TAN KIZILLIĞI
(töre'nin bir önyargı oluşu üstüne düşünceler)
I
Töre'ye karşı seferim bu kitapla başlar. onda barut kokuları
duyulduğundan değil; terine bambaşka, çok daha tatlı kokular
gelir, yeter ki insanın burun delikleri biraz duyar olsun. Ne
ağır, ne de hafif topçu ateşi: Kitabın etkileri olumsuzdur ya,
kullandığı araçlar hiç de öyle değildir; etki bu araçlardan bir
sonuç olarak çıkar, topçu ateşi gibi değil. Gerçi insan bu
kitaptan ayrılırken, o ana dek töre adı altında saygı gören,
giderek tapınılan her şeye karşı bir çekinme, bir ürkme duyar ama,
gene de koca kitapta bir tek olumsuz sözcüğe, bir tek saldırıya,
kötülüğe rastlayamazsınız; güneşte yatar o, tostoparlak, mutlu,
kayalar arasında güneşlenen bir deniz hayvanı gibi. O deniz
hayvanı da benim ayrıca: Kitabın hemen her cümlesi, Cenova
yakınındaki o birbiri içine girmiş kayalıklar arasında
tasarlanmış, ele geçirilmiştir; orada denizle başbaşaydık, gizli
bir şeyler vardı aramızda. şimdi bile, bu kitap ne zaman elime
geçse, hemen her cümlesi derinlerden benzersiz bir şeyler çekip
çıkaran bir olta ucu oluverir: Bütün derisi belli belirsiz
titreyip ürperir anılarla. Hani ondaki de az sanat değildir, o
uçarcasına, sessizce geçen şeyleri, tanrısal kertenkeleler dediğim
o kaçıcı anları yakalamak... Gerçi zavallı kertenkeleleri
hemencecik şişleyiveren o genç Yunan tanrısının (Hermes.) kan
dökücülüğüyle değil, ama gene de sivri bir şeyle, kalemin
ucuyla... "Daha ışımamış nice tan kızıllıkları vardır" -bu Hind
yazıtını (Rig veda II. 28. 9.) koydum kitabımın girişine. Yeniden
bir günün, -ah ardarda günlerin, sayısız yeni günlerle dolu bir
dünyanın- başlayacağı o yeni sabahı, o tatlı tan kızıllığını yazar
nerede arıyor? Tüm değerlerin yenilenişinde, tüm törel değerlerden
kopmakta, o güne dek yasaklanmış, küçümsenmiş, kargınmış herşeye
"evet" demekte, güvenmekte. Bu olumlayan kitap, ışığını,
sevgisini, sevecenliğini baştanbaşa o kötü şeyler üstüne döküyor;
yüce bir hak ve öncelik veriyor. Töreye saldırmıyorum; artık onu
yok biliyorum yalnızca... "Ya da" diye bitiyor kitap, -biricik
kitap bu, "Ya da" ile biten...
II
Ödevim, insanlığın en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye
bakacağı, ileriye bakacağı, rastlantının, rahiplerin
boyunduruğundan kurtulup, niçin, neden sorularını ilk kez toptan
ortaya koyacağı o ânı, o büyük öğle'yi hazırlamak olan ödevim, şu
kanının zorunlu sonucudur: İnsanlık doğru yolu bulmamıştır kendi
başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir; tersine, o yadsıyan,
o bozucu içgüdüler, décadence içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de
en kutsal değerleri arasında hüküm sürmüştür. Törel değerlerin
kaynağı sorusu bu yüzden benim için en başta gelen sorulardan
biridir; insanlığın geleceği bunun yanıtına bağlıdır çünkü.
Aslında her şeyin en iyi ellerde yürütüldüğüne, tek bir kitabın,
Kutsal Kitap'ın bize insan yazgısını yöneten tanrısal bilgelik
üstüne en son çözümleri getirdiğine, ötesini düşünmemek
gerektiğine inanmamızı istemek, gerçekçi bir dile çevrildiğinde
şuraya varır: Bunun tam tersinin -o acınacak durumun- doğru
olduğu, yani bugüne dek insanlığın en kötü ellerde kaldığı, en
yeteneksizlerin, düzencilerin, öç güdücülerin, o "ermiş"
dedikleri, dünyaya kara çalan, insanlığı lekeleyen kimselerin onu
yönettikleri inancı su yüzüne çıksın istemiyorlar. Rahiplerin (o
kılık değiştirmiş rahipler, yani feylosoflar da buraya giriyor)
yalnız belli bir cemaat içinde değil, hepten dizginleri ele
geçirdiklerinin, décadence töresiyle bitiş isteminin gerçek töre
sayıldığının en şaşmaz belirtisi, çıkar gözetmezliğe verilen yüzde
yüz değer ve bencilliğe her yerde duyulan düşmanlıktır. Bu konuda
benden başka türlü düşüneni mikrop bulaşmışlardan sayıyorum...
Herkes benden başka türlü düşünüyor ne yazık ki... Bir fizyologun
bu değer karşıtlığı üstüne hiç şüphesi yoktur. Örgenlik içinde en
önemsiz bir parça, kendini korumayı, güç bütünlemesini,
"bencilliğini" hiç şaşmadan yürütmekte az da olsa bir kusur işledi
mi, örgenliğin bütünü yozlaşıverir. Fizyolog kesilip atılmasını
ister yozlaşan parçanın; onunla dayanışma diye bir şey tanımaz;
hele ona acımayı hiç mi hiç geçirmez aklından. Ama tam budur
rahibin istediği, bütünün, insanlığın yozlaşmasıdır: Bu yüzdendir
ki saklayıp korur yozlaşan parçayı, bunun karşılığı olarak da
hükmeder ona... O yalancı kavramların, "ruh", "tin" "özgür istem",
"tanrı" gibi, törede kullanılan kavramların anlamı, insanlığı
fizyolojik olarak yıkmak değil de nedir?... Kendimizi korumayı,
bedenin, yani yaşamın gücünü arttırmayı önemsemekten bizi
alıkoyuyorlarsa, kansızlığı bir ülkü, bedeni küçümsemeyi "ruhun
kurtuluşu" sayıyorlarsa, bunlar décadence'a götüren yoldur değil
de nedir? -Dengeyi yitiriş, doğal içgüdülere karşı direniş,
kısacası "çıkar gözetmeyiş", -töre buydu şimdiye dek... Tan
Kızıllığı ile ilk kez o bencil olmayan töreye savaş açtım.
ŞEN BİLİM
(La Gaya Scienza)
I
Olumlayan bir kitaptır "Tan Kızıllığı", derinliğine derin, ama
yumuşak ve aydınlık. Gaya Scienza da öyledir, hem de sapına dek:
Hemen her cümlesinde derin düşünceyle kabına sığmazlık kardeşçe
elele verirler. Yaşadığım en eşsiz ocak ayına -ki bu kitap
baştanbaşa onun armağanıdır- minnetimi belirten bir şiir, bilimin
şenliği hangi derinliklerden kopup geliyor, bunu yeterince açığa
vurur:
Ey sen ki elinde alevden mızrak,
Paramparça ettin ruhumun buzlarını,
Denize akıyor şimdi çağıldayarak,
Bulmaya en yüce umutlarını:
Hergün daha aydınlık, daha bir diri
Ve özgür, o sevecen zorlayışla, bak-
Övüyor sunduğun mucizeleri,
Ey güzeller güzeli Ocak!
Dördüncü kitabın bitiminde, Zerdüşt'ün ilk sözlerinin o elmas
güzellikleriyle ışıldadığını gören ya da üçüncü kitabın sonunda,
bir yazgının tüm çağlar için ilk kez dile geldiği o granitten
yontulmuş cümleleri okuyan kimse, buradaki "en yüce umutlar"
nedir, artık şüphe edebilir mi? Çoğunluğu Sicilya'da yazılan Yasa
Tanımaz Prens'in Türküleri, doğrudan doğruya Provence ekinindeki
(12. ve 13. yüzyıllarda, özellikle güney Fransa'da, kuzey
İtalya'da ve Sicilya'da gelişen saray ekini.) "gaya scienza"
kavramını, o türkücü, şövalye ve özgür düşünür bileşimini
anımsatır; o erken doğmuş, eşsiz Provence uygarlığını, kendinden
sonra gelen ne idüğü belirsiz uygarlıklardan ayırdeden de bu
bileşimdir. Özellikle, "Mistral'e" başlığını taşıyan sonuncu
türkü, töre'nin üzerinden sıçrayıp geçen o coşmuş dans havasını,
sapına dek bir Provence işidir.
ZERDÜŞT BÖYLE DEDİ
(herkes için, kimse için bir kitap)
I
Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan
bengi-dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi,
1881 yılı ağustosuna rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır,
altında şu yazılıdır: "İnsan ve Zamanın 600 ayak ötesinde". O gün
Silvaplana gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei
yakınlarında, piramid biçimi yükselen kocaman bir kayanın dibinde
mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana. -O tarihten birkaç ay
gerilere gittiğimde, bir önbelirti olarak, beğenilerimin,
özellikle musikide birdenbire ta derinden değişiverdiğini
görüyorum. Zerdüşt'ü belki de baştanbaşa musikiden sayabiliriz,
-şurası açık ki yepyeni bir kulak istiyordu onun için. Vicenza
yakınlarındaki bir küçük dağ kaplıcasında, Recoaro'da geçirdiğimiz
1881 baharı, maestro'm ve dostum Peter Gast- benim gibi "yeniden
doğmuş"lardandı o da. -ve ben farkettik ki, musiki denilen Anka
kuşu her zamankinden daha bir hafif, daha bir ışıldayan kanatlarla
dolanıyordu üstümüzde. O günden bu yana, 1883 şubatında birdenbire
inanılmaz koşullar altında yaptığım doğuma dek geçen süreyi
-önsözde birkaç cümlesini aktardığım son bölüm, tam Richard
Wagner'in Venedik'te öldüğü kutsal saat bitirilmiştir- evet, o
süreyi hesapladığımda, gebeliğimin 18 ay sürdüğü anlaşılır.
Tıpatıp bu sayının çıkması, benim bir dişi fil olduğum düşüncesini
getirir insanın aklına, -Buda'cıların aklına hiç değilse,- Yakında
eşsiz bir şey geleceğinin yüzlerce belirtisini taşıyan Gaya
Scienza bu araya rastlar: Zerdüşt'ün başlangıcı bile vardır onda;
dördüncü kitabın sondan önceki parçasında Zerdüşt'ün ana düşüncesi
vardır. -Karışık koro ve orkestra için yazılmış "Yaşama Övgü" de
gene bu zaman rastlar; partisyonu iki yıl önce Leipzig'de E. W.
Fritzsch yayınevinde çıkmıştır. O yıl, içinde olduğum durumun, o
sonuna dek olumlayan tutkuyla, tragik tutku dediğim şeyle dolup
taştığım durumun hiç de yabana atılmaz bir belirtisidir bu. İlerde
bir gün beni anmak için çalıp söyleyecekler onu. -Sözleri
(üzerinde duruyorum, çünkü bir yanılgıdır alıp yürümüş bu konuda)
benim değildir; o sıralar dost olduğum genç bir Rus kızının, Bayan
Lou von Salomé'nin (Roman, öykü ve deneme yazarı.) şaşılacak
esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam
çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona
hayran olduğumu anlayabilir: Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı
bir itiraz sayılmıyor acı: "Artık bana verecek mutluluğun kalmadı
mı, ne çıkar! Acıların var daha". Burasında benim musikim de
büyüktür belki (La -klarneti'nin sonuncu notası do diyez değil, do
olacak. Baskı yanlışı.) -Ertesi kışı Cenova yakınında, Chiavari
ile Portofino arasına sokulan o sevimli, sessiz Rapollo koyunda
geçirdim. Sağlık durumum hiç de parlak değildi; kış soğuktu, son
derece yağmurluydu. Kaldığım küçük han denizin hemen üzerindeydi,
öyle ki geceleri dalga çıkınca uyunmuyordu; istemediğim ne varsa
hemen hepsi toplanmıştı orada. Gene de, sanki benim ilkemi, yani
gerçekten bir diyeceği olan şeyin "her ne olursa olsun" ortaya
çıkacağını kanıtlamak ister gibi, o kış, o güç koşullar içinde
ortaya çıktı Zerdüşt'üm. -Öğleden önceleri Zoagli'ye giden güzelim
yolda, çamlıklar içinden geçerek güneye doğru çıkıyordum; göz
alabildiğine denizi görüyordum ayağımın altında. Öğleden
sonraları, sağlık durumum elverdikçe, Santa Margherita koyunu ta
Portofino'nun ötesine dek bir baştan bir başa dolanıyordum. Bu
yerler, bu görünüşler, İmparator Üçüncü Friedrich'in oralara olan
büyük sevgisi yüzünden daha bir değerliydi benim gözümde. 1886
güzünde yolum gene o kıyılara düştüğünde, bu küçük, unutulmuş
mutluluk ülkesine onun da son gelişiydi. -Bu iki yol boyunca
Zerdüşt'ün bütün birinci bölümü doğdu kafamda; en başta Zerdüşt'ün
kendisi, kişiliği doğdu: Daha doğrusu çullandı üstüme...
II
Bu kişiliği anlamak için, insan onun çıktığı fizyolojik koşulları,
yani benim büyük sağlık dediğim şeyi iyice kavramış olmalıdır. Bu
kavramı Gaya Scienza'da, beşinci kitabın son bölümünde yaptığımdan
daha iyi, daha kişisel bir biçimde açıklayamam. Orada şöyle
deniyor: "Biz yeniler, adsızlar, kötü anlaşılanlar, biz henüz
karanlık bir geleceğin erken doğmuş çocukları, yeni amaçlar için
yeni yollar gerek bize, yeni bir sağlık gerek, şimdiye dek
olanlardan daha güçlü, daha açıkgöz, daha dayanıklı, daha atak,
daha keyifli bir sağlık. Her kim bugüne dek gelen değerlerin,
dileklerin çevresini baştanbaşa dolaşıp görmek, bu ülküsel
"Akdeniz"in kıyılarında yelken açmak için can atıyorsa, her kim
ülkeler bulan, ele geçiren birinin, bir sanatçının, bir ermişin,
bir yasa koyucusunun, bir bilgenin, bir bilginin, bir sofunun,
eski çağda her şeyden el etek çekmiş tanrısal birinin neler
duyduğunu içinde yaşayıp bilmek istiyorsa, ona en başta büyük
sağlık gereklidir.- bu da yetmez tek başına, insan onu her gün
yeni baştan elde etmelidir, çünkü ondan her an geçilir,
geçilmelidir de... Şimdi bizler, bunca zaman yollarda olanlar, biz
bir ülkü arayan Argonaut'lar, (Argo adlı gemiyle Kolehis'e, altın
yapağı ele geçirmeye giden Yunan yiğitleri: İason, Herakles,
Orpheus vb...) belki gerektiğinden de çok gözüpek olanlar,
gemileri batanlar, bunca şeye uğrayanlar, ama dediğimiz gibi, hoş
görüldüğünden de çok sağlam olanlar, sağlamlığı bir tehlike
olanlar, sağlam oğlu sağlamlar, -bize öyle geliyor ki, bunların
bedeli olarak önümüzde insan ayağı değmemiş, bir ülke var, daha
kimse aşmamış sınırlarını, ülkü'nün bilinen ülkelerinden, tüm köşe
bucağından çok ötelerde, güzel, yabancı, çözülmemiş, korkunç ve
tanrısal şeylerle dolu bir dünya ki, bilgiye, ele geçirmeye
susuzluğumuzdan duramaz olduk artık -ah bundan böyle bizi hiçbir
şey doyuramaz!... Bizler ki böyle bir geleceği sezmişiz,
buluncumuz, kafamız böyle bir açlıkla kıvranıyor, bugünkü insanla
yetinebilir miyiz hiç? Ne yapsak boşuna, elimizde değil: Onun en
değerli amaçlarına, umutlarına bakarken gülmemek için zor
tutuyoruz kendimizi, belki de artık hiç bakmıyoruz bile... Başka
bir ülküdür önümüzde koşan, şaşırtıcı, sınayıcı, tehlikeli bir
ülkü; kimseyi ayartmak istemiyoruz ona, çünkü kimseye bu hakkı
kolay kolay tanımıyoruz: Şimdiye dek kutsal, iyi, dokunulmaz,
tanrısal bilinen her şeyle bir çocuk gibi, yani bilmeksizin oyun
oynayan, ağzına dek güç ve bereket dolu bir düşüncenin ülküsü;
ulusların haklı olarak değer bildiği en yüce şeyleri olsa olsa bir
tehlike, çökme, alçalma ya da en azından bir dinlenme, körlük,
arada sırada kendini unutma sayan birinin ülküsü, ki çoğu zaman
insanlık dışı gözükecektir, örneğin şimdiye dek yeryüzünde
önemsenen her şeyin, gösterişli duruşların, sözlerin, seslerin,
bakışların, töre'nin, büyük ödevlerin yanı başında durup da,
elinde olmadan onları her şeyiyle alaya aldığında, -ama büyük
önemseyiş asıl onunla başlayacak, asıl soru imi onunla konacak,
ruhun yazgısı değişecek, saatin yelkovanı ilerleyerek, tragedya
başlayacak..."
III
O güçlü çağlarda ozanların esin dedikleri şey nedir, ondokuzuncu
yüzyıl sonunda bunu açıkça bilen var mı? Yoksa, ben anlatayım.
-İçimizde azıcık boş inan olmaya görsün, insanüstü güçlerin
cisimlenmesi, yalnızca onların sözcüsü, aracısı olduğunuza
inanmaktan kendinizi alamazsınız. İnsanı en derinden sarsan,
altüst eden bir şeyin birdenbire anlatılmaz bir doğruluk ve
incelikle görülür, duyulur olması anlamına gelen "vahiy" sözcüğü
var ya, bu olaya tıpatıp uyar işte. İnsan aramaksızın duyar,
kimden geldiğini sormaksızın alır; bir şimşek gibi çakar düşünce,
zorunlulukla, en son biçimi içinde, -benim için seçme diye bir şey
yoktu hiç. Bir kendinden geçmedir, korkunç gerilimi zaman olur
gözyaşlarıyla boşanır; yürürken elinizde olmadan bir hızlanır, bir
yavaşlarsınız; hiç kendinizde değilsinizdir, ama tepeden tırnağa
geçirdiğiniz o ince ürpertiler sağanağını apaçık duyarsınız; bir
derin mutluluktur, en büyük acılar, en korkunç şey orada karşıt
etki yapmaz, tersine gerekli duyulur, istenir, bu ışık bulluğunda
zorunlu bir renktir o da; biçimlerle dolu engin uzayları kaplayan
bir ritim bağlantıları sezişi, -ki uzunluk, geniş dalgalı bir
ritim gereksinmesi neredeyse esin gücünün bir ölçüsüdür, onun
baskısını, gerilimini bir anlamda gidermektir... Hiçbir şey
elinizde değildir, gene de bir özgürlük duygusu, bir saltlık, bir
güç, bir tanrısallık fırtınası içindeymiş gibi olup biter hepsi...
İmgenin, benzetinin artık size bağlı olmayışı işin ilginç yanıdır,
imge nedir, benzeti nedir, hiçbirini bilmez olursunuz. Her şey
elinizin altındadır, en doğru, en yalın deyim. Zerdüşt'ün bir
sözüyle söyleyelim, şeyler sanki kendilerinden gelirler,
kendilerini sunarlar benzeti olarak (-"Her şey senin konuşmanı
okşamaya geliyor burada, yüzüne gülüyor senin: Çünkü senin sırtına
binip, her doğruya koşturuyorsun. Burada tüm varlığın sözleri, söz
hazineleri sana açılıveriyor; burada tüm varlık söz olmak istiyor,
senden konuşmayı öğrenmek istiyor tüm oluş-"). İşte esin konusunda
benim yaşadığım bu. "Benimki de böyleydi" diyebilecek birisi
bulmak için, hiç şüphe yok, binlerce yıl gerilere gitmeli insan.
IV
Sonra, hasta düşüp birkaç hafta Cenova'da yattım. Arkasından bir
yaşlı bahar geçirdim Roma'da; yaşamı olduğu gibi kabullenmiştim,
-kolay iş değildi bu. İstemeden düştüğüm, Zerdüşt ozanı için
yeryüzünün bu en yakışık almaz yeri canımdan bezdirmişti beni
aslında. Kaçıp kurtulmak, Roma'nın karşıtına, Roma'ya düşmanlıktan
kurulmuş olan Aquila'ya gitmek istedim; ben de günün birinde yakın
akrabalarımdan birinin, tam gerektiği gibi bir tanrısız ve kilise
düşmanının, Hohenstaufen'lerden o büyük imparator İkinci
Friedrich'in (Sicilya kralı, 1220'den sonra da Kutsal Roma Cermen
İmparatoru. Papa'lara karşı savaşmış, afaroz edilmişti.) anısına
böyle bir yer kuracağım. Ama talihsizlik yakamı bırakmıyordu: Gene
Roma'ya döndüm. Hıristiyanlık düşmanı bir semt aramaktan usanarak,
sonunda Piazza Barberini'ye (Roma'da bir alan. Palazzo del
Quirinale: İtalya kralının oturduğu saray.) fit oldum. Korkarım
bir seferinde kötü kokulardan elimden geldiğince kurtulmak
düşüncesiyle, bir feylesof için sessiz bir odaları olup olmadığını
Palazzo del Quirinale'de bile sordum. -Adı geçen piazza'ya bakan
yüksek bir odada oturuyordum, Roma ayağımın altındaydı;
aşağılardan çeşmelerin şırıltısı duyuluyordu. Bugüne dek yazılmış
en yapayalnız türkü, Gece Türküsü, işte orada yazıldı; o sıralar
bir karasevdalı ezgiyle bozmuştum, anlatılır şey değildi; bir de
bağlaması vardı, hep şu sözlerle duyuyordum: "Ölümsüz olmaktan
ölmüş"... Yazın, Zerdüşt düşüncesinin kafamda ilk olarak şimşek
gibi çaktığı o kutsal yere (Sils Maria) dönünce, ikinci bölümü
buldum. On gün yetti. Ne birinci bölüm, ne de üçüncü ve sonuncusu
(Zerdüşt başlangıçta 3 bölüm olarak yayımlanmıştı. Dördüncü bölüm
sonradan eklenmedir.), hiçbiri daha uzun sürmedi. Ertesi kış,
yaşamımda ilk kez parıldayan sessiz, mutlu Nice göğü altında
üçüncü bölümü buldum, -Ve işim bitti. Hepsi bir yıl bile sürmedi.
Nice çevresinde yükseklerde bir sürü saklı köşe, yaşadığım
unutulmaz anlarla kutsallaşmıştır benim gözümde. "Eski ve Yeni
Levhalar üstüne" adını taşıyan can alıcı bölüm, istasyondan
kayalar içine kurulmuş eşsiz Arap köyü Eza'ya çıkarken yazıldı,
-yaratıcı güç ne denli bol akarsa, kas çevikliği de o denli
artıyor bende. Beden coşmuştur: "Ruh"u karıştırmayalım işin
içine... Çok zaman beni dans ederken görebilirdiniz; yorgunluk
nedir bilmeden o dağ senin, bu dağ benim, yedi sekiz saat
dolaşabiliyordum. İyi uyuyor, bol bol gülüyordum, -bundan daha
dinç, daha sabırlı olamazdım.
V
Bu onar günlük çalışmaları bir yana bırakırsak, Zerdüşt'ü yazdığım
yıllar, özellikle ondan sonrası benzersiz bunalım yılları oldu.
Pahalıya malolur ölümsüzlük: Karşılığı olarak birçok kez ölür daha
yaşarken insan. -Büyük işin öç alması dediğim bir şey vardır: Her
büyük iş, yapıt olsun, edim olsun, bir kez tamamlandı mı, o an
yapıcısına karşı oluverir. O zaten bu işi yaptığı için güçten
düşmüştür-, artık yapıtına katlanamaz olur, onun yüzüne bakamaz.
Geçmişinde böyle kimsenin istemeyi bile düşünemeyeceği bir şey,
insanlık yazgısının düğümlediği bir şey bulmak ve bunun yükünü
taşımak şimdi!... Ezer insanı bu... Büyük işin öç alması! -İnsanın
çevresinde duyduğu o ürkünç sessizliğe gelince, o da ayrı şeydir.
Yedi kattır yalnızlığın derisi; bir şey işlemez içine. İnsanlara
yaklaşırsın, dostlarını selamlarsın: Gene bir ıssızlık, gene bir
tek bakış yok karşılık veren. Olsa olsa bir başkaldırma. Her
birinde başka türlü olmak üzere, bana yakın herkeste gördüm bu
başkaldırmayı; sanırım, karşıdakini en çok yaralayan şey, aramızda
bir ayrım olduğunu birdenbire sezdirmektir, -saygı duymadan
yaşayamayan soylu yaradılışlara pek az rastlanır. -Bir üçüncüsü
de, küçük sokmalara karşı aşırı duyarlığıdır derinin, tüm küçük
şeylere karşı bir çeşit çaresizliktir. Bunun nedeni de, bence her
yaratıcı edimin, varımızı yoğumuzu, bütün benliğimizi koyduğumuz
her edimin savunma güçlerinde gerektirdiği o korkunç tüketimdir.
Küçük savunma yetenekleri ortadan kalkmıştır sanki: Güç
bütünlemesi yapamazlar artık. -Çekinmeden şunu da söyleyeyim,
insan daha kötü sindirim yapar, yerinden kımıldamak istemez,
soğuğa karşı dayanıklılığı azalır, güvensiz olur, -çoğu zaman
nedenler üzerinde bir yanılmadır güvensizlik, -Bir sefer, bu
halimle, bir inek sürüsünün yaklaştığını, sürüyü daha görmeden,
içimde yumuşak, insanca düşüncelerin doğmasından anlamıştım: Kanı
sıcaktır onların...
VI
Bu yapıtın yeri apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım: Belki de
hiçbir şey böylesine bir güç bolluğu içinde yaratılmamıştır daha.
"Dionysosca" kavramım en yüksek uygulanışını buldu burada; onunla
ölçülünce, insanoğlunun yaptığı öbür işlerin hepsi zavallıca,
olağan şeyler olarak görünür. Bir Goethe, bir Shakespeare bu
korkunç tutku içinde, bu yüksekliklerde bir an bile soluk
alamazlardı; Dante Zerdüşt'ün yanında yalnızca bir inanandır,
doğruyu kendi yaratan, dünyayı yöneten bir kafa, bir yazgı
değildir. Veda'ların ozanları rahiptirler, Zerdüşt'ün eline su
bile dökemezler; doğruluğuna doğrudur ya, daha bir şey değildir
bunlar, hiçbiri bu yapıtın apayrı yerini, içinde yaşadığı gök
mavisi yalnızlığı belirtemezler. Ta bengiliğe dek şunu söylemeye
hakkı vardır Zerdüşt'ün: "Çemberler çiziyorum çevreme, kutsal
sınırlar; gitgide azalıyor benimle çıkanlar daha yüksek dağlara,
-sıradağlar kuruyorum gitgide daha kutsal dağlardan." Tüm büyük
kişilerin düşünce gücünü, iyiliğini bir araya getirseniz gene de
Zerdüşt'ün bir tek konuşmasını çıkaramazsınız. Bir sonsuz
merdivendir O'nun üzerinde inip çıktığı; herkesten daha ötesini
görmüş, daha ötesini istemiş, daha ötesini başarmıştır. Gelmiş
geçmiş bu en olumlu düşüncenin her sözü gene de bir karşı
durmadır; tüm karşıtlıkları içinde toplamış, onlardan yepyeni, tek
birşey yapmıştır. İnsan yaradılışının en yüksek ve en aşağı
güçleri, en tatlı, en delice, en korkunç olan şey o bir tek
çeşmeden ölümsüz bir güvenle akar. Yükseklik nedir, derinlik
nedir, hiçbiri bilinmezdi Zerdüşt'ten önce; hele doğru hiç
bilinmezdi. Doğrunun bu vahyinde bir tek yer yok ki, öncüleri
bulunsun, en büyüklerden biri önceden sezmiş olsun. Ne bilgelik,
ne ruhların derinliğine iniş, ne de konuşma sanatı diye bir şey
vardı Zerdüşt'ten önce: En tanıdık, en günlük olan şey burada hiç
duyulmamış nesnelerden söz ediyor. Tutkusundan tir tir titriyor
deyiş; uzdillilik burada musiki olmuş; yıldırımlar savruluyor daha
önce bilinmeyen geleceklere. Dilin kendi özüne, imgeye bu dönüşü
yanında, şimdiye dek bilinen en büyük, en güçlü simgecilik bir
çocuk oyuncağı kalır. -Zerdüşt nasıl da herkese iniyor, nasıl da
biliyor gönül almayı! Üstelik hasımlarına, papazlara nasıl
okşarcasına dokunuyor, onlarla birlikte acı çekiyor!- İnsan burada
her an aşılmaktadır, "üstinsan" kavramı en büyük gerçek olmuştur
burada, -şimdiye dek insanda büyük bilinen ne varsa, hepsi de
sonsuz uçurumlar boyu aşağıda kalmıştır. Bu mutlu sessizlik, bu
tüy gibi ayaklar, bir an eksik olmayan bu hainlik, bu kabına
sığmazlık, Zerdüşt'ün kişiliğini yapan başka ne varsa, hiçbiri
büyüklüğün ayrılmaz parçası olarak düşünülmemiştir daha önce.
Zerdüşt kendini işte bu yüzden, böyle geniş uzaylarda yaşayıp, en
çelişik şeylere böylesine açık olduğu için, en yüksek varoluş
biçimi saymaktadır; kendisinin bunu nasıl tanımladığını duyunca,
onu başka bir şeye benzetmekten vazgeçer artık insan. -en uzun
merdiveni olan ruh, en derine inebilen, en geniş, en büyük ruh,
kendi içinde en çok dolanıp gezebilen, yolunu en çok şaşırabilen,
o en zorunlu olan, seve seve atılan rastlantının içine, o varolan
ruh, oluşu isteyen, varlıklı ruh, istemeyi ve açlığı isteyen,-
kendi kendinden kaçan, en geniş çevrelerde yakalayan kendini, en
bilge ruh, kulağına çılgınlığın en tatlı şeyler fısıldadığı,
kendini en çok seven, içinde tüm şeylerin ileriye ve geriye
aktığı, alçaldığı, kabardığı- Ama bu Dionysos kavramının ta
kendisi işte. -Başka bir düşünüş yolu da oraya götürür bizi.
Zerdüşt örneğindeki psikolojik sorun şudur: Şimdiye dek evet denen
herşeye, duyulmamış ölçüde, sözle ve eylemle hayır diyen kimse,
nasıl gene de yadsıyan bir düşüncenin tam tersi oluyor; yazgıların
en ağırını, yıkımlı bir ödevi taşıyan düşünce, nasıl gene böyle
hafif, böylesine az yersel oluyor -bir dansçıdır Zerdüşt-; gerçeği
en katı yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o "uçurum gibi
derin" düşünceyi düşünen kimse, nasıl oluyor da varlığa, onun
bengi dönüşüne karşı durmuyor, -tam tersine evrensel olumlayışın,
"o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş"in ta kendisidir... "Ta
uçurumların dibine dek taşıyorum bu kutsayan evet-deyişi"... İşte
gene vardık Dionysos'a.
VII
-Kendi kendine kalınca hangi dili konuşur böyle bir tin?
Dithyrambos dilini. Bulucusu benim dithyrambos'un. Zerdüşt'ün gün
doğadan önce kendi kendisiyle nasıl konuştuğunu bir dinleyin: Bu
zümrütten mutluluğu, bu tanrısal sevecenliği şakıyan dil yoktur
benden önce. Böyle bir Dionysos'un en derin yası bile gene
dithyrambos olur; önek olarak Gece Türküsü'nü veriyorum, -ışık ve
güç bolluğu yüzünden, güneş gibi yaratılmış olmak yüzünden
sevmeyişin o ölümsüz yakınmasını.
Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve
benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
Gecedir: Yeni yeni uyanıyor sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum
da bir sevenin türküsüdür.
Dinmeyen, dinme bilmez birşey var içimde, ses olmak istiyor.
İçimde sevgiye susamışlık var, sevginin dilini konuşuyor kendisi.
Işığım ben: Gece olaydım keşke! Ama budur işte benim yalnızlığım,
çepeçevre ışıkla sarılmış olmam.
Ah, karanlık olaydım, gece olaydım! Nasıl emerdim ışığın
memelerinden!
Üstelik kutsardım bir de sizleri, ışıl ışıl yıldızcıklar,
ateşböcekleri göğün! O ışıktan armağanlarınızla mutlu olurdum.
Ama öz ışığımla yaşıyorum ben, gene ben içiyorum benden taşan
alevleri.
Bilmiyorum almadaki mutluluk nedir; çoğu zaman bana öyle geldi ki,
çalmak daha da büyük mutluluktur almaktan.
Budur benim yoksulluğum, elim durup dinlemeden bağışlıyor; budur
çekemediğim, bekleyen gözler görüyorum hep, özleyişin aydınlanmış
gecelerini.
Vay, bağışlayanların mutsuzluğu, vay! Güneşimin kararması! Vay
susamaya susamış olmak! Vay açlıktan kıvranmak doymuşluğun içinde!
Gerçi benden alıyorlar: Ama elim ruhlarına dokunuyor mu daha? Bir
uçurum vardır vermekle almak arasında, -ve en küçük uçurumdur en
zor kapanan.
Bir açlık büyüyor güzelliğimden: Aydınlattıklarıma acı vermek
istiyorum, soymak istiyorum birşey bağışladıklarımı- hayınlığa
böylesine susamışım ben.
Doluluğum böyle bir öç kuruyor, böyle bir kalleşlik sızıyor
yalnızlığımdan.
Bağışlaya bağışlaya öldü bağışlamanın mutluluğu; kendi bolluğundan
bezdi erdemim!
Durmadan bağışlayan için tehlike, utanmayı unutmaktır; hep dağıtan
kimsenin elleri, yüreği nasır bağlar dağıtmaktan.
Gözüm yaşarmıyor artık yalvaranın utanması önünde; sertleşen elim
artık duymuyor o dolu ellerin titreyişini.
Gözümde o yaş damlası nereye gitti, yüreğimde o belirsiz ürperiş?
Vay, yapayalnızlığı tüm bağışlayanların! Vay, tüm ışıldayanların
suskusu!
Issız uzayda nice güneş dönüyor: Karanlık ne varsa, hepsine
konuşuyorlar ışıklarıyla -yalnız bana susuyorlar.
Işıyanlara karşı budur düşmanlığı ışığın: Acımadan gider kendi
yoluna.
Işıyanlara karşı katı yürekli, güneşlere karşı soğuk- böyle döner
her güneş.
Bir kasırga gibi döner güneşler yörüngeleri üzerinde.
Amansız istemlerine uyup giderler: Budur soğukluğu onların.
Yalnız sizler, ey karanlık, ey gecesel olanlar, siz ısınırsınız
onların ışığında!
Yalnız siz susuzluğunuzu dindirirsiniz, emersiniz ışığın
memelerinden!
Ah, dört bir yanım buz; donmuş şeylere değmekten yanıyor elim! Ah,
içimde susuzluk var, sizin susuzluğunuz için yanıp tutuşuyor.
Gecedir: Neden böyle ışığım ben! Geceye susamışlık! Yalnızlık!
Gecedir: Bir pınar gibi kaynıyor içimden isteğim, -konuşmak
istiyorum.
Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve
benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
Gecedir: Şimdi uyanıyor işte sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum
da bir sevenin türküsüdür.-
VIII
Böyle birşey ne yazılmış, ne duyulmuş, ne de çekilmiştir: Bir
tanrı, bir Dionysos çekebilir bu acıyı. Bu "ışık içinde güneş
yalnızlığı" dithyrambos'una verilecek yanıt Ariadne (Minos'un
kızı. Theseus Minotauros'u öldürmek üzere labirent'e onun
ipliğiyle inmemiş. Sonra birlikte kaçmışlar; ama Theseus
Ariadne'yi Naksos adasında yapayalnız bırakıp gitmiş. Neyse ki
Dionysos gelmiş de, kızı kendine eş olarak almış...) olurdu... Ama
Ariadne kimdir, benden başka bilen mi var!... Bu tür bilmecelerin
çözümünü bulamadı hiç kimse; burada bir bilmece olduğunu
gördüklerinden de şüpheliyim. -Zerdüşt bir seferinde, ödevini -ki
benim de ödevimdir- öyle bir kesinlikle belirtmiştir ki, yanlış
anlayamaz artık hiç kimse: Geçmiştekileri de temize çıkarmaya,
kurtarmaya dek varan bir olumlayıştır bu.
İnsanlar arasında, geleceğin kırık parçaları arasında gibi
dolaşıyorum: O gördüğüm geleceğin.
Derdim günüm bu benim, kırık parça, bilmece, ürkünç rastlantı olan
herşeyi toplamak, tek birşey yaratmak.
Nasıl katlanırdım insan olmaya, aynı zamanda ozan, bilici,
rastlantının kurtarıcısı olmasaydı insan?
Tüm geçmişi kurtarmak, "böyleydi" denilen herşeyi yeni baştan
yaratmak "ben böyle isterdim" diye, -benim için bu olurdu ancak
kurtuluş.
Zerdüşt başka bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle,
kendisi için "insan" ancak ne olabilir, bunu anlatıyor, -bir
sevgi, hele acıma konusu değil hiç, -insandan o büyük tiksinmeyi
de yenmiştir Zerdüşt: Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir,
yontucusunu bekleyen çirkin bir taştır.
Artık hiç istememek, artık değer biçmemek, artık hiç yaratmamak:
Bu büyük yorgunluk benden ırak olsun hep!
Bilip tanırken bile, istemimin doğurtmaktan, oluştan aldığı tadı
duyuyorum yalnızca; benim bilgim bir çocuk gibi arıksa, onda
doğurtma istemi olduğu içindir.
Bu istem tanrıdan, tanrılardan uzağa alıp götürdü beni: Yaratacak
ne kalırdı, tanrılar... varolsaydı?
Ama beni hiç durmadan insana doğru çekti bu yanıp tutuşan yaratma
isteğim; taşı böyle arar çekiç de.
Bilseniz, nasıl bir yontu taşta benim için, o yontular yontusu!
Ah, taşların en sertinde, en çirkininde mi uyumalıydı böyle!
Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak eden
taşa. Yongalar savruluyor: Varsın savrulsun!
Onu tamamlayacağım; bir gölge geldi göründü çünkü bana, -tüm
şeylerin en eşsizi, en tüy gibisi göründü bana bir kez!
Gölge olup geldi bana üstinsanın güzelliği: Bundan böyle bana
ne... tanrılardan!..
Bu koşuklar dolayısıyla, sırası gelmişken, bir başka görüşü de
belirtmek isterim: Çekicin sertliği, yoketmenin kendisinden alınan
tad, Dionysosca bir ödev için gerekli başlıca koşullardandır.
"Sert olun" buyruğu, tüm yaratanların sert olduğunu en büyük
kesinlikle biliş, gerçek belirtisidir Dionysosca bir yaradılışın.- |