...................
DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN   -5
Nihat Behram
Ekim 1996 İstanbul
                         
...................
...................
VERİLEN ÖLÜM CEZASI UYGULAYICILARA ONUR VERMEYECEK BİR BİÇİMDE ADALET TARİHİNE GEÇECEK ACILI BİR ÖRNEK OLACAKTIR...

Hasan Basri AKGİRAY
CHP İstanbul Milletvekili


Aslında, hakimlik gerçekten zor ve zor olduğu kadar da kutsal bir uğraştır. Anadolu'da, halen geçerliliğini koruyan -Hakim, peygamber postunda oturan kişidir- sözü, bu niteliği en güzel biçimde anlatan bir halk deyişidir.

Ne var ki, adalet tarihi, özellikle olağanüstü hallerde oluşturulan mahkemelerin, bu kutsal uğraşıyı gölgeleyen, kişisel ya da, politik çıkarlarının tutsağı olarak zulme varan adaletsiz kararlarla doludur. 1789 Fransız Devrimi'nin, insan kasabı ve giyotinci olarak nitelenen ve ünlü bir hukukçunun deyimi ile, -marangoz hatası yüzünden kürsüde bulunan-
ve sonunda tutsağı olduğu giyotinde başı koparılan savcı Fouquier-Tinville'i bu konuda tipik bir örnek olarak gösterebiliriz.

İnsanlık adına övünmek gerekir ki, her toplumda ve her dönemde zulme, adaletsizliğe karşı savaş veren yürekli ve erdemli düşünürler, hukukçular olmuştur. Örneğin, 18'inci yüzyıl sonlarına doğru, Montesquieu, Rousseau ve Beccaria gibi ünlü düşünür ve cezacılar seslerini yükseltmişler ve bu yürekli
çabaları sonunda, yasa koyucular, suç ile ceza arasındaki dengeyi sağlayıcı yasalar yapmak zorunda kalmışlardır. Daha anlaşılır bir deyişle, suç ve ceza arasındaki oran, ta 18'inci yüzyılda sağlanmış bulunmaktadır.

Aslında T.C. Yasası da, bireye oranla, devleti daha çok koruyucu hükümler taşımasına karşın, suç ve ceza orantısını oldukça adaletli koymuştur. Ne var ki, ceza yasalarında, bu dengenin korunmuş olması yeterli değildir. Uygulayıcıların da aynı konuda duyarlı olmaları gerekir. Kanımca, Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarına verilen ölüm cezası, suç ile ceza arasındaki oranın en ağır şekilde bozulması konusunda, uygulayıcılara onur vermeyecek biçimde adalet tarihine geçecek acılı bir örnek olacaktır. Bir hukuk adamı, hatta sade bir Türk vatandaşı olarak bundan üzüntü duymamak olanaksızdır.

Üç genç adamın serüvenine, yakın geçmişte hep birlikte tanık olduğumuza göre, yaptıkları eylemleri burada saymaya gerek görmüyorum. Şimdi belleklerimizi tazeleyip, yaptıkları eylemleri anımsayarak T.C. Yasası'nın onlara uygulanan 146/1 maddesi ile, öteki iki maddesini okuyalım:

Madde 146/1: -Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan BMM'yi iskata veya vazifesini yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler idam cezasına mahkum olur.-

Madde 168: -Her kim 125, 131, 140, 147, 149 ve 156'ıncı maddelerde yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet ve çete teşkil eder, yahut böyle bir cemiyet ve çete amirliğini ve kumandayı ve hususi bir vazifeyi haiz olursa on seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis cezasına mahkum olur.-

Madde 171: -125, 131, 133, 146, 149 ve 156'ıncı maddelerde yazılı cürümlerden birini veya bazılarını hususi vasıtalarla işlemek üzere, birkaç kişi aralarında gizli ittifak ederlerse bunlardan her biri aşağıda yazılı cezaları görür.

1) (...)

2) Bu ittifak 146, 147'inci maddelerde gösterilen cürümlerin icrasına müteallik ise dört seneden on iki seneye kadar ağır hapis cezası verilir.-

Şimdi bu maddeleri okuduktan sonra, derinlemesine bir hukuk bilgisine sahip olmasak bile, kafasında beyin, göğsünde yürek taşıyan insanlar olarak düşünelim. Bu maddelerden hangisi ile ceza verilmesi adalettir?

Beş-on genç adamla, birkaç silah, bir miktar dinamit lokumu, konserve kutusu ve karpit ile anayasayı ihlal, Millet Meclisi'ni iskat olanaklı mıdır? Banka soymak, adam kaçırmanın anayasayı ihlal ile ilgisi nasıl kurulabilir? Ve nasıl, nasıl, suç ile ceza arasındaki oran bu denli temelinden yıkılarak,
yaşamlarının en coşkulu çağında üç körpe insan ipe gönderilir?

Kuşkusuz suçlu idiler, ama ölüm cezasını gerektirecek kadar değil.

Beş-on genç anlaşmış, belki gizli ve silahlı bir çete ya da cemiyet kurmuşlardı ve bu kuruluş 146'ıncı maddedeki anayasayı ihlal suçuna müteallik olabilirdi. Ama bu davranışları, tıpatıp ve kesinlikle 168'inci maddenin kapsamına girer ve ona göre cezalandırılırlardı. O zaman ölüm yerine en çok verilecek cezanın, 24 yıl ağır hapis olması gerekirdi.

Suçlu idiler. 146'ıncı maddedeki suçu işlemek üzere, yani
anayasayı ihlal için, özel araçlarla donatılmış, birkaç kişi anlaşarak
gizli birlik kurmuş olabilirdi. Ama o zaman bu eylemlerinin cezası ölüm değil, 171'inci maddeye göre en çok 12 yıl ağır hapis olması gerekirdi.

Nitekim, kişiliklerini yakından tanımakla onur kazandığım Askeri Yargıtay'ın değerli üyelerinden hakim tuğgeneral sayın Kemal Gökçe ve hakim Alb. Sayın Nahit Saçlıoğlu da, aynı inançta bulunmuşlar ve sanıkların 146/1 ile değil 168'inci madde ile cezalandırılmalarını ve ayrıca, hafifletici neden
kabul ederek, 59'uncu madde ile cezalarından indirme yapılması gerekçesi ile onama kararına aykırı oy kullanmışlardır.

Görüldüğü gibi, en katı hukuk mantığı ve en acımasız bir ceza adaleti ile davranılsa bile, ölüm cezası adaletsizdir, yanlış hükmedilmiştir.

Bu ceza sosyal ve insancıl açıdan da hukuk kurallarına aykırıdır, hatalıdır. Şundan ki, ceza yasamızda, cezayı azaltıcı takdiri nedenler kabul eden bir 59'uncu madde vardır. Hakimler bu maddeyi dilediği nedenlerle uygulamak suretiyle cezadan indirme yapabilirler. Bu indirme ölüm cezalarında, süresiz
ağır hapse çevrilmek biçiminde uygulanır. Bu madde, hakimlere tanınmış en son insancıl bir yetkidir. Hangi madde ile ceza verilirse verilsin, hakimlere huzur, suçlulara teselli verecek bir olanaktır bu. Ne yazık ki, kararda bu olanaktan da yararlanılmamıştır.

Ölüme mahkum edilen üç gencin, köhnemiş bir düzene başkaldıran, emperyalizme karşı halk savaşı veren ve bu konuda gençliğe öğütte bulunan Mustafa Kemal'in çocukları olduğu, O'nun söz ve davranışlarının, genç, coşkulu yüreklerde yaptığı etki düşünülmemiştir. Tüm eylemlerinde, can kaybından, en zor koşullarda bile, titizlikle kaçındıkları, gerek mahkemede, gerek eylemlerinde takındıkları mertçe davranışları, suçlarını kabule kadar varan dürüstlükleri hiç göz önüne alınmamıştır. Oysa, bunlardan sadece bir tanesinin varolması halinde bile 59'uncu madde uygulanarak hiç olmazsa
ölüm cezasından kurtarılmaları yasal bir imkandı. Ama hayır, ilahlar kurban istemişlerdi bir kez... ve de kurban verilecekti.

Yanıt 2) Mahkemenin, çağdaş ceza adaletine kesinlikle ters düşen söz konusu kararının oluşmasında 12 Mart ile başlayan anti demokratik ortamın etkisi bulunduğu kuşkusuzdur. Gerçekten bu olağanüstü dönemin ilk hükümet başkanı, Türkiye radyolarından, -suçluların başları balyozla ezilecektir.- sözleri ile ilk engizisyonist hükmü vermişti. Anayasanın 132'inci maddesindeki -... Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez. Genelge gönderemez, TAVSİYE VE TELKİNDE BULUNAMAZ.- yasaklanmasına bakılmaksızın bir başbakan tarafından bu telkinin yapılması,
sıkıyönetim komutanlıklarınca, brifingler yapılmak, bildiriler yayımlanmak yolu ile gençlerin suçlu olduklarının kanıtlanması çabası, yasalara göre karar veren askeri hakimlerin görevden alınmaları gibi tutam ve davranışlar, mahkemenin kararına etki yapan somut olaylardır. Bu etki sonucudur ki, hakimler, anayasamızın 132'inci maddesindeki: -Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.- kuralına uyacakları yerde, 12 Mart ile başlayan ve yaratılan ve yukarda sözünü ettiğimiz davranışlarla oluşan ortamın etkisi altında
hüküm vermek zorunda kalmışlardır. Yanlış ve adaletsiz karar verilmesinden en büyük etki bu ortamdır.

Yanıt 3) Deniz ve arkadaşlarının davasına yeniden bakılabilir mi? Hukuk deneyimi ile, muhakemenin iadesine yasal olanak var mıdır? Kanımca vardır. Şundan ki, ceza muhakemeleri usulü yasasının 327'inci maddesinin 3'üncü bendi şu hükmü koymuştur. -Bizzat mahkum tarafından sebebiyet verilmiş
kusur müstesna olmak üzere, hükme iştirak etmiş olan hakimlerden biri aleyhine ceza tatbikatı ve kanuni bir ceza ile mahkumiyeti istilzam edecek mahiyette olarak vazifelerini ifada kusur etmiş ise- davanın yeniden görülmesi olanaklıdır.

Birinci soruya verdiğimiz yanıtta belirttiğimiz gibi, sanıkların eylemleri hiçbir yorum ve tereddüde meydan vermeyecek biçimde 146//1 maddeye uygun değildir. Hele, T.C. yasasında sanıkların eylemlerine uyan bir 168 ve bir 171'inci madde varken, 146//1'inci maddeye göre hüküm verilmesi, doğal olarak, hüküm veren hakimlerin görevlerini kötüye kullanmak suretiyle
kusur işledikleri, sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle hukuki yorum ya da inanç farklılığı gerekçesi de olayda söz konusu olamaz.

Kaldı ki, savunma avukatlarının, örnek mahkeme kararları ve ünlü cezacıların bilimsel görüşlerine dayalı savunmalarında bu durumu açıklığa kavuşturmalarına karşın, yanlış ceza maddesi uygulanması, uygulayanların, inançları gereğinden çok peşin hükümlü olmaları ile açıklanabilir. Böyle bir davranış ise, sözü geçen 327'inci maddedeki, -vazifeyi ifada kusurdur.- Bu nedenle de ortada, ceza tatbikatını istilzam eden bir eylem var demektir. 1803 sayılı af yasası karşısında hakimlerin, bu eylemleri nedeniyle ceza kovuşturması yapmaya yasal olanak bulamadığından, suçluluğun, muhakemenin iadesi istemini inceleyecek mahkemece düşünülmesi gerekecektir. Aslında, görevi kötüye kullanmanın, hakim hakkında ceza uygulamasını gerektirecek nitelikte olması, muhakemenin iadesi için yeterlidir. Hüküm verilmesine gerek yoktur.

Kaldı ki, bu konuda fazla bir kanıt aramaya, ya da yasa hükümlerini zorlamaya gerek de yoktur. En sağlam kanıtı, Sıkıyönetim Mahkemesi'nin ölüm cezasını veren Hakimler Kurulu Başkanı Ali Elverdi, daha geçen gün bir gazetede yayımlanan anılarında, -... ben komünistleri temizlemek için bu görevi kabul ettim,- şeklindeki sözü ile vermiş bulunmaktadır. Hükme katılmış bir hakimin bu kast altında görev alıp hüküm vermesi, o hakim hakkında ceza kovuşturması yapılmasına yeterlidir. Bu nedenle hiç düşünmeden, Deniz Gezmiş davasının yeniden görülmesine yasal olanak vardır, diyebilirim.


HÜKÜM VERİLMESİNE VE CEZANIN İNFAZ EDİLMESİNE RAĞMEN KAMUOYUNDA KABUL EDİLMİYOR, TARTIŞILIYORSA O DAVA KAPANMAMIŞTIR

Avukat ERŞEN SANSAL

-Yargılama-, insanoğlunun en ilginç buluşlarından biridir. Dava, sonuç bakımından -adaleti gerçekleştirme- eylemi olmalıdır. Belki bir yargılama sonunda verilen kararın, sadece sanığın kararı olduğu düşünülebilir. Ancak ulaşılan karar, bir beraat kararı ise bu yargılanana olduğu kadar, yargı hakkını kişiler eliyle kullanan yargılayana da bir aklanma kazandırır.
İşte, mahkeme kararlarında -kamu adına-, -ulus adına- gibi ibarelerin kullanılmasının bir nedeni de budur. Eğer bu karar bir mahkumiyet kararı ise, bunu yalnızca sanığın kararı sayıp geçmek çok eksik kalır. -Önemli olanın bir yargılama yapılmış olmasıdır- denilip geçilmesi halinde, adalet adına verilen bu mahkumiyet kararı, adaleti gerçekleştirme (!) işini yapanların boynuna asılan yafta olarak kalır. Hele bu karar, bir idam kararı ise...

Ve bu tür davalar, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin kapanmaz. Bir dava hükümle biter, ancak böyle davalar bitmez. Çünkü bir dava, hükmün verilmesine ve cezanın infaz edilmesine rağmen, kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa o dava kapanmamıştır. Çünkü davanın sanıklarının
idam edilmelerine rağmen, suçlamalar hala devam ediyorsa o dava kapanmamıştır. Suçlamalar sürdükçe savunmalar da sürer gider ve bunun kadar haklı bir şey olamaz. Ve bu dava, -ölüm cezası- gibi, en azından insan hayatını ilgilendiren bir dava ise, insan hayatını savunmak sürer gider.

6 Mayıs sabahı, üç genç devrimci, idam sehpasında can verdiler.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarında açılan dava, Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde 16.7.1971 tarihinde başlamıştı. Davanın iddianamesinde şöyle deniyordu:

-... O zaman iktidar edenlerinden birinin, bu zaman iktidar edenlerine tavsiyesi kulaktan kulağa fısıldanıyordu: Gençliği bölünüz!... Yetkililer korkaklık... kurnazlık içinde seyirci kalıyorlar, gene söylentilere göre bir gruba yardımcı oluyorlardı... Gençler artık kendi sorunları yanında memleket
meseleleri ile de ilgileniyordu. Anadolu hala aç, hala kaynaklar tahrik edilemiyor, hala fırsat eşitliği verilmiyor, hala mirimiranlıktan kalma mütegallibe ve bir günde milyonlar vuranlar mağara halkı ile aynı yurt sathında yan yana yaşıyordu. Pahalılık gene başıboş gidiyor, karşılıklı saygı tarihe karışıyor, az çalışıp çok kazanan kişiler türeten ülke oluyorduk. Halkın yarı nisbeti aydınlanmak şöyle dursun okuyup yazmayı bile öğrenememişti. İdareciler gene 'nurlu ufuklar' nutukları ile karın doyurmaya devam ediyorlardı...-

İddianame devam ediyordu:

-... Türkiye'de zamanın getirdiği çirkin politikacılar, muhteris politikacılar; çıkarcılar ve utanmaz adamlar vardı. Her biri ayrı yönde faaliyet gösterirken iktidar gayesinde birleşiyorlar onu elde edebilmek için başvurmadıkları şekil kalmıyordu...-

Ne gariptir ki; bu cümlelerin yer verildiği iddianame ile suçlananlar, davanın sanıklarından ibaretti ve istenen ceza da -idam- idi.

İki buçuk ay kadar süren dava sonunda Sıkı Yönetim Mahkemesi, 9.10.1971 tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte 15 sanığın daha ölüm cezasına çarptırılmalarına karar verdi.

Sanıklar hakkında uygulanan madde, Türk Ceza Kanunu'nun ünlü 146'ıncı maddesi idi. Bu madde: Kanunun gerek yapısı, gerekse düzenlenme biçimi içerisinde, kanunun sistemine ve ruhuna yabancı garip bir maddedir. Örneğin suçun işlenmesine ilişkin bir genel kasıt yeterli görülmeyip, -özel kasıt- aranmış olmasına rağmen, idam gibi bir cezanın öngörüldüğü maddede bunun unsurlarının neler olduğu belirtilmemiştir. Oysa bu denli ağır ve çağdışı bir cezanın yer aldığı bir düzenleme, açık ve net bir şekilde belirtilmek gerekir. Maddedeki fiil, bir teşebbüsten ibaret olarak gösterilmiştir. Böylece sanıktaki kastın, asli fiile mi, yoksa teşebbüse mi yönelik olduğu dahi açıklık kazanmamıştır. Fiilin bir -örgüt suçu-mu olabileceği ya da bireyler tarafından da işlenilebilir olup olmadığı tereddütlerine maddenin cevap veremediği gibi;
fiilin icra safhalarında bir ayırım yapılmadığı bakımından da uygulamaya açıklık getirecek nitelikte bulunmadığı, maddenin büyük eksiklikleridir. İcra başlangıcının nereden sayılacağı, suçun işlenme vasıtaları ve bunların elverişlilik niteliği, keyfi uygulamaları ortadan kaldıracak şekilde açıklığa
kavuşturulmamıştır. Bütün bunlar, 146'ıncı maddenin, kanunun sistem ve anlayışı içerisindeki yabancılığının kanatlarıdır.

Dava sırasında, sanıklara bu maddenin uygulanabilip uygulanamayacağı
hakkında büyük bir tereddüt belirmişti. Bu konudaki şüpheler, Askeri Yargıtay'ın kararlarına dahi yansımıştır. Gerçekten de, Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı Askeri Yargıtay'da Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan dışındaki sanıklar açısından bozulurken; iki üye, bu üç
sanık hakkında dahi -... sanıkların eylemlerinin T.C.K.'nın 146'ıncı maddesine değil, 168'inci maddesine uygun düştüğü ve haklarında hafifletici neden kabul edilerek 59'uncu maddenin uygulanması gerektiği...- gerekçesi ile, karara muhalefet şerhi koymuşlardı. Gene Askeri Yargıtay Daireler Kurulu, davanın
diğer sanıkları hakkında verdiği kararda; bir sanık hakkında T.C.K.'nın 169'uncu maddesinin uygulanmasını öngörüyordu. Bu madde ise, bir önceki 168'inci maddeye bağlı bir suçu düzenlemektedir ve davanın diğer sanıklarının sorumluluğunu 168'inci madde kapsamında düşünme karinesine dayanır. Bu suretle karar, 146'ıncı maddenin uygulanmasına ilişkin olarak büyük bir yara almıştı.

Sıkıyönetim Komutanlığı nezdinde kurulmuş Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde bunlar savunulmuş olmakla birlikte, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın yayınladığı 49 numaralı bildiride, -... Bu suçluların bir an evvel cezalandırılarak layık oldukları cezaları görmeyi bütün kamu arzu etmekte...-
denildikten sonra, savunmaların -bizzarur- dinlenildiği belirtilmekteydi.
İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yayınlanan 26 numaralı bildiride ise, -... infaz işlemlerinin başlamak üzere olduğu bu günlerde...- denilmekteydi ve bu bildirinin yayınlandığı tarihte henüz Yargıtay'daki savunmalar yapılmamıştı bile.

Kısaca -Anayasayı ihlal- diye adlandırılan 146'ıncı maddede yazılı suçun, kanunda belirli bir düzenlemeye tabi tutulmamış olması, uygulamada ve düşünce alanında, madde hakkındaki tartışmaların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bugün genellikle kabul edildiğine göre, madde, anayasal görev
ve yetkileri kullanma durumunda bulunanlara işlenebilecek suçlar için uygulanabilir; anayasayı yürütme görevine sahip olmayanlar tarafından bu suç işlenemez. Örneğin yargı organlarının kararlarına uymamanın, 146'ıncı maddedeki suçu oluşturduğu birçok hukukçu tarafından ifade edilmiştir. İşkence suçlarının ya da milletvekillerine oylarını kullanmaları ve yasama görevlerini yerine getirmeleri konusunda çeşitli şekillerde etki yapılmasının, 146'ıncı madde kapsamında olacağı belirtilmiştir. 146'ıncı maddenin daha önce Adnan Menderes ve Talat Aydemir olaylarında da uygulandığı hatırlandığı zaman, aynı maddenin gerçekten Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarında ne derece uygulama alanının olacağı oldukça tereddütlü kalır. Ancak 12 Mart dönemi uygulamaları 146'ıncı maddeye eskisinden farklı, başka bir anlam getirmiştir. Bu da, maddede yazılı suçun siyasal maksatlarla işlenmesidir. Ancak bu, maddenin uygulama alanını
daraltmak amacı ile değil, tam aksine temelinde siyasi inanç bulunması nedeni ile -düşünce suçu- kapsamında genişletmek amacı ile yapıldığından, maddenin alanında ve kapsamında bir değişiklik yaratılmıştır.

Daha mahkeme başlarken, davanın ilk celsesine sanıklar getirildikleri sırada, bir sanık, başına copla vurularak yaralanmıştı. Bir başka sanığın da duruşmaya sedye ile getirilip götürüldüğü davada, gene bir diğer sanık da duruşma salonundan omzundan dipçiklenmişti. Avukatların ve duruşmaya
alınabilen az sayıdaki dinleyicilerin üstleri, tepeden tırnağa sıkı bir şekilde ve her defasında aranıyordu. Duruşma salonu, sanıklara ve avukatlara dört taraftan çevrilmiş namlularla bir savaş alanını andırıyordu. Avukatların duruşma salonuna kabul edilmek için avukat olmaları, vekaletname almış
bulunmaları yeterli değildi, ayrıca daimi taşınması gereken bir kart bulunmazsa bunlar geçerli olmuyordu. Dinleyicilik özel bir kart sınırlamasına bağlanmıştı. Yargılama aleniyetinden bahsedilemezdi. Dava devam etmekte iken, davanın 11 avukatı hakkında -ordunun manevi şahsiyetine ve askeri
savcıya hakaret- suçlarından dava açılıp avukatlar mahkum ediliyor savunma dokunulmazlığı zedeleniyordu. Cezaevinde avukatların müvekkilleri ile görüşmeleri sebebi ile avukatlar hakkında soruşturma açılıyordu.

Bir yandan cezaevinde de aynı tarihte çeşitli baskılar ortaya çıkıyor; bunlarla birlikte çeşitli direnişler, açlık grevleri vs. devam ediyordu. Öte taraftan politik düzeyde de başka tutumlar görülmekteydi. Zamanın Başbakanı Nihat Erim,
sanıklara ve yakınlarına seslenerek, onları nedamete çağırıyordu.

Ne gariptir ki; üç yurtseverin -anayasayı ihlal- suçu ile idam edildikleri sırada başbakan olan Nihat Erim, aynı anayasayı -Bu bizim için lükstür- diyerek tadil ettiriyordu. Gene bir dönemde üç genç devrimci -anayasayı ihlal- suçundan idam edilirlerken aynı dönemde yapılan yargılamalarda büyük
etkisi görülen anayasa değiştirilip, örneğin -tabii hakim- ilkesi kaldırılıyordu. Ve gene -anayasayı ihlal- suçunun hükümlülerinin ölüm cezalarının infazı hakkındaki kanun, aynı anayasaya aykırı olduğundan Anayasa Mahkemesi'nce iptal ediliyordu.

Ölüm cezalarının kesinleşmesinden sonra, ilk kez 1790 imza ile kamuoyunda ölüm cezalarının çağdışı niteliği kınandı. Daha sonra buna birçok bildiriler de eklendi.

Yargılamalar süresince mahkeme başkanı olan Tuğgeneral Ali Elverdi, dava bittikten bir süre sonra emekli olup AP'ye girerken bir beyanat vererek, görevde iken -politik hizmetler- yaptığını açıklamıştı. Bu hizmeti, daha sonra milletvekili olması ile taltif edildi.

Toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihinden ibarettir. Bunlar kimi zaman mutlu, kimi zaman da acı yıldönümleri olarak tarihteki yerlerini alırlar.

Ve 6 Mayıs 1972 sabahı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, tashihi karar isteklerinin reddi hakkındaki karar, avukatlarına tebliğ bile edilmemişken idam edildiler.


12 MART DÖNEMİNDE HUKUK KURALLARI ALABİLDİĞİNE HİÇE SAYILMIŞTIR...

Avukat Alp KURAN

Türk tarihinde, Selçuklular ve Osmanlılar dahil, yasalar ve hukuk 12 Mart döneminde olduğu kadar hiçbir zaman çiğnenmemiştir. Bu dönemde, gerek Sıkıyönetim Mahkemeleri'nin kuruluşunda ve dağılışında, gerek yargıçların ve savcıların bu mahkemelere atanış ve görevden alınışlarında, gerek sanıkların sorgulanmalarında, gerekse yargılanmalarında hukuk kuralları alabildiğine hiçe sayılmıştır.

Hukuk dışı 12 Mart Muhtırası'na hizmet eder görüntüsü altında, birtakım faşizan güçler, yalnız 12 Mart tarihinde yürürlükte olan yasaları çiğnemekle kalmamışlar; hukuk dışı sorgulamalar ve mahkumiyet kararları elde edebilmek için yasalarda ve hatta anayasada istedikleri değişiklikleri yaptırabilmişlerdir. Ancak bu faşizan güçler, yasalara kendi getirdikleri değişiklik hükümlerini de yetersiz bulmuşlar, çoğu kez bunlarla dahi kendilerini bağlı saymamışlardır.

Gözaltı süresiyle ilgili yasa ve anayasa değişiklikleri ve uygulamaları bunun en belirgin kanıtıdır.

12 Mart Muhtırası'nın verildiği tarihte, gözaltı süresi 24 saattir. Yani sanığı polisin ve güvenlik kuvvetlerinin elinde 24 saatten fazla tutma olanağı yoktur. Anayasa kesin mahkeme hükmü olmadıkça hiç kimsenin özgürlüğünden yoksun bırakılamayacağı hükmünü koymuştur. Sanığın tutuklanmasını
yargıç kararına bağlamıştır. Yasalar sanığın ilk sorgusunun polis ya da güvenlik kuvvetleri tarafından yapılmasını yasaklamış, bu yetkiyi savcılara vermiştir. Savcı 24 saat içinde sanığın sorgusunu yapacak ve yargıç önüne çıkaracaktır.

Durum bu iken, 12 Mart döneminde, suçsuz insanlardan işkenceyle suçluluk ikrarı almak için, yargılama usulü yasasında gözaltı süresi, anayasaya aykırı olarak, 24 saatten 30 güne çıkarılmış; bu 30 günlük sürenin büyük bir bölümü organlara elektrik vermek dahil her türlü işkenceye ayrılmış, geriye kalan kısmı da işkence izlerini yok etmekte kullanılmıştır. Yasada yapılan bu değişiklikten sonradır ki, gözaltı süresinin 24 saatten fazla olamayacağını bildiren anayasa hükmünü değiştirmek yoluna gidilmiş; böylece yasalar
anayasaya uygun olarak çıkarılmak gerekirken, anayasa, yasa değişikliklerine uydurulmak istenmiştir. Yapılan anayasa değişikliğinde gözaltı süresi 15 gün olarak belirlendiği ve herkes öncelikle anayasa hükümlerine uymak zorunda olduğu halde; sıkıyönetim makamları 30 günlük gözaltı süresini uygulamaya ve işkenceleri uzatmaya devam etmişlerdir.

O dönemde yalnız kendilerine -anarşist- adı takılan silahlı gençler değil, 12 Mart Muhtırası ile şapkasını alıp giden Başbakan Demirel, onun yerine gelen partilerüstü hükümetler, parlamentoda bu hükümetlere ve anayasa ile
yasa değişikliklerine oy vermek zorunda bırakılan siyasal partiler, cumhurbaşkanlığı seçimleri de hukuk dışı baskılara ve işlemlere uğramıştır.

Bu dönemde, silahlı eylemlere girişen gençler yanında, bu tür eylemlerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan yazdıkları kitaplardan ötürü birçok bilim adamı, sanıkları Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde savundukları için hukukçular, çeviri yapan aydınlar, sanatçılar da hukuk dışı yollardan
tutuklanmış, mahkum edilmek üzere sanık sandalyesine oturtulmuştur.

Hukukun böylesine ve bu boyutlarda çiğnendiği bir ortamda, bu dönemin sıkıyönetim sanıkları da elbette bu uygulamadan fazlasıyla nasiplerini almışlar, hukuk dışı sorgulamalardan ve yargılamalardan geçirilmişlerdir.

12 Mart dönemi savcılarının ve sorgulama makamlarının pek çok suçlamalarının asılsız ve hukuk dışı olduğu sonradan anlaşılmıştır. Tutuklama kararlarından çoğunun hukuksal nedenlere değil, siyasal amaçlara dayalı olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Bin bir güçlük içinde gerçekleştirilen 1973 genel seçimlerinden sonra verilen mahkeme kararları
bunun kanıtıdır. -Sabotaj Davası- adıyla anılan davanın iddianamesi ve bu davada verilen beraat hükmü bunun en belirgin örneğidir. Eğer 1973 seçimlerinin getirdiği ortam olmasaydı, tertipçilerin elinde, -Sabotaj Davası- ile birlikte, daha pek çok davanın suçsuz sanıklarının Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde en ağır cezalarla mahkum edileceklerinde kuşku yoktur.

İşte hukuksuzluğun böylesine egemen olduğu bir dönemde, silahlı eyleme giriştikleri ve bu yoldan anayasal düzeni cebren değiştirmeye teşebbüs ettikleri gerekçesiyle, üç genç --Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan-- idam edilmişlerdir.

Bu durum, sözü geçen idam cezalarının hukuka uygun olup olmadığı sorusunu daha ilk günden akıllara ve vicdanlara yerleştirmiştir. Yazıya dökülmese, herkes kendi kendine ve yakınlarına bu soruyu sormaktadır. İstesek de istemesek de toplumsal gerçek budur.

Kaldı ki, yukarıdaki soruyu sormayı haklı gösterecek başka olaylar ve mahkeme kararları da vardır. Bir kere, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan gibi ve aynı amaçlarla ayrı türden silahlı eylemlere girişen başka gençler de olmuştur. Fakat onlar hakkında idam cezası verilmemiş, infaz edilmemiştir.

İkincisi İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin -Anayasayı ihlale teşebbüs- suçu hakkında verdiği gerekçeli karardır. İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi, söz konusu kararına silahlı beş-on kişinin; giriştikleri eylem ne olursa olsun, Devletin uçakları, tankları, deniz filoları karşısında anayasayı ihlal suçunu işlemelerine olanak bulunmadığını;
çünkü bunda hiçbir başarı şansı bulunmadığını, bu nedenle ortada Ceza Hukuk deyimiyle -işlenemez suç- bulunduğunu bu durumda olsa olsa --Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesine giren ve idamı gerektiren anayasayı ihlale teşebbüs suçu değil-- çok daha hafif bir cezayı gerektiren -Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesini ihlale hazırlık suçunun işlenmiş olabileceğini (T.C.K. mad. 168) ortaya koymuştur. Bu gerçekten düşündürücü ve gerekçesi itibariyle inandırıcı kararından sonra ise, İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi bütün hukuk kurallarına aykırı olarak lağvedilmiştir.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bir ülkede yalnız bütün vatandaşların değil, yabancıların dahi, yürürlükteki hukuk kurallarına göre güvence içinde yaşamaları ve bir suç töhmeti altındaysalar hukuk kurallarına göre yargılanmaları en doğal hakları olduğuna göre, yukarıda beri belirttiğimiz bu olgular karşısında, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının hukuka uygun olup olmadığını saptamak üzere, tek yasal yol olarak, -Deniz Gezmiş davasına yeniden bakılabilir mi?- sorusu akla gelmektedir.

Bu soru ortaya atılırken, giden canların geriye gelmeyeceği bilinmektedir. Fakat Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam kararları eğer haksız ise, bir daha ülkemizde haksız ve onarılmaz idam cezaları verilmemesi için, bu soruyu ortaya atmakla bir yurttaşlık ve insanlık görevi
yerine getirilmiş olmaktadır.

Hemen belirtelim ki, yürürlükteki hukuk kurallarına ve düzene göre, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın suçsuz olduklarını ve cezasız kalmaları gerektiğini savunmuyoruz. Yürürlükteki yasalar karşısında, bu üç gencin giriştikleri eylemlerle suç işlediklerinde kuşku yoktur. Sorun
bu üç gencin suçlu olup olmadıkları değil, verilen ve uygulanan cezanın suça ve hukuka uygun olup olmadığını saptamaktır.


ALİ ELVERDİ GÖREVİNİN NE OLDUĞUNU AP'DEN MİLLETVEKİLİ OLDUKTAN SONRA KAMUOYUNA AÇIKLAMIŞTIR...

Avukat Mükerrem ERDOĞAN

Üç genç arkadaşın asılmasından tam iki ay sonra gözlerim bağlı olarak getirildiğim Kontr-Gerilla karargahında madeni sesi çın çın öten ve kendisine -albayım- denilen zat demişti ki:

-Onların işi yakalandıkları zaman bitmişti.-

Bu zatın bu açıklaması o anda, bizim Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nin kuruluşu, işleyişi ve üyelerinin atanmasıyla ilgili olarak sahip olduğumuz ve yargılama sırasında ileri sürdüğümüz düşüncelerin teyidi anlamını taşıyordu.

Ancak, bütün bunlara karşın, hukukçu olmanın koşullandırmasıyla Askeri Mahkeme'nin 18 gencin idamına imza atacağını ve kalem kıracağını beklemiyorduk. Bir bankanın soyulmasının, 4 Amerikalı erin kaçırılmasının Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tebdil, tağyir ve ilga edeceğini bir
hukukçunun anlaması ve kabullenmesi olanak dışı bir şeydi. Davanın politik niteliği dahi bu eylemlere TCK.'nın 146'ıncı maddesinin uygulanmasına yetmezdi. Ne var ki önceden saptanmış sonuca varabilmek için anayasa ve ceza hukuku ilkeleri bir tarafa itilmiş, suç ile ceza arasında akıl almaz oransızlık taşıyan bir karar verilmişti.

Suç ile ceza arasındaki bu oransızlığın nedenini bir çırpıda tanımlamak olanaksızdır. Bu konunun her bir yönü siyasetbilimciler, sosyologlar, ekonomistler ve tarihçilerle psikologlar tarafından ayrı ayrı incelenmelidir. Özellikle bir psikolog, bu oranı bozanlar arasında, çok ilginç prototipler
bulacaktır.

Üç genç insanın asılmalarından sonra infaz tutanağı düzenlenip, tutanak ilgililer tarafından imzaladıktan sonra idam cezalarını veren Askeri Mahkeme Başkanı Ali Elverdi bize dönerek (Halit Çelenk'e ve bana):

-Bizler görevimizi yaptık,- demiştir.

Görevinin ne olduğunu da Adalet Partisi'nden milletvekili seçildikten sonra Türk kamuoyuna açıklamış bulunmaktadır.

Namuslu gazetecilik anlayışının bir ürünü olan bu röportaj ile halkımızdan ısrarla gizlenen gerçekler halkımızın bilgisine sunulmuştur. Şüphesiz halkımız bu gerçekleri en doğru şekilde değerlendirecektir. İnfazları anında bizim yanlarında olmamızı isterken ONLAR'ın da umudu bu idi.

Deniz Gezmiş davasına yeniden bakılabilir mi? sorusunun cevabı kuşkusuz Ceza Yargılama Usulü Yasası'nın dar kuralları içerisinde aranmayacaktır. Bu dava halkımızın yüreğinde 6 Mayıs 1972 sabahından beri -derdesti rüyet-tir.

Bu şaşmayan ve yanılmayan yargıç, elbette, nihai kararını verecektir.


ASKERİ GÖREVLERİ YANINDA POLİTİK GÖREVLER DE YAPTIĞINI
SÖYLEYEN ELVERDİ HAKKINDA KOVUŞTURMA AÇILMASI GEREKİR

Avukat Orhon İZZET KÖK

1'inci THKO Davası sonunda verilen kararlar, teknik anlamda hukuka aykırı, yanlış kararlardı. Olayda, 146'ıncı maddenin öğeleri kesinlikle mevcut değildi ve adı geçen maddenin bu davada uygulanması olanaksızdı. Bu maddenin uygulanabilmesi için özellikle yasanın öngördüğü, kasıt, icra başlangıcı
ve elverişli vasıta gibi öğeler yoktu ve bunlar olmadan hüküm verilemezdi. Bunlar, davanın savunması sırasında uzun uzun anlatılmış, eleştirilmiştir. O nedenle, savunmanın burada yeniden özetlenmesinin bir yararı bulunmamaktadır.

Pratik önem taşıyan sorun şudur: Bulunduğumuz noktada, davaya yeniden bakılması istenebilir mi? Yasal deyimle yargılama yenilenebilir mi?

Kuşkusuz, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam edilmiş olmaları, böyle bir isteme engel değildir. Ancak yargılamanın sanık lehine yenilenebilmesi ve bunun istenebilmesi için yasa bazı koşulları gerekli görmektedir.

CYUY'nın 327 ve 353 sayılı yasanın 228'inci maddelerinde 5 madde halinde düzenlenen bu koşullardan, konumuz bakımından öncelikle ikisi, tartışılabilir bir nitelik taşımaktadır:

1) Gerçekten, CYUY'nın 327'inci maddesinin 3'üncü fıkrasına (353 Sayılı yasanın 228'inci maddesi: C) göre:

-Hükümlünün kendisi tarafından sebebiyet verilmiş olan kusur dışında, hükme katılmış olan hakimlerden biri aleyhine ceza kovuşturmasını ve kanuni bir ceza ile hükümlülüğü gerektirecek nitelikte olarak görevini yapmada kusur etmiş- olmak, yeniden yargılama istemini gerektiren nedenlerden biridir.

Biliyoruz ki, 1'inci THKO Davası'na bakan mahkemenin hukukçu olmayan başkanı Ali Elverdi, emekli olduktan sonra AP'ye girmiş ve giriş töreninde yaptığı konuşmada, sıkıyönetim döneminde -askeri görevleri yanında politik
görevler de yaptığını- söylemiştir. Elverdi'nin benzer itirafları, daha sonra başka konuşmalarda da sürmüş ve bunlar kamuoyuna yansımıştır.

Yargılama, bir -askeri görev- değildir, hukuki bir görevdir. Oysa Elverdi bundan söz etmemekte ve yaptığı işleri askeri ve politik olarak ikiye ayırmakta, öyle sınırlamaktadır. Şu hale göre Elverdi, mahkemelerde -politik- görev yapmıştır, yani özel bir -politik-siyasal- görevle orada bulunmuştur.
Yargıçlık görevini siyasal bir görev nedeniyle yürütmek ve bu amaçla kullanmak ise yasadaki deyimle, ilgili hakkında -ceza kovuşturmasını- ve sonunda -hüküm giymeyi- gerektirecek bir eylemdir.

Gerçi Elverdi bu yüzden -hüküm giymiş- değildir. Ama yasa, -ceza kovuşturmasını ve hükümlülüğü- gerektirmeyi yeterli bulmaktadır.

Öte yandan bu durumun ispatı da gereksiz hale gelmiştir. Çünkü itiraf bizzat Elverdi'den gelmektedir. Ortada -ikrar- vardır.

Özet olarak, yargılamayı yapan ve hükmü veren mahkemenin başkanı, orada politik görevle bulunduğunu ikrar ve itiraf ettiğine göre yasanın 327/3'üncü maddesi çerçevesinde yargılamanın yenilenmesi gerektiği konusu ciddi olarak tartışılmalıdır. Öte yandan, Cumhuriyet Savcılığı'nın, bu ikrarı
değerlendirerek Elverdi hakkında ceza kovuşturması açması da bizce gereklidir.

2) Aynı yasanın 5'inci (353 S.Y E) fıkrasına göre:

-Yeni olaylar ve yeni deliller ileri sürülüp de bunlar yalnız başına veya daha önce irad edilen delillerle birlikte gözönünde tutuldukları takdirde, hükümlünün beraatini veya daha hafif cezayı gerektiren kanun hükmünün uygulanması ile hükümlülüğü gerektirebilecek nitelikte olursa...- yine yargılamanın yenilenmesi istenebilir.

Bu konuda yapılacak araştırmalar ve davanın bütün müdafileriyle yapılacak temaslar sonunda elde edilebilecek ya da saptanabilecek bir delil ve belge söz konusu olursa yargılamanın yenilenmesi için başvurma yolu her zaman açıktır. Bu konudaki yeni delil ya da belgenin tek ya da çok olması önemli değildir. Hiç kuşkusuz bu konu, geniş bir hazırlık ve çalışmayı gerektiren bir iştir. Ama yasanın buna olanak verdiği de bir gerçektir.


22 KİŞİLİK ADALET KOMİSYONU'NDA İDAMA KARŞI GELEN TEK ÜYE BENDİM

Mevlüt OCAKÇIOĞLU

Niğde eski CHP milletvekili ve TBMM Adalet Komisyonu eski üyesi

Kim ne derse desin, çapı ne olursa olsun, son senelerde gençlik, talebe ve işçi hareketleri, halka dönüklüğü nispetinde, her türlü usul ve vasıta kullanarak, --bu vasıtaların en etkeni din olmuştur-- iç ve dış sömürü talana karşı, baş kaldırmayacak, hakkını soramayacak, bu benim kaderim, o'nun
kısmeti diyecek kadar zavallılaşmış, beyni uyuşturulmuş, gecekonduların köy-kentlerin sakinleri, yoksul çilekeş, amma bu vatanın öz ve bağlı insanlarını halk kitlelerinin uyandırmak, hakkını sorar ve arar, kıpırdanır, konuşur hale getirmek gibi çok kutsal, çok insancıl çok yurtsever davranışlardır. Bir gerçektir, bir zamanların, suskun, uyuşuk insanları,
fakir halk yığınları, bugün --son birkaç yıldır-- konusu, ister, direnir, çekişir hale gelmiştir. O bombalar, o soyguncular, o kaçırmalar o boğuşmalar, köyde, kentte, gecekonduda sefil ve perişan, ama Allah'a çok şükürle kıfafi nefs eden insanlarımızın kulağını ve gözünü Ankara'ya, İstanbul'a, soyguna,
sömürüye, hakka, hukuka çevirmiştir. Ülkede ne olup bittiğine merak sardırmıştır. Bu çok büyük bir aşama.

Bu hal senede milyonlarca lafla, arka sıvazlayarak, rüşvet vererek, sermaye ve soygun düzeninin gereklerine uyarak, içine girerek, vergi kaçırarak, yoktan vergi iadesi nasiplenerek, sahip olanların hoşuna gitmiyor, gitmez de. Beleşçiliğe, vurguna, soyguna, talana alışmış, uyanışı ve uyanışa önayak olanlara ağır saldırılara uğratmak, elden gelirse yok etmek baş çaredir.

İşte üç fidan da --Ben bunlara delikanlılar demiştim. Adalet Komisyonu'nun infazı onaylayan kararına muhalefet şerhimde-- bu sebeple öleceklerdi, öldürüldüler. Kıpırdayana gözdağı olarak öldürüldüler.

Anayasa dibacesinde ülkede yaşayan bütün fertlerin, kaderde, kıvançta, tasada ortaklığını emreder. Devlete halkı belli bir ölçüde insanca bir hayat seviyesine getirmekle yükümlü sosyal devlet niteliğini vermiştir.

Bu hareketlerin içinde olanlar, anayasanın bu emirlerini uygulamaya davet ediyorlar. Yasal yollardan, demokratik usullerle, ilk gençlik hareketi, böyle idi, sermaye ve sermayeye dayalı hükümet, birtakım karşı hareketlerle samimi, iyi niyetli, yasalara dayalı davranışları neticede kana buladı,
suça yöneltti.

Bu olayın görüşüldüğü sırada Millet Meclisi Adalet Komisyonu Üyesi olduğum için, konuyu daha teferruatlı dosyası üzerinden inceledim. Dikkatimi bir mühim nokta çekti. O konuyu başlık yaptım. Bunu izahta belirtmede meselenin içyüzünü gösterme bakımından büyük yararı var:

KARARIN BİR YERİNDE ŞÖYLE YAZILMIŞ (İdam kararının)

-Sanıkların ve müdefaiilerinin Türkiye'nin bugünkü ortama gelmesinin ve olayların gerçek müsebbiplerinin politik iktidar ve emrindeki, militanlar oldukları, bunlara karşı çıkanların meşru müdafaa halinde bulundukları yolundaki beyanları bu hadisede Türk Ceza Kanunu'nun 51'inci maddesinin
tatbikini talep eder, istikametteki savunmaları haksız tahrik müessesindeki, hukuki unsurlardan, mahrum bulunduğundan, hukuki yönler itibariyle, kabule ayan görülmemiş, bu detaylı eleştiri ve iddialar hakkında mahkememiz
kişisel görüşlerini mahfuz tutmuş, müessese olarak bunların üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin takdir yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.-

Bu paragrafı koymakla hakimler güya halka, tarihe karşı sorumluluktan, kendilerini kurtarmak istemektedirler. Bilmektedirler ki, bu hareketlerde, T.C.K.'nın 146'ıncı maddesini ilgilendiren bir vasıf ve mahiyet yok. Banka soygununun ayrı, adam kaçırmanın ayrı, polis kulübesini kurşunlamanın ayrı
ve 5-10 senelik hapsi gerektiren, cezalar var. Amma ilahlar kurban istiyor. O günkü hakim zümre, bozuk düzen kurban istiyor. O düzenin mahkemesi de bu kararı verecektir. Kusurumuza bakmayın demek istemektedirler. Kişisel görüşün var da hiç olmazsa T.C.K.'nın 59'uncu maddesini uygulayıp idamı
müebbet hapse çevirmen, en tabii hakkın. Takdirine giren hakkın olmadı.

Sizin idam kararınıza büyük Türk milleti ne çare bulabilir. Tarih ne çare bulur, meclisin teşekkülünü biliyorsunuz, mahkememizi görevli kılan, sizi oraya tayin edenler çoğunlukta; bunu bilmezsiniz. Bu özür mü, hakim beyler? Muhakkak ki idamı isteyen meclis grupları içinde halka dönük milletvekilleri
vardı. Ancak gruplarına, yaslandıkları düzene karşı gelemediler. Karşı gelseler kendileri de tasfiye edilirlerdi. Haktan yana, adaletten yana olmak zordur. Büyük fedakarlıklar yüreklilik ister.

22 kişilik Adalet Komisyonu'nda, idama karşı gelen tek üye bendim. Geniş muhalefet şerhim, Millet Meclisi'nin 10.3.1972 gündeminde okundu. Bana yan bakanlar oldu, komünist diyenler oldu, amma ben hukuktan adaletten yana olmamın iftiharı, huzuru içinde oldum, olmakta da devam ediyordum.

Çok gezdim Anadolu'yu. Hakimlik yaptım, avukatlık yaptım, politik çalışmalarım oldu, halka karıştım, sıkıntıları, dertleri, çileyi, her türlü yoksulluğu gördüm. Bu çilenin bitmesi gerektiğine inanmaktayım. Bu uğurda mücadele edenleri takdir etmekteyim.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ın idam kararları üzerinde iade-i muhakemeye gidilebilir mi?

Gidilir elbet, amma onların, davalarına hizmet ettikleri, halk iktidarının kurulmasına bağlıdır. Bu netice, bu üç delikanlının nasıl bir yasadışı takdir ile idam edildiklerini izah edebilirdim sanırım, bunlar Anadolu'nun bağrından, köylerden yetişip gelmiş yavrulardı. Ülkenin, Türk halkının maruz
kaldığı hizmet yoluna böylece girmişlerdi, ruhları şadolsun.


İKİSİ 25, BİRİ 23 YAŞINDA OLAN BU ÜÇ GENÇ ÖLÜMDEN
KURTULAMAZ MIYDI?

Avukat Faik MUZAFFER AMAÇ

Konuya genel açıdan bakıldığında:

1) 353 sayılı (Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü kanununa göre, yalnız Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nde değil, yargı görevlerini olağan dönemlerde de yapan bütün askeri mahkemelerde hakimler; hakimlik
güvencesinden yoksundur. Örneğin, bu hakimlerin terfileri; idari sicil üstlerince verilecek sicile bağlıdır. (Madde: 12) Atanmaları, yer değiştirmeleri; Milli Savunma Bakanı ile Başbakanın müşterek kararnamesiyle olur. (Madde: 16) Askeri hakimler; Milli Savunma Bakanı tarafından disiplin cezalarıyla cezalandırılabilir. (Madde: 29)

Böylece, hakimlik güvencesinden yoksun hakimlerden kurulmuş olduklarından bütün askeri mahkemeler, kuruluş bakımından anayasaya aykırıdır.

Olağanüstü dönemlerde görev yapan Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri, bu konudaki itirazları Anayasa Mahkemesi'ne götürmekten çekinmişlerdir. Görevlerini olağan dönemlerde de yapan öteki Askeri Mahkemeler arasında, konuyu Anayasa Mahkemesi'ne gönderecekler bulunabilir. Bu nedenle,
her Askeri Mahkemede, davanın çeşidi ne olursa olsun, sanıklar ve varsa müdafileri; 353 sayılı kanundaki hakimlik güvencesine aykırı hükümlerin anayasaya aykırılığını ileri sürüp konunun Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesini istemelidirler.

Çünkü, askeri mahkemelerde, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik güvencesi ilkeleri gerçekleşmedikçe, kamuoyu; bu mahkemelerden çıkan hiçbir kararı, tam bir güvenle karşılayamayacaktır.

2) En iyisi, ölüm cezalarının büsbütün kaldırılması ise de bu ceza yürürlükte kaldığı sürece yasama organı; ölüm cezalarının yerine getirilmesine ilişkin kanunların yürürlük maddesini şuna benzer biçimde düzenlemelidir:

-Bu kanun, yayımından 90 gün sonra yürürlüğe girer. Bu süre içinde kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması halinde kanunun yürürlüğe girmesi için Resmi Gazete'de yayımlanması beklenir.-

Ölüm cezalarının yerine getirilmesine ilişkin kanunlar, yayımı tarihinde yürürlüğe girecek olurlarsa bunlar, uygulamada Anayasa Mahkemesi'nin denetiminden kaçırılmış olurlar.

Bu söylediklerimiz, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askeri Mahkemesi'nin 9.10.1971 gün ve E: 1971/13, K: 1971/23 sayılı kararıyla ölüm cezasına çarptırılan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine getirilmesi konusuna uygulandığında:

25 Mart 1972 günlü Resmi Gazetede yayımlanan 17 Mart 1972 günlü 1576 sayılı (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair Kanunun) yürürlük maddesi şöyle idi:

-Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.-

Ancak CHP, kanun daha yayımlanmadan ve yürürlüğe girmeden, bu konunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağını bildirmiş ve basın da konu ile ilgilenmiş olduğundan, ölüm cezalarının yerine getirilmesi geciktirildi. Yayımından sonra hem biçim, hem de esas yönünden iptali
için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması üzerine, kanun, Anayasa Mahkemesi'nin 6 Nisan 1972 günlü, K: 1972/13, Karar: 1972/18 sayılı kararıyla iptal edilip 7 Nisan 1972 günlü Resmi Gazete'nin Mükerrer sayısında yayımlandı.

Anayasa Mahkemesi, kanunu biçim yönünden iptal ettiğinden -İptal kararına göre, öteki aykırılık iddialarının incelenmesine yer olmadığına oybirliğiyle karar- vermişti.

Bu iptal kararı üzerine yeniden kabul edilen 2 Mayıs 1972 günlü (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair) 1586 sayılı kanun 5 Mayıs 1972 günlü Resmi Gazete'de yayımlandı. Bu kanunun da -Yayımı tarihinde- yürürlüğe gireceği yazılı idi. Bu ikinci kanun yayımlanınca ölüm cezaları hemen yerine getirildi. Böylece Anayasa Mahkemesi'nin, önce sadece biçim yönünden iptal ettiği kanunun, bu kez, esas yönünden de incelenip anayasaya uygunluğunun denetlenmesi olanağı ortadan kaldırılmış oldu.

Yasama organı, kanunun yürürlük maddesini, Anayasa Mahkemesi'nin denetimini önlemeyecek biçimde düzenlemiş olsaydı ACABA, Anayasa Mahkemesi; kanunu esas yönünden de iptal etmez ve ikisi 25, biri 23 yaşında olan bu üç genç ölümden kurtulmaz mıydı?

Bu ACABA'ya karşın ölüm cezalarının yerine getirilmiş olması; hangi vicdanı sızlatmaz?


12 MART'IN KENDİNE ÖZGÜ HUKUKLA BAĞLANTISI OLMAYAN
ÖZEL BİR YERİ VARDIR

Avukat Bozkurt NUHOĞLU

Deniz Gezmiş ve arkadaşları davasına yeniden bakılabilir mi? Bu kararları veren mahkemelere dışardan baskı yapılmış mıdır? Politik etkenler kararlar üzerinde ne dereceye kadar etkili olmuştur? Sorularına cevap vermek ve açıklık getirmek kanımca bir hukukçudan öte her yurtseverin görevi
ve de kullanılması gerekli bir hakkıdır.

Ben bu olaya bugün taşıdığım hukuki kimliğin gerektirdiği açıdan yaklaşmak istemiyorum. Bu olayın hukuki cephesini çok değerli ve saygın hukukçu meslektaşlarımız aydınlatmışlardır. Ve bunu aydınlatmaya devam edeceklerdir. Benim yaklaşımım da son çözümlemede hukuki durumu aydınlatıcı nitelikte olacaktır. Ancak bu hukuki bakış açısı sadece Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanan Deniz'in dosyası ile bağlı değildir. Daha çok gerilere giden hukuki duruma aydınlık getiren bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı daha çok egemen sınıfların -kast- unsuruna dayanacaktır.

Bizce Deniz'in asılarak idam edilmesine yol açan, sadece son eylemleri değildir. Deniz'i çok yakından tanıyan bir kişi olarak, onun ilk eylem günlerinden son günlerine kadar geçirdiği olayları kronolojik olarak anlatıp burjuvazinin kastını (idam etme kastını) buradan başlayıp son güne kadar
getirmek gerektiğine inanıyorum.

Deniz, karşılıklı sınıf çatışmalarının yer aldığı, sınıflı bir toplum olan ülkemizde son olaylardan çok daha önce egemen güçler tarafından bu cezaya çarptırılmıştır. Ancak bu cezanın infazı için herkesçe bilinen son eylemleri kendilerince makul bir gerekçe olarak kamuoyuna sunulmuştur. Deniz adım adım gerçekleştirmek istediği her hukuki ve demokratik eylemin
karşılığında, haksız şekilde her zaman hapishanenin dört duvarı ile karşı karşıya kalmıştır. Bunun için Deniz Gezmiş egemen sınıfların bu kinine çoktan layık olmuştur.

Neden? Deniz çalışkan ve başarılı bir öğrenci idi. Hukuk öğrenimine girmesi rastlantı değildi. Onun hukuk öğrenciliği devrimciliğinden çok sonra gelir. O hukuk öğrenimine devrimci mücadele için araç olsun diye, inanarak karar vermişti. Genç kafasında sisli bir şekilde belirlenen adaletli ve halktan
yana düzeni ancak demokratik yollardan hukuk öğrenimi yaparak gerçekleştireceğine inanıyordu. Ancak egemen burjuvazi, bu inançlı ve kavgacı kişiliğe bu olanağı tanımadı.

Deniz, öğrenci gençliğin mücadelesini bu şartlar altında, inandığı mücadele biçimi içinde şekillendirdi. Günün tüm öğrenci örgütleri pasifist, neme lazımcı, kişisel şöhret peşinde ve bir bakıma burjuvazinin değirmenine su taşıyan kişiliksiz yapıda idi. Bunun için bü örgütlerle ilerici, yurtsever, anti-emperyalist ve anti-faşist mücadele gereği gibi yapılamazdı. Deniz hemen Hukuk Fakültesi'nde, Devrimci Hukuklular Örgütü'nü kurdu. Arkasından daha geniş bir tabana hitabeden Devrimci Öğrenci Birliği'ni (DÖB) oluşturdu. Bilahare bu örgüt FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde aktif rol
oynayarak bu örgütü Dev-Genç'e dönüştürdü. Bundan sonra Dev-Genç, gençliğin anti-faşist ve anti-emperyalist örgütü haline geldi.

Gençliğin her anti-faşist ve anti-emperyalist demokratik atılımı burjuvazinin kalelerinde sonradan tamiri imkansız gedikler açıyordu. Burjuvazi hedefini seçmişti: İyi bir örgütçü ve baştan aşağı inanç dolu olan Deniz mahvedilmeliydi. Çünkü Deniz ve arkadaşlarının mücadelesi üniversite ve toplumun diğer katlarına yayılmaya ve yansımaya başlamıştı. Özellikle üniversite ilerici ve devrimci çizgide aktif olarak o zamanda yerini almıştır. Şöyle ki, 1968-1969 ve 1970 yıllarında Türkiye'nin çeşitli kentlerindeki üniversitelerin sosyal ilimlerle uğraşan üç yüze yakın üniversite öğretim üyesi çeşitli tarihlerde iktidara ve faşist eylemlere karşı yayınladıkları
bildirilerle bu oluşumun en somut örneğini vermişlerdir.

Deniz, her şeyin ötesinde bir eylem adamı idi. Kavradığını mükemmel kavrar ve derhal uygulamasına geçerdi. Ve derdi ki -en iyi lider en iyi militan olandır.- O dönemin bütün ilerici yurtsever anti-emperyalist ve anti-faşist eylemlerinde o ve arkadaşları yer almıştır. Her demokratik ve haklı eylemin
sonunda Deniz Geçmiş haksız şekilde kovuşturmaya uğruyor ve tutuklanıyordu. (12 Haziran 1968 işgal eylemi dolayısı ile cumhurbaşkanı, başbakan, muhalefet lideri ve tüm üniversite rektörleri öğrencilerin isteklerinde haklı olduklarını belirtmişlerdi.)

Büyüyen ve yurda yayılan demokratik ve anti-faşist eylemleri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bağlamak elbetteki mümkün değildir. Ama bu eylemlere etkin katkıları olmuştur.

İstanbul'daki son tutuklanma bilindiği gibi Yıldız Öğrenci Birliği'nde bulunan dürbünlü bir tüfek yüzünden olmuştur. Bu tüfeğin Deniz'e ait olduğu iddia edilmiş, sonradan aksi sabit olmuştur. Mahkeme dosyası bunun açık kanıtıdır. Bu durumda bile Deniz 9 ay tutuklu kalmıştır. Hem de bir önceki
tutukluluğundan sonra özgürlüğüne kavuşmasının birinci ayı dolmadan. Deniz Gezmiş'in sayısız tutuklamalarında bütün hukukçuları şaşırtan bir özellik vardır; bütün tutuklanmaların sonucu mahkemelerde beraattır.

Deniz Gezmiş bu çizgilerden geçerek 12 Mart'a gelmiştir. 12 Mart'ın kendine özgü, hukukla bağlantısı olmayan özel bir yeri vardır. Bu özel konumda Deniz ve arkadaşları T.C.K.'nın 146'ıncı maddesi gereğince yargılanmış ve hüküm infaz edilmiştir. 12 Mart'ın mahkeme başkanları ve yargıçları ön yargılı ve taraf olan kişilerden olmuştur. İdam hükmünü veren Ankara Sıkıyönetim 1 No'lu Mahkeme Başkanı Ali Elverdi sonradan bir vesile ile açıkladığı gibi -Ben, hayatımda askeri görevlerin dışında politik görevler de yaptım.- Sözü bu mahkemelerin niteliğini göstermesi bakımından çok ilginçtir. Ayrıca İstanbul 3 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin 146'ıncı
maddeyi uygulamadığından dolayı lağvedilmesi de bu dönemin hukuk uygulamasının ne olduğu konusunda insanlara ibret verecek en ilginç olaydır.

Biz yazımızı onun içerde ve dışarıda dilinden düşürmediği dizelerle bitirmek istiyoruz:

-Delikanlım,
iyi bak yıldızlara.
Onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
yıldızların ışığında kollarını
ufuklar gibi açıp geremezsin.
...

Delikanlım,
sen ki, ya bir köşe başında
Kaşından kan sızarak gebereceksin.
Ya da bir devrimci gibi darağacında
can vereceksin-

Onların bütün bir hayat taşıyacağım taze ve sıcak anıları önünde saygı ile eğilirken, 12 Mart'ın bütün hukuk dışı uygulamalarının değerlendirileceği günü sabırla beklemekteyim.


İDAM HÜKMÜYLE SONUÇLANAN BU DAVAYA YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER GÖSTERİYOR Kİ, KANUNUN DEĞİŞTİRİLMESİ BİR GEREKLİLİKTİR

Prof. Dr. Öztekin TOSUN

Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesini ihlal suçundan ölüme mahkum edilen ve cezaları da yerine getirilmiş bulunan üç kişi hakkında verilmiş ölüm cezasının benzerleriyle karşılaştırıldığında çok ağır olduğu, bu olayda uygulanması gerekli maddenin başka bir madde olduğu, bu bakımdan bir
hukuki yanlışlık bulunduğu düşünülmektedir.

Böyle bir yanlışlık bulunduğunda, bu kişilerin yeniden muhakemesinin yapılıp yapılamayacağı sorulmaktadır.

Bir muhakeme yapılıp bütün soruşturmalar sonucunda bir karara varılmış ise, bu karar aleyhine bazı denetim muhakemeleri bulunmaktadır. Örneğin kararı beğenmeyen süresi içinde temyiz eder; ölüm cezasını gerektiren fiiller için
bu temyiz incelemesi otomatik olarak, yani hiç kimse istemese de yapılır. Bu yollardan geçtikten sonra son karar yargı durumuna girer, yani o artık gerçeğe ta kendisi sayılır; artık bu kararın yeniden ele alınıp uyuşmazlıkların toplum içinde sürüp gitmesini önlemektir.

Böyle olmakla birlikte, bazı sınırlı nedenler bulunduğu ileri sürülürse, hukukumuz yargı durumuna girmiş, bu son karara rağmen, uyuşmazlığın yeniden muhakemesini kabul etmektedir. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 327-342'inci maddelerinde düzenlenmiş (muhakemenin yenilenmesi eşittir muhakemenin iadesi) adını taşıyan bu kurum sayesinde
yeniden bir muhakeme yapıp hukuka aykırı son kararın kaldırılması olanağı vardır.

Mahkum öldüğünde bu yola başvurmak, örneğin ana babasına ve kardeşlerine de tanınmıştır.

Üzerinde durduğumuz olayda bu yola başvurulması olanağı bulunmadığını zannetmekteyim; çünkü, söylemiş olduğum gibi, bu yola kanunda açıkça gösterilmiş sınırlı durumlarda gidilebilmektedir.

İ) Sadece son kararın hukuka aykırı olması yetmez ayrıca kanundaki nedenler bulunmalıdır.

Olayda TCK.'nın 146'ıncı maddesiyle ceza verilmesi hukuka uygun değildir, başka bir madde ile daha hafif bir ceza verilmeliydi diye bir fikre dayanıldığı kabul edildiğinde, kanunun sadece yanlış madde uygulanması durumunda bu yola gidilmesini kabul etmediğini görmekteyiz. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 327'inci maddesinde sayılmış nedenlerden biri bulunması gerekmektedir. Bu nedenleri kısaca görelim:

1) Duruşmada kullanılmış ve son karara etkili bir belgenin sahte olduğu ortaya çıkmalıdır. Olayımızda böyle bir belgenin sahte olduğu biçiminde bir iddia yoktur.

2) Yemin verilerek dinlenmiş bir tanığın mahkum aleyhinde gerçek dışı bir açıklamada bulunması ve bunun son karara etkili olması gereklidir. Böyle bir tanık açıklamasının gerçeğe aykırı olduğu ve buna dayanıldığı ileri sürülmemiştir.

3) Son karara katılmış hakimlerden birinin aleyhine ceza uygulanmasını gerektirecek nitelikte vazifesini kötüye kullanmış bulunması, yani bir vazifeyi ihmal veya suiistimal suçunu işlemiş bulunması gerekmektedir. Hakimlerin böyle bir suç işlediği hususunda bir iddia da yoktur zannediyorum.

4) Yeni deliller ileri sürülmesi gerekmektedir. Yeni delil, duruşmada hiç ileri sürülmemiş veya sürülmüş olsa bile hiç üzerinde durulmamış delil olarak tanımlanmaktadır.

Bu nokta, dosyanın tam bilinmesi ile cevaplandırılabilir. Böyle bir delil ortaya çıktığında yeniden muhakeme olabilir; çıkmadığında yeniden muhakeme olamaz.

İİ) Ölmüş kişiler için sadece beraat etmesi gerekirdi diye bu yola gidebilmektedir.

Bir an için yeni delil ortaya çıktığını kabul ettiğimizde, olayda ikinci bir kanun sınırlaması ile karşılaşmaktayız. Şöyle ki; kanunumuz, ölmüş kişiler hakkında yeniden muhakeme yapılmasını, onların sadece beraat kararı almaları olasılığında kabul etmekte, onun dışında etmemektedir. (CMUK. m. 339) Bu üç sanığın TCK.'nın 146'ıncı maddesiyle değil, fakat daha hafif bir cezayı gerektiren başka bir madde ile cezalandırılması gerektiği ileri sürüldüğüne göre, kanunumuzca böyle bir ceza değiştirilmesi için yeniden muhakeme kabul edilmiş değildir. Bu hüküm eleştirilere uğramaktadır;
fakat böylece yürürlüktedir.

Demek ki, ölmüş kişiler hakkında sadece beraat kararı verilmesi iddiası ile bu yola başvurulabilmektedir; daha hafif bir ceza ile mahkumiyet için bu yol kapalıdır. Böyle bir hukuka aykırılık son karar yargı halini almış ve sanık da ölmüş ise, yeniden mahkeme için yeterli olmamaktadır. Eğer beraat
olasılığı yoksa, kanundaki nedenler bulunsa bile, son karar yeniden ele alınamamaktadır.

Demek ki (İ) numara altında gösterdiğimiz 4 nedenden biri veya birkaçı söz konusu olayda bulunsa bile, (İİ) numara altında gösterdiğimiz koşul gerçekleşmediği için, bu yola gidilmesi olanağı yoktur.

Ancak kanundan çıkan bu sonucun, hukukçuları hiç doyurmadığı, bu yüzden, bu sınırlamanın kaldırılıp, cezanın azaltılması için de bu yola başvurulmasına olanak sağlanmasının doğru olacağı yolundaki eleştirileri dikkate almak gerekir.

Bu eleştiriler bizi kanunun değiştirilmesi ve yargılama beraatla sonuçlanmayacak olsa bile, idam edilen sanığın davasına yeniden bakılması olanağının sağlanması gerektiği sonucunu kabule götürmektedir.

İDAMLARLA İLGİLİ TARİHİ BİR BELGE

TÜRKİYE RAPORLAR BİRLİĞİ BAŞKANI PROF. DR. FARUK EREM'İN CUMHURBAŞKANI CEVDET SUNAY'A İDAMLARLA İLGİLİ RAPORU

ANKARA 1 NUMARALI SIKIYÖNETİM MAHKEMESİ DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN VE HÜSEYİN İNAN'IN İDAMINA KARAR VERDİĞİ GÜNLERDE, CUMHURBAŞKANLIĞI HUKUK DANIŞMANI, PROF. DR. FARUK EREM'Dİ. İDAMLARIN MECLİSTE GÖRÜŞÜLECEĞİ GÜNLERDE FARUK EREM'DEN MÜTALAASI İSTENMİŞ, FARUK EREM GÖRÜŞLERİNİ BİR RAPORLA CUMHURBAŞKANLIĞI'NA BİLDİRMİŞTİ...

Sayın General

Cihad Alpan

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri

Emir buyrulan mütalaa aşağıda saygı ile arzolunmuştur:

1) Usul bakımından: CHP'nin iptal sebeplerinden bir kısmı usule dayanmaktadır.

a) İvedilik, öncelik: Tasarının Meclis'te ve Senato'da Komisyonların teklifi üzerine öncelik ve ivedilikle kabul edildiği, bunu teklif eden Komisyonların gerekçe göstermedikleri ve karar alındığı sırada da bir gerekçeye yer verilmediği bildirilmektedir.

--Gerçekten öncelikle (İç Tüzük: 74) gündemde mevcut maddelere -takdimen müzakere istendiğinde bunun eshabı mucibesinin dermeyan-ı sorumludur. Cumhuriyet Senatosu İç Tüzüğünde de (45) -Hükümet veya Komisyon tarafından yazılı ve gerekçeli bir istek üzerine- bir tasarının önce görüşülmesine karar verilebileceği açıklanmıştır.

--Millet Meclisi İç Tüzüğünde (70, 71) bir tasarının -yalnız bir defa müzakeresi ile iktifa edilmesi için Meclis'in kabul edeceği esaslı bir sebep olmadıkça müstaciliyet kararı verilemez, müstaceliyet kararının talebi yukarıdaki maddede münderiç şartları muhtevi ve tahriri olmak lazımdır- denilmektedir. Senato İç Tüzüğünde de (46) -esaslı bir sebep olmadıkça
ivedilik kararı verilemez- kaydı yer almaktadır.

--O halde -gerekçe- ve -esaslı bir gerekçe- kararının verilebilmesi için aranan bir koşuldur. Anayasamız -kanunların yapılması-nı düzenlemiştir (Anayasa 91 ve devamı). İvedili işler-ivedili olmayan işler ayrımı (92) kabul edilmiştir. O halde ivedilik kararı ancak koşullarına riayet edilerek, verilebilir.

b) Teklif: CHP, bahis konusu tasarının Meclise Başbakanlık tarafından sevkini, Anayasanın 64'üncü maddesine aykırı bulmakta ve bundan evvel Adalet Bakanlığınca Meclise sevkedilmemiş olan dosyaların Komisyon kararı ile Başbakanlığa iade olunduğunu ileri sürmektedir.

c) Münferit oylama: CHP'nin gösterdiği sebeplerden biri de, üç kişi hakkındaki ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair Adalet Komisyonunca hazırlanan tasarının birinci maddesinin her üç hükümlüyü kapsadığı, bu hali ile genel kurullardan geçtiği ve hükümlüler hakkında tek tek oylama yapılmadığı, bu hususun -cezaların şahsiliği- ilkesine aykırı düştüğüdür.

2) Esas bakımından: CHP'nin esas bakımından ileri sürdüğü iptal sebepleri şunlardır:

a) Parlamentonun yetkisi: Anayasanın 132'inci maddesine göre yasama ve yürütme organları mahkeme kararlarını değiştiremezler, yerine getirilmesini geciktiremezler. Bu kuraldır. Ölüm cezaları hakkında Meclisin vereceği karar, bunun istisnasıdır. Bu istisnanın sebebi şudur: -... mahkemenin
nazara alamayacağı hususları dikkat nazarına alarak ve aynı zamanda bir hayata son verilmesinin maşeri vicdanı temsil eden Parlamento tarafından bir defa daha incelenmesi-.

b) Kanun teklifleri ve diğer kararlar: Meclis gündeminde de, bahis konusu tasarının görüşüldüğü aynı günün gündeminde başka ölüm cezalarının yerine getirilmesi ile ilgili Komisyon raporları mevcuttur. Bunlar hakkında öncelik ve ivedilik kararı alınmamıştır. Ayrıca hükümlüler af için Meclise müracaat etmişlerdir. Ölüm cezasının ilgası açısından da kanun teklifleri vardır. Bunlar hakkında henüz bir karar verilmiş değildir.

3) CHP'nin iptal istemi gerekçelerinin değerlendirilmesi: İptal isteminin usul ve esasa ilişkin gerekçeleri arasında bir bağlantı görülebilir:

a) Tartışmasız kabul: Eğer ivedilik ve öncelik kararı alınmamış olsa idi, Meclislerde konu gereği gibi tartışılırdı. Bu tartışma, -subut- ve -vasıf- açısından olamayacaktı. Zira hükümler kesinleşmiştir. Anayasanın Meclise tanıdığı yetki -mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine
getirilmesine karar vermek-tir. O halde bütün cezalardan ayrı olarak ölüm cezasının yerine getirilmesi için Meclisin bir karar vermesi lazımdır. Bu yetki esasında ölüm cezasının yerine getirilememesi kararının verilmesinde toplanır. Mahkemelerin değerlendirmeğe yetkili olmadıkları unsurların
Meclis tarafından nazara alınması gayesi takip olunmuştur. Meclis bu takdirinde bir ölüm cezasının yerine getirilip getirilmemesinde toplum açısından her türlü mülahazayı ele alabilecektir. İşte bu nedenle bir kimsenin hayatına son vermede -ivedelik- ve -öncelik- mantıki değildir. Hukuka aykırıdır. Anayasa, diğer cezaların aksine, bu cezanın bir defa da, Meclis tarafından incelenmesini isterken, bunlar hakkındaki kararın da ivedilik ve öncelikle alınabileceğini düşünmüş olamaz. Zira bu bir çelişme olurdu. Bir taraftan bir munzam teminat getirilmesi, diğer taraftan açıkça istical haklı
gözükmemektedir.

Meclis gündeminde ve Adalet Komisyonunda pek uzun süredir, bekleyen infaz dosyalarının mevcut olduğu bilinmektedir. O dosyaların hepsinin önüne alınan bir dosyanın gerekli incelemeden yoksun bırakıldığını iddia etmek haksız sayılamaz.

b) Anayasamızdaki kusur: Ölüm cezalarının yerine getirilip getirilmemesi kararı diğer bütün Devletlerde -Devlet Başkanı-na verilmiş bir yetkidir. Zira Devlet Başkanı tarafsızdır. Tarihi bazı nedenlerle bu yetki memleketimizde Meclise verilmiştir. Çok partili döneme geçince, çoğunluk partisinin oy fazlalığı ile tarafsız tasdik makamı olmak niteliği de kalmamıştır. Bahis konusu ölüm cezalarının verilmesine sebep olan olayların kendi partilerine daha fazla zararlı olduğu kanısını taşıyan bir kuruluşun oylamada üstünlüğü tasdik eyleminin toplumca isabetli kabulünü imkansız kılabilir.

İvedilik ve öncelikle başlayan taraflı tutum, bu cezalar hakkında her türlü mülahazalar ve parti disiplini dışında vicdani kanaate göre sonuca varılması kuralına bağlı kalınmadığını göstermektedir.

c) Mahkemenin kararı: Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin 9.10.1971 tarih ve 13//23 sayılı mahkumiyet kararının 53'üncü sahifesinde aynen şu satırlar yer almaktadır: -... detaylı eleştiri ve iddialar hakkında mahkememiz kişisel görüşlerini mahfuz tutmuş, müessese olarak bunlar üzerinde
hüküm vermeyi, kamu vicdanına, tarihe ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.-

Mahkemenin hükmünde yer alan bu satırların zorunlu kıldığı ölçüde TBMM'nin takdir ve yetkisini usuli kusurlar nedeni ile, kullanmak olanına sahip kılınmadığı açıkça belli olmaktadır. Kaldı ki bu satırların uyarıcı etkisi ve özellikle -mahfuz tutulan görüşler- deyimi, kamu vicdanına ve tarihe
tevdi kılınan hususlar üzerinde gereken önemle durulması icap eder. Mahkeme kararında (basılı metin, sh. 11) işaret edilen -ekonomik rezaletler-e ilişkin satırların neyi ifade ettiği üzerinde durabilecek bir merci bulunmadan bir sonuca varmak isabetli olamaz. Mahkeme kararı, ölüm cezasına adeta şarta bağlı olarak, hükmetmiş intibaını vermektedir.

ç) Topluca takdir: Halen yargılamalar devam etmektedir. TCK'nun 146'ıncı maddesine göre verilen ve verilecek bütün kararların bir arada ele alınması ve her suçlunun durumu ayrı ayrı incelenerek işledikleri fiillerin vahamet dereceleri karşılaştırılarak, tasdik veya ademi tasdik yetkisi böylece kullanılmalıdır. Aksi halde zamanın geçmesi, eşit olmayan takdirlere yol açabilir. Yüksek Adalet Divanı ve Aydemir olayında tasdik makamları bu imkana sahip idiler.

4) Yürütmenin durdurulması konusu: Anayasamızda ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşuna Ait Kanunda yürütmenin durdurulabilmesi hususunda sarahat olmadığı iddiası doğrudur. Fakat sarahat olmadığından, böyle bir kararı Anayasa Mahkemesinin veremeyeceği düşüncesi isabetli
değildir. Yürütmenin durdurulması bir usul konusudur. Usulde kıyas caridir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi bu yola gidebilir. Esasen bu olaydaki karara -yürütmenin durdurulması- isminin de isabetli düşmediğini sanıyoruz. Zira bu terim idare hukukunda bir müesseseyi akla getiriyor. Burada bahis konusu olan -infazın bekletilmesi-dir. Yürütmenin durdurulması kararına konu olan bir idari kaza kuralları ile -infazın bekletilmesi- arasında fark vardır. Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karar, iade-i muhakeme
talebinin kabulünde Ceza Mahkemelerinin verdiği karara dahi, ancak ve kısmen benzemektedir. İade-i muhakemede infaz durdurulursa, örneğin hürriyeti bağlayıcı ceza hükümlüsü serbest bırakılır. Bu olayda ise sadece ölüm cezasının infazı durdurulmuş olacaktır. O halde Anayasa Mahkemesinin bu konuda ittihaz ettiği karar, sadece bir -tedbir kararı-dır.

Bunun için açık hükme ihtiyaç yoktur. Anayasa Mahkemesine verilen görevin yerine getirilmesini sağlayan hükümlerde bu tedbirleri almak esasen mevcuttur.

5) Karar-Kanun tartışması: Basında rastlanan bazı görüşler, ölüm cezasının yerine getirilmesine ilişkin tasarrufu, Meclisin bir -karar-ı olduğu, kararlara karşı ise anayasaya aykırılık nedeni ile dava açılamayacağı, yolundadır. Bu tartışma, Cumhurbaşkanlığının bahis konusu tasarıyı tekrar görüşmek üzere iade edip edemeyeceği sorusuna da etkilidir. Zira aynı şekilde, Cumhurbaşkanının tekrar görüşme istemesi de, yalnız kanunlar içindir.


Teşkilatı Esasiye Kanunu yürürlükte iken karar-kanun ayrımı vardı. Yukarıdaki görüş ancak o dönemde haklı gözükebilirdi. Anayasa bu ayrımı kaldırdı. Ölüm cezasının yerine getirilmesi de bir -kanun- ile olmaktadır. Bu nedenle:

a) CHP'nin Anayasa Mahkemesi'ne iptal için başvurmasında bir usulsüzlük yoktur.

b) Cumhurbaşkanımızın yetkileri ise iki bakımdan mütalaa olunmalıdır.

aa) Cumhurbaşkanımızın yetkileri cezaların affı bakımından üç belli sebeple bağlı olduğu anayasamızda açıklanmış bulunduğundan bu yol kapalı bulunmaktadır.

bb) Cumhurbaşkanımızın bahis konusu tasarının usulüne uygun hazırlanamadığı, ivedilik ve öncelik kararlarının isabetli görülemediği, böylesine önemli bir tarasarrufta bütün düşüncelerin ortaya atılmasına olanak sağlanmasındaki zaruret ve uygun mütalaa buyuracakları sair gerekçelerle tekrar görüşme isteminde bulunmaları mümkün görülmektedir.

6) Mahkemeden karar istenmesi: Ceza Usulü Kanununun 403'üncü maddesine göre, bir cezanın infazı hususunda tereddüt olursa mahkemeden karar istenebilir. Kanununun bu hükmünün ölüm cezasının Meclisçe onaylanmasında iddia olunan bir usulsüzlüğün çözümünü de kapsayıp kapsamadığında kesin bir kanaat izharı mümkün değildir. Meclisin bir
tasarrufunun mahkemece denetiminde bir çeşit yetkisizlik görülebilir. Bununla beraber mahkemenin bu hususu mümkün görmesi ihtimal dışı değildir.

7) Adalet Bakanlığı'nın yetkisi: Ölüm cezalarının tasdik kanunu çıktıktan hemen sonra infazı adet halindedir. Bununla beraber iade-i muhakemeye müracaat halinde, talebin kabul veya reddine kadar infazın bekletildiğine örnekler vardır. Zira infaz halinde telafisi imkansız bir durum bahis konusudur.

Ölüm cezasının hemen infazında bir gelenek mevcut ise de belli bir infaz süresi yoktur. Böylesine önemli bir konuda, Adalet Bakanlığının müracaatların neticesini beklemeden infaz emretmesi veya böyle bir emir olsa dahi, Savcılığın ilerde kanunsuz sayılması mümkün böyle bir emri yerine getirmesi sorumluluğu gerektirmiş olabilir. -İnsan hakları-nı (Anayasa 2) ve bunlar arasında başta gelen -yaşama hakkı-nı (Anayasa 14) önemsiz saymak mümkün değildir.

Saygı ile mütalaa olarak arzolunur.

22.3.1972 Saat: 22.00


YENİDEN KENDİ ŞEHRİMDE

En uzun günüydü ömrümün
süzgün, kamaşan bir arzuyla
her yanım karmakarış
yıllar ve yıllar ve yıllar sonra kendi şehrimde
yeniden yazmaya başladığım şu gün...
...

Bir yanı unutulmuş bir yanı taşkın
bir yanı bastırılmış bir yanı bıçkın
düşlerimle boğuşarak uyandım
ve boğulurcasına kendi karanlığımda
saatlerce dolaşıp durdum şehri..
...

Bu şehir gençliğimdi benim,
aşklarım, gizlerim, meraklarım,
kavuşup kavuşup yitirdiğim sevincim...
Kimi külhan, kimi ceylan nicesiyle kapışarak belanın
dövüşürken bu şehir kurtulsun diye acılarından,
şimdi, parçalanmış canlara bakarken bile sağır
acılardan zevk alan insanlar mı çoğalmış?
Kimisi yalanı kanıksamış, kimisi suskun kalanı...
Seçkin kendine vurgun, yılgın kendine esir...
Karalara, çıralara sarınmış kiminin elinde Kur'an
kiminin elinde kırbaç
göğünden ufkunu kurban
gününden güneşini haraç istiyor şehrin...
Köşe bucak aranırken savrulduğum sevdaların izini
dilimde sinsi sinsi yalanınca bu sözler
ürperdim sesten sese
bir ucundan bir ucuna şehrim kadar irkilip
sokaklardan içimdeki karmaşaya çekildim...
...

Ah ki düşümdeki yerinden
çoktan yitip gitmiş sevdiğim,
ah ki saklımdaki özlemler sahibine yabancı,
ektiğim gül, seçtiğim nar göz göre göre yağmalanmış,
kırık, kırgın, öksüz kalmış sürgünde gönül,
içlendiğim hüzünler sakarca yaralanmış,
ah ki ellerimi doyasıya alamadan avucuna
elmasını incecikten
özen bezen düşlediği aydınlığa soyamadan
karca beyaz dalca narin
pınarlar kadar kibar
üzüm üzüm gözlerinde sevinç soran bakışıyla,
derin uykusuna dalmış baba ocağım,
uzanıp kucağında ağlayamadım...
...

En uzun günüydü ömrümün
bir yanı sabır bir yanı tınmaz
bir yanı kahır bir yanı kanmaz
bir kez daha sığınarak kendi yüreğime kendi şehrimde
yeniden başlıyorum yazmaya
yeniden ve yine yapayalnız...
...

Ömrüm senden özür diliyorum!

Nihat Behram
 

1      2      3      4      5