|
|
................... |
|
|
DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN -5 |
Nihat Behram
Ekim 1996 İstanbul |
|
|
................... |
|
................... |
VERİLEN
ÖLÜM CEZASI UYGULAYICILARA ONUR VERMEYECEK BİR BİÇİMDE
ADALET TARİHİNE GEÇECEK ACILI BİR ÖRNEK OLACAKTIR...
Hasan Basri AKGİRAY
CHP İstanbul Milletvekili
Aslında,
hakimlik gerçekten zor ve zor olduğu kadar da kutsal bir uğraştır.
Anadolu'da, halen geçerliliğini koruyan -Hakim, peygamber postunda
oturan kişidir- sözü, bu niteliği en güzel biçimde anlatan bir
halk deyişidir.
Ne var ki, adalet tarihi, özellikle olağanüstü hallerde
oluşturulan mahkemelerin, bu kutsal uğraşıyı gölgeleyen, kişisel
ya da, politik çıkarlarının tutsağı olarak zulme varan adaletsiz
kararlarla doludur. 1789 Fransız Devrimi'nin, insan kasabı ve
giyotinci olarak nitelenen ve ünlü bir hukukçunun deyimi ile,
-marangoz hatası yüzünden kürsüde bulunan-
ve sonunda tutsağı olduğu giyotinde başı koparılan savcı Fouquier-Tinville'i
bu konuda tipik bir örnek olarak gösterebiliriz.
İnsanlık adına övünmek gerekir ki, her toplumda ve her dönemde
zulme, adaletsizliğe karşı savaş veren yürekli ve erdemli
düşünürler, hukukçular olmuştur. Örneğin, 18'inci yüzyıl sonlarına
doğru, Montesquieu, Rousseau ve Beccaria gibi ünlü düşünür ve
cezacılar seslerini yükseltmişler ve bu yürekli
çabaları sonunda, yasa koyucular, suç ile ceza arasındaki dengeyi
sağlayıcı yasalar yapmak zorunda kalmışlardır. Daha anlaşılır bir
deyişle, suç ve ceza arasındaki oran, ta 18'inci yüzyılda
sağlanmış bulunmaktadır.
Aslında T.C. Yasası da, bireye oranla, devleti daha çok koruyucu
hükümler taşımasına karşın, suç ve ceza orantısını oldukça
adaletli koymuştur. Ne var ki, ceza yasalarında, bu dengenin
korunmuş olması yeterli değildir. Uygulayıcıların da aynı konuda
duyarlı olmaları gerekir. Kanımca, Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarına verilen ölüm cezası, suç ile ceza
arasındaki oranın en ağır şekilde bozulması konusunda,
uygulayıcılara onur vermeyecek biçimde adalet tarihine geçecek
acılı bir örnek olacaktır. Bir hukuk adamı, hatta sade bir Türk
vatandaşı olarak bundan üzüntü duymamak olanaksızdır.
Üç genç adamın serüvenine, yakın geçmişte hep birlikte tanık
olduğumuza göre, yaptıkları eylemleri burada saymaya gerek
görmüyorum. Şimdi belleklerimizi tazeleyip, yaptıkları eylemleri
anımsayarak T.C. Yasası'nın onlara uygulanan 146/1 maddesi ile,
öteki iki maddesini okuyalım:
Madde 146/1: -Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun
tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun
ile teşekkül etmiş olan BMM'yi iskata veya vazifesini yapmaktan
men'e cebren teşebbüs edenler idam cezasına mahkum olur.-
Madde 168: -Her kim 125, 131, 140, 147, 149 ve 156'ıncı maddelerde
yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet ve çete teşkil eder,
yahut böyle bir cemiyet ve çete amirliğini ve kumandayı ve hususi
bir vazifeyi haiz olursa on seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis
cezasına mahkum olur.-
Madde 171: -125, 131, 133, 146, 149 ve 156'ıncı maddelerde yazılı
cürümlerden birini veya bazılarını hususi vasıtalarla işlemek
üzere, birkaç kişi aralarında gizli ittifak ederlerse bunlardan
her biri aşağıda yazılı cezaları görür.
1) (...)
2) Bu ittifak 146, 147'inci maddelerde gösterilen cürümlerin
icrasına müteallik ise dört seneden on iki seneye kadar ağır hapis
cezası verilir.-
Şimdi bu maddeleri okuduktan sonra, derinlemesine bir hukuk
bilgisine sahip olmasak bile, kafasında beyin, göğsünde yürek
taşıyan insanlar olarak düşünelim. Bu maddelerden hangisi ile ceza
verilmesi adalettir?
Beş-on genç adamla, birkaç silah, bir miktar dinamit lokumu,
konserve kutusu ve karpit ile anayasayı ihlal, Millet Meclisi'ni
iskat olanaklı mıdır? Banka soymak, adam kaçırmanın anayasayı
ihlal ile ilgisi nasıl kurulabilir? Ve nasıl, nasıl, suç ile ceza
arasındaki oran bu denli temelinden yıkılarak,
yaşamlarının en coşkulu çağında üç körpe insan ipe gönderilir?
Kuşkusuz suçlu idiler, ama ölüm cezasını gerektirecek kadar değil.
Beş-on genç anlaşmış, belki gizli ve silahlı bir çete ya da
cemiyet kurmuşlardı ve bu kuruluş 146'ıncı maddedeki anayasayı
ihlal suçuna müteallik olabilirdi. Ama bu davranışları, tıpatıp ve
kesinlikle 168'inci maddenin kapsamına girer ve ona göre
cezalandırılırlardı. O zaman ölüm yerine en çok verilecek cezanın,
24 yıl ağır hapis olması gerekirdi.
Suçlu idiler. 146'ıncı maddedeki suçu işlemek üzere, yani
anayasayı ihlal için, özel araçlarla donatılmış, birkaç kişi
anlaşarak
gizli birlik kurmuş olabilirdi. Ama o zaman bu eylemlerinin cezası
ölüm değil, 171'inci maddeye göre en çok 12 yıl ağır hapis olması
gerekirdi.
Nitekim, kişiliklerini yakından tanımakla onur kazandığım Askeri
Yargıtay'ın değerli üyelerinden hakim tuğgeneral sayın Kemal Gökçe
ve hakim Alb. Sayın Nahit Saçlıoğlu da, aynı inançta bulunmuşlar
ve sanıkların 146/1 ile değil 168'inci madde ile
cezalandırılmalarını ve ayrıca, hafifletici neden
kabul ederek, 59'uncu madde ile cezalarından indirme yapılması
gerekçesi ile onama kararına aykırı oy kullanmışlardır.
Görüldüğü gibi, en katı hukuk mantığı ve en acımasız bir ceza
adaleti ile davranılsa bile, ölüm cezası adaletsizdir, yanlış
hükmedilmiştir.
Bu ceza sosyal ve insancıl açıdan da hukuk kurallarına aykırıdır,
hatalıdır. Şundan ki, ceza yasamızda, cezayı azaltıcı takdiri
nedenler kabul eden bir 59'uncu madde vardır. Hakimler bu maddeyi
dilediği nedenlerle uygulamak suretiyle cezadan indirme
yapabilirler. Bu indirme ölüm cezalarında, süresiz
ağır hapse çevrilmek biçiminde uygulanır. Bu madde, hakimlere
tanınmış en son insancıl bir yetkidir. Hangi madde ile ceza
verilirse verilsin, hakimlere huzur, suçlulara teselli verecek bir
olanaktır bu. Ne yazık ki, kararda bu olanaktan da
yararlanılmamıştır.
Ölüme mahkum edilen üç gencin, köhnemiş bir düzene başkaldıran,
emperyalizme karşı halk savaşı veren ve bu konuda gençliğe öğütte
bulunan Mustafa Kemal'in çocukları olduğu, O'nun söz ve
davranışlarının, genç, coşkulu yüreklerde yaptığı etki
düşünülmemiştir. Tüm eylemlerinde, can kaybından, en zor
koşullarda bile, titizlikle kaçındıkları, gerek mahkemede, gerek
eylemlerinde takındıkları mertçe davranışları, suçlarını kabule
kadar varan dürüstlükleri hiç göz önüne alınmamıştır. Oysa,
bunlardan sadece bir tanesinin varolması halinde bile 59'uncu
madde uygulanarak hiç olmazsa
ölüm cezasından kurtarılmaları yasal bir imkandı. Ama hayır,
ilahlar kurban istemişlerdi bir kez... ve de kurban verilecekti.
Yanıt 2) Mahkemenin, çağdaş ceza adaletine kesinlikle ters düşen
söz konusu kararının oluşmasında 12 Mart ile başlayan anti
demokratik ortamın etkisi bulunduğu kuşkusuzdur. Gerçekten bu
olağanüstü dönemin ilk hükümet başkanı, Türkiye radyolarından,
-suçluların başları balyozla ezilecektir.- sözleri ile ilk
engizisyonist hükmü vermişti. Anayasanın 132'inci maddesindeki
-... Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin
kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez.
Genelge gönderemez, TAVSİYE VE TELKİNDE BULUNAMAZ.- yasaklanmasına
bakılmaksızın bir başbakan tarafından bu telkinin yapılması,
sıkıyönetim komutanlıklarınca, brifingler yapılmak, bildiriler
yayımlanmak yolu ile gençlerin suçlu olduklarının kanıtlanması
çabası, yasalara göre karar veren askeri hakimlerin görevden
alınmaları gibi tutam ve davranışlar, mahkemenin kararına etki
yapan somut olaylardır. Bu etki sonucudur ki, hakimler,
anayasamızın 132'inci maddesindeki: -Hakimler görevlerinde
bağımsızdırlar. Anayasaya kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlerine
göre hüküm verirler.- kuralına uyacakları yerde, 12 Mart ile
başlayan ve yaratılan ve yukarda sözünü ettiğimiz davranışlarla
oluşan ortamın etkisi altında
hüküm vermek zorunda kalmışlardır. Yanlış ve adaletsiz karar
verilmesinden en büyük etki bu ortamdır.
Yanıt 3) Deniz ve arkadaşlarının davasına yeniden bakılabilir mi?
Hukuk deneyimi ile, muhakemenin iadesine yasal olanak var mıdır?
Kanımca vardır. Şundan ki, ceza muhakemeleri usulü yasasının
327'inci maddesinin 3'üncü bendi şu hükmü koymuştur. -Bizzat
mahkum tarafından sebebiyet verilmiş
kusur müstesna olmak üzere, hükme iştirak etmiş olan hakimlerden
biri aleyhine ceza tatbikatı ve kanuni bir ceza ile mahkumiyeti
istilzam edecek mahiyette olarak vazifelerini ifada kusur etmiş
ise- davanın yeniden görülmesi olanaklıdır.
Birinci soruya verdiğimiz yanıtta belirttiğimiz gibi, sanıkların
eylemleri hiçbir yorum ve tereddüde meydan vermeyecek biçimde
146//1 maddeye uygun değildir. Hele, T.C. yasasında sanıkların
eylemlerine uyan bir 168 ve bir 171'inci madde varken, 146//1'inci
maddeye göre hüküm verilmesi, doğal olarak, hüküm veren hakimlerin
görevlerini kötüye kullanmak suretiyle
kusur işledikleri, sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle hukuki yorum
ya da inanç farklılığı gerekçesi de olayda söz konusu olamaz.
Kaldı ki, savunma avukatlarının, örnek mahkeme kararları ve ünlü
cezacıların bilimsel görüşlerine dayalı savunmalarında bu durumu
açıklığa kavuşturmalarına karşın, yanlış ceza maddesi uygulanması,
uygulayanların, inançları gereğinden çok peşin hükümlü olmaları
ile açıklanabilir. Böyle bir davranış ise, sözü geçen 327'inci
maddedeki, -vazifeyi ifada kusurdur.- Bu nedenle de ortada, ceza
tatbikatını istilzam eden bir eylem var demektir. 1803 sayılı af
yasası karşısında hakimlerin, bu eylemleri nedeniyle ceza
kovuşturması yapmaya yasal olanak bulamadığından, suçluluğun,
muhakemenin iadesi istemini inceleyecek mahkemece düşünülmesi
gerekecektir. Aslında, görevi kötüye kullanmanın, hakim hakkında
ceza uygulamasını gerektirecek nitelikte olması, muhakemenin
iadesi için yeterlidir. Hüküm verilmesine gerek yoktur.
Kaldı ki, bu konuda fazla bir kanıt aramaya, ya da yasa
hükümlerini zorlamaya gerek de yoktur. En sağlam kanıtı,
Sıkıyönetim Mahkemesi'nin ölüm cezasını veren Hakimler Kurulu
Başkanı Ali Elverdi, daha geçen gün bir gazetede yayımlanan
anılarında, -... ben komünistleri temizlemek için bu görevi kabul
ettim,- şeklindeki sözü ile vermiş bulunmaktadır. Hükme katılmış
bir hakimin bu kast altında görev alıp hüküm vermesi, o hakim
hakkında ceza kovuşturması yapılmasına yeterlidir. Bu nedenle hiç
düşünmeden, Deniz Gezmiş davasının yeniden görülmesine yasal
olanak vardır, diyebilirim.
HÜKÜM VERİLMESİNE VE CEZANIN İNFAZ EDİLMESİNE RAĞMEN KAMUOYUNDA
KABUL EDİLMİYOR, TARTIŞILIYORSA O DAVA KAPANMAMIŞTIR
Avukat ERŞEN SANSAL
-Yargılama-, insanoğlunun en ilginç buluşlarından biridir. Dava,
sonuç bakımından -adaleti gerçekleştirme- eylemi olmalıdır. Belki
bir yargılama sonunda verilen kararın, sadece sanığın kararı
olduğu düşünülebilir. Ancak ulaşılan karar, bir beraat kararı ise
bu yargılanana olduğu kadar, yargı hakkını kişiler eliyle kullanan
yargılayana da bir aklanma kazandırır.
İşte, mahkeme kararlarında -kamu adına-, -ulus adına- gibi
ibarelerin kullanılmasının bir nedeni de budur. Eğer bu karar bir
mahkumiyet kararı ise, bunu yalnızca sanığın kararı sayıp geçmek
çok eksik kalır. -Önemli olanın bir yargılama yapılmış olmasıdır-
denilip geçilmesi halinde, adalet adına verilen bu mahkumiyet
kararı, adaleti gerçekleştirme (!) işini yapanların boynuna asılan
yafta olarak kalır. Hele bu karar, bir idam kararı ise...
Ve bu tür davalar, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin kapanmaz.
Bir dava hükümle biter, ancak böyle davalar bitmez. Çünkü bir
dava, hükmün verilmesine ve cezanın infaz edilmesine rağmen,
kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa o dava kapanmamıştır.
Çünkü davanın sanıklarının
idam edilmelerine rağmen, suçlamalar hala devam ediyorsa o dava
kapanmamıştır. Suçlamalar sürdükçe savunmalar da sürer gider ve
bunun kadar haklı bir şey olamaz. Ve bu dava, -ölüm cezası- gibi,
en azından insan hayatını ilgilendiren bir dava ise, insan
hayatını savunmak sürer gider.
6 Mayıs sabahı, üç genç devrimci, idam sehpasında can verdiler.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarında açılan dava,
Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde 16.7.1971
tarihinde başlamıştı. Davanın iddianamesinde şöyle deniyordu:
-... O zaman iktidar edenlerinden birinin, bu zaman iktidar
edenlerine tavsiyesi kulaktan kulağa fısıldanıyordu: Gençliği
bölünüz!... Yetkililer korkaklık... kurnazlık içinde seyirci
kalıyorlar, gene söylentilere göre bir gruba yardımcı
oluyorlardı... Gençler artık kendi sorunları yanında memleket
meseleleri ile de ilgileniyordu. Anadolu hala aç, hala kaynaklar
tahrik edilemiyor, hala fırsat eşitliği verilmiyor, hala
mirimiranlıktan kalma mütegallibe ve bir günde milyonlar vuranlar
mağara halkı ile aynı yurt sathında yan yana yaşıyordu. Pahalılık
gene başıboş gidiyor, karşılıklı saygı tarihe karışıyor, az
çalışıp çok kazanan kişiler türeten ülke oluyorduk. Halkın yarı
nisbeti aydınlanmak şöyle dursun okuyup yazmayı bile
öğrenememişti. İdareciler gene 'nurlu ufuklar' nutukları ile karın
doyurmaya devam ediyorlardı...-
İddianame devam ediyordu:
-... Türkiye'de zamanın getirdiği çirkin politikacılar, muhteris
politikacılar; çıkarcılar ve utanmaz adamlar vardı. Her biri ayrı
yönde faaliyet gösterirken iktidar gayesinde birleşiyorlar onu
elde edebilmek için başvurmadıkları şekil kalmıyordu...-
Ne gariptir ki; bu cümlelerin yer verildiği iddianame ile
suçlananlar, davanın sanıklarından ibaretti ve istenen ceza da
-idam- idi.
İki buçuk ay kadar süren dava sonunda Sıkı Yönetim Mahkemesi,
9.10.1971 tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile
birlikte 15 sanığın daha ölüm cezasına çarptırılmalarına karar
verdi.
Sanıklar hakkında uygulanan madde, Türk Ceza Kanunu'nun ünlü
146'ıncı maddesi idi. Bu madde: Kanunun gerek yapısı, gerekse
düzenlenme biçimi içerisinde, kanunun sistemine ve ruhuna yabancı
garip bir maddedir. Örneğin suçun işlenmesine ilişkin bir genel
kasıt yeterli görülmeyip, -özel kasıt- aranmış olmasına rağmen,
idam gibi bir cezanın öngörüldüğü maddede bunun unsurlarının neler
olduğu belirtilmemiştir. Oysa bu denli ağır ve çağdışı bir cezanın
yer aldığı bir düzenleme, açık ve net bir şekilde belirtilmek
gerekir. Maddedeki fiil, bir teşebbüsten ibaret olarak
gösterilmiştir. Böylece sanıktaki kastın, asli fiile mi, yoksa
teşebbüse mi yönelik olduğu dahi açıklık kazanmamıştır. Fiilin bir
-örgüt suçu-mu olabileceği ya da bireyler tarafından da
işlenilebilir olup olmadığı tereddütlerine maddenin cevap
veremediği gibi;
fiilin icra safhalarında bir ayırım yapılmadığı bakımından da
uygulamaya açıklık getirecek nitelikte bulunmadığı, maddenin büyük
eksiklikleridir. İcra başlangıcının nereden sayılacağı, suçun
işlenme vasıtaları ve bunların elverişlilik niteliği, keyfi
uygulamaları ortadan kaldıracak şekilde açıklığa
kavuşturulmamıştır. Bütün bunlar, 146'ıncı maddenin, kanunun
sistem ve anlayışı içerisindeki yabancılığının kanatlarıdır.
Dava sırasında, sanıklara bu maddenin uygulanabilip
uygulanamayacağı
hakkında büyük bir tereddüt belirmişti. Bu konudaki şüpheler,
Askeri Yargıtay'ın kararlarına dahi yansımıştır. Gerçekten de,
Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı Askeri Yargıtay'da Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan dışındaki sanıklar açısından
bozulurken; iki üye, bu üç
sanık hakkında dahi -... sanıkların eylemlerinin T.C.K.'nın
146'ıncı maddesine değil, 168'inci maddesine uygun düştüğü ve
haklarında hafifletici neden kabul edilerek 59'uncu maddenin
uygulanması gerektiği...- gerekçesi ile, karara muhalefet şerhi
koymuşlardı. Gene Askeri Yargıtay Daireler Kurulu, davanın
diğer sanıkları hakkında verdiği kararda; bir sanık hakkında
T.C.K.'nın 169'uncu maddesinin uygulanmasını öngörüyordu. Bu madde
ise, bir önceki 168'inci maddeye bağlı bir suçu düzenlemektedir ve
davanın diğer sanıklarının sorumluluğunu 168'inci madde kapsamında
düşünme karinesine dayanır. Bu suretle karar, 146'ıncı maddenin
uygulanmasına ilişkin olarak büyük bir yara almıştı.
Sıkıyönetim Komutanlığı nezdinde kurulmuş Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi'nde bunlar savunulmuş olmakla birlikte, Ankara
Sıkıyönetim Komutanlığı'nın yayınladığı 49 numaralı bildiride,
-... Bu suçluların bir an evvel cezalandırılarak layık oldukları
cezaları görmeyi bütün kamu arzu etmekte...-
denildikten sonra, savunmaların -bizzarur- dinlenildiği
belirtilmekteydi.
İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yayınlanan 26 numaralı
bildiride ise, -... infaz işlemlerinin başlamak üzere olduğu bu
günlerde...- denilmekteydi ve bu bildirinin yayınlandığı tarihte
henüz Yargıtay'daki savunmalar yapılmamıştı bile.
Kısaca -Anayasayı ihlal- diye adlandırılan 146'ıncı maddede yazılı
suçun, kanunda belirli bir düzenlemeye tabi tutulmamış olması,
uygulamada ve düşünce alanında, madde hakkındaki tartışmaların
yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bugün genellikle kabul edildiğine
göre, madde, anayasal görev
ve yetkileri kullanma durumunda bulunanlara işlenebilecek suçlar
için uygulanabilir; anayasayı yürütme görevine sahip olmayanlar
tarafından bu suç işlenemez. Örneğin yargı organlarının
kararlarına uymamanın, 146'ıncı maddedeki suçu oluşturduğu birçok
hukukçu tarafından ifade edilmiştir. İşkence suçlarının ya da
milletvekillerine oylarını kullanmaları ve yasama görevlerini
yerine getirmeleri konusunda çeşitli şekillerde etki yapılmasının,
146'ıncı madde kapsamında olacağı belirtilmiştir. 146'ıncı
maddenin daha önce Adnan Menderes ve Talat Aydemir olaylarında da
uygulandığı hatırlandığı zaman, aynı maddenin gerçekten Deniz
Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarında ne derece uygulama
alanının olacağı oldukça tereddütlü kalır. Ancak 12 Mart dönemi
uygulamaları 146'ıncı maddeye eskisinden farklı, başka bir anlam
getirmiştir. Bu da, maddede yazılı suçun siyasal maksatlarla
işlenmesidir. Ancak bu, maddenin uygulama alanını
daraltmak amacı ile değil, tam aksine temelinde siyasi inanç
bulunması nedeni ile -düşünce suçu- kapsamında genişletmek amacı
ile yapıldığından, maddenin alanında ve kapsamında bir değişiklik
yaratılmıştır.
Daha mahkeme başlarken, davanın ilk celsesine sanıklar
getirildikleri sırada, bir sanık, başına copla vurularak
yaralanmıştı. Bir başka sanığın da duruşmaya sedye ile getirilip
götürüldüğü davada, gene bir diğer sanık da duruşma salonundan
omzundan dipçiklenmişti. Avukatların ve duruşmaya
alınabilen az sayıdaki dinleyicilerin üstleri, tepeden tırnağa
sıkı bir şekilde ve her defasında aranıyordu. Duruşma salonu,
sanıklara ve avukatlara dört taraftan çevrilmiş namlularla bir
savaş alanını andırıyordu. Avukatların duruşma salonuna kabul
edilmek için avukat olmaları, vekaletname almış
bulunmaları yeterli değildi, ayrıca daimi taşınması gereken bir
kart bulunmazsa bunlar geçerli olmuyordu. Dinleyicilik özel bir
kart sınırlamasına bağlanmıştı. Yargılama aleniyetinden
bahsedilemezdi. Dava devam etmekte iken, davanın 11 avukatı
hakkında -ordunun manevi şahsiyetine ve askeri
savcıya hakaret- suçlarından dava açılıp avukatlar mahkum ediliyor
savunma dokunulmazlığı zedeleniyordu. Cezaevinde avukatların
müvekkilleri ile görüşmeleri sebebi ile avukatlar hakkında
soruşturma açılıyordu.
Bir yandan cezaevinde de aynı tarihte çeşitli baskılar ortaya
çıkıyor; bunlarla birlikte çeşitli direnişler, açlık grevleri vs.
devam ediyordu. Öte taraftan politik düzeyde de başka tutumlar
görülmekteydi. Zamanın Başbakanı Nihat Erim,
sanıklara ve yakınlarına seslenerek, onları nedamete çağırıyordu.
Ne gariptir ki; üç yurtseverin -anayasayı ihlal- suçu ile idam
edildikleri sırada başbakan olan Nihat Erim, aynı anayasayı -Bu
bizim için lükstür- diyerek tadil ettiriyordu. Gene bir dönemde üç
genç devrimci -anayasayı ihlal- suçundan idam edilirlerken aynı
dönemde yapılan yargılamalarda büyük
etkisi görülen anayasa değiştirilip, örneğin -tabii hakim- ilkesi
kaldırılıyordu. Ve gene -anayasayı ihlal- suçunun hükümlülerinin
ölüm cezalarının infazı hakkındaki kanun, aynı anayasaya aykırı
olduğundan Anayasa Mahkemesi'nce iptal ediliyordu.
Ölüm cezalarının kesinleşmesinden sonra, ilk kez 1790 imza ile
kamuoyunda ölüm cezalarının çağdışı niteliği kınandı. Daha sonra
buna birçok bildiriler de eklendi.
Yargılamalar süresince mahkeme başkanı olan Tuğgeneral Ali
Elverdi, dava bittikten bir süre sonra emekli olup AP'ye girerken
bir beyanat vererek, görevde iken -politik hizmetler- yaptığını
açıklamıştı. Bu hizmeti, daha sonra milletvekili olması ile taltif
edildi.
Toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihinden ibarettir.
Bunlar kimi zaman mutlu, kimi zaman da acı yıldönümleri olarak
tarihteki yerlerini alırlar.
Ve 6 Mayıs 1972 sabahı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan,
tashihi karar isteklerinin reddi hakkındaki karar, avukatlarına
tebliğ bile edilmemişken idam edildiler.
12 MART DÖNEMİNDE HUKUK KURALLARI ALABİLDİĞİNE HİÇE
SAYILMIŞTIR...
Avukat Alp KURAN
Türk tarihinde, Selçuklular ve Osmanlılar dahil, yasalar ve hukuk
12 Mart döneminde olduğu kadar hiçbir zaman çiğnenmemiştir. Bu
dönemde, gerek Sıkıyönetim Mahkemeleri'nin kuruluşunda ve
dağılışında, gerek yargıçların ve savcıların bu mahkemelere atanış
ve görevden alınışlarında, gerek sanıkların sorgulanmalarında,
gerekse yargılanmalarında hukuk kuralları alabildiğine hiçe
sayılmıştır.
Hukuk dışı 12 Mart Muhtırası'na hizmet eder görüntüsü altında,
birtakım faşizan güçler, yalnız 12 Mart tarihinde yürürlükte olan
yasaları çiğnemekle kalmamışlar; hukuk dışı sorgulamalar ve
mahkumiyet kararları elde edebilmek için yasalarda ve hatta
anayasada istedikleri değişiklikleri yaptırabilmişlerdir. Ancak bu
faşizan güçler, yasalara kendi getirdikleri değişiklik hükümlerini
de yetersiz bulmuşlar, çoğu kez bunlarla dahi kendilerini bağlı
saymamışlardır.
Gözaltı süresiyle ilgili yasa ve anayasa değişiklikleri ve
uygulamaları bunun en belirgin kanıtıdır.
12 Mart Muhtırası'nın verildiği tarihte, gözaltı süresi 24
saattir. Yani sanığı polisin ve güvenlik kuvvetlerinin elinde 24
saatten fazla tutma olanağı yoktur. Anayasa kesin mahkeme hükmü
olmadıkça hiç kimsenin özgürlüğünden yoksun bırakılamayacağı
hükmünü koymuştur. Sanığın tutuklanmasını
yargıç kararına bağlamıştır. Yasalar sanığın ilk sorgusunun polis
ya da güvenlik kuvvetleri tarafından yapılmasını yasaklamış, bu
yetkiyi savcılara vermiştir. Savcı 24 saat içinde sanığın
sorgusunu yapacak ve yargıç önüne çıkaracaktır.
Durum bu iken, 12 Mart döneminde, suçsuz insanlardan işkenceyle
suçluluk ikrarı almak için, yargılama usulü yasasında gözaltı
süresi, anayasaya aykırı olarak, 24 saatten 30 güne çıkarılmış; bu
30 günlük sürenin büyük bir bölümü organlara elektrik vermek dahil
her türlü işkenceye ayrılmış, geriye kalan kısmı da işkence
izlerini yok etmekte kullanılmıştır. Yasada yapılan bu
değişiklikten sonradır ki, gözaltı süresinin 24 saatten fazla
olamayacağını bildiren anayasa hükmünü değiştirmek yoluna
gidilmiş; böylece yasalar
anayasaya uygun olarak çıkarılmak gerekirken, anayasa, yasa
değişikliklerine uydurulmak istenmiştir. Yapılan anayasa
değişikliğinde gözaltı süresi 15 gün olarak belirlendiği ve herkes
öncelikle anayasa hükümlerine uymak zorunda olduğu halde;
sıkıyönetim makamları 30 günlük gözaltı süresini uygulamaya ve
işkenceleri uzatmaya devam etmişlerdir.
O dönemde yalnız kendilerine -anarşist- adı takılan silahlı
gençler değil, 12 Mart Muhtırası ile şapkasını alıp giden Başbakan
Demirel, onun yerine gelen partilerüstü hükümetler, parlamentoda
bu hükümetlere ve anayasa ile
yasa değişikliklerine oy vermek zorunda bırakılan siyasal
partiler, cumhurbaşkanlığı seçimleri de hukuk dışı baskılara ve
işlemlere uğramıştır.
Bu dönemde, silahlı eylemlere girişen gençler yanında, bu tür
eylemlerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan yazdıkları
kitaplardan ötürü birçok bilim adamı, sanıkları Sıkıyönetim
Mahkemeleri'nde savundukları için hukukçular, çeviri yapan
aydınlar, sanatçılar da hukuk dışı yollardan
tutuklanmış, mahkum edilmek üzere sanık sandalyesine
oturtulmuştur.
Hukukun böylesine ve bu boyutlarda çiğnendiği bir ortamda, bu
dönemin sıkıyönetim sanıkları da elbette bu uygulamadan fazlasıyla
nasiplerini almışlar, hukuk dışı sorgulamalardan ve
yargılamalardan geçirilmişlerdir.
12 Mart dönemi savcılarının ve sorgulama makamlarının pek çok
suçlamalarının asılsız ve hukuk dışı olduğu sonradan
anlaşılmıştır. Tutuklama kararlarından çoğunun hukuksal nedenlere
değil, siyasal amaçlara dayalı olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Bin
bir güçlük içinde gerçekleştirilen 1973 genel seçimlerinden sonra
verilen mahkeme kararları
bunun kanıtıdır. -Sabotaj Davası- adıyla anılan davanın
iddianamesi ve bu davada verilen beraat hükmü bunun en belirgin
örneğidir. Eğer 1973 seçimlerinin getirdiği ortam olmasaydı,
tertipçilerin elinde, -Sabotaj Davası- ile birlikte, daha pek çok
davanın suçsuz sanıklarının Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde en ağır
cezalarla mahkum edileceklerinde kuşku yoktur.
İşte hukuksuzluğun böylesine egemen olduğu bir dönemde, silahlı
eyleme giriştikleri ve bu yoldan anayasal düzeni cebren
değiştirmeye teşebbüs ettikleri gerekçesiyle, üç genç --Deniz
Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan-- idam edilmişlerdir.
Bu durum, sözü geçen idam cezalarının hukuka uygun olup olmadığı
sorusunu daha ilk günden akıllara ve vicdanlara yerleştirmiştir.
Yazıya dökülmese, herkes kendi kendine ve yakınlarına bu soruyu
sormaktadır. İstesek de istemesek de toplumsal gerçek budur.
Kaldı ki, yukarıdaki soruyu sormayı haklı gösterecek başka olaylar
ve mahkeme kararları da vardır. Bir kere, Deniz Gezmiş, Yusuf
Aslan ve Hüseyin İnan gibi ve aynı amaçlarla ayrı türden silahlı
eylemlere girişen başka gençler de olmuştur. Fakat onlar hakkında
idam cezası verilmemiş, infaz edilmemiştir.
İkincisi İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin -Anayasayı
ihlale teşebbüs- suçu hakkında verdiği gerekçeli karardır.
İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi, söz konusu kararına
silahlı beş-on kişinin; giriştikleri eylem ne olursa olsun,
Devletin uçakları, tankları, deniz filoları karşısında anayasayı
ihlal suçunu işlemelerine olanak bulunmadığını;
çünkü bunda hiçbir başarı şansı bulunmadığını, bu nedenle ortada
Ceza Hukuk deyimiyle -işlenemez suç- bulunduğunu bu durumda olsa
olsa --Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesine giren ve idamı
gerektiren anayasayı ihlale teşebbüs suçu değil-- çok daha hafif
bir cezayı gerektiren -Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesini
ihlale hazırlık suçunun işlenmiş olabileceğini (T.C.K. mad. 168)
ortaya koymuştur. Bu gerçekten düşündürücü ve gerekçesi itibariyle
inandırıcı kararından sonra ise, İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim
Mahkemesi bütün hukuk kurallarına aykırı olarak lağvedilmiştir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Bir ülkede yalnız bütün vatandaşların değil, yabancıların dahi,
yürürlükteki hukuk kurallarına göre güvence içinde yaşamaları ve
bir suç töhmeti altındaysalar hukuk kurallarına göre
yargılanmaları en doğal hakları olduğuna göre, yukarıda beri
belirttiğimiz bu olgular karşısında, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve
Hüseyin İnan'ın idamlarının hukuka uygun olup olmadığını saptamak
üzere, tek yasal yol olarak, -Deniz Gezmiş davasına yeniden
bakılabilir mi?- sorusu akla gelmektedir.
Bu soru ortaya atılırken, giden canların geriye gelmeyeceği
bilinmektedir. Fakat Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın
idam kararları eğer haksız ise, bir daha ülkemizde haksız ve
onarılmaz idam cezaları verilmemesi için, bu soruyu ortaya atmakla
bir yurttaşlık ve insanlık görevi
yerine getirilmiş olmaktadır.
Hemen belirtelim ki, yürürlükteki hukuk kurallarına ve düzene
göre, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın suçsuz
olduklarını ve cezasız kalmaları gerektiğini savunmuyoruz.
Yürürlükteki yasalar karşısında, bu üç gencin giriştikleri
eylemlerle suç işlediklerinde kuşku yoktur. Sorun
bu üç gencin suçlu olup olmadıkları değil, verilen ve uygulanan
cezanın suça ve hukuka uygun olup olmadığını saptamaktır.
ALİ ELVERDİ GÖREVİNİN NE OLDUĞUNU AP'DEN MİLLETVEKİLİ OLDUKTAN
SONRA KAMUOYUNA AÇIKLAMIŞTIR...
Avukat Mükerrem ERDOĞAN
Üç genç arkadaşın asılmasından tam iki ay sonra gözlerim bağlı
olarak getirildiğim Kontr-Gerilla karargahında madeni sesi çın çın
öten ve kendisine -albayım- denilen zat demişti ki:
-Onların işi yakalandıkları zaman bitmişti.-
Bu zatın bu açıklaması o anda, bizim Sıkıyönetim Askeri
Mahkemeleri'nin kuruluşu, işleyişi ve üyelerinin atanmasıyla
ilgili olarak sahip olduğumuz ve yargılama sırasında ileri
sürdüğümüz düşüncelerin teyidi anlamını taşıyordu.
Ancak, bütün bunlara karşın, hukukçu olmanın koşullandırmasıyla
Askeri Mahkeme'nin 18 gencin idamına imza atacağını ve kalem
kıracağını beklemiyorduk. Bir bankanın soyulmasının, 4 Amerikalı
erin kaçırılmasının Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tebdil,
tağyir ve ilga edeceğini bir
hukukçunun anlaması ve kabullenmesi olanak dışı bir şeydi. Davanın
politik niteliği dahi bu eylemlere TCK.'nın 146'ıncı maddesinin
uygulanmasına yetmezdi. Ne var ki önceden saptanmış sonuca
varabilmek için anayasa ve ceza hukuku ilkeleri bir tarafa
itilmiş, suç ile ceza arasında akıl almaz oransızlık taşıyan bir
karar verilmişti.
Suç ile ceza arasındaki bu oransızlığın nedenini bir çırpıda
tanımlamak olanaksızdır. Bu konunun her bir yönü siyasetbilimciler,
sosyologlar, ekonomistler ve tarihçilerle psikologlar tarafından
ayrı ayrı incelenmelidir. Özellikle bir psikolog, bu oranı
bozanlar arasında, çok ilginç prototipler
bulacaktır.
Üç genç insanın asılmalarından sonra infaz tutanağı düzenlenip,
tutanak ilgililer tarafından imzaladıktan sonra idam cezalarını
veren Askeri Mahkeme Başkanı Ali Elverdi bize dönerek (Halit
Çelenk'e ve bana):
-Bizler görevimizi yaptık,- demiştir.
Görevinin ne olduğunu da Adalet Partisi'nden milletvekili
seçildikten sonra Türk kamuoyuna açıklamış bulunmaktadır.
Namuslu gazetecilik anlayışının bir ürünü olan bu röportaj ile
halkımızdan ısrarla gizlenen gerçekler halkımızın bilgisine
sunulmuştur. Şüphesiz halkımız bu gerçekleri en doğru şekilde
değerlendirecektir. İnfazları anında bizim yanlarında olmamızı
isterken ONLAR'ın da umudu bu idi.
Deniz Gezmiş davasına yeniden bakılabilir mi? sorusunun cevabı
kuşkusuz Ceza Yargılama Usulü Yasası'nın dar kuralları içerisinde
aranmayacaktır. Bu dava halkımızın yüreğinde 6 Mayıs 1972
sabahından beri -derdesti rüyet-tir.
Bu şaşmayan ve yanılmayan yargıç, elbette, nihai kararını
verecektir.
ASKERİ GÖREVLERİ YANINDA POLİTİK GÖREVLER DE YAPTIĞINI
SÖYLEYEN ELVERDİ HAKKINDA KOVUŞTURMA AÇILMASI GEREKİR
Avukat Orhon İZZET KÖK
1'inci THKO Davası sonunda verilen kararlar, teknik anlamda hukuka
aykırı, yanlış kararlardı. Olayda, 146'ıncı maddenin öğeleri
kesinlikle mevcut değildi ve adı geçen maddenin bu davada
uygulanması olanaksızdı. Bu maddenin uygulanabilmesi için
özellikle yasanın öngördüğü, kasıt, icra başlangıcı
ve elverişli vasıta gibi öğeler yoktu ve bunlar olmadan hüküm
verilemezdi. Bunlar, davanın savunması sırasında uzun uzun
anlatılmış, eleştirilmiştir. O nedenle, savunmanın burada yeniden
özetlenmesinin bir yararı bulunmamaktadır.
Pratik önem taşıyan sorun şudur: Bulunduğumuz noktada, davaya
yeniden bakılması istenebilir mi? Yasal deyimle yargılama
yenilenebilir mi?
Kuşkusuz, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam
edilmiş olmaları, böyle bir isteme engel değildir. Ancak
yargılamanın sanık lehine yenilenebilmesi ve bunun istenebilmesi
için yasa bazı koşulları gerekli görmektedir.
CYUY'nın 327 ve 353 sayılı yasanın 228'inci maddelerinde 5 madde
halinde düzenlenen bu koşullardan, konumuz bakımından öncelikle
ikisi, tartışılabilir bir nitelik taşımaktadır:
1) Gerçekten, CYUY'nın 327'inci maddesinin 3'üncü fıkrasına (353
Sayılı yasanın 228'inci maddesi: C) göre:
-Hükümlünün kendisi tarafından sebebiyet verilmiş olan kusur
dışında, hükme katılmış olan hakimlerden biri aleyhine ceza
kovuşturmasını ve kanuni bir ceza ile hükümlülüğü gerektirecek
nitelikte olarak görevini yapmada kusur etmiş- olmak, yeniden
yargılama istemini gerektiren nedenlerden biridir.
Biliyoruz ki, 1'inci THKO Davası'na bakan mahkemenin hukukçu
olmayan başkanı Ali Elverdi, emekli olduktan sonra AP'ye girmiş ve
giriş töreninde yaptığı konuşmada, sıkıyönetim döneminde -askeri
görevleri yanında politik
görevler de yaptığını- söylemiştir. Elverdi'nin benzer itirafları,
daha sonra başka konuşmalarda da sürmüş ve bunlar kamuoyuna
yansımıştır.
Yargılama, bir -askeri görev- değildir, hukuki bir görevdir. Oysa
Elverdi bundan söz etmemekte ve yaptığı işleri askeri ve politik
olarak ikiye ayırmakta, öyle sınırlamaktadır. Şu hale göre
Elverdi, mahkemelerde -politik- görev yapmıştır, yani özel bir
-politik-siyasal- görevle orada bulunmuştur.
Yargıçlık görevini siyasal bir görev nedeniyle yürütmek ve bu
amaçla kullanmak ise yasadaki deyimle, ilgili hakkında -ceza
kovuşturmasını- ve sonunda -hüküm giymeyi- gerektirecek bir
eylemdir.
Gerçi Elverdi bu yüzden -hüküm giymiş- değildir. Ama yasa, -ceza
kovuşturmasını ve hükümlülüğü- gerektirmeyi yeterli bulmaktadır.
Öte yandan bu durumun ispatı da gereksiz hale gelmiştir. Çünkü
itiraf bizzat Elverdi'den gelmektedir. Ortada -ikrar- vardır.
Özet olarak, yargılamayı yapan ve hükmü veren mahkemenin başkanı,
orada politik görevle bulunduğunu ikrar ve itiraf ettiğine göre
yasanın 327/3'üncü maddesi çerçevesinde yargılamanın yenilenmesi
gerektiği konusu ciddi olarak tartışılmalıdır. Öte yandan,
Cumhuriyet Savcılığı'nın, bu ikrarı
değerlendirerek Elverdi hakkında ceza kovuşturması açması da bizce
gereklidir.
2) Aynı yasanın 5'inci (353 S.Y E) fıkrasına göre:
-Yeni olaylar ve yeni deliller ileri sürülüp de bunlar yalnız
başına veya daha önce irad edilen delillerle birlikte gözönünde
tutuldukları takdirde, hükümlünün beraatini veya daha hafif cezayı
gerektiren kanun hükmünün uygulanması ile hükümlülüğü
gerektirebilecek nitelikte olursa...- yine yargılamanın
yenilenmesi istenebilir.
Bu konuda yapılacak araştırmalar ve davanın bütün müdafileriyle
yapılacak temaslar sonunda elde edilebilecek ya da saptanabilecek
bir delil ve belge söz konusu olursa yargılamanın yenilenmesi için
başvurma yolu her zaman açıktır. Bu konudaki yeni delil ya da
belgenin tek ya da çok olması önemli değildir. Hiç kuşkusuz bu
konu, geniş bir hazırlık ve çalışmayı gerektiren bir iştir. Ama
yasanın buna olanak verdiği de bir gerçektir.
22 KİŞİLİK ADALET KOMİSYONU'NDA İDAMA KARŞI GELEN TEK ÜYE
BENDİM
Mevlüt OCAKÇIOĞLU
Niğde eski CHP milletvekili ve TBMM Adalet Komisyonu eski üyesi
Kim ne derse desin, çapı ne olursa olsun, son senelerde gençlik,
talebe ve işçi hareketleri, halka dönüklüğü nispetinde, her türlü
usul ve vasıta kullanarak, --bu vasıtaların en etkeni din
olmuştur-- iç ve dış sömürü talana karşı, baş kaldırmayacak,
hakkını soramayacak, bu benim kaderim, o'nun
kısmeti diyecek kadar zavallılaşmış, beyni uyuşturulmuş,
gecekonduların köy-kentlerin sakinleri, yoksul çilekeş, amma bu
vatanın öz ve bağlı insanlarını halk kitlelerinin uyandırmak,
hakkını sorar ve arar, kıpırdanır, konuşur hale getirmek gibi çok
kutsal, çok insancıl çok yurtsever davranışlardır. Bir gerçektir,
bir zamanların, suskun, uyuşuk insanları,
fakir halk yığınları, bugün --son birkaç yıldır-- konusu, ister,
direnir, çekişir hale gelmiştir. O bombalar, o soyguncular, o
kaçırmalar o boğuşmalar, köyde, kentte, gecekonduda sefil ve
perişan, ama Allah'a çok şükürle kıfafi nefs eden insanlarımızın
kulağını ve gözünü Ankara'ya, İstanbul'a, soyguna,
sömürüye, hakka, hukuka çevirmiştir. Ülkede ne olup bittiğine
merak sardırmıştır. Bu çok büyük bir aşama.
Bu hal senede milyonlarca lafla, arka sıvazlayarak, rüşvet
vererek, sermaye ve soygun düzeninin gereklerine uyarak, içine
girerek, vergi kaçırarak, yoktan vergi iadesi nasiplenerek, sahip
olanların hoşuna gitmiyor, gitmez de. Beleşçiliğe, vurguna,
soyguna, talana alışmış, uyanışı ve uyanışa önayak olanlara ağır
saldırılara uğratmak, elden gelirse yok etmek baş çaredir.
İşte üç fidan da --Ben bunlara delikanlılar demiştim. Adalet
Komisyonu'nun infazı onaylayan kararına muhalefet şerhimde-- bu
sebeple öleceklerdi, öldürüldüler. Kıpırdayana gözdağı olarak
öldürüldüler.
Anayasa dibacesinde ülkede yaşayan bütün fertlerin, kaderde,
kıvançta, tasada ortaklığını emreder. Devlete halkı belli bir
ölçüde insanca bir hayat seviyesine getirmekle yükümlü sosyal
devlet niteliğini vermiştir.
Bu hareketlerin içinde olanlar, anayasanın bu emirlerini
uygulamaya davet ediyorlar. Yasal yollardan, demokratik usullerle,
ilk gençlik hareketi, böyle idi, sermaye ve sermayeye dayalı
hükümet, birtakım karşı hareketlerle samimi, iyi niyetli, yasalara
dayalı davranışları neticede kana buladı,
suça yöneltti.
Bu olayın görüşüldüğü sırada Millet Meclisi Adalet Komisyonu Üyesi
olduğum için, konuyu daha teferruatlı dosyası üzerinden inceledim.
Dikkatimi bir mühim nokta çekti. O konuyu başlık yaptım. Bunu
izahta belirtmede meselenin içyüzünü gösterme bakımından büyük
yararı var:
KARARIN BİR YERİNDE ŞÖYLE YAZILMIŞ (İdam kararının)
-Sanıkların ve müdefaiilerinin Türkiye'nin bugünkü ortama
gelmesinin ve olayların gerçek müsebbiplerinin politik iktidar ve
emrindeki, militanlar oldukları, bunlara karşı çıkanların meşru
müdafaa halinde bulundukları yolundaki beyanları bu hadisede Türk
Ceza Kanunu'nun 51'inci maddesinin
tatbikini talep eder, istikametteki savunmaları haksız tahrik
müessesindeki, hukuki unsurlardan, mahrum bulunduğundan, hukuki
yönler itibariyle, kabule ayan görülmemiş, bu detaylı eleştiri ve
iddialar hakkında mahkememiz
kişisel görüşlerini mahfuz tutmuş, müessese olarak bunların
üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe, Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin takdir yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.-
Bu paragrafı koymakla hakimler güya halka, tarihe karşı
sorumluluktan, kendilerini kurtarmak istemektedirler.
Bilmektedirler ki, bu hareketlerde, T.C.K.'nın 146'ıncı maddesini
ilgilendiren bir vasıf ve mahiyet yok. Banka soygununun ayrı, adam
kaçırmanın ayrı, polis kulübesini kurşunlamanın ayrı
ve 5-10 senelik hapsi gerektiren, cezalar var. Amma ilahlar kurban
istiyor. O günkü hakim zümre, bozuk düzen kurban istiyor. O
düzenin mahkemesi de bu kararı verecektir. Kusurumuza bakmayın
demek istemektedirler. Kişisel görüşün var da hiç olmazsa T.C.K.'nın
59'uncu maddesini uygulayıp idamı
müebbet hapse çevirmen, en tabii hakkın. Takdirine giren hakkın
olmadı.
Sizin idam kararınıza büyük Türk milleti ne çare bulabilir. Tarih
ne çare bulur, meclisin teşekkülünü biliyorsunuz, mahkememizi
görevli kılan, sizi oraya tayin edenler çoğunlukta; bunu
bilmezsiniz. Bu özür mü, hakim beyler? Muhakkak ki idamı isteyen
meclis grupları içinde halka dönük milletvekilleri
vardı. Ancak gruplarına, yaslandıkları düzene karşı gelemediler.
Karşı gelseler kendileri de tasfiye edilirlerdi. Haktan yana,
adaletten yana olmak zordur. Büyük fedakarlıklar yüreklilik ister.
22 kişilik Adalet Komisyonu'nda, idama karşı gelen tek üye bendim.
Geniş muhalefet şerhim, Millet Meclisi'nin 10.3.1972 gündeminde
okundu. Bana yan bakanlar oldu, komünist diyenler oldu, amma ben
hukuktan adaletten yana olmamın iftiharı, huzuru içinde oldum,
olmakta da devam ediyordum.
Çok gezdim Anadolu'yu. Hakimlik yaptım, avukatlık yaptım, politik
çalışmalarım oldu, halka karıştım, sıkıntıları, dertleri, çileyi,
her türlü yoksulluğu gördüm. Bu çilenin bitmesi gerektiğine
inanmaktayım. Bu uğurda mücadele edenleri takdir etmekteyim.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ın idam kararları üzerinde
iade-i muhakemeye gidilebilir mi?
Gidilir elbet, amma onların, davalarına hizmet ettikleri, halk
iktidarının kurulmasına bağlıdır. Bu netice, bu üç delikanlının
nasıl bir yasadışı takdir ile idam edildiklerini izah edebilirdim
sanırım, bunlar Anadolu'nun bağrından, köylerden yetişip gelmiş
yavrulardı. Ülkenin, Türk halkının maruz
kaldığı hizmet yoluna böylece girmişlerdi, ruhları şadolsun.
İKİSİ 25, BİRİ 23 YAŞINDA OLAN BU ÜÇ GENÇ ÖLÜMDEN
KURTULAMAZ MIYDI?
Avukat Faik MUZAFFER AMAÇ
Konuya genel açıdan bakıldığında:
1) 353 sayılı (Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
kanununa göre, yalnız Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nde değil,
yargı görevlerini olağan dönemlerde de yapan bütün askeri
mahkemelerde hakimler; hakimlik
güvencesinden yoksundur. Örneğin, bu hakimlerin terfileri; idari
sicil üstlerince verilecek sicile bağlıdır. (Madde: 12)
Atanmaları, yer değiştirmeleri; Milli Savunma Bakanı ile
Başbakanın müşterek kararnamesiyle olur. (Madde: 16) Askeri
hakimler; Milli Savunma Bakanı tarafından disiplin cezalarıyla
cezalandırılabilir. (Madde: 29)
Böylece, hakimlik güvencesinden yoksun hakimlerden kurulmuş
olduklarından bütün askeri mahkemeler, kuruluş bakımından
anayasaya aykırıdır.
Olağanüstü dönemlerde görev yapan Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri,
bu konudaki itirazları Anayasa Mahkemesi'ne götürmekten
çekinmişlerdir. Görevlerini olağan dönemlerde de yapan öteki
Askeri Mahkemeler arasında, konuyu Anayasa Mahkemesi'ne
gönderecekler bulunabilir. Bu nedenle,
her Askeri Mahkemede, davanın çeşidi ne olursa olsun, sanıklar ve
varsa müdafileri; 353 sayılı kanundaki hakimlik güvencesine aykırı
hükümlerin anayasaya aykırılığını ileri sürüp konunun Anayasa
Mahkemesi'ne gönderilmesini istemelidirler.
Çünkü, askeri mahkemelerde, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik
güvencesi ilkeleri gerçekleşmedikçe, kamuoyu; bu mahkemelerden
çıkan hiçbir kararı, tam bir güvenle karşılayamayacaktır.
2) En iyisi, ölüm cezalarının büsbütün kaldırılması ise de bu ceza
yürürlükte kaldığı sürece yasama organı; ölüm cezalarının yerine
getirilmesine ilişkin kanunların yürürlük maddesini şuna benzer
biçimde düzenlemelidir:
-Bu kanun, yayımından 90 gün sonra yürürlüğe girer. Bu süre içinde
kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması halinde
kanunun yürürlüğe girmesi için Resmi Gazete'de yayımlanması
beklenir.-
Ölüm cezalarının yerine getirilmesine ilişkin kanunlar, yayımı
tarihinde yürürlüğe girecek olurlarsa bunlar, uygulamada Anayasa
Mahkemesi'nin denetiminden kaçırılmış olurlar.
Bu söylediklerimiz, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı
Askeri Mahkemesi'nin 9.10.1971 gün ve E: 1971/13, K: 1971/23
sayılı kararıyla ölüm cezasına çarptırılan Deniz Gezmiş, Yusuf
Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine getirilmesi
konusuna uygulandığında:
25 Mart 1972 günlü Resmi Gazetede yayımlanan 17 Mart 1972 günlü
1576 sayılı (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm
cezalarının yerine getirilmesine dair Kanunun) yürürlük maddesi
şöyle idi:
-Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.-
Ancak CHP, kanun daha yayımlanmadan ve yürürlüğe girmeden, bu
konunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağını bildirmiş
ve basın da konu ile ilgilenmiş olduğundan, ölüm cezalarının
yerine getirilmesi geciktirildi. Yayımından sonra hem biçim, hem
de esas yönünden iptali
için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması üzerine, kanun, Anayasa
Mahkemesi'nin 6 Nisan 1972 günlü, K: 1972/13, Karar: 1972/18
sayılı kararıyla iptal edilip 7 Nisan 1972 günlü Resmi Gazete'nin
Mükerrer sayısında yayımlandı.
Anayasa Mahkemesi, kanunu biçim yönünden iptal ettiğinden -İptal
kararına göre, öteki aykırılık iddialarının incelenmesine yer
olmadığına oybirliğiyle karar- vermişti.
Bu iptal kararı üzerine yeniden kabul edilen 2 Mayıs 1972 günlü
(Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının
yerine getirilmesine dair) 1586 sayılı kanun 5 Mayıs 1972 günlü
Resmi Gazete'de yayımlandı. Bu kanunun da -Yayımı tarihinde-
yürürlüğe gireceği yazılı idi. Bu ikinci kanun yayımlanınca ölüm
cezaları hemen yerine getirildi. Böylece Anayasa Mahkemesi'nin,
önce sadece biçim yönünden iptal ettiği kanunun, bu kez, esas
yönünden de incelenip anayasaya uygunluğunun denetlenmesi olanağı
ortadan kaldırılmış oldu.
Yasama organı, kanunun yürürlük maddesini, Anayasa Mahkemesi'nin
denetimini önlemeyecek biçimde düzenlemiş olsaydı ACABA, Anayasa
Mahkemesi; kanunu esas yönünden de iptal etmez ve ikisi 25, biri
23 yaşında olan bu üç genç ölümden kurtulmaz mıydı?
Bu ACABA'ya karşın ölüm cezalarının yerine getirilmiş olması;
hangi vicdanı sızlatmaz?
12 MART'IN KENDİNE ÖZGÜ HUKUKLA BAĞLANTISI OLMAYAN
ÖZEL BİR YERİ VARDIR
Avukat Bozkurt NUHOĞLU
Deniz Gezmiş ve arkadaşları davasına yeniden bakılabilir mi? Bu
kararları veren mahkemelere dışardan baskı yapılmış mıdır? Politik
etkenler kararlar üzerinde ne dereceye kadar etkili olmuştur?
Sorularına cevap vermek ve açıklık getirmek kanımca bir hukukçudan
öte her yurtseverin görevi
ve de kullanılması gerekli bir hakkıdır.
Ben bu olaya bugün taşıdığım hukuki kimliğin gerektirdiği açıdan
yaklaşmak istemiyorum. Bu olayın hukuki cephesini çok değerli ve
saygın hukukçu meslektaşlarımız aydınlatmışlardır. Ve bunu
aydınlatmaya devam edeceklerdir. Benim yaklaşımım da son
çözümlemede hukuki durumu aydınlatıcı nitelikte olacaktır. Ancak
bu hukuki bakış açısı sadece Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanan
Deniz'in dosyası ile bağlı değildir. Daha çok gerilere giden
hukuki duruma aydınlık getiren bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı
daha çok egemen sınıfların -kast- unsuruna dayanacaktır.
Bizce Deniz'in asılarak idam edilmesine yol açan, sadece son
eylemleri değildir. Deniz'i çok yakından tanıyan bir kişi olarak,
onun ilk eylem günlerinden son günlerine kadar geçirdiği olayları
kronolojik olarak anlatıp burjuvazinin kastını (idam etme kastını)
buradan başlayıp son güne kadar
getirmek gerektiğine inanıyorum.
Deniz, karşılıklı sınıf çatışmalarının yer aldığı, sınıflı bir
toplum olan ülkemizde son olaylardan çok daha önce egemen güçler
tarafından bu cezaya çarptırılmıştır. Ancak bu cezanın infazı için
herkesçe bilinen son eylemleri kendilerince makul bir gerekçe
olarak kamuoyuna sunulmuştur. Deniz adım adım gerçekleştirmek
istediği her hukuki ve demokratik eylemin
karşılığında, haksız şekilde her zaman hapishanenin dört duvarı
ile karşı karşıya kalmıştır. Bunun için Deniz Gezmiş egemen
sınıfların bu kinine çoktan layık olmuştur.
Neden? Deniz çalışkan ve başarılı bir öğrenci idi. Hukuk
öğrenimine girmesi rastlantı değildi. Onun hukuk öğrenciliği
devrimciliğinden çok sonra gelir. O hukuk öğrenimine devrimci
mücadele için araç olsun diye, inanarak karar vermişti. Genç
kafasında sisli bir şekilde belirlenen adaletli ve halktan
yana düzeni ancak demokratik yollardan hukuk öğrenimi yaparak
gerçekleştireceğine inanıyordu. Ancak egemen burjuvazi, bu inançlı
ve kavgacı kişiliğe bu olanağı tanımadı.
Deniz, öğrenci gençliğin mücadelesini bu şartlar altında, inandığı
mücadele biçimi içinde şekillendirdi. Günün tüm öğrenci örgütleri
pasifist, neme lazımcı, kişisel şöhret peşinde ve bir bakıma
burjuvazinin değirmenine su taşıyan kişiliksiz yapıda idi. Bunun
için bü örgütlerle ilerici, yurtsever, anti-emperyalist ve
anti-faşist mücadele gereği gibi yapılamazdı. Deniz hemen Hukuk
Fakültesi'nde, Devrimci Hukuklular Örgütü'nü kurdu. Arkasından
daha geniş bir tabana hitabeden Devrimci Öğrenci Birliği'ni (DÖB)
oluşturdu. Bilahare bu örgüt FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu)
içinde aktif rol
oynayarak bu örgütü Dev-Genç'e dönüştürdü. Bundan sonra Dev-Genç,
gençliğin anti-faşist ve anti-emperyalist örgütü haline geldi.
Gençliğin her anti-faşist ve anti-emperyalist demokratik atılımı
burjuvazinin kalelerinde sonradan tamiri imkansız gedikler
açıyordu. Burjuvazi hedefini seçmişti: İyi bir örgütçü ve baştan
aşağı inanç dolu olan Deniz mahvedilmeliydi. Çünkü Deniz ve
arkadaşlarının mücadelesi üniversite ve toplumun diğer katlarına
yayılmaya ve yansımaya başlamıştı. Özellikle üniversite ilerici ve
devrimci çizgide aktif olarak o zamanda yerini almıştır. Şöyle ki,
1968-1969 ve 1970 yıllarında Türkiye'nin çeşitli kentlerindeki
üniversitelerin sosyal ilimlerle uğraşan üç yüze yakın üniversite
öğretim üyesi çeşitli tarihlerde iktidara ve faşist eylemlere
karşı yayınladıkları
bildirilerle bu oluşumun en somut örneğini vermişlerdir.
Deniz, her şeyin ötesinde bir eylem adamı idi. Kavradığını
mükemmel kavrar ve derhal uygulamasına geçerdi. Ve derdi ki -en
iyi lider en iyi militan olandır.- O dönemin bütün ilerici
yurtsever anti-emperyalist ve anti-faşist eylemlerinde o ve
arkadaşları yer almıştır. Her demokratik ve haklı eylemin
sonunda Deniz Geçmiş haksız şekilde kovuşturmaya uğruyor ve
tutuklanıyordu. (12 Haziran 1968 işgal eylemi dolayısı ile
cumhurbaşkanı, başbakan, muhalefet lideri ve tüm üniversite
rektörleri öğrencilerin isteklerinde haklı olduklarını
belirtmişlerdi.)
Büyüyen ve yurda yayılan demokratik ve anti-faşist eylemleri Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarına bağlamak elbetteki mümkün değildir. Ama bu
eylemlere etkin katkıları olmuştur.
İstanbul'daki son tutuklanma bilindiği gibi Yıldız Öğrenci
Birliği'nde bulunan dürbünlü bir tüfek yüzünden olmuştur. Bu
tüfeğin Deniz'e ait olduğu iddia edilmiş, sonradan aksi sabit
olmuştur. Mahkeme dosyası bunun açık kanıtıdır. Bu durumda bile
Deniz 9 ay tutuklu kalmıştır. Hem de bir önceki
tutukluluğundan sonra özgürlüğüne kavuşmasının birinci ayı
dolmadan. Deniz Gezmiş'in sayısız tutuklamalarında bütün
hukukçuları şaşırtan bir özellik vardır; bütün tutuklanmaların
sonucu mahkemelerde beraattır.
Deniz Gezmiş bu çizgilerden geçerek 12 Mart'a gelmiştir. 12
Mart'ın kendine özgü, hukukla bağlantısı olmayan özel bir yeri
vardır. Bu özel konumda Deniz ve arkadaşları T.C.K.'nın 146'ıncı
maddesi gereğince yargılanmış ve hüküm infaz edilmiştir. 12
Mart'ın mahkeme başkanları ve yargıçları ön yargılı ve taraf olan
kişilerden olmuştur. İdam hükmünü veren Ankara Sıkıyönetim 1 No'lu
Mahkeme Başkanı Ali Elverdi sonradan bir vesile ile açıkladığı
gibi -Ben, hayatımda askeri görevlerin dışında politik görevler de
yaptım.- Sözü bu mahkemelerin niteliğini göstermesi bakımından çok
ilginçtir. Ayrıca İstanbul 3 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin
146'ıncı
maddeyi uygulamadığından dolayı lağvedilmesi de bu dönemin hukuk
uygulamasının ne olduğu konusunda insanlara ibret verecek en
ilginç olaydır.
Biz yazımızı onun içerde ve dışarıda dilinden düşürmediği
dizelerle bitirmek istiyoruz:
-Delikanlım,
iyi bak yıldızlara.
Onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
yıldızların ışığında kollarını
ufuklar gibi açıp geremezsin.
...
Delikanlım,
sen ki, ya bir köşe başında
Kaşından kan sızarak gebereceksin.
Ya da bir devrimci gibi darağacında
can vereceksin-
Onların bütün bir hayat taşıyacağım taze ve sıcak anıları önünde
saygı ile eğilirken, 12 Mart'ın bütün hukuk dışı uygulamalarının
değerlendirileceği günü sabırla beklemekteyim.
İDAM HÜKMÜYLE SONUÇLANAN BU DAVAYA YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
GÖSTERİYOR Kİ, KANUNUN DEĞİŞTİRİLMESİ BİR GEREKLİLİKTİR
Prof. Dr. Öztekin TOSUN
Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesini ihlal suçundan ölüme
mahkum edilen ve cezaları da yerine getirilmiş bulunan üç kişi
hakkında verilmiş ölüm cezasının benzerleriyle
karşılaştırıldığında çok ağır olduğu, bu olayda uygulanması
gerekli maddenin başka bir madde olduğu, bu bakımdan bir
hukuki yanlışlık bulunduğu düşünülmektedir.
Böyle bir yanlışlık bulunduğunda, bu kişilerin yeniden
muhakemesinin yapılıp yapılamayacağı sorulmaktadır.
Bir muhakeme yapılıp bütün soruşturmalar sonucunda bir karara
varılmış ise, bu karar aleyhine bazı denetim muhakemeleri
bulunmaktadır. Örneğin kararı beğenmeyen süresi içinde temyiz
eder; ölüm cezasını gerektiren fiiller için
bu temyiz incelemesi otomatik olarak, yani hiç kimse istemese de
yapılır. Bu yollardan geçtikten sonra son karar yargı durumuna
girer, yani o artık gerçeğe ta kendisi sayılır; artık bu kararın
yeniden ele alınıp uyuşmazlıkların toplum içinde sürüp gitmesini
önlemektir.
Böyle olmakla birlikte, bazı sınırlı nedenler bulunduğu ileri
sürülürse, hukukumuz yargı durumuna girmiş, bu son karara rağmen,
uyuşmazlığın yeniden muhakemesini kabul etmektedir. Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 327-342'inci maddelerinde
düzenlenmiş (muhakemenin yenilenmesi eşittir muhakemenin iadesi)
adını taşıyan bu kurum sayesinde
yeniden bir muhakeme yapıp hukuka aykırı son kararın kaldırılması
olanağı vardır.
Mahkum öldüğünde bu yola başvurmak, örneğin ana babasına ve
kardeşlerine de tanınmıştır.
Üzerinde durduğumuz olayda bu yola başvurulması olanağı
bulunmadığını zannetmekteyim; çünkü, söylemiş olduğum gibi, bu
yola kanunda açıkça gösterilmiş sınırlı durumlarda
gidilebilmektedir.
İ) Sadece son kararın hukuka aykırı olması yetmez ayrıca kanundaki
nedenler bulunmalıdır.
Olayda TCK.'nın 146'ıncı maddesiyle ceza verilmesi hukuka uygun
değildir, başka bir madde ile daha hafif bir ceza verilmeliydi
diye bir fikre dayanıldığı kabul edildiğinde, kanunun sadece
yanlış madde uygulanması durumunda bu yola gidilmesini kabul
etmediğini görmekteyiz. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun
327'inci maddesinde sayılmış nedenlerden biri bulunması
gerekmektedir. Bu nedenleri kısaca görelim:
1) Duruşmada kullanılmış ve son karara etkili bir belgenin sahte
olduğu ortaya çıkmalıdır. Olayımızda böyle bir belgenin sahte
olduğu biçiminde bir iddia yoktur.
2) Yemin verilerek dinlenmiş bir tanığın mahkum aleyhinde gerçek
dışı bir açıklamada bulunması ve bunun son karara etkili olması
gereklidir. Böyle bir tanık açıklamasının gerçeğe aykırı olduğu ve
buna dayanıldığı ileri sürülmemiştir.
3) Son karara katılmış hakimlerden birinin aleyhine ceza
uygulanmasını gerektirecek nitelikte vazifesini kötüye kullanmış
bulunması, yani bir vazifeyi ihmal veya suiistimal suçunu işlemiş
bulunması gerekmektedir. Hakimlerin böyle bir suç işlediği
hususunda bir iddia da yoktur zannediyorum.
4) Yeni deliller ileri sürülmesi gerekmektedir. Yeni delil,
duruşmada hiç ileri sürülmemiş veya sürülmüş olsa bile hiç
üzerinde durulmamış delil olarak tanımlanmaktadır.
Bu nokta, dosyanın tam bilinmesi ile cevaplandırılabilir. Böyle
bir delil ortaya çıktığında yeniden muhakeme olabilir;
çıkmadığında yeniden muhakeme olamaz.
İİ) Ölmüş kişiler için sadece beraat etmesi gerekirdi diye bu yola
gidebilmektedir.
Bir an için yeni delil ortaya çıktığını kabul ettiğimizde, olayda
ikinci bir kanun sınırlaması ile karşılaşmaktayız. Şöyle ki;
kanunumuz, ölmüş kişiler hakkında yeniden muhakeme yapılmasını,
onların sadece beraat kararı almaları olasılığında kabul etmekte,
onun dışında etmemektedir. (CMUK. m. 339) Bu üç sanığın TCK.'nın
146'ıncı maddesiyle değil, fakat daha hafif bir cezayı gerektiren
başka bir madde ile cezalandırılması gerektiği ileri sürüldüğüne
göre, kanunumuzca böyle bir ceza değiştirilmesi için yeniden
muhakeme kabul edilmiş değildir. Bu hüküm eleştirilere
uğramaktadır;
fakat böylece yürürlüktedir.
Demek ki, ölmüş kişiler hakkında sadece beraat kararı verilmesi
iddiası ile bu yola başvurulabilmektedir; daha hafif bir ceza ile
mahkumiyet için bu yol kapalıdır. Böyle bir hukuka aykırılık son
karar yargı halini almış ve sanık da ölmüş ise, yeniden mahkeme
için yeterli olmamaktadır. Eğer beraat
olasılığı yoksa, kanundaki nedenler bulunsa bile, son karar
yeniden ele alınamamaktadır.
Demek ki (İ) numara altında gösterdiğimiz 4 nedenden biri veya
birkaçı söz konusu olayda bulunsa bile, (İİ) numara altında
gösterdiğimiz koşul gerçekleşmediği için, bu yola gidilmesi
olanağı yoktur.
Ancak kanundan çıkan bu sonucun, hukukçuları hiç doyurmadığı, bu
yüzden, bu sınırlamanın kaldırılıp, cezanın azaltılması için de bu
yola başvurulmasına olanak sağlanmasının doğru olacağı yolundaki
eleştirileri dikkate almak gerekir.
Bu eleştiriler bizi kanunun değiştirilmesi ve yargılama beraatla
sonuçlanmayacak olsa bile, idam edilen sanığın davasına yeniden
bakılması olanağının sağlanması gerektiği sonucunu kabule
götürmektedir.
İDAMLARLA İLGİLİ TARİHİ BİR BELGE
TÜRKİYE RAPORLAR BİRLİĞİ BAŞKANI PROF. DR. FARUK EREM'İN
CUMHURBAŞKANI CEVDET SUNAY'A İDAMLARLA İLGİLİ RAPORU
ANKARA 1 NUMARALI SIKIYÖNETİM MAHKEMESİ DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN
VE HÜSEYİN İNAN'IN İDAMINA KARAR VERDİĞİ GÜNLERDE,
CUMHURBAŞKANLIĞI HUKUK DANIŞMANI, PROF. DR. FARUK EREM'Dİ.
İDAMLARIN MECLİSTE GÖRÜŞÜLECEĞİ GÜNLERDE FARUK EREM'DEN MÜTALAASI
İSTENMİŞ, FARUK EREM GÖRÜŞLERİNİ BİR RAPORLA CUMHURBAŞKANLIĞI'NA
BİLDİRMİŞTİ...
Sayın General
Cihad Alpan
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri
Emir buyrulan mütalaa aşağıda saygı ile arzolunmuştur:
1) Usul bakımından: CHP'nin iptal sebeplerinden bir kısmı usule
dayanmaktadır.
a) İvedilik, öncelik: Tasarının Meclis'te ve Senato'da
Komisyonların teklifi üzerine öncelik ve ivedilikle kabul
edildiği, bunu teklif eden Komisyonların gerekçe göstermedikleri
ve karar alındığı sırada da bir gerekçeye yer verilmediği
bildirilmektedir.
--Gerçekten öncelikle (İç Tüzük: 74) gündemde mevcut maddelere -takdimen
müzakere istendiğinde bunun eshabı mucibesinin dermeyan-ı
sorumludur. Cumhuriyet Senatosu İç Tüzüğünde de (45) -Hükümet veya
Komisyon tarafından yazılı ve gerekçeli bir istek üzerine- bir
tasarının önce görüşülmesine karar verilebileceği açıklanmıştır.
--Millet Meclisi İç Tüzüğünde (70, 71) bir tasarının -yalnız bir
defa müzakeresi ile iktifa edilmesi için Meclis'in kabul edeceği
esaslı bir sebep olmadıkça müstaciliyet kararı verilemez,
müstaceliyet kararının talebi yukarıdaki maddede münderiç şartları
muhtevi ve tahriri olmak lazımdır- denilmektedir. Senato İç
Tüzüğünde de (46) -esaslı bir sebep olmadıkça
ivedilik kararı verilemez- kaydı yer almaktadır.
--O halde -gerekçe- ve -esaslı bir gerekçe- kararının
verilebilmesi için aranan bir koşuldur. Anayasamız -kanunların
yapılması-nı düzenlemiştir (Anayasa 91 ve devamı). İvedili
işler-ivedili olmayan işler ayrımı (92) kabul edilmiştir. O halde
ivedilik kararı ancak koşullarına riayet edilerek, verilebilir.
b) Teklif: CHP, bahis konusu tasarının Meclise Başbakanlık
tarafından sevkini, Anayasanın 64'üncü maddesine aykırı bulmakta
ve bundan evvel Adalet Bakanlığınca Meclise sevkedilmemiş olan
dosyaların Komisyon kararı ile Başbakanlığa iade olunduğunu ileri
sürmektedir.
c) Münferit oylama: CHP'nin gösterdiği sebeplerden biri de, üç
kişi hakkındaki ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair Adalet
Komisyonunca hazırlanan tasarının birinci maddesinin her üç
hükümlüyü kapsadığı, bu hali ile genel kurullardan geçtiği ve
hükümlüler hakkında tek tek oylama yapılmadığı, bu hususun
-cezaların şahsiliği- ilkesine aykırı düştüğüdür.
2) Esas bakımından: CHP'nin esas bakımından ileri sürdüğü iptal
sebepleri şunlardır:
a) Parlamentonun yetkisi: Anayasanın 132'inci maddesine göre
yasama ve yürütme organları mahkeme kararlarını değiştiremezler,
yerine getirilmesini geciktiremezler. Bu kuraldır. Ölüm cezaları
hakkında Meclisin vereceği karar, bunun istisnasıdır. Bu
istisnanın sebebi şudur: -... mahkemenin
nazara alamayacağı hususları dikkat nazarına alarak ve aynı
zamanda bir hayata son verilmesinin maşeri vicdanı temsil eden
Parlamento tarafından bir defa daha incelenmesi-.
b) Kanun teklifleri ve diğer kararlar: Meclis gündeminde de, bahis
konusu tasarının görüşüldüğü aynı günün gündeminde başka ölüm
cezalarının yerine getirilmesi ile ilgili Komisyon raporları
mevcuttur. Bunlar hakkında öncelik ve ivedilik kararı
alınmamıştır. Ayrıca hükümlüler af için Meclise müracaat
etmişlerdir. Ölüm cezasının ilgası açısından da kanun teklifleri
vardır. Bunlar hakkında henüz bir karar verilmiş değildir.
3) CHP'nin iptal istemi gerekçelerinin değerlendirilmesi: İptal
isteminin usul ve esasa ilişkin gerekçeleri arasında bir bağlantı
görülebilir:
a) Tartışmasız kabul: Eğer ivedilik ve öncelik kararı alınmamış
olsa idi, Meclislerde konu gereği gibi tartışılırdı. Bu tartışma,
-subut- ve -vasıf- açısından olamayacaktı. Zira hükümler
kesinleşmiştir. Anayasanın Meclise tanıdığı yetki -mahkemelerce
verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine
getirilmesine karar vermek-tir. O halde bütün cezalardan ayrı
olarak ölüm cezasının yerine getirilmesi için Meclisin bir karar
vermesi lazımdır. Bu yetki esasında ölüm cezasının yerine
getirilememesi kararının verilmesinde toplanır. Mahkemelerin
değerlendirmeğe yetkili olmadıkları unsurların
Meclis tarafından nazara alınması gayesi takip olunmuştur. Meclis
bu takdirinde bir ölüm cezasının yerine getirilip getirilmemesinde
toplum açısından her türlü mülahazayı ele alabilecektir. İşte bu
nedenle bir kimsenin hayatına son vermede -ivedelik- ve -öncelik-
mantıki değildir. Hukuka aykırıdır. Anayasa, diğer cezaların
aksine, bu cezanın bir defa da, Meclis tarafından incelenmesini
isterken, bunlar hakkındaki kararın da ivedilik ve öncelikle
alınabileceğini düşünmüş olamaz. Zira bu bir çelişme olurdu. Bir
taraftan bir munzam teminat getirilmesi, diğer taraftan açıkça
istical haklı
gözükmemektedir.
Meclis gündeminde ve Adalet Komisyonunda pek uzun süredir,
bekleyen infaz dosyalarının mevcut olduğu bilinmektedir. O
dosyaların hepsinin önüne alınan bir dosyanın gerekli incelemeden
yoksun bırakıldığını iddia etmek haksız sayılamaz.
b) Anayasamızdaki kusur: Ölüm cezalarının yerine getirilip
getirilmemesi kararı diğer bütün Devletlerde -Devlet Başkanı-na
verilmiş bir yetkidir. Zira Devlet Başkanı tarafsızdır. Tarihi
bazı nedenlerle bu yetki memleketimizde Meclise verilmiştir. Çok
partili döneme geçince, çoğunluk partisinin oy fazlalığı ile
tarafsız tasdik makamı olmak niteliği de kalmamıştır. Bahis konusu
ölüm cezalarının verilmesine sebep olan olayların kendi
partilerine daha fazla zararlı olduğu kanısını taşıyan bir
kuruluşun oylamada üstünlüğü tasdik eyleminin toplumca isabetli
kabulünü imkansız kılabilir.
İvedilik ve öncelikle başlayan taraflı tutum, bu cezalar hakkında
her türlü mülahazalar ve parti disiplini dışında vicdani kanaate
göre sonuca varılması kuralına bağlı kalınmadığını göstermektedir.
c) Mahkemenin kararı: Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin
9.10.1971 tarih ve 13//23 sayılı mahkumiyet kararının 53'üncü
sahifesinde aynen şu satırlar yer almaktadır: -... detaylı
eleştiri ve iddialar hakkında mahkememiz kişisel görüşlerini
mahfuz tutmuş, müessese olarak bunlar üzerinde
hüküm vermeyi, kamu vicdanına, tarihe ve Türkiye Büyük Millet
Meclisinin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.-
Mahkemenin hükmünde yer alan bu satırların zorunlu kıldığı ölçüde
TBMM'nin takdir ve yetkisini usuli kusurlar nedeni ile, kullanmak
olanına sahip kılınmadığı açıkça belli olmaktadır. Kaldı ki bu
satırların uyarıcı etkisi ve özellikle -mahfuz tutulan görüşler-
deyimi, kamu vicdanına ve tarihe
tevdi kılınan hususlar üzerinde gereken önemle durulması icap
eder. Mahkeme kararında (basılı metin, sh. 11) işaret edilen
-ekonomik rezaletler-e ilişkin satırların neyi ifade ettiği
üzerinde durabilecek bir merci bulunmadan bir sonuca varmak
isabetli olamaz. Mahkeme kararı, ölüm cezasına adeta şarta bağlı
olarak, hükmetmiş intibaını vermektedir.
ç) Topluca takdir: Halen yargılamalar devam etmektedir. TCK'nun
146'ıncı maddesine göre verilen ve verilecek bütün kararların bir
arada ele alınması ve her suçlunun durumu ayrı ayrı incelenerek
işledikleri fiillerin vahamet dereceleri karşılaştırılarak, tasdik
veya ademi tasdik yetkisi böylece kullanılmalıdır. Aksi halde
zamanın geçmesi, eşit olmayan takdirlere yol açabilir. Yüksek
Adalet Divanı ve Aydemir olayında tasdik makamları bu imkana sahip
idiler.
4) Yürütmenin durdurulması konusu: Anayasamızda ve Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşuna Ait Kanunda yürütmenin durdurulabilmesi
hususunda sarahat olmadığı iddiası doğrudur. Fakat sarahat
olmadığından, böyle bir kararı Anayasa Mahkemesinin veremeyeceği
düşüncesi isabetli
değildir. Yürütmenin durdurulması bir usul konusudur. Usulde kıyas
caridir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi bu yola gidebilir. Esasen bu
olaydaki karara -yürütmenin durdurulması- isminin de isabetli
düşmediğini sanıyoruz. Zira bu terim idare hukukunda bir
müesseseyi akla getiriyor. Burada bahis konusu olan -infazın
bekletilmesi-dir. Yürütmenin durdurulması kararına konu olan bir
idari kaza kuralları ile -infazın bekletilmesi- arasında fark
vardır. Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karar, iade-i
muhakeme
talebinin kabulünde Ceza Mahkemelerinin verdiği karara dahi, ancak
ve kısmen benzemektedir. İade-i muhakemede infaz durdurulursa,
örneğin hürriyeti bağlayıcı ceza hükümlüsü serbest bırakılır. Bu
olayda ise sadece ölüm cezasının infazı durdurulmuş olacaktır. O
halde Anayasa Mahkemesinin bu konuda ittihaz ettiği karar, sadece
bir -tedbir kararı-dır.
Bunun için açık hükme ihtiyaç yoktur. Anayasa Mahkemesine verilen
görevin yerine getirilmesini sağlayan hükümlerde bu tedbirleri
almak esasen mevcuttur.
5) Karar-Kanun tartışması: Basında rastlanan bazı görüşler, ölüm
cezasının yerine getirilmesine ilişkin tasarrufu, Meclisin bir
-karar-ı olduğu, kararlara karşı ise anayasaya aykırılık nedeni
ile dava açılamayacağı, yolundadır. Bu tartışma,
Cumhurbaşkanlığının bahis konusu tasarıyı tekrar görüşmek üzere
iade edip edemeyeceği sorusuna da etkilidir. Zira aynı şekilde,
Cumhurbaşkanının tekrar görüşme istemesi de, yalnız kanunlar
içindir.
Teşkilatı Esasiye Kanunu yürürlükte iken karar-kanun ayrımı vardı.
Yukarıdaki görüş ancak o dönemde haklı gözükebilirdi. Anayasa bu
ayrımı kaldırdı. Ölüm cezasının yerine getirilmesi de bir -kanun-
ile olmaktadır. Bu nedenle:
a) CHP'nin Anayasa Mahkemesi'ne iptal için başvurmasında bir
usulsüzlük yoktur.
b) Cumhurbaşkanımızın yetkileri ise iki bakımdan mütalaa
olunmalıdır.
aa) Cumhurbaşkanımızın yetkileri cezaların affı bakımından üç
belli sebeple bağlı olduğu anayasamızda açıklanmış bulunduğundan
bu yol kapalı bulunmaktadır.
bb) Cumhurbaşkanımızın bahis konusu tasarının usulüne uygun
hazırlanamadığı, ivedilik ve öncelik kararlarının isabetli
görülemediği, böylesine önemli bir tarasarrufta bütün düşüncelerin
ortaya atılmasına olanak sağlanmasındaki zaruret ve uygun mütalaa
buyuracakları sair gerekçelerle tekrar görüşme isteminde
bulunmaları mümkün görülmektedir.
6) Mahkemeden karar istenmesi: Ceza Usulü Kanununun 403'üncü
maddesine göre, bir cezanın infazı hususunda tereddüt olursa
mahkemeden karar istenebilir. Kanununun bu hükmünün ölüm cezasının
Meclisçe onaylanmasında iddia olunan bir usulsüzlüğün çözümünü de
kapsayıp kapsamadığında kesin bir kanaat izharı mümkün değildir.
Meclisin bir
tasarrufunun mahkemece denetiminde bir çeşit yetkisizlik
görülebilir. Bununla beraber mahkemenin bu hususu mümkün görmesi
ihtimal dışı değildir.
7) Adalet Bakanlığı'nın yetkisi: Ölüm cezalarının tasdik kanunu
çıktıktan hemen sonra infazı adet halindedir. Bununla beraber
iade-i muhakemeye müracaat halinde, talebin kabul veya reddine
kadar infazın bekletildiğine örnekler vardır. Zira infaz halinde
telafisi imkansız bir durum bahis konusudur.
Ölüm cezasının hemen infazında bir gelenek mevcut ise de belli bir
infaz süresi yoktur. Böylesine önemli bir konuda, Adalet
Bakanlığının müracaatların neticesini beklemeden infaz emretmesi
veya böyle bir emir olsa dahi, Savcılığın ilerde kanunsuz
sayılması mümkün böyle bir emri yerine getirmesi sorumluluğu
gerektirmiş olabilir. -İnsan hakları-nı (Anayasa 2) ve bunlar
arasında başta gelen -yaşama hakkı-nı (Anayasa 14) önemsiz saymak
mümkün değildir.
Saygı ile mütalaa olarak arzolunur.
22.3.1972 Saat: 22.00
YENİDEN KENDİ ŞEHRİMDE
En uzun günüydü ömrümün
süzgün, kamaşan bir arzuyla
her yanım karmakarış
yıllar ve yıllar ve yıllar sonra kendi şehrimde
yeniden yazmaya başladığım şu gün...
...
Bir yanı unutulmuş bir yanı taşkın
bir yanı bastırılmış bir yanı bıçkın
düşlerimle boğuşarak uyandım
ve boğulurcasına kendi karanlığımda
saatlerce dolaşıp durdum şehri..
...
Bu şehir gençliğimdi benim,
aşklarım, gizlerim, meraklarım,
kavuşup kavuşup yitirdiğim sevincim...
Kimi külhan, kimi ceylan nicesiyle kapışarak belanın
dövüşürken bu şehir kurtulsun diye acılarından,
şimdi, parçalanmış canlara bakarken bile sağır
acılardan zevk alan insanlar mı çoğalmış?
Kimisi yalanı kanıksamış, kimisi suskun kalanı...
Seçkin kendine vurgun, yılgın kendine esir...
Karalara, çıralara sarınmış kiminin elinde Kur'an
kiminin elinde kırbaç
göğünden ufkunu kurban
gününden güneşini haraç istiyor şehrin...
Köşe bucak aranırken savrulduğum sevdaların izini
dilimde sinsi sinsi yalanınca bu sözler
ürperdim sesten sese
bir ucundan bir ucuna şehrim kadar irkilip
sokaklardan içimdeki karmaşaya çekildim...
...
Ah ki düşümdeki yerinden
çoktan yitip gitmiş sevdiğim,
ah ki saklımdaki özlemler sahibine yabancı,
ektiğim gül, seçtiğim nar göz göre göre yağmalanmış,
kırık, kırgın, öksüz kalmış sürgünde gönül,
içlendiğim hüzünler sakarca yaralanmış,
ah ki ellerimi doyasıya alamadan avucuna
elmasını incecikten
özen bezen düşlediği aydınlığa soyamadan
karca beyaz dalca narin
pınarlar kadar kibar
üzüm üzüm gözlerinde sevinç soran bakışıyla,
derin uykusuna dalmış baba ocağım,
uzanıp kucağında ağlayamadım...
...
En uzun günüydü ömrümün
bir yanı sabır bir yanı tınmaz
bir yanı kahır bir yanı kanmaz
bir kez daha sığınarak kendi yüreğime kendi şehrimde
yeniden başlıyorum yazmaya
yeniden ve yine yapayalnız...
...
Ömrüm senden özür diliyorum!
Nihat Behram |
|
1
2
3
4
5 |
|
|
|
|
|
|
|