Sağolsunlar, arkadaşlarım, dostlarım sürekli üretiyorlar,
yaratıyorlar ve bana da yolluyorlar, eksik etmiyorlar beni
kitaplarından! onları okuyor ve yaşadıklarımın, yaşamımın içine
katıyorum. sık sık onlarla onların yol gösterdiği maceralara doğru
yolculuklara çıkıyorum. onların yazdıklarından esinlenip bazen
eski yolculuklarım aklıma geliyor, hooop oraya, o zamanlara
gidiyor, onları bir kez daha yaşıyorum ama biliyorum ki “aynı suda
iki kez yıkanılmaz!”
Biliyorum bunu okuyunca sezai kızacak!
-“neden benimle de çıkmadın o yolculuklara” diyecek!
ve ben ona diyeceğim ki:
-“ben o yolculuklardan döneli çok oldu!”
Bülent Uluer’in “Çerkes'im, Türk'üm, Kürt'üm,
Sosyalistim” kitabında anlattığı yolculuktan söz ediyorum. o
yolculuğu kitabı okurken sessiz sedasız bir kez daha yaptım
gerçekten de. Ogünlere gittim, geldim. Bu yazı da o
yolculuktan kalan bir iz, bir tortu. ama yine de bu yazı kitabı
okurken çıktığım içsel yolculuğu anlatmıyor. Tersine bir küçük
özet, ya da tekrar yolculuk olacak.
Çünkü amacım asıl olarak, sevgili Bülent Uluer’in
seninle yaptığı o “nehir muhabbet”in ürünü “Çerkes'im, Türk'üm,
Kürt'üm, Sosyalistim” kitabından söz etmek. o yüzden kitabın
içindeki muhabbetin bir köşesine iliştim ve benim hayalimde
sorduğum soruların karşılığını kitapta bulup, söyleşinin içinden
bir söyleşi çıkardım. Bir anlamda yarısı gerçek yarısı sanal, hem
geçmişe, hem bugüne, hem de kitaba doğru hızlı bir yolculuk olacak
bu.
Sen zaten orada olduğun için arada lâfa girmenin hiçbir
sakıncası olmadığını düşündüm. zaten hep olduğu gibi, doğru
yerlerde ve doğru cümleleri ederek girdin bu söyleşinin içine.
Ancak önce izin ver Bülent Uluer’e kendimi tanıtayım.
Sezai Sarıoğlu:
Doğrudur, bazı tanışmalar gibi bazı kitaplar da
bazı zamanları bekler
Sevgili Bülent, nehir muhabbetler buluşmalarını
saymazsak sen beni tanımadın. Aslında belki de bu yazıya eşlik
eden fotoğrafları görünce anımsayacaksın, hayal meyal. Olsun!
Dahası o muhabbetlerdeki karşılaşmalarda benim ben
olduğumu da fark ettiğini sanmıyorum. Çünkü çok benziyoruz
birbirimize. Sen tepedekiler dışında aşağıdakilerle muhabbetin
olmadığını yazmışsın, doğru, aşağıdakiler de bir dolu “tepe” adam
tanımalarına, onlarla görev ilişkisi içinde olmalarına karşın o
yerdeki adamları bilmez tanımazdılar. Ben de seninle hiç
tanıştırılmadım ya da tanışmadım. Çünkü gerek yoktu. Senin de
dediğin gibi herkes üzerine düşen kendi görevini yapardı ve o
kadarı da yeterdi. Ne daha çok ne daha az!
Senin o kitabında söz ettiğin binlerce “genç”ten (Artık
değil, 60’ına bir adım kalmış bir insan!) Birisiyim. Seni de
beni de çok iyi tanıyan bir dolu ortak arkadaşımız var ama ben
aslında seninle ilk kez bu kitapta anlattıklarınla tanıştım. Seni
burada anlattıklarından tanıdım.
Hem de yıllar önce pek çok mitingde, cenazede, kadırga
yurdundaki konferans ve seminerlerde defalarca aynı mekânlarda
olmamıza karşın.
Ama seninle tanışınca çok fazla benzer yanımızın,
geçmiş tarihimizde koşutluklar olduğunu gördüm, doğrusu şaşırdım
ve sonra da düşündüm. Bu şaşkınlığı ve düşündüklerimi belki bir
gün karşılaştığımızda konuşuruz.
Ama bu yazıyı, hem de böyle bir biçimde “cımbızlayarak” yapma
hak ve cesaretini o yakınlık ve koşutluktan yola çıkarak
yazıyorum. Hemen söyleyeyim, sorularım kitabın içinde benim
özellikle altını çizdiğim sözlerinden yola çıkılarak soruldu. Ne
de olsa “bilgi” hep “ilgi”yle koşut oluyor. Bir de şunu en başta
söyleyeyim; önce sana, sonra sezai’ye, sonra da okurlara... “her
ne kadar sürç-i lisan ettimse affola!”
Bir ‘sanal’ söyleşinin ‘gerçek’ yanıtları
Ne zaman “politik” bir kimliğin oldu? Ya da bunu fark
ettin?
Işi mizaha vurarak söylersem; insanlar ilkokuldayken
köyünü, ortaokuldayken kasabasını, lisedeyken şehrini,
üniversiteye gelince ise ülkesini kurtarmak ister. Üniversiteye
geldiğimde sıra türkiye’yi kurtarmaya gelmişti. Ama solculuğun ne
olduğunun pek de farkında değildim. Kahramanlık, yoksulun hakkını
yememe, herkesin ayakkabısının olmasını sağlama gibiydi solculuk.
Kalben ve fikren “solculuğu” tercih etmiştim. Ailemden intikal
eden dini-ahlâki bilgiyle, daha farklı bir yerden hareketle de
tercihimi, “kul hakkıyla” bağlantılı olarak, “sol”dan yana
koymuştum. “kul hakkı”, “mülk allah’ındır” sözleri kişisel
tarihimde ve tercihimde önemli oldu. Sosyalist olmanın “oldum”
dediğin andan itibaren “olmayan” bir şey olduğunu ise çok zaman
sonra öğrendim. “solcu” olmayı tercih etmemde çerkesliğimin de
payı olduğunu söyleyebilirim.
Peki örgütlülük, o ne zaman ve nasıl başladı?
Benim “dahil” olduğum örgütsel ilişki yoktu. Insanları
ve siyasetleri uzaktan izler, insanları tanır, kim söylüyor diye
merak eder, aralarındaki farkları anlamaya çalışırdım.
Solcuların seni bilmesi tanıması, önce çıkman,
önderlik etmen nasıl oldu?
Öldürülen arkadaşımız kerim yaman’ın cenazesi gece
cerrahpaşa hastanesi’nin morgundan kaçırılarak istanbul
üniversitesi’nin süleymaniye kapısından merkez binaya getirildi ve
ana girişte “katafalka” konuldu. Öfkeli öğrenciler, merkez binayı
işgal ederek, devrimci marşlar söyleyerek, sloganlar atarak
cenazeyi beklemeye başladı... Fiili durum yaratıp üniversiteye
girdiğimizde kapının iç tarafında bir polis aracı bekliyordu. Biz
işgal için içeri girince polisler dışarı kaçtı ve bahçedeki
araçları bize kaldı. Aracın açık olan kapısından şoför mahalline
girip direksiyona geçtim. Arkadaşların arkadan itmesiyle aracı
üniversitenin giriş kapısının önüne kadar getirerek orayı
kapattık. Burnu kapıya dayalı aracın üzerine çıkıp dışarıya doğru
konuşmaya başladım. O gün benim hem “konuşmacı” olarak benim
açımdan ve hem de dinleyen öğrenciler açısından bir milattı.
Böylece saat 14.00’ten gece yarısına kadar durmaksızın konuştum.
Solcu olunca yaşam değişiyor mu?
Sezai sarıoğlu:
Yazmak ve konuşmak insanın ağısını alır... Kendimize
Sakladıklarımız kadar kendimizden bile
sakladıklarımızın,
Yıllarca “bize mahrem” kıldıklarımızın etik, estetik
ve politik
Bir dille okura/ başkalarına devredilmesinin
dayanılmaz ağırlığıdır.
Solcu ya da sosyalist olunca yaşamında neler
farklılaştı, değişti?
Şu soruyu sormamız gerekiyor: hayatımızda sosyalist
olmadan önce ve sonra ne değişti? Yalancıysak yalan söylemeyi mi
bıraktık? Tembelsek çalışkan mı olduk? Hayatımızda böyle
değiştiren fonksiyonları oldu mu sosyalizmin? Olmadı. Aynı şeyler,
sosyalist olduktan sonra aynı insanın özellikleri devam etmeye
başladı ve bu toplumda olan bütün kirlilikler bir biçimde
sosyalizmin içine taşındı. Dönüştüremedik kendimizi.
Akıl, ya da bilinç bir sınıfın ferdini, başka bir
sınıfın sözcüsü yapmaya yeter mi? O sözcülük hâli bir şekilde
gerçekleşirse, o sözcü, o sınıfın söylemeyi düşündüklerini ya da
söylemesi gerekenleri, sözcülüğünü yaptığı o sınıfın sözü ve
edasıyla dile getirebilir mi? Bu sahici olur mu? Sahiciliğine hem
o sınıfın fertleri, hem de o sözleri duyanlar inanır mı?
Babamın 117. Seyyar jandarma alayı üçüncü tabur
komutanı olarak gittiği mardin kızıltepe benim hayatıma tesir eden
çok önemli bir şehirdir... Kürt ya da arap çocuğun üniversiteyi
kazanması için çok fazla çalışması ya da yetenekli olması
gerekiyordu. Kızıltepe’de gördüklerim, yaşadıklarım ve
hissettiklerim benim hayatımda bir kırılma noktası teşkil etti...
Onlar bizi ‘başka biri’ olarak görüyordu. Oraya dışarıdan gelmiş
bir başkasınız onlar için. Sen onun için oraya gelmiş ‘işgâl
kuvveti’ subayının çocuğusun sonuç itibariyle, bu bir gerçeklik!
Farklılık nereden kaynaklanıyor peki? Yalnızca
coğrafyaların farklı olmasından mı?
Benimle beraber yakalanan olayın faillerinden bir
şoför ve muavini de olayla alâkaları olmadığını söylediler.
Onlardan birine “neden yalan söylüyorsun” dediğimde cevaben
söylediği “ben, senin gibi bey çocuğu değilim, üç çocuğum var, sen
girersen çıkarsın, yatsan da sana bakarlar. Biz hapse girersek
çocuklarımız aç kalır, her şeye hayır demek mecburiyetindeyiz,
senle aynı değiliz!” Cümlesi o günlerden kafama çakılmış enteresan
cümlelerden biridir.
Eylemcilik, eyleyicilik
Sezai sarıoğlu:
Bazen nedenli bazen nedensiz gecikiriz; birbirimize,
aşklarımıza,
Şiire, sorulara, cevaplara, hatıralara, belki de
kalbini kırdığımız
Devrim’e ve kendimize bile gecikiriz.
Şimdi solun da ana gündemi olan kürt sorununu ilk
nasıl ve ne zaman fark ettin?
1975’te viranşehir’de 9 kürt kaçakçı öldürülmüş,
beyazıt/hürriyet meydanında bir protesto mitingi düzenlenmişti. O
yıllarda “kürt sorununun” biz gençlerin kafasında önemli bir yer
tutmadığını itifa etmeliyim. Bizi eyleme katılmaya teşvik eden şey
“ulusal sorun” ve dolayısıyla “kürt sorununun” varlığı değil.
Yoksul kürt kaçakçıların öldürülmesiydi. O dönemde o düzeyde bir
bilgi birikimi zaten mümkün değildi... Aksaray’a geldiğimizde
yüksek bir yere çıkarak bildiğim kadarıyla “kürt sorunu” ve
“katliam” üzerine konuşmaya başladım. Kendimi aniden içinde
bulduğum bu eylemde konuşmamı, kürt köylülerinin katledilmesi,
kaçakçılık ve yoksulluk üzerinden yapmıştım. Beni ajite eden
faktör genel kürt meselesi değil, yoksul kaçakçıların haksız yere
öldürülmesiydi. Yoksul türk köylüsü mecburen kaçakçılık yapıyor,
askerler bazen doğrudan, bazen “aracılar” üzerinden rüşvet alıyor,
gerektiğinde de öldürebiliyordu. Yoksullara reva görülen bu
kalleşliğe karşıydım. Sonraki günlerde dernekte ve okulda ilk
tepkiler şöyle oldu: “yahu bülent... Faşislerle mücadele varken
başımıza bir de kürtleri icat çıkarma!”
Önünde olduğun, başkanlığını da yaptığın dev-genç’le o
dönemin hükümetinin bir de görüşmesi olduğunu biliyorum. O nasıl
oldu.
Profesör bedri karafakioğlu’nun aracına bomba
konularak öldürülmesi üzerine öğrenciler itü taşkışla kampüsü’nü
işgal ederek boykota başladı. Msp-ecevit hükümeti döneminde
görüşmek için ankara’ya davet edildik. Gece 12.00 civarında bizi
kızılay’dan alıp içişleri bakanlığı’na götürdüler. Kendisi de
itü’lü olan korkut özel ile görüşmeye istanbul’dan osman ecemiş,
ankara’dan dört arkadaş katıldık. Bakani arkasında resmi
üniformalı iki jandarma albay ve pek çok “sivil” ile birlikte
geldi. Adam işinin ehli... “komünist arkadaşlar” diye başladı
konuşmaya.. Bizim ekipte ise en ufak tefek bendim; bıyıksız,
çelimsiz biri olduğumdan bakan beni ciddiye almadı. Arkadaşlar
“başkan konuşacak” deyince şöyle yan gözle süzüp güldü. O günkü
görüşmeden aklımda kalanlardan birisi, korkut özal’ın çok net
olarak, “faşistler” diye konuşmasıydı. “solcu arkadaşlar, sizinle
ittifak yaparız. Yalnız bir şartım var; bizimkileri yıldız’a
edebiyat ve hukuk fakültelerinde okula alacaksınız. Ötekiler beni
ilgilendirmez” dedi. Özellikle edebiyat fakültesi’nde, yıldız’da
ve itü’de müslüman/islamcı öğrencilerin okula alınmalarını
istiyordu. Ötekiler dediği ise ülkücüler yani faşistlerdi...
Türkiye gençlik hareketi hiçbir şey yapmamışsa bile türkiye’nin ve
nato’nun “kahraman kumandanlarına” korkudan iki kere darbe
yaptırmıştır. Bu yeter zaten. Bizi o kadar ciddiye aldılar ki
korktular. Hiçbir şey yapmamışsak bile çok korkuttuk, ama biz
onlara şaka yapmıştık, fark edemediler.
Başta 16 mart olayı olmak üzere, polis ta da
faşistlerin gerçekleştirdiği katliam ve cinayetlerde üniversiteler
işgal edilirdi. O günlerde bu nasıl gerçekleştirilirdi?
Üniversite işgalinde metodumuz şuydu: sürtüşme
olmaması için sol gelenekler amfilere ayrılır, herkes kendi
amfisinde, toplayabildiği arkadaşlarına o günün şartlarını, siyasi
tahlilini, konuşmalarını yapar, sonra da ertesi gün ne yapılacağı
konusunda tüm grupların elemanlarıyla konuşur, o akşam
üniversitede ne yapmamız gerektiğini kararlaştırırdık. Çok önemli
iki kararımız vardı: binaya katiyen zarar verilmeyecek duvarlara
yazı yazılmayacak ve daha önce hocaların kapılarının kırılması
aleyhimize olduğundan hocaların üst kattaki odalarına
girilmeyecekti.
Bölünme, ayrılık, tavır
Sezai sarıoğlu:
Yıllarca kendi hatırasıyla baş başa yaşayanlar
açısından yakın tarihi
Ve onun parçası olarak kendi hikâyesini anlatmak,
geçmişin “yasını
Tutarak” yüzleşmek ve “iyileşmek” ihtimâli anlamına da
geliyor.
Mücadele her yerde sürerken sonra dev-genç bölündü, bu
nasıl ve neden oldu?
Ankara’daki arkadaşların bize kapalı bir ilişki
sürdürerek kendi içlerinde örgütlenmeye gittiğini hissediyorduk.
Istanbul grubu hiçbir zaman birebir devrimci yol’un görüşlerini ve
eylem çizgisini benimsemedi ve devrimci yolcu bir örgütlenme
içinde ise hiç olmadı.ayrılığın 78’de çıktığını söylemek yerinde
“ondan önce de birlik yoktu” demenin doğru olacağını düşünüyorum.
Ben dev-genç sekreteriydim, ayrıldıktan sonra dev-genç başkanı
oldum. Istanbullular olarak aramızda ne kadar anlaştığımız
tartışma götürürse de birbirimizin sözünü kesmez, ankaralılar
karşısında bütünlük görüntüsü verirdik. Bu “bütünlük” öyle
oturulup konuşulup planlanmış bir “taktik” değil, eylemde, okulda,
yurtlarda ve evlerde zamanını birlikte geçiren bir arkadaş
grubunun doğal hâliydi. Bizde “merkez” yoktu, yekpare değildik,
farklı farklı düşüncelerimiz vardı ve bir döneme kadar birlikte
hareket eden “arkadaş” grubuyduk. Istanbul kendi anlayışı
içerisinde daha radikal mücadele yöntemleri geliştirirken,
ankara’daki arkadaşlar ve anadolu’da onlarla davrananlar
kendilerince bir ilişki biçimi oluşturdular. Bu farklı davranış ve
eylem biçimleri politik hayata tercüme edildiği zaman mesafeler
iyice açılmaya başladı.
1 mayıs 1978 kritik bir eşikti. Dev-genç korteji
barbaros bulvarı’na dizildi. İstanbul’daki arkadaşlarla da
mesafeli olduğum günlerdi. Devrimci yolcuların pankartlar
hazırladıklarını ve o güne damgalarını vurmak istediklerini
biliyorduk. Onlar “devrimci yol” pankartını açıp öne geçmeye
çalışınca , aniden dev-genç’in hazırladığı “yolumuz çayanların
yoludur” pankartını açıp kortejin önünü tuttuk. Böylece 1 mayıs
1978 mitingine bizim pankartımız ve ağırlığımız damgasını vurmuş
oldu. Bunun ilk yansıması dev-genç’in istanbul ve ankara olarak
ikiye bölünmesiydi. Özellikle istanbul açısından söylersem,
dev-genç’i devgenç yapan en önemli özellik, yöneticilerinin belli
bir organizasyon, bir otorite tarafından tayin edilen ya da
seçilip yönlendirilen insanlar olmamasıdır.
Örgütlülük, önderlik, liderlik
Sezai sarıoğlu:
Hatıraları yıllardır içimizde, dilimizin ucunda eğip
Büküyoruz ya da hafıza odalarında küllerini
savuruyoruz
Ama asıl eğilip bükülenin kendimiz olduğunu
unutuyoruz.
Konunun tartışılacak pek çok yanı var, onları kitapta
anlatıyorsun, onları bir yana koyalım: örgüt, örgütlülük, önderlik
konusunda bugün neler düşünüyorsun?
Elbette gençlik önderiydim ama arkadaşların hiyerarşik
olarak inşa ettikleri örgütlenmede hiçbir zaman yer almadım. Örgüt
yöneticiliği yapmak gibi bir özelliği de kendimde hiç hissetmedim,
karakterimde böyle bir şey yok. Siyasal ve örgütsel bir yükün
altında kalmaktansa daha baştan kendini tartıp altına girmemek en
doğrusudur. Hiçbir zaman “siyasi örgüt” hiyerarşisi içinde yer
almadım. Iktidar, yöneticilik merakım ise hiç olmadı. Çünkü mizaç
itibariyle böyle bir hiyerarşi içinde yer alabilecek yapıya sahip
değildim. Politik ve insani açıdan çok yakın bir birliğin ve
yakınlığın olduğu kadar, her türlü ayrılıkta insani “yakınlığın”
ve “uzaklığın” önemli olduğunu düşünüyorum... Beni ilgilendiren
gençliğin mücadelesiydi. Bu süreçte binlerce insanla ilişkim oldu,
ama ben tarzımı şöyle özetlerim: ben herkese en yakın uzaklıkta
dururum. Çok az insanla daha yakın ilişkim vardır. 12 eylül’den bu
yana defalarca ortaya çıkan sonuçlara rağmen “merkez” olanların
suyun başını tutma hırsı sürüyor.
Geçmişe baktığında devrime ve devrimcilere dair
saptadığın en önemli sorunu nerede görüyorsun?
Biz ideolojiyi tarihten ve onun bilgilerinden bağımsız
olarak ele aldık... Tarih bilgimizi ideolojiyi edindikten sonra
öğrendiğimiz için bir problemle karşı karşıyayız... Maalesef
1920’lerde başladığı kabul edilen türkiye sosyalist hareketinin
büyüyememesinin en önemli sebeplerinden biri kemalizm ile bir
türlü koparamadığı göbek bağıdır. Kemalizm ile bağlantı kurduğunuz
zaman devrim ve sosyalizm ile değil, devlet ile bağlantı
kuruyorsunuz. Oysa sosyalizmin teori ve pratiği burjuva devletin
reddi üzerine inşa edilir. Sosyalistler devletten ari olabildiği
müddetçe kendi ideolojilerini hâkim hâle getirebilirler, topluma
ulaştırırlar. Bu noktada bir açmaza dikkât çekmek isterim. Bu
toplum devletine biat etmiş görünse de, gerçekte devletten çok da
hoşlanmaz. Türkiye’de “modern” siyaset geleneğinin jön türkler ve
ittihat ve terakki ile başladığını söyleyebiliriz. “rus
edebiyatının gogol’ün paltosundan çıkması” meselesi bu başlangıcı
ifade etmek için şöyle tercüme edilebilir: türkiye’deki “sağ” ve
“sol” olarak tarif edilen siyaset ittihatçıların kaputundan
çıkmıştır. Itilafçılar da ittihatçılar kadar ittihatçıdır....
Mehmet akif de, kimse kızmasın ama mustafa suphi de ittihatçıdır.
Tarihe baktığımızda mevcut nizama karşı başkaldırıların üç okulda (harbiye,
mülkiye, tıbbiye) organize olduğu görülür. Ittihatçılık da,
onlara karşı olanlar da bu miras üzerinden örgütlendi.
Ittihatçıların ve itilafçıların kurdukları gençlik örgütlerinin
maksadı devletin varlığını sürdürmekti; gençlik örgütleri
muhalefeti bastırmak için kullanılırdı. Cumhuriyet de bu mirası
devraldı. Malum, cumhuriyet’in üç düşmanı vardı: kürtler,
islamcılar ve sosyalistler. Cumhuriyet bunların üçüne birden
hiçbir zaman saldırmamış, sıraya koymuştur. Birine saldırırken
diğer ikisini yanına almış, diğer ikisine saldırırken, ötekini
yanına almış, ötekine saldırırken diğer ikisini yanına almıştır.
Sürgün, sürgünlük, ideoloji
Sezai sarıoğlu:
Bazen bir insanın hikâyesini anlatması bazen kendisine
“rağmen” dillenmesidir.
12 eylül’den sonra bir süre filistin ve lübnan’da
sonra da avrupa’da özellikle de fransa’da sürgün yaşadın, o döneme
dair sonuç olarak neler söylersin?
Her şeyden önce oralı değilsin, sana her şey çok
yabancı... Bir müddet sonra gittiğin toplumda aşağılandığını
hissediyorsun, seni dışladıklarını fark ediyorsun. Hâttâ hiç
abartılı değil, gittiğin ülkenin komünistleri sosyalistleri
açısından bile durum böyle, sana bakışları oryantalist. Bunu
hissettiğin zaman epey demoralize oluyor insan. Böylece sen
enternasyonalizm, dünya barışı, halkların kardeşliği, eşitlik vb.
Gibi referansların pratikte pek de “gerçek” olmadığını, gerçeğe
tekabül etmediğini görüyorsun. 3. Enternasyonal’in “gittiğiniz
yerlerde ayrı örgütlenmeler yapmayın, gittiğiniz ülkelerin
komünist partilerine üye olun” mealindeki kararına rağmen
türkiyeli hiçbir grup bunu yapamadı. Bu sadece “milliyetçilikle”,
“yurtseverlikle” vs. Izah edilecek bir sorun değildi. Iki nedeni
vardı: birincisi, gittiğimiz ülkelerde türkiyelilerin bir biçimde
tabanının olmasıydı. Ikincisi, gittiğimiz ülkelerdeki parti ya da
örgütlerle teorik ve politik olarak benzeştiğimiz yönlerin
azlığıydı. Bizi küçümseyen “avrupa merkezli” bir bakış egemendi.
Ne yazık ki, o zor koşullarda o partilerle ilişki kurmamızı
engelleyen tkp üyeleri vardı. 12 eylül’ün ilk yıllarında avrupa’da
muhalefet damarı güçlüydü. Kürtler zaten her zaman güçlüydü,
kürtlerin bazı grupları yok olsa da ana damar pkk konumunu giderek
geliştirerek sürdürdü. Bir de şunu bilmek lâzım: türkiye’deki
siyasi mücadelenin boyu neyse, oradaki gölgesi de o kadar oluyor.
Biz türkiyeliler olarak çok kapalı devre yaşadık. Bizden önce
gidip yerleşmiş olan sanat erbabı biz geldiğimizde, tabir ne kadar
doğru bilmiyorum, bize “hiç bulaşmadılar.”
Teşekkürler... Ama en çok da “cımbızlayarak” bu
söyleşiyi yapma imkânı verdiğiniz için... (ms/yy)
*Bülent Uluer Anlatıyor “Çerkes'im,
Türk'üm, Kürt'üm, Sosyalistim”, Sezai Sarıoğlu, dipnot yayınları,
Anı, Aralık-2015
Mustafa Sütlaş
İstanbul lepra hastanesi “lepra
kontrol çalışmaları” yürüttü. 2006’da 25 yıl 7 ay süreyle fiili
devlet hizmetimi tamamladı ve emekli oldu. Cüzzamla savaş
derneği'nde türk tabipleri birliği (ttb) ile istanbul tabip odası
(ito), hasta ve hasta yakını hakları derneği’nde (hayad) çalıştı.
"hasta ve hasta yakını hakları" adlı bir kitabı çiviyazıları
yayınevi tarafından 2000’nde yayınlandı. Sütlaş kuruluşundan
itibaren bianet’te başka sağlık olmak üzere birçok konuda köşe
yazıları kaleme alıyor ve haberlere imza atıyor. 2003’te ttb “köşe
yazıları” adıyla yazılarını kitaplaştırdı.
|