İlkel insanı, geçirmiş olduğu gelişim evreleriyle tanıyoruz; yani
biz ilkeli bize bırakmış olduğu cansız anıtlar ve araçlarla,
sanatıyla, dinsel ve masalsı, efsanevi ve düşsel öyküleriyle,
yaşam üzerine düşüncelerine ilişkin bize ya doğrudan doğruya ya da
dolaylı yoldan gelen bilgilerle ve sonuç olarak bizim bugünkü
adetlerimizde arta kalmış bir durumda yaşayan düşünce
biçimleriyle tanırız.
Üstelik bir anlamda o hala bizim çağdaşımızdır, öyle kimseler
vardır ki, biz onları hala kendimizden çok ilkel insana
daha yakın sayarız ve onlarda eski insanın doğrudan doğruya
asıllarını ve temsilcilerini seçebiliriz. Vahşi ve yarı vahşi
dediğimiz insanlar hakkında böylece bir yargıda bulunabiliriz.
Onların ruh yaşamının bizim için özel bir önemi vardır; çünkü
onların ruh yaşamında kendi gelişimimizin iyi korunmuş ilk
evresini buluyoruz.
Bu varsayım doğruysa, etnografyanın bize öğrettiği ‘‘ilkel insan
psikolojisi'' ile psikanaliz araştırmalarının bize öğrettiği
‘‘nevrozluların psikolojisi'' arasında yapılacak bir karşılaştırma
birçok benzer noktayı ortaya çıkaracak ve az çok bildiğimiz
konuları aydınlatacaktır.
Gerek iç, gerekse dış nedenlerden ötürü bu karşılaştırma için
etnografyacılar tarafından en geri ve en ilkel olarak gösterilecek
boyları alıyorum: Bugüne kadar en arkaik ve başka yerlerde
bulunmayan özellikleri hayvanlar dergisinde bile saklamış olan en
yeni anakaranın, yani Avustralya'nın yerlilerini seçiyorum.
Avustralya yerlileri en yakın komşuları olan Melanezyalılar,
Polinezyalılar ve Malayalılarla ne bedence, ne de dilce ilişiklik
göstermeyen ayrı bir budun sayılıyor. Bunlar ev ya da kalıcı
kulübeler yapmasını bilmez, tarım bilmezler, köpekten başka evcil
hayvanları da yoktur. Hatta çömlek yapmasını bile bilmezler. Salt
avladıkları hayvan etleriyle ve toprağı kazarak çıkardıkları
köklerle yaşarlar. Kralları ya da başkanları yoktur. Tüm
topluluklar ilgili sorunlar yaşlılar meclisinde kararlaştırılır.
Bunlar arasında yüksek varlıklara tapmak biçiminde bir din olduğu
söylenemez. Suyun kıtlığından dolayı en katı yaşam koşullarıyla
savaşmak zorunda olan Avustralya'nın iç bölgelerindeki boyları,
kıyı bölgelerinde yaşayanlardan daha ilkel görünüyor.
Elbette bu zavallı çıplak yamyamların, cinsel yaşamlarında bizim
kendi düşüncelerimiz bakımından ahlaklı olmalarını ya da cinsel
dürtülerini büyük ölçüde sınırlamalarını bekleyemeyiz. Bununla
birlikte yakın akraba arasında cinsel ilişkide bulunmak yani ‘‘ensest''yapmaktan
kaçınmak konusunda bunların en titiz özeni ve en büyük şiddeti
göstermeyi görev saydıklarını da öğreniyoruz. Gerçekte bu
insanların bütün toplumsal örgütlenmesi bu amaca hizmet ediyor
gibi ya da onun elde edilmesiyle ilgili bir duruma getirilmiş gibi
görünüyor.
Avustralyalılar arasında totemizm sistemi bütün dinsel ve
toplumsal kurumların yerini almaktadır. Avustralya boyları küçük
küçük birtakım klanlara ayrılmıştır. Bunların her biri kendi
toteminin adını alır. Öyleyse totem nedir? Kural olarak yenebilen,
zararsız ya da tehlikeli ve korkunç bir hayvan, ender olarak da
bir bitki ya da (yağmur, su gibi) bir doğa varlığıdır. Totemin
bütün klanla özel bir ilişkisi vardır. Totem her şeyden önce
klanın atasıdır. İkincisi, klanın koruyucu ruhu ya da gözetenidir,
klan halkına güç zamanlarda yol gösterir, çocuklarını daima tanır
ve korur. Bunun için, totemdaşlar totemlerini öldürmemek ya da ona
zarar vermemek, onun etini yememek ya da ondan herhangi bir
biçimde yararlanmamak konusunda kutsal bir borç altındadır. Bu
yasağın herhangi bir biçimde çiğnenmesi otomatik olarak
cezalandırılır. Bir totemin özelliği yalnızca tek bir hayvanın ya
da bir varlığın içinde değil, türün bütün üyelerinde gizlidir.
Zaman zaman şölenler yapılır ve burada totemdaşlar birtakım
törenli danslarla totemlerinin hareketlerini ve özelliklerini
temsil eder ya da onlara öykünür.
Toteme bağlı olma durumu, ya anne tarafından ya da baba tarafından
elde edilir. Totemin anne tarafından geçme durumunun, baba
tarafından geçmesinden önce ve daha eski olması olasıdır. Bir
toteme bağlılık, Avustralyalının bütün diğer toplumsal
görevlerinin temelini oluşturur. Bir yandan boy bağlarının, diğer
yandan da kan akrabalıklarının üstünde bir şeydir.
Totem bir toprağa ya da yere bağlı değildir. Aynı totemin üyeleri
birbirinden ayrı olarak ve diğer totemlere bağlı kimselerle dostça
yaşarlar.
Şimdi psikanalizin ilgisini çeken totemizm sisteminin
özelliklerini ele alalım. Totemin bulunduğu hemen her yerde aynı
zamanda şu yasa da vardır: Aynı toteme bağlı olanlar birbirleriyle
cinsel ilişkide bulunamaz, birbirleriyle evlenemezler. Bu, totemle
birlikte ekzogami denen kuralın da bulunduğunu gösteriyor.
Bu şiddetli yasak çok dikkate değer bir şeydir. Bunun, totemin
içeriğinden ve özelliklerinden öğrendiğimiz şeylerle mantıksal bir
ilgisi yoktur. Yani onun totemizm sistemine nasıl girdiğini
anlayamayız. Onun için bazı bilginlerin başlangıçta ekzogaminin
gerek köken, gerekse anlam yönünden totemizmle hiçbir ilgisi
olmadığını, fakat evlenmeyle ilgili sınırlamaların bunu zorunlu
kılması üzerine sonradan ona eklendiğini kabul etmelerine şaşmamak
gerekir. Ne olursa olsun, totemizmle ekzogami arasında bir ilgi
vardır ve bu da çok güçlüdür.
Bu yasağın anlamını tartışarak anlamaya çalışalım.
a) Bu yasağın çiğnenmesi, diğer totem yasaklarında (örneğin
totem olan hayvanın öldürülmesinde) olduğu gibi otomatik olarak
cezalandırılmakla bırakılmıyor, bütün toplumu tehdit eden bir
tehlikeden ya da herkesin üzerine gelecek olan bir günahtan
kurtulmak sorunuymuşçasına bütün boy tarafından şiddetle bunun öcü
alınıyor. Frazer'in kitabından alınacak birkaç tümce bu gibi günahların bizim
bugünkü ölçülerimize göre oldukça ahlakdışı olan bu vahşiler
tarafından nasıl karşılandığını göstermeye yeter. Frazer şöyle
der: ‘‘Avustralya'da yasak olan bir klana bağlı biriyle cinsel
ilişkinin cezası daima ölümdür. Kadın ister aynı yerli topluluktan
olsun, ister başka bir boydan kaçırılmış olsun, önemi yoktur; onu
karısı olarak kullanan suçlu ve kadın klan arkadaşları tarafından
öldürülebilir. Bazı olaylarda belirli bir zaman için ele geçmekten
kurtulursa suç unutulabilir. Yeni Güney Gal'de Ta-ta-thi boyunda
görülen ender olaylarda erkek öldürülür, fakat kadın yalnızca
öldüresiye dövülür ya da mızraklanır ya da her ikisi birden
yapılır. Kadını büsbütün öldürmemenin nedeni, onlara göre, kadının
zorlanmış olma olasılığıdır. Hatta gelip geçici aşklarda bile klan
yasakları en korkunç şeyler olarak düşünülür ve ölümle
cezalandırılır.'' (Howitt)
b) Çocuk doğurmayla sonuçlanmayan sevişmeler için de aynı
şiddetli cezanın verilmesi açısından, bu yasakların uygulamayla
ilgili nedenlerle konmuş olmasını kabul etmeye olanak yoktur.
c) Totem kalıtım yoluyla geçtiği ve evlenmekle değişmediği
için, örneğin anne tarafından geçmesi durumunda yasağın sonuçları
kolaylıkla anlaşılabilir. Örneğin erkek klana Kanguruyla bağlıysa
ve Emu toteminden bir kadınla evlenirse, kız ve oğlan bütün
çocuklar Emu olur. Totem yasasına göre, kendisi gibi Emu olan
annesi ve kız kardeşiyle yasak olan cinsel ilişkide bulunması
böyle bir evlenmeyle doğan bir oğul için olanaksızdır.
d) Fakat ekzogamiyle bağlı olan totemin daha başka
sonuçları da olduğunu anlamak için biraz dikkat yeter. Yani bu
durumda amaç, anne ya da kız kardeşlerle cinsel ilişkinin yasak
edilmesinden fazla bir şeydir. Bu, aynı zamanda erkeğin kendi
topluluğuna bağlı kadınlarla ve dolayısıyla kendisiyle kan
akrabalığı bulunmayan birçok kadınla da cinsel ilişkide
bulunmasını, bu kadınların hepsini kan akrabalarıymış gibi
saymakla olanaksızlaştırır. Uygar uluslarda buna benzer şeyleri
çok aşan bu korkunç yasağın psikolojik nedenleri ilk bakışta açık
değildir. Bizim anlayabildiğimiz, bu yasakta totem olan hayvanın
ata olduğuna gerçekten inanıldığıdır. Aynı totemden gelmiş olan
herkes kan akrabasıdır, yani bir ailedendir ve bu ailede en uzak
akrabalık dereceleri bile cinsel ilişkiye kesin bir engel olarak
tanınmıştır. Böylece bu ilkeller gerçek kan akrabalığı yerine
totem akrabalığını koyarak bizim iyice anlayamadığımız bir
özellikle karışık olan ‘‘ensest'' isteğine karşı derin bir korku
ya da duyarlılık gösteriyorlar. Fakat bu iki tür akrabalık
arasındaki karşıtlığı fazla büyütmeyelim ve totem yasaklarının
gerçek ‘‘ensest''i özel bir durum olarak içerdiğini aklımızda
tutalım.
Bir toteme bağlı olan bir topluluğun nasıl olup da küçük aile
yerine geçtiği bir bilmecedir. Bunun çözümü totemin kendisinin
açıklamasına bağlıdır. Cinsel ilişkinin evlilik sınırlarını aşan
bir özgürlük çerçevesinde oluşu kan akrabalığının aynı zamanda ‘‘ensest''i
ne kadar önüne geçilemez bir duruma getireceğini düşünürsek, ‘‘ensest''
yasağının aile bağlarının yerine klan bağlarını geçirdiğini
varsayabiliriz. Öyleyse, Avustralyalıların adetlerinin, bazı
toplumsal durumlarda ve bayramlarda bir erkeğin, yasal eşi olması
bakımından bir kadın üzerinde sahip olduğu kayıtsız şartsız
kocalık hakkının çiğnenebileceğini kabul ettiğini kaydetmek
gerekir.
Gerek bu boyların, gerekse diğer birçok totemli budunun dili,
kuşkusuz bununla ilgili bir özellik gösterir. Akrabalığı göstermek
için kullandıkları kavramlar iki birey arasındaki akrabalığı
değil, bireyle topluluğun arasındaki ilişkiyi göz önünde
tutmaktadır. Bunlar L. H. Morgan'ın anlatışına göre
‘‘sınıflandırmacı'' (classificatory) akrabalık sistemiyle
ilgilidir. Yani bir adam yalnızca kendisini dünyaya getiren adama
‘‘baba'' demez; boyun kurallarına göre, annesiyle evlenebilecek ve
bunun için kendisine baba olabilecek bütün erkeklere de baba der.
Bunun gibi, yalnızca kendisini doğuran kadına ‘‘anne'' demez; boy
yasalarına göre kendi anası olabilecek bütün kadınlara da anne
der. Yalnızca öz anne ve babanın çocukları olanlara ‘‘kardeş'' ya
da ‘‘kız kardeş'' demekle kalmaz, anne ve baba topluluğundaki
herkesin çocuklarına da kardeş der, vb. Onun için iki
Avustralyalının birbirine verdiği akrabalık isimleri, bizim
dilimizdeki adet üzere, zorunlu olarak aralarındaki bir kan
akrabalığını göstermez. Maddi ilişkiden çok toplumsal ilişkileri
anlatır. Bu sınıflandırmacı sistemin anahtarını belki de küçük
çocukluk çağlarında bulabiliriz. Bu çağlarda çocuklar anne ve
babalarının kadın ve erkek ahbaplarına da ‘‘amca'' ya da ‘‘teyze''
demeye alıştırılır. Aynı şeyi ‘‘frères en Apollon'' ya da ‘‘soeurs
en Christ'' denildiği zaman eğretilemeli bir anlamda söylenmiş
olarak da görüyoruz.
Bize bu kadar garip görünen bu dil alışkanlığının açıklanması,
rahip L. Fison'un ‘‘topluluk evliliği'' dediği şeyin, yani birden
fazla erkeğin birden fazla kadın üzerinde kocalık haklarına sahip
olduğu evlilik biçiminin bir artığı ve izi olarak bakarsak
basitleşmiş olur. Bu tür evlilikten doğan çocuklar aynı anneden
doğmadıkları halde birbirlerine kardeş ve topluluğun bütün
erkeklerine de baba gözüyle bakar.
Birçok yazar, örneğin Edward Westermarck, History of Human
Marriage adlı yapıtında (2. basımı: 1902) topluluk evliliğinin
varlığından çıkarılan sonuçlara itiraz ediyorsa da, Avustralya
hakkında en yetkili kimseler sınıflandırmacı akrabalık
deyişlerinin topluluk evliliği zamanından kalma olduğunda
birleşiyorlar. Spencer ve Gillen'e göre, topluluk evliliğinin bir biçimi bugün Urabunna ve
Dieri boyları arasında vardır. Onun için topluluk evliliği bu
budunlar arasında bireysel evlilikten öncedir ve dil ve adetler
üzerinde belirgin izler bırakmadan ortadan kalkmamıştır. Fakat
bireysel evlilik yerine topluluk evliliğini koyarsak, o zaman bu
budunlar arasında gördüğümüz ‘‘ensest'' korkusunun neden bu kadar
sert olduğunu anlayabiliriz. Totem ekzogamisi, yani klana bağlı
olan bireyler arasındaki cinsel birleşmenin yasak edilmesi,
topluluk ‘‘ensest''inin önüne geçmek için en iyi çare olarak
görünüyor ve böylece totem ekzogamisi, asıl nedenin durağan ve
uzun bir artığı olmuş oluyor. Avustralya vahşileri arasındaki
evlenme yasaklarının nedenlerini anladığımızı sanmakla birlikte
gerçek durumlarda çok şaşırtıcı olan ve ilk bakışta anlaşılmayan
birçok karışıklığı daha öğrenmek zorundayız. Çünkü Avustralya'da
totem yasağından başka yasak göstermeyen pek az boy vardır. Çoğu,
evlilik sınıfları ya da fratri denen iki parçaya ayrılacak biçimde
kurulmuştur. Bu evlenme kümelerinin her biri dışarıdan evlenir,
yani ekzogamdır ve totem topluluklarının çoğunu içerir. Genellikle
bu evlenme kümelerinin her biri de yine iki ikincil sınıfa ya da
ikincil fratriye ayrılmıştır ve bütün boy böyle dört sınıfa
ayrılmış oluyor demektir. Bu biçimde ikincil sınıflar, fratrilerle
totem kümeleri arasında kalmaktadır.
Öyleyse Avustralya boylarının kuruluşunun tipik ve çoğu kez
karışık olan şemasını şu biçimde gösterebiliriz:
a ve b fratrileri c, d ve e, f ikincil fratrilerine ve bunlar da
on iki totem topluluğuna ayrılır. Her topluluk ekzogamdır. c ikincil sınıfı e ile e ve d
ikincil sınıfı f ile ekzogram bir birlik oluşturur. Bu düzenin
başarısı ya da eğilimi ortadadır: Evlenilecek kimselerin seçiminin
ya da cinsellik özgürlüğünün alanını sınırlamaya yarar. Eğer
yalnızca bu on iki totem topluluğu olsaydı, her toplulukta aynı
sayıda insan olduğunu tasarlayarak bir topluluğun her üyesi
seçecekleri boyun kadınlarının 11/ 12'sini alabilecekti. İki
fratrinin olması bu sayıyı 6/ 12' ye, yani 1/ 2' ye indiriyor. a
toteminin bir erkeği ancak 1. topluluktan 6. topluluğa kadarki
topluluklardan bir kadınla evlenebilecekti. İki ikincil sınıfın
araya girmesiyle seçme 3/ 12' ye, yani 1/ 4' e iniyor. a
toteminden bir erkeğin ancak 4., 5. ve 6. totemlerden bir kadınla
evlenebilmesi gerekiyor. Evlenme sınıflarının (bunlardan bazı
boylarda sekiz kadarı bulunmuştur) tarihsel ilişkileri tümüyle
aydınlanmış değildir. Biz yalnızca bu düzenlemelerin totem
ekzogamisi gibi aynı amacı ve hatta daha fazlasını elde etmeye
çalıştığını görüyoruz. Fakat totem ekzogamisi nasıl olduğunu
kimsenin bilmediği bir biçimde oluşan kutsal bir yasa, yani öteden
beri süregelen bir adet olduğu halde, evlenme sınıfları ikincil
dağılımları ve bu dağılımlarla ilgili birçok koşuluyla adeta
belirli bir amaç gözetilerek yapılmış gibi, hatta belki de totemin
etkisinin sönmekte olduğu bir sırada ‘‘ensest''i yasak etme
görevini yapmak için bilinçli ve bile bile yapılmış bir şeymiş
gibi gözüküyor. Totem sistemi, bildiğimiz gibi, boyun diğer bütün
toplumsal görevlerinin ve ahlaksal sınırlamalarının temeli olduğu
halde, fratrilerin önemi genellikle evlenilecek kimsenin seçiminin
düzenlenmesi kesinleştirildiği zaman sona eriyor.
Evlenme sisteminin sınıflara ayrılması yöntemi, daha sonraki
gelişiminde doğal ve topluluk-içi ‘‘ensest''i yasaklamakla sınırlı
kalmamış, erkek ve kız kardeşler arasında daima varolagelen
yasaklamayı kardeş çocuklarına dek genişleten ve kardeş çocukları
için de manevi akrabalık dereceleri icat etmiş olan Katolik
Kilisesi'nin yaptığı gibi, daha uzak ama aynı topluluğa bağlı
akrabalar arasında da evlenmeyi yasak etmiştir.
Evlenme sınıflarının kökenini ve anlamını belirlemek için yapılan
çok çapraşık ve sonuçsuz tartışmaya dalmanın ya da bu sınıfların
totemizmle ilişkisini incelemeye girişmenin bize bir yararı
yoktur. Bizim amacımız için, gerek Avustralyalıların, gerekse
diğer ilkellerin ‘‘ensest''e engel olmak için büyük bir çaba
harcadıklarını göstermek yeterlidir.
İlkellerin ‘‘insanı günaha iten nefsin baştan çıkarmaları’‘na
belki de bizden daha fazla maruz kaldıkları ve bu yüzden
kendilerini ondan daha dikkatli korumaları gerektiği için ‘‘ensest''e
karşı bizden daha duyarlı davranmak zorunda kaldıklarını
söyleyebiliriz.
Fakat bu insanların ‘‘ensest'' korkusu, her şeyden önce bir
topluluğa bağlı bireyler arasında cinsel ilişkiye engel olmak için
kurulmuş gibi gözüken bu kurumları oluşturmakla kalmamaktadır. Bu
ilişkilerin dışında, bireyin bizdeki anlamıyla yakın olan
akrabalarına karşı nasıl davranacağını belirleyen birtakım
‘‘adetler'' daha vardır. Bu adetlerin de hemen hemen dinsel
kurallar kadar şiddetli etkileri vardır. Kimsenin onlardan kuşku
duymaya asla hakkı yoktur. Bu adetlere ‘‘sakınma ya da kaçınma''
adetleri diyebiliriz. Bunlar Avustralya'nın totemli budunlarının
dışında başka budunlarda da vardır. Fakat biz burada da okura çok
sayıdaki gereçten ancak bir iki örnek vermekle yetineceğiz.
Melanezya'da, oğulların kendi anneleri ve kız kardeşleriyle
ilişkilerini belirlemede bu gibi sınırlayıcı yasakların büyük bir
rolü vardır. Örneğin Yeni Hebrid Adalarından Lepers Adası'nda
oğlan çocuk annesinin evini belirli bir yaşta bırakır ve kendi
yaşında bulunan diğer oğlanlarla birlikte ayrı bir kulübede yaşar,
orada uyur ve yer. Yemek istemek için annesinin evine uğrayabilir;
fakat kız kardeşi evdeyse yemek yemeden uzaklaşıp gitmek
zorundadır. Eğer dışarda kız kardeşine raslarsa kızın kaçması,
yüzünü çevirmesi ya da kendini bir yere saklaması gerekir. Oğlan
kum üzerinde kız kardeşinin ayak izlerini tanırsa, bu izlerin
arkasından gidemez, kız da erkek kardeşinin izinden gidemez. Oğlan
kız kardeşinin adını ağzına bile alamaz, hatta onun adının bir
parçasını oluşturan herhangi bir sözcüğü bile kullanmaktan
sakınır. Yeniyetmelik töreniyle başlayan bu sakınma, bütün bir
yaşam boyunca şiddetle gözetilir. Anneyle oğul arasındaki sakınma
yaşla birlikte artar ve genellikle anne tarafından daha da
zorunludur. Anne oğluna yiyecek getirdiği zaman onu oğluna kendi
eliyle veremez, yalnızca oğlunun önüne koyar. Birbirleriyle
ana-oğul gibi konuşmaz, resmi konuşurlar. Erkek ve kız kardeş
karşılaştıkları zaman kız çalılığa kaçar ve oğlan başını ona
çevirmeden geçer gider.
Yeni Britanya'da Gazella Yarımadası'nda bir kız evlendiği andan
başlayarak erkek kardeşiyle konuşamaz, onun adını ağzına alamaz,
adını ancak bir simgeyle anlatır.
Yeni Mecklenburg'ta kardeş çocukları da kız ve erkek kardeşlerin
bağlı olduğu aynı kurallara bağlıdır. Onlar da birbirlerine
yaklaşamaz, birbirlerinin elini sıkamaz, birbirlerine armağanlar
veremez, birbirlerine ancak beş on adım uzaktan seslenebilirler.
Bir kız kardeşle cinsel ilişkide bulunma suçunun cezası asılmak
yoluyla ölümdür.
Bu kaç göç kuralları özellikle Fiji Adalarında şiddetlidir ve
burada yalnızca kan bakımından kız kardeşleri kapsamakla kalmaz,
aynı zamanda topluluk bakımından kız kardeş olarak görülenleri de
içine alır. Bu vahşilerin, andığımız yasak akrabalardan olan
kimselerle birtakım kutsal orjiler yaparak cinsel ilişkide
bulunmaları şaşılacak bir olay olarak gözükmekle birlikte, buna
şaşmaktansa bu cinsel kaçma adetleriyle taban tabana karşıt
gözüken bu olayı, söz konusu cinsel yasağı açıklamak için
kullanabiliriz.
Sumatra'daki Battalar arasında bu kaçma kuralları bütün yakın
akrabaları kapsar. Örneğin bir Battalının bir toplantıda kendi kız
kardeşiyle birlikte bulunması olanaksızdır. Bir erkek kardeş
başkalarının da hazır bulunduğu bir yerde bile kız kardeşiyle
birlikte bulunmaktan bir hayli rahatsızlık duyar. İkisinden birisi
eve gelirse, diğeri evden çıkmayı yeğler. Bunun gibi, bir baba
evde kızıyla, bir anne de oğluyla birlikte yalnız kalmaz. Bu
adetleri bize anlatan Felemenkli misyoner, onları üzülerek haklı
görmek zorunda olduğunu da belirtiyor. Bu insanlar baş başa kalan
bir kadınla bir erkeğin kesinlikle aşırı bir yakınlığa
gireceklerini kuşku duymaksızın kabul ettiklerinden ve aralarında
kan bağı bulunan kimselerin cinsel ilişkide bulunmasından her tür
kötülüğün doğacağını düşündüklerinden dolayı bu gibi yasaklarla
nefsin bu ayartmalarından kurtulmanın mümkün olacağına
inanıyorlar.
Afrika'da Delagoa Körfezi'nde Barongolar arasında baldıza, yani
karının kız kardeşine karşı çok şiddetli bir sakınganlıkla
davranılır. Bir kimse kendisi için çok tehlikeli olan bu akrabaya
rasgeldiğinde, ondan dikkatle kaçar. Onunla aynı kaptan yemek
yemeye cesaret edemez, onunla ancak utanarak konuşur, kulübesine
giremez ve onu ancak titrek bir sesle selamlar.
İngiliz Doğu Afrikası'nda Akamba ya da Wakamba Adası'nda herkesin
daha sık karşılaşabileceği bir kaçma kuralı geçerlidir. Bu kurala
göre, bir kız yeniyetmelik ve evlenme çağlarında, babasından
kaçmak zorundadır. Babasına yolda rasgelirse kendisini hemen bir
yere saklar. Babasının yanına oturmaya asla yeltenmez. Evleninceye
kadar bu biçimde davranır. Fakat evlendikten sonra babasıyla
toplumsal ilişkileri tümüyle özgürleşir.
Uygar uluslar için de çok ilgi çekici olan ve birçok yerde
bulunan, çok şiddetli bir sakınma konusu daha vardır ki, o da
damatla kaynana arasındaki toplumsal ilişkilere sınırlar koyan
sakınmadır. Avustralya'da bu çok geneldir; fakat Melanezyalılar,
Polinezyalılar ve Afrika zencileri arasında da, totemizm ve
topluluk evliliğinin izlerinin bulunduğu yerlerde de görülür. Bu
budunların bazıları arasında bir kadının kaynatasıyla olan
zararsız toplumsal ilişkilerine karşı buna benzer yasaklar vardır;
fakat bunlar ötekiler kadar sürekli ve önemli değildir. Tek tek
bazı olaylarda kaynanayla kaynatanın her ikisinden de kaçıldığı
görülür.
Biz burada etnografik çözümlemeyle değil, kaynanayla damat
arasındaki kaçınmanın temeli ve içeriğiyle ilgili olduğumuz için
bir iki örnek vermekle yetineceğiz. Banks Adalarında bu yasaklar
çok şiddetli ve acımasızca uygulanır. Damatla kaynana birbirlerine
yaklaşamaz. Ansızın yolda karşılaşsalar kadın bir yana çekilerek
durur, damadı geçinceye kadar arkasını döner ya da damat bu
biçimde davranır. Vanna Lava'da (Port Patterson) bir adam önünde
kaynanası olduğu halde kıyıda dolaşamaz, ancak dalgalar kadının
ayak izlerini yıkayıp bozduktan sonra damat oradan geçebilir.
Yalnızca birbirlerine belirli bir uzaklıktan seslenebilirler. Hiç
kuşkusuz, her ikisi de birbirinin adını ağzına bile alamaz.
Solomon Adalarında bir adam evlendiği andan başlayarak kaynanasını
ne görebilir, ne de onunla konuşabilir. Kaynanasıyla karşılaşırsa
kim olduğunu bilmiyormuş gibi davranması ve kendini saklamak için
olabildiği kadar hızla kadından uzaklaşması gereklidir.
Zulu Kafirler arasındaki adetlere göre, bir adam kaynanasından
utanmak ve onunla birlikte bulunmaktan sakınmak için her şeyi
yapmak zorundadır. Kaynanasının bulunduğu kulübeye giremez,
karşılaştıkları takdirde ikisinden birinin çekilmesi gerekir ya da
kadın bir çalılığın arkasına saklanmak zorundadır, bu sırada erkek
de kalkanını kaldırarak yüzünü saklar. Birbirlerinden kaçmazlarsa
ve kadının kendini örtecek hiçbir şeyi bulunmazsa, adet yerini
bulsun diye kadın başına bir demet ot atar. Ya bir üçüncü kişi
aracılığıyla ya da örneğin aralarında doğal bir engel varsa
uzaktan yüksek sesle konuşabilirler. Her ikisi de birbirinin adını
ağzına alamaz.
Nil kaynakları çevresinde yaşayan bir zenci boyu olan Basogalarda
bir adam kaynanasıyla ancak evin başka bir odasında ve ona
görünmeden konuşabilir. Üstelik bu insanlar ev hayvanları arasında
bile ‘‘ensest''i cezalandıracak kadar bu işten nefret eder.
Bütün gözlemciler, yakın akraba arasındaki kaçmaların anlamını ve
amacını ‘‘ensest''e karşı koruyucu araç olarak yorumladıkları
halde, kaynanayla ilişkiyle ilgili olan kayıtları ayrı biçimlerde
yorumluyorlar. Bu ilkellerin, bir erkeğin annesi yerinde yaşlı bir
kadına karşı istek duyacağından bu kadar korkmaları anlaşılır şey
değildir. Aynı itiraz, bazı
evlilik sınıfı sistemlerinde var olan ve damatla kaynananın
evlenmesini kuramsal olarak mümkün gören bazı kuraldışı durumlara
ve böyle bir olasılığa karşı güvence verilmesi gerekliliğine
dikkati çeken Fison'un görüşüne karşı da ileri sürülebilir.
Sir John Lubbock The Origin of Civilisation adlı yapıtında
kaynanayla damat arasındaki bu ilişkiyi daha eski olan
‘‘kaçırmayla evlenme'' adetine kadar götürüyor. ‘‘Kadının
gerçekten kaçırıldığı zamanlarda kızın anne ve babasının öfkesi
belki de çok ciddi idi. Oysa bu evlilik biçiminin yalnızca
simgelerinin kaldığı zamanlarda anne ve babasının bu öfkesi de
simgeselleşmiş ve bu adet, kökeni unutulduktan sonra da
sürmüştür’‘ diyor. Fakat Crawley, bu açıklamanın olguların
gözlemlenmesiyle varılan sonuçlara uymadığını kolayca
göstermiştir.
E.B. Tylor'e göre, kaynananın damada karşı böyle davranmasının
nedeni, damada karısının ailesi arasındaki yerinin henüz geçici
olduğunu anlatmaktan başka bir şey değildir, yani adamcağıza ilk
çocuğu dünyaya gelinceye kadar yabancı gibi davranılır. Fakat ilk
çocuk doğduğu halde kaçmanın yine sürdüğüne bakılırsa, Tylor'ün bu
açıklaması güçlüklerle karşılaşıyor, kaynanayla damat arasındaki
ilişkinin içeriğini kesin olarak açıklayamıyor ve böylece cinsel
etmeni savsaklıyor. Bu ilişkilerle ilgili kaçma kurallarında
anlatılan tiksinmedeki kutsal öğeyi hesaba katmıyor.
Bu yasağın nedeni kendisinden sorulan Zululu bir kadın, verdiği
yanıtta büyük bir duygu inceliği gösteriyor: ‘‘Onun, kendi
karısını büyütmüş olan memeleri görmesi doğru değildir.''
Uygar uluslar arasında da damatla kaynana arasındaki ilişkinin
aile kurumunun en pürüzlü taraflarından biri olduğu bilinen bir
gerçektir. Gerçi Avrupa ve Amerika beyazlarının toplumsal
yaşamında kaynanayla damat arasındaki kaçma adetleri artık
kalmamıştır; fakat kalsaydı ve bireyler tarafından yine ayrı ayrı
bunu yapma zorunluluğu ortaya çıkmasaydı, birçok uyuşmazlığın ve
belanın önüne belki de geçilmiş olurdu. Birçok Avrupalı,
ilkellerin birbirine bu kadar yakın akraba olan iki kimse arasında
herhangi bir yakınlaşmanın önüne geçmek için koydukları bu kaçınma
adetlerinde herhalde yüksek bir hikmet görürdü. Hiç kuşkusuz,
kaynanayla damadın psikolojik durumlarında, aralarındaki
çekememezliği artıran ve bir arada yaşamayı güçleştiren bir şey
vardır. Kaynanayla damat arasındaki ilişkilerin uygar uluslar
arasında alay konusu olması, bana öyle geliyor ki, ikisi
arasındaki ilişkilerin birbirine oldukça karşıt birtakım
duyguların etkisi altında olduğunu kanıtlıyor. Demek istediğim, bu
ilişki gerçekte çiftdeğerlidir, yani sempatiyle nefret gibi
birbirine karşıt duygulardan oluşmuştur.
Bu duyguların bazılarının açıklaması kolaydır: Kaynana kızından
ayrılmak istememekte, kızını eline teslim ettiği yabancı adama
güvenmemekte, kendi evinde üzerinde hep egemen olmaya alıştığı
kızına karşı bu egemen konumunu korumak istemektedir. Erkeğe
gelince, kendisini bir yabancının istemine bırakmamaya karar
vermiştir, karısına olan sevgisine kendisinden önce sahip olanlara
karşı kıskançlık duymakta ve genç karısının değeri hakkındaki
abartılı kuruntusunu bozmak istememektedir. Oysa bu kuruntuyu en
çok bozan, birçok ortak niteliğiyle kızını anımsatan, ama güzellik
gibi, karısını o denli sevdiren tazelik ve gençlik gibi şeylerin
büyüsünden yoksun bulunan kaynanasıdır.
Bireyler üzerinde yapılan psikanaliz incelemelerinin bize gizli
duygular üzerine öğrettiği bilgiler, yukarda saydığımız
nedenlerden başka nedenler daha eklememizi mümkün kılar.
Kadınların psiko-cinsel gereksinimlerinin aile yaşamında ve
evlenmede doyurulmamış olduğu yerlerde, karı koca ilişkisinin
eksik bir biçimde son bulması ve kadının cinsel heyecanlarını
yaşayışının tekdüzeleşmesi sonucunda, sürekli bir doyumsuzluk
durumunun ortaya çıkma tehlikesi vardır. Yaşlanmakta olan anne,
çocuklarının yaşamını yaşama yoluyla kendini onlarla bir sayma,
onların heyecanlarını kendi heyecanı yapma yoluyla kendini bu
tehlikeye karşı korur. Ana baba çocuklarıyla genç kalır, derler.
Gerçekte ana babanın en değerli ruhsal kazancı da budur. Kısır
kadın, evlilik yaşamında katlandığı yoksunluklara karşılık
avuntuların ve ödünlerin en iyisinden yoksun kalmaktadır. Kızıyla
bu duygu katılımını anne o kadar ileri götürebilir ki, kızının
sevdiği adama bile aşık oluverir. Bu aşk bazı durumlarda, bu tür
duygusal eğilimlere çevrilmiş olan şiddetli ruhsal direnç yüzünden
şiddetli nevroz biçimlerine yol açar. Bütün olaylarda böyle bir
çılgınca sevdaya karşı, kaynananın ruhunda yaşayan karşıt güçlerin
çatışması da katılır. Çoğu kez damada gösterilmesi yasak olan
sevgi duygularının örtbas edilmesine neden olan etken, kaynananın
damadına duyduğu aşkın bu haşin ve sadistçe içeriğidir.
Kocanın kaynanayla ilişkisi de, başka kaynaklardan gelmekle
birlikte buna benzer duygularla karışıktır. Kendisine nesne
seçerken hep annesinin ya da belki de kız kardeşinin imgesi egemen
olur; fakat ‘‘ensest'' yasağı yüzünden çocukluk yaşamının bu iki
sevgili kişiliğine karşı olan bu yeğlemesi yön değiştirir, o zaman
onların imgesini yabancı nesnelerde bulmayı başarır. O zaman
kaynanasının, kendi annesinin ve kız kardeşinin annesinin yerini
tutmakta olduğunu görür ve içinde direnmekte olduğu eski seçişine
doğru bir eğilim uyanmaya başlar. Oysa ‘‘ensest'' korkusu bu aşk
nesnesinin ‘‘geçmişi’‘nin anımsanmamasını buyurur. Annesinin
imgesi bilinç dışında değişmemiş olarak kaldığı halde, bilinç
dışında öteden beri değişmeden süren bir kaynana imgesinin
bulunmaması bu yadsımayı kolaylaştırmaktadır.
Bu dirence katılan ve kaynanaya karşı gösterilen rahatsızlık ve
kıskançlık karşılığı bir duygu, gerçekte kaynananın da damatta bir
‘‘ensest'' hevesi uyandırdığından bizi şüphelendiriyor. Nitekim
eğilimlerini daha kızına yansıtmadan gelecekteki kaynanasına aşık
olan kimseler vardır.
İlkeller arasında kaynanayla damat arasındaki kaçmayı gerektiren
etmenin, bu ‘‘ensest'' etmeni olduğunu kabul etmemek için bir
neden göremiyorum. Öyleyse, bu ilkel insanların bu kadar dikkatle
uydukları bu kaçma adetlerinin açıklamaları arasında ilk olarak
Fison tarafından ileri sürülen bakış açısını yeğlememiz gerekir;
çünkü Fison bütün bu kurallarda, olası bir ‘‘ensest'' girişimine
karşı bir korunma çaresi olmaktan başka bir şey göremiyor. Aynı
şey, gerek kan, gerekse evlenme yoluyla akraba olanlar arasında
geçerli olan kaçmalar için de doğrudur. Yalnızca bir fark vardır
ki, o da birincisinde ‘‘ensest'' doğrudan doğruyadır, böylelikle
de kaçmadaki amaç bilinçlidir; kaynanayla damat ilişkisine ilişkin
kaçmadaysa ‘‘ensest'' bilinçli olmayan ara evrelerin getirdiği
düşsel bir hevesten başka bir şey değildir.
Buraya kadar psikanaliz yönteminin uygulanmasıyla toplumsal
psikolojinin yeni bir ışık altında görülebileceğini kanıtlamamıza
pek fazla fırsat düşmedi; çünkü ilkellerin ‘‘ensest'' yapmaktan
korktukları çoktan beri bilinen bir şeydi ve daha fazla yoruma
gereksinimi yoktur. ‘‘Ensest'' korkusunun daha iyi anlaşılabilmesi
için bizim ekleyebileceğimiz şey, onun esas itibarıyla bir
çocukluk niteliği olduğunu ve nevrozluların ruhsal yaşamına kesin
olarak benzediğini göstermektir. Psikanaliz bize çocuğun ilk nesne
seçişinin ‘‘ensest'' eğilimini gösterdiğini, bu eğilimin anne ve
kız kardeş gibi yasak olan nesnelere çevrildiğini öğretmiştir.
Yine psikanaliz, bize ergin bireylerin kendilerini bu türden
eğilimlerden nasıl kurtardıklarını da göstermektedir. Bununla
birlikte çocukluğa özgü psiko-cinsel eğilimlerden kurtulamamıştır
ya da bu eğilimlere dönmektedir (ki buna gerileme ya da ‘‘regression''
diyoruz). Bu yolla libidonun ‘‘ensest'' isteğine saplanması onun
bilinçli olmayan ruhsal yaşamında aynı rolü oynamayı sürdürmekte
ya da yeniden oynamaya başlamaktadır. ‘‘Ensest'' isteklerinin anne
ya da babaya karşı kışkırttığı bu duygular nevrozun merkez
düğümüdür diyecek kadar ileri gidiyoruz. ‘‘Ensest''in nevrozlarda
oynadığı rol hakkındaki bu düşünce elbette ergin ve normal
kimselerin genel güvensizliğiyle karşılaşacaktır. Bu ‘‘ensest''
konusunun ne dereceye kadar şairlerin ilgi merkezini oluşturduğunu
ve sayısız tür ve biçim değiştirme altında nasıl şiir gereci
olduğunu gösteren Otto Rank'ın araştırmaları da aynı biçimde karşı
çıkışlarla karşılanacaktır. Bu direncin, her şeyden önce, bugünün
tümüyle bastırılmış eski ‘‘ensest'' isteklerine karşı insanların
duyduğu derin nefretin ürünü olduğuna inanmak zorundayız. Buna
dayanarak, sonraları bilinçli olmamaya mahkûm olan ‘‘ensest''
isteklerinin tehlikesini sezen ilkellerin bu isteklere karşı en
şiddetli savunma yollarıyla kendilerini koruduklarını göstermek
önemlidir.
|