|
|
................... |
|
|
ÇAĞDIŞI YAZILAR
İNSANCA, PEK İNSANCA |
Friedrich Nietzsche
Çeviren: Can Alkor
ECCOHOMO, İşi Nasıl Kendisi Olur |
|
|
................... |
|
................... |
I
Çağdışı yazıların dördü de ("David Strauss", "Yaşam İçin Tarihin
Yararı ve Zararı Üzerine", "Eğitici Olarak Schopenhauer", "Richard
Wagner Bayreuth'da".) savaşçı mı savaşçıdır. Bunlar "başımda kavak
yelleri esmediğini", kılıcımı çekmekten hoşlandığımı, belki de
bileğimin pek sağı solu olmadığını kanıtlar. İlk
saldırı (1873) daha o zaman bile hiç acımaksızın yukardan baktığım
Alman ekininden yana birşey kanıtladığını, hele onun böylelikle
Fransa'yı yenmiş olduğunu sanmaktan daha beter bir yanılma
olamazdı... Çağdışı yazılarımın ikincisi (1874) bilim düzenimizin
gidişindeki tehlikeyi, yaşamı kemiren, ağulayan yanı açığa vurur:
Bu insanca anlamını yitirmiş çarklar, bu mekanizma, işçinin bu "kişiliksizleşme"si,
"iş bölümü"nün sözde verimliliği, bunlardan hasta düşmüştür yaşam.
Amaç, yani ekin, elden çıkmıştır, -araç, yani çağdaş bilim düzeni,
yabancılaşmıştır... Bu incelemede, çağımızın böylesine
kurumlandığı "tarihsel anlayış" ilk kez bir hastalık, bir örnek
çöküş belirtisi olarak tanınıyor. -Üçüncü ve dördüncü Çağdışı
yazılarda, daha yüksek bir ekin kavramına dikkati çekmek için,
bencilliğin, kendini sıkıya sokmanın en aşırı iki örneği konuyor
ortaya, olabildiğince çağdışı iki örnek, çevrelerinde "Alman
devleti", "ekin", "Hıristiyanlık", "Bismarck", "başarı" denen
herşeye karşı yüce bir küçümseme duyuyor ikisi de, -Schopenhauer
ve Wagner ya da tek sözcükle, Nietzsche...
II
Bu dört yağınmadan ilki olağanüstü bir başarı kazandı. Kopardığı
gürültü her bakımdan duyulmaya değerdi. Üstün gelmiş bir ulusun
yarasına parmak basmıştım, -kazandıkları yengi bir ekin olayı
değildi, tersine bambaşka birşeydi belki de... Yalnız David
Strauss'un eski dostlarından değil, her yandan yanıt yağdı; onu
kendinden hoşnut, dar kafalı Alman aydını örneği olarak, kısacası
"Eski ve Yeni İnanç Üstüne" adlı birahane İncil'inin yazarı olarak
gülünç düşürmüştüm (dar kafalı aydın sözü benim yazımdan geçmiştir
dilimize). Kutsal hayvanlarını, Strauss'larını (Strauss "devekuşu"
demektir.) gülünç bulmakla, Würtemberg'li ve Suab olarak derinden
gocundurduğum bu eski dostlar öyle açık yüreklilikle ve kabaca
yanıt verdiler ki, bundan daha iyisini doğrusu isteyemezdim;
Prusyalıların tepkisi daha bir akıllıca oldu, -ne de olsa "Prusya
mavisi" vardı kanlarında. Çiğliğin daniskasını bir Leipzig
gazetesi, o adı çıkmış "Grenzboten" yaptı; gazaba gelen
Basellileri zor zaptettim. Yüzde yüz benim yanımı tutan -çeşit
çeşit, kimi zaman da hiç anlaşılmaz nedenlerden- yalnızca birkaç
yaşlı bay oldu. Örneğin, Göttinden'den Ewald (-1803/1875- Alman
doğubilimcisi -müsteşrik-), Strauss'a karşı yağılamam öldürücü
olmuş demeye getirdi. Ya da eski Hegel'cilerden Bruno Bauer
(-1809/1882- Alman tanrıbilimci.), ki o yazıdan sonra en dikkatli
okuyucularımdan biri olmuştu. Yaşamının son günlerinde, yitmiş
"ekin" kavramı üstüne kimden bilgi edinebileceğini göstermek için,
örneğin Prusyalı tarihçi Bay von Treitschke'ye (-1834/1896- Alman
tarihçisi.) benim yazılarımı salık vermeyi severdi. Bizim yazı ve
yazarı üstüne en çok önemseyerek ve uzun uzadıya konuşan, feylosof
Baader'in (-1765/1841- Alman feylosofu ve tanrıbilimcisi.) eski
bir öğrencisi, Würzburg'da Profesör Hoffman (-1806/1873- Alman
tanrıbilimcisi.) adında biri oldu. Yazımdan benim için büyük bir
gelecek okuyordu, -tanrısızlık konusunda bir bunluk yaratacak en
son sözü söyleyecektim; ona göre tanrısızlığın en kökten, en
amansız temsilcisi bendim. Beni Schopenhauer'e çeken şey de buydu.
-Ama hepsinin içinde en çok okunanı, herkese en acı koyanı,
aslında öylesine yumuşak huylu Karl Hillebrand'ın (-1829/1884-
Alman tarihçisi ve gazetecisi.), eli kalem tutan o sonuncusu insan
Alman'ın olağanüstü sert ve yürekli savunuşu oldu. Yazısı "Augsburger
Zeitung"da çıkmıştı; bugün biraz daha yumuşatılmış biçimiyle toplu
yazıları arasında okunabilir. Burada benim yazı bir olay, bir
dönüm noktası, ayılıp kendine geliş, çok hayırlı bir belirti
olarak, düşünce işlerinde Alman ağırlığının ve tutkusunun yeniden
doğuşu olarak gösteriliyordu. Hillebrand yazının biçimini, olgun
beğenisini, kişiyle konuyu ayırmaktaki şaşmaz ölçülüğünü öve öve
bitiremiyordu:Onu Almanca yazılmış en iyi tartışma yazısı olarak
niteliyordu; o tartışma sanatı ki, Almanlar için tehlikelidir ve
hiç salık verilmez. Beni yüzde yüz onaylıyor, Almanya'da dilin
bayağılaşması üstüne söylemeyi göze aldıklarımdan da ileri gidiyor
(-bugün özleştirmecilik oynuyorlar, bir tek cümle bile
kuramıyorlar artık-) ulusun "başta gelen yazarları"na karşı aynı
küçümsemeyi duyuyor ve benim "bir ulusun hem de sevgililerini
suçlu sandalyesine oturtmadaki üstün yürekliliğime" olan
hayranlığını söyleyerek bitiriyordu... Bu yazının yaşamımda paha
biçilmez etkileri oldu. Bugüne dek hiç kimse benimle hır çıkarmaya
kalkmadı. Almanya'da bana karşı susuyorlar, ürkek ve çekingen
davranıyorlar: Bugün, hele "Alman devleti"nde, kimsenin göze
alamadığı, sınırsız bir söz özgürlüğünden yararlandım yıllardır.
"Kılıcım gölgesindedir" benim cennetim... Aslında Stendhal'in bir
ilkesini uygulamıştım: Yüksek bir topluluğa girerken, işe bir
düello'yla başlamayı salık verir o. Nasıl da seçmiştim düşmanımı!
İlk Alman özgür düşünürü!... Bana bugüne dek o Avrupalı, Amerikalı
"libres penseurs" (Özgür düşünür.) ulusundan daha uzak, daha
yabancı olan hiçbir şey bilmiyorum. O "çağdaş ülküler"e inanan,
uslanmaz kuşbeyinlilerle, soytarılarla aramdaki uçurum,
düşmanlarıyla aramda olandan çok daha derindir. Onlar da bir yol
tutturmuş, insanlığı kendilerine göre "düzeltmek" isterler; benim
kim olduğumu, ne istediğimi bir bilseler, amansız bir savaş
açarlardı bana karşı, -topu da "ülküler" inanır daha... İlk
töresizci'yim ben...
III
Schopenhauer ve Wagner adlarını taşıyan Çağdışı yazıların, bu iki
psikolojiyi anlamakta, ondan da geçtim, bu sorun'un yalnızca
ortaya konmasında pek işe yaradıklarını ileri sürecek değilim,
-bunun dışında kalan şeyler de var elbette. Örneğin, Wagner'in
yaradılışındaki ana öğeyi, o tiyatro oyuncusu yeteneğini daha o
zamandan sezivermiştim; kullandığı araçlar olsun, niyetleri olsun,
hepsi bunun zorunlu sonuçlarıydı. Aslına bakarsanız, bu yazılarda
yapmak istediğim psikoloji değil, bambaşka birşeydi: Eşine
rastlanmamış bir eğitim sorunu, insanı çelik gibi yapacak, yepyeni
bir "kendini sıkıya koyma", "kendini savunma" kavramı, büyüklüğe,
evrensel, tarihsel ödevlere götüren bir yol, -bunlar dile gelmek
istiyordu ilk kez. Sözün kısası, insan birşeyi anlatabilmek,
elinde birkaç deyim, im, söyleme yolu daha çok bulundurmak için
önüne çıkan fırsattan nasıl yararlanırsa, ben de bu iki ünlü, ama
daha hiç mi hiç belirlenmemiş örneğe öylece yapışıverdim. Üçüncü
yazının 7. bölümünde hepten korkunç bir uzgörüyle değinilmiştir
buna. Bunun gibi, Platon da Sokrates'den bir im dili olarak
yararlanmıştı. -Bu yazıların tanık olduğu o hayli geride kalmış
durumları şimdi göz önüne getirdiğimde, aslında yalnız kendimden
söz açmış olduğumu saklayamam. "Wagner Bayreuth'da" yazısı kendi
geleceğimin bir düşüdür; "Eğitici Olarak Schopenhauer"de ise,
benliğimin en iç öyküsü, oluşması yazılıdır. En başta da içtiğim
and!... Bugün neyim ben, nerelerde yaşıyorum -artık sözlerle değil
yalnız yıldırımlarla konuştuğum yükseklerde-, o zamanlar nasıl da
uzaktım bunlardan! Ama ülkeyi gördüm; yol, deniz, tehlike ve
başarı üstüne bir an olsun yanılmadım! Söz verirken ne büyük
durgunluktur o; yalnız sözde kalmayacak bir geleceğe doğru o ne
mutlu bakıştır! Derinden, içten yaşanmıştır burada her söz; acı
çeken, nerdeyse kanayan sözcükler eksik değildir. Ama hepsinin
üstünden büyük bir özgürlük yeli esip geçer; itiraz gibi gelmez
yaranın kendisi bile. Benim feylosoftan anladığım şey, o yakınında
ne varsa hepsinin tehlikede olduğu korkunç dinamit, benim feylosof
kavramımla -yüksek öğretimdeki "geviş getirenler"i, öbür felsefe
öğretmenlerini bir yana bırakın- koskoca Kant'ın bile içine
girdiği feylosof kavramı arasıdaki uçurum, o yazı bunların hepsi
üstüne paha biçilmez şeyler öğretir; ama burada sözü edilen "Eğiti
Olarak Schopenhauer" değilmiş de, onun tam karşıtı, "Eğitici
Olarak Nietzsche" imiş, ne çıkar. -O zamanlar benim zanaatımın
bilginlik olduğu, benim de bu işin belki ehli olduğum göz önüne
alınırsa, bu yazıda bilginlerin psikolojisi üstüne birdenbire
çıkıveren o acı eleştirmeyi pek de önemsiz saymamalıdır: Bendeki
ayrı oluş bilincini, benim için ödev nedir, yalnızca araç, arada
eğlence, katkı nedir, bunu hiç şaşmadan ayırdettiğimi gösterir o
parça. Tek birşey olabilmek, tek birşeye varabilmek için, çok
yerde, çok şey olmak, bu bendeki sağduyudur. Bir süre için de
bilgin olmam gerekiyordu.
İNSANCA, PEK İNSANCA
(iki ekiyle birlikte)
I
İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler için
bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi
anlatır; yaradılışımda bana aykırı olan'dan kurtardım böylelikle
kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek
istediği, "sizin ülküler gördüğünüz yerde, ben insanca, pek
insanca şeyler görüyorum yalnız!"... İnsanı ben daha iyi
tanırım... Burada "özgür düşünür" sözü bir tek anlama gelir:
Özgürlüğüne kavuşmuş, kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce.
Sesin tonu, tınlayışı baştanbaşa değişmiştir; kitabı kurnazca,
soğuk, yerine göre de sert alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden
gelme bir tür tinsellik sanki derinde bir tutku akıntısına karşı
direnmektedir. Bundan dolayıdır ki, kitabın 1878 yılındaki
zamansız yayımlanışına özür olarak, Voltaire'in 100. ölüm
yıldönümüne rastlamasını göstermem bir anlam taşır. Çünkü Voltaire,
kendinden sonra yazanların tersine, bir grand seigneur'dü (Soylu
yüce kişi.) düşünce alanında, tam benim de olduğum gibi. Kendi
yazılarımdan birinin üzerinde Voltaire adı, -bir ilerlemeydi bu...
kendime doğru... Yakından bakılınca, ülkünün yuvalandığı tüm köşe
bucağı, yeraltı zindanlarını, en sonuncu sığınakları karış karış
bilen, katı yürekli bir düşünce görülür burada. Elimde alevi hiç
de "titremeyen" bir çırağı ("Fackel, çırağı" ve "fackeln, -ışık hk.)
titremek" sözcükleri üstüne bir oyun.), keskin bir ışıkla ülkünün
yeraltı ülkesi'ni aydınlattım. Savaş bu, ama barutsuz ve dumansız;
ne savaşçı davranışlar var, ne duygulanıp coşma, ne de kırık kol,
bacak, -başka türlüsü gene "ülkücülük" olurdu. Yanılgıları irer
birer, hiç acele etmeden buz üstüne koyuyorum; ülküleri
çürütmüyorum, donduruyorum... Örneğin, şuracıkta "deha" donuyor;
az ilerde, köşe başında "ermiş" donuyor, o "kanış" dedikleri;
"acıma" da az buz soğumuyor hani, -"kendiliğinde şey" donuyor ne
yana baksan...
II
Bu kitabın başlangıcı, Bayreuth festivalinin ilk olarak yapıldığı
haftalara rastlar; orada çevremi kuşatan her şeye karşı duyduğum
derin bir yabancılık, çıkış noktalarından biridir onun. O zamanlar
üzerime ne çeşit görünümler üşüştüğünü bilen, günün birinde
Bayreuth'da uyanınca nasıl olduğumu kestirebilir. Sanki düş
görüyordum... Neredeydim acaba? Hiçbir şeyi tanımaz olmuştum, az
kalsın Wagner'i bile tanıyamayacaktım. Anılarımı bir bir
yokluyordum, boşuna. Tribschen, -uzakta bir mutluluk adası: En
ufak bir benzerlik yok. O unutulmaz temel atma günleri (Bayreuth
Festival evinin temel atma töreni -22 Mayıs 1872-), kutlamada
bulunan küçük, seçkin topluluk, o anlamak için davul zurna
istemeyenler: En ufak benzerlik yok. Ne olmuştu ki? -Wagner'i
Almanca'ya çevirmişlerdi! Wagner'i avucumun içine almıştı
Wagner'ci!- Alman sanatı! Alman ustası! Alman birası!... Ama
bizler, Wagner sanatının ne çeşit incelmiş sanatçılara, nasıl
uluslarlarüstü bir beğeniye yöneldiğini bilenler, Wagner'i böyle
Alman "erdemleri"yle süslü püslü görünce çileden çıkmıştık.
-Sanırım, Wagner'ciyi tanıyorum; onların ardarda üç kuşağını
görmüşümdür. Wagner'i Hegel'le karıştıran rahmetli Brendel'den
(-1811/1868-: Alman musiki yazarı.), Bayreuth Blätter'in (Bayreuth'da
çıkan, Wagner'in düşüncelerini savunan bir gazete.) Wagner'i kendi
kendisiyle karıştıran "ülkücü"lerine varıncaya dek; o "ince
duygulu"lar Wagner konusunda bir içlerini döktüler, neler neler
söylemediler. Bir krallık veriyorum akıllıca bir tek söz için! (A
horse!
A horse! My kingdom a horse! -Bir at! Bir at! Bir krallık
veriyorum bir at için!- Shakespeare, King Richard III, V. sahne.)
Gerçekten de, insanın saçlarını diken diken edecek bir topluluk!
Nohl (-1831/1885- Alman musiki araştırıcısı.), Pohl (-1826/1896-
Alman musiki yazarı.), Kohl (Lahana.), her türlü incelik, falan
filan! Her çeşit ucube vardır aralarında, Yahudi düşmanına
varıncaya dek. -Zavallı Wagner! Buralara da mı düşecekti! Domuzlar
arasına düşseydi bari! Ama Almanların içine düşmek! En sonunda
yapılacak bir iş kalıyor: Gelecek kuşakları aydınlatmak için,
gerçek bir Bayreuth'lunun içine saman doldurmalı, daha da iyisi
onu ispirto içinde saklamalı -eksik olan esprit'tir (Nietzsche "spiritus"
sözcüğünü iki ayrı anlamda -"ispirto" ve "esprit"- kullanarak bir
oyun yapıyor.) çünkü-, altına da şunu yazmalı: Alman "devlet"i
kurulurken göz önünde tutulan "düşünce" buydu işte... Neyse, bu
gürültü patırtı arasında ansızın birkaç haftalığına oradan
ayrıldım; pek hoş bir Parisli hanım beni avutmaya çalışmıştı, ama
fayda etmedi. Bunun kaçınılmaz birşey olduğu anlamında bir tel
çekerek özür diledim Wagner'den. Böhmerwald ormanları içine
gömülmüş bir yerde, Klingenbrunn'da, derin melankolimi, Almanlara
karşı küçümseyişimi bir hastalık gibi içimde taşıyarak dolaşıyor,
arasıra cep defterime "Sapan Demiri" genel başlığı altında bir
cümle karalıyordum: belki daha İnsanca, Pek İnsanca'da bile
görülebileceği gibi, keskin psikolojik gözlemlerdi her biri.
III
O sıra benim içimde açığa çıkıp kesinleşen şey, Wagner'le bozuşma
falan değildi, -içgüdümün toptan sapıttığını farkettim; tek tek
yanılgılarım, Wagner olsun, Basel'de profesörlük olsun, hepsi
bunun belirtileriydi yalnız. Kendime karşı bir sabırsızlık çöktü
üstüme. Toparlanıp ayılmam için vakit gelmiş de geçiyordu bile.
Bir an içinde, o güne dek vaktimi nasıl boşu boşuna harcadığım,
ödevimle ölçülünce filolog yaşamımın nasıl işe yaramaz, nasıl
gelişigüzel olduğu korkunç bir açıklıkla kafama dank etti. Bu
yanlış alçakgönüllülüğümden utandım... Geride bıraktığım on yıl
içinde düşüncemin beslenmesi hepten durmuştu; işe yarar yeni
hiçbir şey öğrenmemiş, bilgiçliğin toz tutmuş eski püsküyle
uğraşmaktan, pek çok şeyi aptalcasına unutmuştum. İlkçağ şiirinin
ölçüleri, ayakları içinde büyük bir titizlikle, kör köstebek gibi
sürünmek, -buralara düşmüştüm artık! Acıyarak bakıyordum kendime,
açlıktan bir deri bir kemik kalmıştım: Bildiklerim arasında bir
tek şey yoktu gerçek adına; "ülküler"se beş para etmiyordu! İçimi
yakıcı bir susuzluk sarmıştı bayağı: Gerçekten, o gün bu gün
fizyoloji tıp ve doğa bilimlerinden başka hiçbir şeyle uğraşmadım,
-asıl tarihsel incelemelere bile, ancak ödevim beni zorla
sürüklediği zaman döndüm. İlk o zaman, iç güdüye aykırı olarak,
insanı çekip bağlayan hiçbir olmaksızın seçilmiş bir etkinlikle, o
"meslek" dedikleriyle, boşluk ve açlık duygusu içinde afyon yerine
geçecek, Wagner sanatı örneği bir sanat bulup kendini uyuşturma
gereksinmesi arasındaki ilişkiyi de sezdim. Çevreme yakından
bakınca, bu tehlike başlarında olan çok sayıda genç gördüm: Doğaya
aykırı bir iş, bir ikincisini getirir ardından, hiç şaşmaz bu.
Daha açık söyleyeyim, Almanya'da, "Alman devleti" içinde çok kimse
erkenden seçip karar verir, bir daha da bu yükü üzerinden atamaz,
altında çürür gider; bunun kurtuluşu yoktur... İşte böyleleri
afyon ister gibi Wagner'i isterler, -orada bir an olsun
kendilerini unuturlar, kendilerinden sıyrılırlar... Bir an da ne
söz, beş altı saatliğine!
IV
O zaman içgüdüm, razı olmanın, başkalarına uymamın, kendimi
onlarla bir tutmanın daha da uzun sürmesine karşı kıyasıya cephe
aldı. Başlangıçta toyluğumdan içine düştüğüm, sonra da o "ödev
duygusu" denilen şey yüzünden saplanıp kaldığım bu hiç yakışmayan
"çıkar gözetmezlik" tense, her türlü yaşama, elverişsiz koşullara,
hastalığa, yoksulluğa katlanmak bence yeğdi. Babamdan geçme o kötü
kalıt -ki aslında bir erken ölüm anıklığıydı- işte o sıra ve tam
zamanında öyle bir imdadıma yetişti ki, ne denli hayran olsam
azdır buna. Beni bozuşmaya, hatır gönül kırmaya, göze batacak
davranışlara bırakmaksızın, yavaşça çekip kurtardı hastalık.
Kimsenin bana karşı iyi duygularında bir azalma olmadı, artma bile
oldu tersine. Ayrıca hastalık, alışkanlıklarımı tümüyle kökünden
değiştirme hakkını verdi bana; unutmama izin verdi, buyurdu bunu.
Gene onun bağışıydı o sırtüstü yatmak, aylak gezmek, beklemek,
sabretmek, kısaca düşünmek zorunluluğu... Gözlerimin durumu yetti
tek başına, her türlü kitap kemiriciliğe, açıkça filolojiye paydos
ettim: "kitap"tan kurtulmuştum, yıllarca hiçbir şey okumadım
artık, -şimdiye dek kendime yaptığım en büyük iyilik bu oldu!-
sürekli olarak başka benlikleri dinlemekten -başka nedir ki
okumak?- iyice dibe gömülmüş, sesi soluğu kesilmiş o en derin
benliğim yavaş yavaş uyandı, önce çekingen ve şüpheciydi, ama
sonra yeniden konuşmaya başladı. Yaşamımın o en hasta, en acılı
günlerinde kendimden duyduğum mutluluğu başka zaman duymadım hiç.
Bu "kendime dönüş"ün benim için ne anlama geldiğini anlayabilmek
için, "Tan Kızıllığı"na ya da "Gezgin ve Gölgesi"ne bir göz atmak
yeter: En yüksek anlamıyla bir iyileşmeydi bu! Gerisi
kendiliğinden geldi.
V
İnsanca, Pek İnsanca, bana dışardan bulaşmış her türlü "yüksek
yutturmaca"ya, "ülkücülüğe", "ince duygular"a, kadınca başka ne
varsa hepsine hemen son vermek için kendi kendime koyduğum sıkı
düzenin bu anıtı, ana hatlarıyla Sorrento'da yazıldı: tamamlanıp
son biçimi alması ise, Sorrento'dakinden çok daha elverişsiz
koşullar altında Basel'de geçirdiğim kışa rastlar. Aslında, o sıra
Basel Üniversitesi'nde okuyan ve bana pek yakından bağlı olan Bay
Peter Gast'tır bu kitabın sorumlusu. Ben başım gözüm sarılı ve
acılar içinde yazdırıyordum: O bir yandan yazıyor, bir yandan
düzeltiyordu, -asıl yazar oydu, ben yalnız neden'iydim kitabın.
Sonunda ağır hasta birinin derin şaşkınlığı içinde, kitabı
basılmış olarak elime alınca, Bayreuth'a da iki nüsha gönderdim.
Rastlantının pek anlamlı, eşsiz bir oyunuyla, aynı anda Parsifal
metinin güzel bir nüshası geldi bana; üzerinde Wagner'in şu
armağanı vardı: "Değerli dostu Friedrich Nietzsche'ye, Richard
Wagner'den, -Kiliseler Danışmanı"? İki kitabın bu çatışmasında
uğursuz bir çınlama duyar gibi olmuştum. Kılıç şakırtısını
andırıyor muydu bu?... Hiç değilse biz ikimiz böylece duyduk bunu:
İkimiz de sustuk çünkü, -O sıralardaydı ki, Bayreuther Blätter'in
ilk sayısı çıktı. Neyin tam zamanıydı, anladım hemen. -İnanılmaz
şey! Wagner sofu olmuştu...
VI
O sıralar (1876) kendimi nasıl görüyordum, büyük, tarihsel ödevimi
nasıl olağanüstü bir yanılmazlıkla kavramıştım, başından sonuna
dek bunun tanığıdır kitap; ama özellikle bir bölümü çok keskin
dile getirir bunu. Yalnız, bana özgü kurnazlığımla, gene "ben"
sözcüğünden kaçınmış ve bu kez Schopenhauer'e ya da Wagner'e
değil, seçkin Dr. Paul Ree'ye (-1849/1901- Yazar, Nietzsche'nin
dostu. Törel değerlerin kaynağı ve oluşumu üstüne düşünceleriyle
Nietzsche'yi etkilemiştir.) dünya tarihine geçecek bir ün
bağışlamıştım, -bereket versin ki, o kendisi bu konuda faka
basmayacak kadar anlayışlıydı... Başkaları öyle anlayışlı
olmadılar. Okurlarım arasında umudu kestiklerimi, örneğin tam bir
Alman profesörünü şundan tanırım: Salt bu parçaya bakıp, koskoca
kitabı bir çeşit yüksek "reealism" olarak yorumlayacaklarını
sanırlar... Gerçekte o bölüm dostumun dört beş cümlesiyle
çelişmekteydi; bu konuda "Töre'nin Soykütüğü" önsözüne
başvurabilir. -İşte sözü geçen bölüm: Çağımızın en gözü pek, en
katı yürekli düşünürlerinden biri, "Törel Duyuşların Kaynağı
Üstüne" adlı kitabın yazarı (lisez: [... diye okuyunuz.] Nietzsche,
ilk töresizci) insan edimlerinin o keskin, derine inen
çözümlenmesi sonucu hangi ilkeye varmıştı? "Törel insan anlaşılır
dünyaya doğal insandan daha yakın değildir, -anlaşılır dünya
yoktur çünkü..." Bu cümle tarihsel bilginin (lisez: Tüm değerlerin
yenilenişi) çekici altında sertleşip keskinleşerek, ilerde belki
bir gün -1890!- insanlığın "metafizik gereksinmesi"nin köküne
vurulacak balta olabilir, -insanlığın yararına mı, yoksa yıkımına
mı, kimse bilmez bunu... Ama ne olursa olsun, çok önemli sonuçlar
doğurabilecek, hem verimli, hem korkunç, tüm büyük doğrular gibi o
çifte yüzüyle dünyaya bakam bir cümle... |
|
1
2
3
4
5 |
|
|
|
|
|
|
|