, benim düşünceme göre, belli niteliği olan bir şeyle ilişkilidirler, ama o şeylerin kendisi, yöneldikleri o şeylerle ilişkilidir.''

"Anlamadım'' dedi.

"Anlamadın mı?'' dedim, "Daha büyük olan bir şey, niteliği gereği, herhangi bir şeye oranla daha büyüktür.''

"Tabii.''

"Yani, daha küçük bir şeye oranla büyüktür, değil mi?''

"Evet.''

"Çok büyük olan da çok küçük olana oranla, değil mi?''

"Evet''.

"Geçmişte daha büyük olan geçmişte daha küçük olana, daha büyük olacak da daha küçük olacağa oranla da böyle midir?''

"Hiç kuşkusuz" dedi.

"Bunun gibi, daha çok daha aza oranla, iki katı yarıya oranla büyüktür, bu gibi her şey böyle değil midir? Yine daha ağır daha hafife, daha hızlı daha yavaşa, nihayet sıcak soğuğa oranla ve buna benzer her şey için böyle değil midir?''

"Tümüyle böyledir'' dedi.

"Peki, ya bilgiler için de durum aynı değil mi? Bilginin kendisi, öğrenilebilen şeylerin bilgisi ya da bilginin oranlanacağı alanın bilgisidir, ama belirli ve belli bir niteliği olan bir bilgi, belirli ve belli bir niteliği olan öğrenilebilen şeylerin bilgisidir. Demek istediğim şu: Ev kurma bilgisi ortaya çıktığı zaman, bu bilgi, öteki bilimlerden mimarlık adını alacak kadar ayrılmadı mı?''

"Tabii, öyle''.

"Ötekilerin hiçbirinde olmayan belli bir niteliği olduğu için, değil mi?''

"Evet''.

"Belli bir niteliği olan bir şeyle ilişkisi olduğu için, kendi de belli bir niteliği olan bir bilgi olmadı mı? Öteki sanatlar ve bilimler için de böyle değil midir?''

"Böyledir.''

"Şimdi söylediğimi anladınsa'' dedim "demin şunu söylemek istediğimi kabul et: Nitelikleri gereği başka bir şeyle ilişkili olan her şey, başlı başına, başlı başına olan şeylerle ilişkilidir; ama niteliği olan şeyler niteliği olan şeylerle ilişkilidir, demiştim. İlişkilidir diye, ilişkili olduğu şeylerle aynı niteliktedir demek istemiyorum: Örneğin sağlık bilimi sağlıklı, hastalık bilimi hastalıklı; bunun gibi iyi şeylerin bilimi iyi, kötü şeylerin bilimi kötüdür demek istemiyorum. Ama madem ki ilişkili olduğu alanın kendisinin bilimi değildir de, belli bir niteliği olan bir şeyin bilimidir (sağlık bilimi ve hastalık gibi), bu yüzden o da belli niteliği olan bir bilim olmak zorunda kalmıştır; bu durum, ona yalnızca bilim değil, belli bir niteliği olan bir şeyin buna eklenmesi yüzünden, tıp bilimi denmesine neden olmuştur.''

"Anladım'' dedi "sanırım, böyledir.''

"Peki, ya içmek arzusu?'' dedim "onu da bir şeyle ilişkili olan şeyler arasına koymaz mısın? Yani içmek arzusu.''

"Ha, ha, anladım" dedi, "içkiyle ilişkilidir.''

"O halde, içkinin belli niteliği varsa, onunla ilişkili olan içme arzusunun de belli niteliği vardır, ama içme arzusunun kendisi, ne çok, ne az, ne iyi, ne kötü, ne de tek sözcükle belli niteliği olan bir içkiyle ilişkilidir. Ama içmek arzusu, niteliği gereği, başlı başına içkiyle ilişkilidir.''

.'Kesinlikle."

"O halde susayan bir insanın ruhu, susamış olmak niteliğiyle, içkiden başka bir şey istemez, uzandığı budur, erişmek istediği budur.''

"Apaçık''.

"Ama içmek arzusundaki ruhu bir şey engellerse, ruhta, bir hayvanı suya götürür gibi ruhu içmeye götüren içmek arzusundan başka bir güç yok mudur? Çünkü kabul ettiğimize göre, aynı varlık aynı kısmında, hem aynı yönde, hem de karşıt devinimleri yapamaz.''

"Evet, yapamaz.''

"Aynı biçimde, bence, bir okçu için de, 'elleri yayı hem uzaklaştırır, hem kendine yaklaştırır' demek doğru olmaz. 'Uzaklaştıran bir eldir, yaklaştıran öteki eldir' demeli.''

"Tabii böyledir'' dedi.

"Öyleyse, bazen, susadığı halde içmek istemeyen kimseler vardır, diyelim mi?''

'Böyle birçok insana, hem de sık rastlanır'' dedi.

"Peki, bunlar için ne denebilir? Ruhlarında bir yandan içmeyi buyuran bir kısım, öte yandan engelleyen bir kısım vardır. İçmeye engel olan kısım, içmeyi buyuran kısımdan ayrıdır, ona egemendir denemez mi?''

"Sanırım, öyle demeli'' dedi.

"O halde bu gibi arzulara engel olan devinimin ruhta belirmesi, akıldan ileri gelmez mi? Buna karşılık ruhu sürükleyip götüren devinimler tutku ve hastalıklardan ileri gelmez mi?''

"Besbelli.''

"O halde, bunları birbirinden ayrı iki kısım olarak kabul etmek yerinde olur. Birine akıl kısmı diyoruz (ruh bununla akıl yürütür), ötekine akla uygun olmayan, arzulayan kısım, bazı zevklerin, doyumların arkadaşı diyoruz: Ruh bununla sever, acıkır, susar, başka arzulara kapılır.''

"Evet'' dedi "bunu kabul etmek çok yerinde olacak.''

"O halde bunları ruhumuzun iki belirli kısmı olarak ayıralım: ama taşkınlık, bizi taşırıp öfkelendiren kısım ruhun bir üçüncü kısmı mıdır? Öyle değilse bunlardan hangisiyle aynı doğadadır?''

"İhtimal ikincisiyle, arzulayan kısımla'' dedi.

"Ama ben'' dedim, "bir zamanlar işittiğim şu öykünün doğruluğuna inanıyorum. Aglaigon'un oğlu Leontios, Pire'den kente doğru çıkarken, kuzey surunun dışında yürüdüğü sırada, bakmış, celladın yanında ölüler yatıyor. Ölüleri hem görmek istiyormuş, hem de kendi kendine kızarak gözlerini çeviriyormuş. Bir zaman kendisiyle savaşmış, yüzünü kapamış, ama sonunda arzularına yenilerek, gözlerini dört açıp ölülere doğru gitmiş; 'Haydi, alın bakalım, aç gözlerim, bu görünümü doya doya seyredin' demiş.''

"Bu öyküyü ben de dinlemiştim'' dedi.

"Bu öykü gösteriyor ki'', dedim "bazen öfke arzularla, iki ayrı kısım birbiriyle mücadele eder gibi mücadele ediyor.''

"Evet, öykü bunu gösteriyor'' dedi.

"Başka birçok kez de,'' dedim "akla karşın arzularının baskısı altında kalan insanın kendi kendini azarlayıp kendindeki zorlayan kısma karşı öfkelendiğini, sanki iki yan varmış gibi mücadele edilirken, böyle bir adamın öfkesinin aklın bağdaşığı olduğunu fark etmedik mi? Ama akıl yasak ettiği halde, öfke arzularla birleşip akla karşı korsa. Sanırım, bu durumu sen ne kendinde gördün, ne de bir başkasında.''

"Zeus hakkı için, hayır'' dedi.

"Peki'', dedim "ya insan haksız olduğunu sanırsa? Ne derece soyluysa, o derece az kızmaz mı? Sana göre, kendini haklı olarak cezaya çarptıran kimse kendini susuz, soğukta bıraksa veya bunun gibi acılar çektirse bile, söylediğim gibi kendine karşı öfkeye kapılmak istemez, değil mi?''

"Doğru'' dedi.

"Peki, ya haksızlık gördüğünü sanırsa? Bu duruma köpürüp kızmaz mı? Adaletli sandığı şeye bağlanıp o uğurda mücadele etmez mi? Açlık çekse, soğukta bırakılsa ya da bu türden başka işlemler karşısında bırakılsa, dirençle göğüs gerip kazanmaz mı? Ya istediğini elde edinceye ya da ölünceye kadar veya çobanın köpeğini çağırdığı gibi, kendinden akıl tarafından çağrılıp sakinleştirilinceye kadar, soyluluğunu elden bırakır mı?''

"Evet'' dedi " tümüyle dediğin gibidir, nitekim kentimize de, köpeklerin çobanlara baş eğmesi gibi, yöneticilere baş eğen yardımcılar koyduk.''

"Ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsun'' dedim. "Ama bir de fark ettin mi?''

"Neyi?''

"Şunu: Öfkelenen kısım hakkındaki görüşümüz tam tersi çıktı. Çünkü demin onu bir çeşit arzulayan kısım sanmıştık, ama şimdi öyle olmak şöyle dursun, ruhtaki bir anlaşmazlıkta aklın yanında bizzat silaha sarılır diyoruz.''

"Çok doğru'' dedi.

"Peki, akıl kısmından ayrı mıdır, yoksa onun bir türü müdür? Bu şekilde ruhta üç değil, iki kısım olacak, akıl ve arzulayan kısım. Ya da kentte, kenti oluşturan üç sınıf: Para kazanan, yardımcı olan ve öğüt veren sınıflar olduğu gibi, ruhta da bu üçüncü kısım, yani, kötü bir eğitimle bozulmazsa, yaratılışı gereği akla yardımcı olan, öfkelenen bir kısım var mıdır?''

"Mutlaka üçüncü bir kısım olmalı'' dedi.

"Evet'', dedim "ama öfkelenen kısmın, arzulayan kısımdan ayrı olduğu gibi, akıl kısmından da ayrı olduğu ortaya çıkmalı.''

"Bunu ortaya çıkarmak güç değildir" dedi. "Çocuklarda bile görülebilir; daha doğar doğmaz öfkeyle dolup taşarlar; ama hiç olmazsa benim düşünceme göre, bazılarının akıldan hiçbir zaman nasipleri olmaz, halk kitlesinin de pek geç 'olur.''

"Evet'' dedim "Zeus hakkı için güzel söyledin. Dediğin gibi olduğu hayvanlarda bile görülebilir; üstelik yukarda bir yerde söylediğim (50) Homeros'un bir dizesi de buna tanıktır: 'Göğsünü döğerek, kalbini şu sözlerle azarladı.' Çünkü burada Homeros, ruhun bir kısmının başka bir kısmını; yani iyiyi kötüyü ayırt eden kısmın, hiç düşünmeden öfkelenen kısmı azarladığını apaçık betimlemiştir.'' (51)

"Kesinlikle doğru söylüyorsun'' dedi.

"kıyıya güçlükle erişebildik'' dedim "her bireyin ruhunda, kentteki kısımların aynının bulunduğunda ve bunların aynı miktarda olduğunda, haklı olarak anlaştık.''

"Evet, öyle.''

"O halde, kent nasıl ve hangi kısmı yüzünden bilgeyse, her bireyin de aynı biçimde ve aynı kısmı yüzünden bilge olması zorunlu değil midir?''

''Kuşkusuz."

"Birey, hangi kısmı yüzünden ve ne biçimde gözüpekse, kentin de, aynı kısmı yüzünden ve aynı biçimde gözüpek olması gerekmez mi? Erdeme ilişkin başka her konuda da kent ve birey için durum böyle değil midir?''

"Zorunlu.''

"O halde bir insanın da, kentin adaletli olduğu biçimde adaletli olduğunu söyleyebiliriz, sanırım.''

"Bu da zorunlu.''

"Ama şu nokta da hep aklımızda: Kenti oluşturan her üç sınıf kendi işini gördüğü için kent adaletliydi.'' (52)

"Evet, hep aklımızda, sanırım'' dedi.

"O halde, belleğimizde olsun, her birimizdeki her kısım kendi işini gördüğü zaman, biz de adaletli ve kendi işini gören insanlar oluruz.''

"Evet, bunu unutmamalıyız.''

"Bilge olduğu ve tüm ruha özen göstermeyi üzerine aldığı için, akıllı kısma egemen olmak düşmez mi? Öfkelenen kısma da, söz dinlemek ve ötekinin bağdaşığı olmak?''

"Kesinlikle.''

"Peki, konuştuğumuz gibi (53) müzik ve idmanın birleşmesi bu iki kısmı uyumlulaştırmaz mı? Akıllı kısmı gerginleştirip güzel sözler, bilgilerle besler; öfkelenen kısmı gevşetip yatıştırır, uyum ve ölçü aracılığıyla yumuşatır.''

"Kesinlikle," dedi.

"Böyle büyütülen ve gerçekten kendi işini öğrenip eğitim gören iki kısım, her insanın ruhunda en büyük kısmı oluşturan ve doğası gereği hiç doymak bilmeden arzulayan kısmı yönetecekler. Bu ikisi, arzulayan kısmın, beden zevkleri dediğimiz zevklere gereğinden fazla dalıp güç kazanmasına; kendi işini görmeyip başkasını kul ederek doğasına uymadığı halde egemen olmaya kalkışmamasına ve böylece kamu yaşamını baştan aşağı altüst etmemesine dikkat etsinler.''

"Çok doğru'' dedi.

"Peki'' dedim "dışarıdaki düşmanlara karşı bu ikisi tüm ruhu ve vücudu çok iyi korumazlar mı? Biri öğüt vererek, öteki savaşarak, egemen olanın sözünü dinleyip, gözüpekliğiyle verilen öğütleri yerine getirerek?''

"Evet, öyledir.''

"Öfkelenen kısım, korkulacak ve korkulmayacak şeyler hakkında aklın öğütlerini, acı ve zevk durumlarında tutarsa, bu kısmına göre, insana gözüpek denir, öyle değil mi?''

"Doğru'' dedi.

"İnsanda egemen olan ve bu öğütleri bildiren küçük kısmına göre de insana bilge denir; yine bu kısımda, her kısma ve bu üç kısmın oluşturduğu birliğe yararlı olan şeylerin bilgisi vardır.''

"Çok doğru.''

"Peki, yöneten ve yönetilen iki kısım, akıllı kısmın yönetmesi gerektiğinde anlaşırsa ve ona karşı ayaklanmazlarsa, bu kısımlar arasındaki dostluk ve uyum yüzünden, insana ölçülü denmez mi?''

"Zaten ölçülülük bundan başka bir şey değildir" dedi, "İster kentin, ister bireyin ölçülülüğü olsun.''

"Nihayet sık sık sözünü ettiğimiz kısım yüzünden de adaletli, hem de aynı biçimde adaletli olacak.''

"Zorunlu."

"O halde?'' dedim "Adaletin kentte ortaya çıktığından başka türlü olduğunu sanacak kadar gözümüz kör mü oldu?''

"Sanmam,'' dedi.

"İçimizde hâlâ bir kuşku varsa, adaletli insanı her gün olup biten olaylarla karşı karşıya getirerek yargımızın doğruluğunu araştırabiliriz.''

"Hangi olaylarla?''

"Örneğin kentimiz hakkında ve doğuşu, gördüğü eğitim bakımından ona benzeyen bir insan hakkında bir yargıya varmamız gerektiğini varsayalım: Acaba bu insan, kendisine emanet edilen altın ya da gümüşleri aldıktan sonra iç eder mi? Böyle bir davranışı o insana benzemeyenlere yükleyeceği yerde, o insana yükleyecek bir insan bulunur mu dersin?''

"Hayır, bulunmaz'' dedi.

"Tapınak soygunculuğundan, hırsızlıktan, özel yaşamda arkadaşlarına, siyasal yaşamda devlete ihanetten uzak olmayacak mı?''

"Evet, uzak olacak.''

"Ne yeminlerinde, ne de verdiği başka sözlerde hiçbir biçimde sadakatsız olmayacak.''

"Nasıl olabilir?''

"Zamparalık etmek, ana babaya bakmamak, tanrılara saygısızlık etmek, bütün bunlar, ondan başka herkese yaraşır.''

"Kuşkusuz ona yaraşmaz'' dedi.

"Bütün bunların nedeni, ondaki her kısmın kendi işini yapması değil midir? İster yönetici, ister yönetilen olsun..."

"Evet, neden budur.''

"Adalet, senin düşüncene göre, böyle insanlar ve kentler oluşturan güçten başka bir şey midir?''

"Zeus hakkı için'' dedi "bence bu güçtür.''

"İşte düşümüz tümüyle çıktı. Daha kenti kurmaya başlarken, belki de bir tanrının bizi adaletin bir temel ilkesine, bir örneğine götüreceğini hayal ettiren düşümüz.''

"Çok doğru''.

"Demek,? Glaukon, ayakkabıcı olarak doğan insanın yalnızca ayakkabı yapıp başka bir şey yapmamasının, dülger doğanın yalnızca ev kurmasının doğru olduğunu düşünmek bize adaletin bir düşlemini verdi ve bu yüzden bize yararlı oldu.''

"Apaçık.''

"Gerçekten adaletin bunun gibi bir şey olduğu anlaşıldı; ama bu, insanın dış edimlerine değil, iç edimlerine, yani gerçek benliğine ve kendinin olan şeylere uygulanır. Adaletli insan kendindeki her kısmın kendine yabancı işler görmesine, ruhundaki kısımların birbirinin işini yüklenmesine izin vermez; tersine, sözcüğün gerçek anlamıyla kendi evini pek güzel düzene kor, kendi kendine egemen olur, bir düzen kurar, kendi kendine dost olur, tıpkı müzikteki pes, tiz, orta ve aradaki bütün öteki perdelerin uyumu gibi, kendindeki üç kısmı uyumlaştırır. Bunları birbirine bağlar, birçok öğeden oluşmuşken bir birlik haline gelir, ölçülü, uyumlu olur. Ancak bu duruma geldikten sonra, ister para kazanmakta, ister vücut bakımında, ister bir devlet işinde ya da özel işlerinde eyleme geçer. Bütün bu işlerde bu durumu koruyan, bu durumun sağlanmasına yardım eden eylemleri adaletli ve iyi eylemler sayar, bunları bu biçimde niteler, bu eylemleri yöneten bilgiye bilgelik, bu durumu çözüp bozan eyleme de adaletsizlik, bu eylemi yöneten yargıya bilgisizlik der.''

"Sözlerin, Sokrates, baştan aşağı doğrudur'' dedi.

"Güzel'' dedim. "Adaletli insanı, adaletli kenti ve bunlardaki adaletin ne olduğunu bulduğumuzu ileri sürersek, sanırım tümüyle yalan söylemiş sayılmayız.''

"Zeus hakkı için, kesinlikle sayılmayız'' dedi.

"O halde, bulduk diyelim mi?''

"Diyelim.''

"Peki, öyle olsun'' dedim "bundan sonra da, sanırım, artık adaletsizliği gözden geçirmeliyiz.'' (54)

"Tabii.''

"Adaletsizlik, bu üç kısmın arasındaki bir anlaşmazlık, birçok işi üzerine alma, başkasının işine karışma; ruha egemen olabilmek için, hiç yakışık almadığı, tersine, ruhun bir kısmının, egemen olan kısma yaradılış gereği baş eğmesi gerektiği halde, ruhun bütününe karşı çıkması değil midir? Bu gibi eylemler, yani ruhtaki kısımların kargaşası ve karışıklığı adaletsizliktir, gemsizlik, korkaklık, bilgisizlik, nihayet bir sözcükle her türlü kötülüktür diyeceğiz, sanırım.''

"Evet, bu o demek'' dedi.

"Mademki'' dedim "adaletsizlik ve adalet belli ve apaçık ortadadır, adaletsizce davranmak ve haksızlık etmek ya da bunun gibi, adaletli hareket etmek de belli ve apaçık olmaz mı?''

"Ne biçimde?''

"Çünkü'' dedim "adalet ve adaletsizlik, sağlıklı ve hastalıklı şeylere benzer; yalnızca biri vücuttadır, öteki ruhta.''

"Ne gibi?'' dedi.

"Herhalde, sağlıklı olan sağlığı yaratır, hastalıklı olan da hastalığı.''

"Evet.''

"Aynı biçimde adaletli davranmak adaleti, adaletsizce davranmak adaletsizliği yaratır, değil mi?''

"Zorunlu."

"Sağlığı yaratmak da, vücuttaki kısımlar arasında, yaratılışlarına göre yönetmek ve yönetilmeyi sağlayacak bir düzen kurmak demektir. Hastalık yaratmaksa, bu kısımlar arasında yaratılışlarına aykırı yönetmeyi ve yönetilmeyi sağlayacak bir düzen kurmaktır.'' (55)

"Öyledir.''

"Peki, adaleti yaratmak da, bu ruhta, ruhun kısımları arasında, yaratılışlarına göre yönetmek ve yönetilmeyi sağlayacak bir düzen kurmak değil midir? Adaletsizlik de bu kısımlar arasında, yaratılışlarına aykırı olarak yönetmeyi ve yönetilmeyi sağlayacak bir düzen kurmak?''

"Tümüyle öyle'' dedi.

"Erdeme gelince, anlaşılıyor ki, erdem ruhun bir çeşit sağlığı, güzelliği, sağlam bir durumudur. Kötülükse, ruhun hastalığı, çirkinliği, zayıflığıdır.''

"Öyledir.''

"Öyleyse, iyi çabalar insanı erdem sahibi, kötü çabalar ise kötülük sahibi eder, değil mi?''

"Zorunlu.''

"Artık, anlaşılan, gözden geçirilecek bir şu kaldı: Adaletli olduğu kabul edilsin ya da edilmesin, adaletli davranmak, iyi çabalarda bulunmak, adaletli olmak mı yararlıdır; yoksa hiç ceza görmeden ve gördüğü cezayla düzelmeksizin, haksızlık edip adaletsiz olmak mı?''

"Ama Sokrates'' dedi "bana öyle geliyor ki, artık bunu incelemek gülünç bir şey olacak: çünkü vücudun sağlığı bozulduğu zaman, her türlü yemeği yiyip içkiyi içmek, her türlü zenginlikten, erkten yararlanmak mümkün olsa bile yaşanamadığına göre, bizi yaşatan şeyin yapısı bozulup alt üst olunca, yaşanabilir mi? Hatta insanı haksızlık ve kötülükten kurtaracak adalet ve adaletsizliğin yukarıda incelediğimiz gibi olduğu ortaya çıktığına göre, insan, adalet ve erdeme kavuşturacak şeyden başka, her istediğini yapabilecek olsa bile!''

"Evet, bu gülünç bir şey olacak'' dedim "ama madem ki bunların gerçekten böyle olduğunu gayet açık görebilecek duruma geldik, artık yorulmamalıyız.''

"Hiçbir zaman, Zeus hakkı için, hiç yorulmamalıyız.''

"Gel bakalım'' dedim "bence kötülüğün görülmeye değer kaç biçimi var, bak.''

"Peşinden geliyorum'' dedi "yalnızca sen söyle.''

"Gerçekten'' dedim "bir gözetleme kulesinden bakar gibi, sözlerimizin öyle bir noktasına geldik ki, buradan erdemin bir biçimi, kötülüğün ise binlercesi görülebilir, ama bunların içinden yalnızca dört biçimin anımsanmaya değdiğini görebiliriz.''

"Ne demek istiyorsun?'' dedi.

"Kaç türlü devlet varsa, herhalde o kadar da ayrı ruh biçimi vardır.''

"Ne kadar?''

"Beş devlet biçimi'' dedim "beş de ruh biçimi.''

"Söyle'' dedi "hangileri bunlar?''

"Bunlardan biri, bence gözden geçirdiğimiz devlet biçimidir'' dedim "ama ona iki ad verilebilir: Yönetenler arasından bir tek adam sivrilirse, buna krallık; birçokları sivrilirse, soyluluk yönetimi, yani en iyilerin yönetimi, denir.''

"Doğru'' dedi.

"Bence bu ikisi bir türdür," dedim "çünkü ister birçok kimse, ister bir tek kimse olsun, gözden geçirdiğimiz eğitim ve öğretimle yetiştirilmişlerse, kentin temel yasalarında bir şey değiştirmezler.''

"Değiştirmeleri olasılığı yok'' dedi.
 

DİPNOTLAR

1) III. kitabın sonunda, koruyucuların hiçbir özel malı olmaması gerektiğinden söz açıldığını anımsayalım.
2) Yunanca polis (devlet-kent, medine) sözcüğünü, Türkçe bir tek karşılığı olmadığı için, çok kez "kent'', bazen da "devlet'' sözcüğüyle karşıladık.
3) Adeimantos'un karşı çıkışı, Thrasymakhos'un 1. kitapta ileri sürdüğü "bir hükümdar kendi çıkarını göz önünde tutarak hüküm sürer'' düşüncesine dayanıyor.
4) Aristoteles, Platon'un devletine karşı yaptığı sert eleştiride, bu yer için şunları söyler: "Bundan başka, koruyucuları mutluluktan yoksun bırakır, ama yasa yazar bütün kenti mutlu etmeli der. Fakat, büyük çoğunluk ya da bütün yurttaşlar, hatta birkaçı mutlu değilse, şehrin mutlu olması mümkün değildir. Çünkü mutlu olmak çift sayılarla aynı türe girmez; bir bütün, onu oluşturan kısımları çift olmasa bile, çift olabilir, ama mutlu olmakta durum böyle değildir. Ama koruyucular mutlu olmaz da kim olur? Kesinlikle, zanaatçılarla işçi kitlesi değil.'' Bu eleştiri, Aristoteles'in Platon'dan temelde ayrılan ahlaki ve siyasi görüşlerine dayanır. Platon sonradan koruyucuların kişisel mutlulukları sorununu ele alır ve yalnızca kendi yarattığı kentin her yönden eksiksiz bir mutluluk sayılacağı sonucuna varır. Burada bu konuya girişmekten çekiniyor. Bir tek sınıfı değil, bütün kentin mutluluğunu göz önünde tuttuğunu VII. kitapta da yineler. - Bu tümce, Perikles'in Thukydides tarafından bildirilen düşüncesine şaşılacak derecede yakındır: "Ama, kent bir bütün olarak sağlam bir durumda bulunursa, ayrı ayrı her bir bireyiyle mutlu olduğu, ama bir bütün olarak mahvolduğu zamankinden daha çok bireylere yararlı olur.''
5) İlk üç kitapta Yunanca dikaiosyne karşılığı olarak kullanılan "doğruluk, hakseverlik'' yerine bu kitapta her zaman "adalet'' sözcüğünü kullandık.
6) Bu derhal yapılmaz, ancak VIII. kitapta yapılacak. Çünkü konuşmaya katılanlar, V. kitabın başında Sokrates'i başladığı düşünce dizisini bırakmaya ve eğitim, ortak mülkiyet sorunlarına dönmeye zorlayacaklardır. V., VI., VII. kitaplardaki konudan görünüşte sapış aslında bütün yapıtın en yüksek noktasına, yani filozofların eğitimleri üzerine düşüncelere götürür. IV. kitabın sonunda yarıda bırakılan sorunlar ancak VIII. kitabın başında ele alınır.
7) Yunanlılarda, heykellerin saçlarını, gözlerini, dudaklarını, giysilerini boyamak âdeti vardı.
8) Bu seslenişle başlayan sözlerin sonu "onların elinde olur''dur. Demek, heykelin boyanmasını eleştiren kişi devlet düzenini eleştiren kişiyle aynı oluyor.
9) İlk üç kitapta Yunanca Phylaks sözcüğünü "bekçi'' ile karşılamıştık. Bundan böyle bu sözcük için "koruyucu'' karşılığını daha uygun bulduk.
10) Yunanca metinde biraz belirsiz kalan bu tümceyi hemen hemen mütercimler gibi çevirmeyi uygun bulduk. Fakat bu tümceye başka bir anlam da verilebilir: "öte yandan kendi başlarına iyi durumda olmak ve mutlu olmak fırsatı da onların elinde olur'' ya da: "Öte yandan kent iyi bir durumda ve mutlu olursa, bundan yalnızca onlar yararlanacaklar.''
11) Metinde bulunan georgus sözcüğünde, metne uygun bir anlam bulamadık, bunun için Platon'la derinden uğraşan olan bazı bilginlerin önerisine uyarak, bu sözcüğü leorgus kabul edip çeviriyi ona göre yaptık.
12) Platon, kent ya da kentler oyunu denen bir tür tavla oyununu söylemek istiyor. Bu oyun hakkında kesin bir şey bilmediğimiz için Platon'un deyişinden çok bir şey anlamıyoruz.
13) III. kitap s. 55.
14) Platon burada çok kez kullanılan bir deyime işaret ediyor.
15) (16) Odysseia I 351/2, elimizdeki Odysseia metninden biraz ayrıdır.
17) Damon için III. kitap s. 35, açıklama 73'e bak.
18) Platon burada hiç kuşkusuz Atina'daki ahlaki, sosyal ve siyasal durumun gelişmesini kastediyor.
19) Yani şimdi oynadıkları oyunlardan yasaya daha uygun.
20) Platon burada ve bütün bu parçada çok nefret ettiği ve zamanında tamamıyla gerileme durumunda olan Atina demokrasisini kastediyor. Gerçekten Atina'da devletin genel düzenini değiştirmek isteyenlere karşı yasalar vardı. Öte yandan özel kişileri yüceltmek için yasalar yapılırdı. Demagoglar bu alanda halka dalkavukluk etmek fırsatını bulurlardı.
21) Platon burada Herakles'in on iki başarısını söylemek istiyor. Hydra, büyük bir bataklık canavarıymış. Argos'un güneyinde bulunan Lerna bataklığında yaşarmış, sayısız başı varmış, bu başlardan biri ölümsüzmüş. Herakles bütün başları kesiyor, ama kesilen bir başın yerine iki baş çıkıyor. Canavarın yeniden baş oluşturan gövdelerini kızgın ağaçlarla yakıyor, ölümsüz başın üzerine de büyük bir kaya parçası atıyor. Hydra'nın zehirine oklarını daldırıyor; bu yüzden oklarıyla açtığı yaralar iyileşmezmiş.
22) Delphoi, Yunanistan'ın dini merkezi idi. Apollonsa, dinle ilgili her işte yol gösterirdi.
23) Bütün Avrupa dillerine girmiş olan Yunanca daimon sözcüğünü, Türkçe karşılığı olmadığı için aynen aldık. Bu sözcük, tanrı (Yunanca theos) sözcüğünün yanında bulunduğu zaman, ikinci derecede gelen tanrısal varlık anlamındadır.
24) Yunanca heros. Yararlıkları yüzünden ölümden sonra tanrılaştırılmış ve tanrı gibi saygı gören kimselere denir.
25) Burada Delphoi'daki Apollon'un kutsal konik taşı (omyhalos) kastediliyor. Omphalos beyaz mermerden ya da taştan bir koniydi ve dünyanın merkezi sayılırdı. İki yanına konmuş olan iki altın kartal, efsaneye göre, Zeus tarafından dünyanın doğu ve batı uçlarından atılıp bu yerde birleşen iki kartalı hatırlatırdı. Omphalos genellikle sikkeler üzerinde ve özellikle Apollon'un oturduğu yer olarak gösterilirdi.
26) Thrasymakhos'un, Glaukon'un ve Adeimantos'un adaletli ve adaletsiz insan hakkındaki tartışmalarda oynadıkları rolleri anımsayalım.
27) II. kitap.
28) Bunlar Ana erdemler denilen dört erdemdir, yani bütün öteki erdemler bu dört erdemden çıkar. Bundan sonraki tartışmalar, bu dörtlü erdem dizgesinin, Platon'un devlet düzeniyle çok sıkı ilişkide olduğunu gösterecektir.
29) Burada kullanılan yöntem, matematikte kullanılan kanıtlama yöntemine benzer.
30) "Doğru kararlar veren'' deyişiyle Yunanca eubulos sözcüğünü çevirmekten çok tanımladık. Eubulia özellikle siyasal bir erdemdir. Bu yüzden Thrasymakhos da, tam anlamıyla adaletsizliğin ne olduğunu anlatırken bu sözcüğü kullanıyor. Oradaki çeviri (işini bilen) metnin çevirdiğimiz kısmına uymadığı için baştaki çevirimizden ayrıldık.
31) III. kitap, 414 b.
32) Burada, Sokrates'in yukarıda "gariplik'' sözüyle neyi kastettiği sonunda anlaşılıyor. "Gariplik'' şundan ileri geliyor: Kentin yalnızca en küçük parçası bilge olduğu halde, bütün kente bilge deniyor. Bilgelik (sophia), Platon'un burada anlattığı biçimde, phronesis ile aynı anlamdadır. Bilgelik terimi burada metafizikle (yani idea kuramıyla) değil, sırf siyasetle ilgilidir, kentin bütününün iyiliği için düşünce yürüten erdemden başka bir şey değildir.
33) Yunanca khalestraioin Makedonya'da Khalastra gölünün kıyısında bulunan ve sabun yerine kullanılan doğal bir sodadan söz ediliyor.
34) Biz, "sürekli'' anlamına gelen, Stobaios'un kabul ettiği momimon sözcüğünü kabul edip ona göre çevirdik.
35) Buna benzer bir düşünce gözüpeklik hakkındaki Lakhes dialoğunda vardır (196 vd). Lakhes'e göre "gözüpeklikten başka ad'' "atılganlık'' (Yunanca thrasytes) olurdu.
36) Yani bireysel gözüpekliğe ve filozofun, eğitimle aşılanmış kanıya değil, bilgiye (epistemeye) dayanan gözüpekliğine karşıt gözüpeklik.
37) Bu sözlerle ne kastedildiği belli olmuyor. Belki VI. kitapta gözüpeklik üzerine konuşmalara göndermede bulunuyor. Herhalde burada Lakhes diyalogu kastedilmiyor olmalı; çünkü bu diyalog hem "devlet''ten çok önce yazılmıştır, hem de orada gözüpeklik üzerine konuşmalar "devlet''in düzeyinde değildir.
38) Sophrosyne: Yunanca'ya has olan bu kavram başka hiçbir dile çevrilemez "İtidal'' (çeviri dili günümüz Türkçesine uyarlanırken "itidal"in yerine aşağı yukarı tam karşılığı olan "ölçülülük" sözcüğü kullanıldı) biçimindeki çeviri, kavramın bütün zenginliğini vermemekle birlikte, ilk üç kitapta kullandığımız "temkin'' sözcüğünden sophrosyne kavramına daha yakındır.
39) Yalnızca bu sözler bile gösteriyor ki, "devlet''teki sophrosyne üzerine inceleme, Kharmides diyalogundaki bu kavramı tanımlama denemesinden daha ileri bir adımdır.
40) Yunanca kreitton heautu gerçekten garip bir deyiştir. Sözcüğü sözcüğüne çevirirsek: "kendi kendini yenen'' demektir.
41) İlk olarak II. kitap ve daha sonra birçok yerlerde.
42) II. kitap.
43) Bu sözler, VI. kitaptaki incelemeleri hazırlıyor.
44) Burada "taşkın doğa'' biçiminde çevirdiğimiz Yunanca "thymoeides"e, ilerde üç ayrı kısımdan söz edilirken, "öfkelenen kısım'' diyeceğiz. Öteki iki kısmaysa, "akla uygun kısım'' (logistikon) ve "arzulayan kısım'' (epithymetikon) diyeceğiz.
45) Platon burada iklimin insanlar üzerindeki etkilerine ilişkin bir kurama göndermede bulunuyor. Bu kuram özellikle Hippokrates'in yapıtları arasındaki "Havalar, sular, yerler üzerine'' adlı önemli kitapta anlatılır.
46) Yunan edebiyatında çelişki ilkesini anlatmak için ilk girişim.
47) Buradaki güç metin sorununu çözümlediğimizi ileri sürmemekle birlikte, bazı filologların önerisine uyarak e kai eie sözcüklerini göz önünde tutmadık.
48) Yunanca dipsa ve peina sözcüklerini "susuzluk'' ve "açlık''la karşılamak mümkün değildir; çünkü susuzluk ve açlık, Yunanca sözcükler gibi bir arzuyu değil, bir durumu gösterir. Bunun için bu sözcükleri "içmek arzusu'' ve "yemek arzusu'' ile karşıladık. Bu yüzden bu tümcenin Türkçe çevirisinde bir yineleme kaçınılmaz oluyor.
49) Yunanca autos sözcüğünün karşılığı olarak "bizatihi'' ( çevirinin günümüz Türkçe'sine uyarlanması sırasında bu sözcüğün yerine "kendisi" sözcüğü kullanıldı ) sözcüğünü kullanmak zorunda kaldık. Çünkü "tek başına'' ya da "başlı başına'' biçimindeki çeviriyi ileride monos sözcüğünün karşılığı olarak kullanacağız.
50) III. kitap, s. 20'deki dize Odysseia'dan (XX 7) alınmıştır.
51) Burada "öfkelenen kısım'' (thymoeides) deyişindeki belirsizlik ortaya çıkıyor. Yukarıda, Platon'a göre öfkelenen kısım gözüpekliğin ilkesi ve akla uygun kısmın bağdaşığıydı. Buradaysa birdenbire akılsız bir öfke olarak ortaya çıkıyor. Bu ikilik Yunanca thymos sözcüğünün geniş anlamından ileri geliyor: Thymos yüreğin her hareketi ve özellikle öfke demektir.
52) Bu ilkeye Sokrates s. 94'te değinmiştir.
53) III. kitap, s. 54.
54) Adaletsizlik asıl sonradan VIII. ve IX. kitaplarda incelenecektir. Platon burada ancak ruhtaki adaletsizliğin kısa bir taslağını veriyor.
55) Platon burada Hippokrates'in bir kuramından esinleniyor. Hippokrates'e göre vücudun sağlığı, vücudu oluşturan dört öğenin (kan, safra, balgam, lenfa) uyumuna dayanır. Bu uyum bozulursa, vücut hastalanır.

 

1      2      3      4