İbni Haldun’un yaptığı sayısız deney ve gözlem, ondaki
gerçekçiliğin ön şartlarını oluşturmuştur. Gerçekçilik eserlerine
yansımıştır. Olaylar ise tabiatta, toplumda yürümekteydi.
Toplumların durumunu incelemek için akıl yoluna sahip çıkan İbni
Haldun’un karşısında bulunan ilk engel ön yargılar
olmuştur.
İşte böyle bir ortamda, İbni Haldun bilimlerin tasnifi geleneğini
yeni bir değerlendirme ile “mevcut” olan bilimler arasındaki
farklılıkları yeniden ifade etmeye çalıştı. İslam kültüründe
mevcut bulunan bilimlerdeki en önemli ayırım, tabii ve nakli
bilimler ayrımıdır. Tabii bilimler fikir ve akıl ile öğrenilir.
İnsan algılama yeteneği ile bu bilimlerin konularını, sorunlarını,
öğrenir, öğretim yöntemlerini kavrar. Nakli bilimler ise; nakil
ve rivayet edilen haberlere dayanır. Bunların esas ve usulleri
öğrenilirken akla dayanmaz ancak sorunların ayrıntı ve
uzantılarını asıllarına bağlamak konusunda aklın yardımına
başvurulur.
(20)
İbni Haldun sistematik bir tarzda İslami çevredeki bilimlerin
tasnifini yapmıştır. Aristo’dan İslam düşüncesine geçmiş olan
ikili tasnif içine İslami bilimleri de koymuştur. Bu tasnifte bir
başka özellik, İbni Haldun felsefeyi iptal ettiği felsefeye yer
vermediğidir. Buna karşılık “mantık” ve “kelam”ı, tanımasıdır.
İşte İbni Haldun’un bilimleri sınıflaması:
Akli Bilimler
1. Mantık
2. Tabiat (İnsan, hayvan, nabat, maden)
3. İlahiyat
4. Tealim (Hendese, hesap, müziki, heyet)
Nakli Bilimler
1. Tefsir
2. Kıraat
3. Hadis
4. Fıkıh (Cedel ve hilafiyat)
5. Usulü Fıkıh
6. Kelam
7. Tasavvuf
8. Rüya Tabiri
9. Lisaniyat (lügat, nahiv, beyan, edeb)
İbni Haldun Mukaddime’de akli ve nakli bilimler konusundaki
düşüncelerini izah etmektedir. Nakli bilimleri bu bilim dallarını
birbiri ile olan ilişkilerini dikkate alarak sergiliyor. Ayrıca
şeriat ile ilgili açıklamalarını da ele almıştır.(21)
İbni Haldun; şeriatın gelişme süreçlerinden ve bunun sebeplerinden
bahsetmek yine bu bilimlerce yasaklanmış mıdır?Böyle bir yasak
yoktur. Aslında önemli olan da olayların sebep ve sonuçları
olduğuna göre, söz konusu nakli bilimlerin gelişmeleri ile ilgili
açıklamalar getirilebilir, diyor.(22)
İbni Haldun, bilimlerin bölünmesini yaptıktan sonra, Ehli
Sünnet’in yolunu izleyerek önce dinde felsefi etkileri tesbit
edecek, bunlara karşı çıkacak sonra da Ehli Sünnet’in getirdiği
kuralları kendi başına bırakıp toplumla ilgilenecektir.
İbni Haldun kelam ile felsefeyi ayırt etmeye özen gösterir. Der
ki; “Bil ki, mütekellimin, çok defa, Allahın vücudunu ve
sıfatlarını varlıkların alleri ile ispat ederler. Filozof ise
tabiat bilimlerinde tabii cisimleri inceler. Bu cisimler de
varlıkların bir parçasıdır. Fakat filozofun cisimleri incelemesi
mütekellimin incelemesinden başkadır. Filozof cisimi hareket ve
sukunet hali bakımından, mütekellimin ise o cismi Yaradan’a
delalet etmesi bakımından inceler.”
İbni Haldun bu yazdıklarından sonra aklın önemi ile ilgili olarak
da şunları yazıyor: “Bu söylediklerimizin hiç biri aklı ve onun
idrak kudretini küçültmez, akıl doğru bir ölçüdür. Aklın hükümleri
gerçeklik ifade eder, katidir,aklın hükmünde yalan ve yanlışlık
yoktur.(23)
İbni Haldun’a göre “fikir ve düşünce sahibi olan insan için
bilinmesi tabii olan akli ilimler bir kavme mahsus değildir. Bütün
kavimler arasında müşterektir.” Toplumlar dünyayı imar etmek işi
başladığındanberi bu bilimler insanlar arasında vardır.
Bilim ve
felsefe bilimleri diye adlandırılan bu bilimler dörde bölünür:
a) Mantık bilimi,
b)Tabii bilim,
c) İlahiyat,
d) Matematik.
İbni Haldun; bilimlerin bölümlenişinde, özel olarak akli bilimleri
incelerken amacı, akli bilimleri dolayısıyle felsefeyi kurtarmak
değildir. İbni Haldun akli bilimleri incelerken mevcut akli
bilimlerin savunucusu değildir. Onun amacı; akıl yolunun yani
rasyonel düşüncenin ön yargısız geliştirilmesidir. Buna rağmen;
“felsefenin boş ve yanlış bir şey olduğunu ve bu bilgi ile
uğraşanların yanlış bir yola sapmış olduklarına dair” diye
felsefeyi tanımlayabilmektedir. Aristoteles’i “filozofların
büyüğü” olarak nitelendirmesi, “akli delillerin” önemine
işaret etmesi İbni Haldun’un felsefenin bir takipçisi olduğunu
göstermez. “Felsefenin boş bir şey” olduğu sözü ile İbni Haldun,
hem Şeriatın gereğini yerine getirmekte hem de kendi metodunun
sırf spekülasyona dayanmadığını vurgulamaktadır.
Böylece akla dayalı spekülatif rastyonalizme karşı çıkmaktadır.
İbni Haldun, filozoflardan Farabi, İbni Sina ve diğer filozofların
aynı spekülasyonlar çerçevesinde varlık sorununu çözümlemeye
çalıştıklarını da belirtmektedir. İbni Haldun; felsefeye karşı
çıkarken, “dinimiz için olduğu gibi dünyamız için de önemli
değildir” diyor. Ama, felsefeye reddiyesinin din gereği
yapıldığını söylemek yeterli değildir. İbni Haldun; felsefenin
dünyayı kavramakta eksik olduğu düşüncesindedir. Düşünür;
“Filozofların, iddialarının doğruluğunu kabul etsek bile,
maksatlarını ispata delilleri kafi değildir” görüşü, felsefenin
“dünyayı kavrayamadığı” düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
İBNİ HALDUN’DA AKILCILIK
(RASYONALİZM)
İbni Haldun’un, bilimleri bölümlemesi, aklı ön yargılardan
kurtarmak istemesi, geliştirmiş olduğu gerçekçilik temeline
dayanan rasyonalizmine haklılık sağlamıştır. İbni Haldun’a
göre “kişi olağandışı gördüğü birşeyi inkara kalkışmadan önce
dikkatle düşünsün, akla uygun bulduğunu kabul, aklen
imkansızlığına hükmettiğini kabul etmeyebilir.
Bu durumu da şöyle açıklıyor: “Aklen mümkün tabirinden maksadımız
kayıtsız ve şartsız mutlak imkan değildir, çünkü bunun dairesi pek
geniştir, bundan dolayı olayların imkan veya imkansızlığını tayin
için bir sınır (bir kaide) yoktur. Akli imkandan maksadımız her
şeyin maddesi itibariyle olan imkanıdır; bir şeyin aslını,
cinsini, sınıf ve büyüklüğünü, kuvvetinin miktar ve ölçüsünü
gözden geçirdikten sonra o nisbette o şeyin hallerine bakarak, bu
ölçü dışında olanın imkansızlığına hükmederiz” demektedir.(24)
Burada, İbni Haldun, akılcıl bir araştırmayı gerçekci bir temele
dayandırmanın gereğini açık bir şekilde yazmaktadır.
İbni Haldun, tarihsel kaynakların incelenmesinde ve
eleştirilmesinde de gerçekci olunması gerektiğiNe özel önem
vermiştir.
İbni Haldun, Mukaddime’de bazı tarihi olayları kendi metodolojisi
doğrultusunda eleştirmektedir. Bunlardan biri demografinin
yani nüfusun toplumsal olaylardaki önemi üstünedir. Nüfusun
belirli bir dönemde ne kadar artmış olabileceğinin yaklaşık olarak
hesaplanabileceğinden ve belirli bir sayıdan fazla artmış
olamıyacağından hareketle, Mesudi’nin naklettiği bazı
abartmalı rakkamların gerçek olamıyacağını belirtmektedir. İbni
Haldun her ülkenin kendi imkanları çerçevesinde asker besliyeceği
ve ayrıca savaş tekniği açısından belli bir coğrafi alanda ancak
belli sayıda askerin savaş düzenine girebileceği gerçeği ile de
görüşünü pekiştirmektedir.(25)
İbni Haldun, yine Mukaddime’de Taberi ve Mesudi’nin naklettikleri
olayları tarihi ve sosyal ölçülere dayanılarak eleştirmektedir.
Düşünür Harun Reşid’in sofrasındaki ihtişamı lüks ve
ısrafın sonradan yakıştırılmış olacağına işaret etmektedir.
Zamanın giyiminden, süs eşyalarından, örnekler vererek İbni Haldun
henüz Bedevi, sadeliğinin tam anlamı ile bozulmadığı bir
devirde aşırı bir sofra lüksü ve ihtişamının çelişkili bir durum
doğuracağını ve normal olmadığını kaydetmektedir. İbni Haldun
eleştirisini yaparken Taberi ve Mesudi’nin kendi yazdıklarındaki
çelişkilere de işaret ederek bir kaynak eleştirisi yöntemi
geliştirmiştir.(26)
İBNİ HALDUN’DA DETERMİNİZM
(SEBEP-SONUÇ)
İbni Haldun, akla dayanan bilim yolunu (rasyonalizmi) birtaraftan
ön yargılı düşünce tıkanıklığından, diğer taraftan spekülatif
(sırf akıl) kargaşasından kurtararak gerçekçi bir temele
oturtmaya düşünür. Sebep-sonuç ilişkisini bütün yönleri ile ele
almış, kaynakları bilimsel eleştirilerden geçirdikten sonra elde
ettiği verileri somut gözlemleri ile sentez yaparak metodunu yani;
siyaset teorisini kurmuştur.
İbni Haldun, toplumdaki olayları çalışmasını konu alırken kendi
özgün bilimsel anlayışını kurmuştur. Sosyal düşünce, insanlık
tarihi kadar eskidir. Olayların ele alınıp bunların sosyal-siyasal
ilişkileri sistematik analizi İbni Haldun ile başlamıştır. İbni
Haldun’dan önce toplumların incelenmesinde, çeşitli düşünürlerin
sosyolojik nitelikte fakat sistematik olmayan gözlem ve
genellemeleri vardı. İbni Haldun, değişmenin evrenselliğini,
tarihin sürekliliğini, insan topluluklarının dinamik ve devingen
özelliklerini gözlediği için kendisinden önceki tarihçileri
izlememiştir.
Kendi özgün metodolojisini kurmuştur.
İbni Haldun’un toplumsal olaylarla ilgilenmesinin sebebi kendi
zamanındaki tarih bilimini, eleştirmek ve olaylardan hareketle
tarihi kanunların bilgisine ulaşmaktır. Çünkü Mukaddime’nin daha
ilk sahifelerinde sırf nakil ve söylentilere dayanan tarihi
bilgilere güvenilemeyeceğini söylemiştir. Çeşitli milletlerin
gelişmelerini arka arkaya sıralayan tarihin hiçbir yarar
sağlayamayacağını tespit etmiştir:Önemli olan nakilden önce bu
gelişmenin sırrını kavramaktır, diye düşünür. Bunun içinde
yapılacak iş nakil ile hikaye edilen bilgileri eleştiri
süzgecinden geçirmektir. Durumun gerçeğe ne derece uygun
olduğunu araştırmaktır. O’nda tarihin biri zahiri, diğeri
hakiki olmak üzere iki anlamı vardır. Tarihin zahiri
anlamı:“İnsanların ve kavimlerin hallerinin nasıl değişmiş
olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kuvvet ve
kudretinin nasıl artmış bulunduğunu, yıkılma çağına kadar
yeryüzünü ne şekilde imar etmiş olduklarını bize bildiren”
tarihtir.(27)
Buna rağmen tarihçinin insan olması nedeniyle
duyguları ile düşünmesi, olayda rolü olan kişilerin hareketlerini
etkileyen etkenleri kavramayarak, kendi kanaatlerini ve tahminini
doğru sayması, söylentilere kolayca inanması, kariyer duygusuna
kapılarak devlet adamlarını yersiz olarak övmesi gerçeği
yansıttığı yolunda zaman zaman yanılgıya düşmesi, gibi yanılgılar
tarih de de görülen sübjektif yanılgılardır. Tarihçilerde
bulunan objektif yanılgılar ise, sosyal gerçekliğin
bilgisinden habersiz olmaları nedeni ile olur.
İbni Haldun’a göre tarihin gerçek bilgisine ulaşmak için toplumsal
olguların objektif gözleminden işe başlamalı, uygarlık ve toplum
yapılarına çeşitliliği, zaman içindeki değişmeleri ve bu
değişmelerin sebepleri gözden kaçırılmamalıdır.
ÜMRAN İLMİ
İbni Haldun; tarihçiden toplumsal gerçekliği tanımasını,
değişmenin sebep ve sonuçlarını bilmesini istediğine göre
tarihçiye bu konuda hangi bilim dalı yardımcı olacaktır? O buna
Mukaddime’de “Ümran ilmi” adını vermektedir.(28)
O’na göre “Ümran İlmi” geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin
yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler, bunların yönetimi ve
ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri yerleşik veya göçebe
hayat sürme, göçebeler ve nüfus hareketleri, devlet kurma,
devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri, üretim, tüketim,
bilim sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları, zamanın akışı
içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişme sebeplerini
inceler.(29)
İbni Haldun; Umran ilmi ile anlattığı bugün sosyoloji biliminin
yaptığı çalışmalardır. Sosyolojinin yaptığı gibi toplum ve toplum
olaylarının ele alınıp incelenmesi, özelliklerinin tespiti bu
özelliklerine göre sınıflandırılmaları, değişmelerin ve
sebeplerinin araştırılması, bu bilim dalının görevi olmaktadır.
İbni Haldun; Mukaddime adlı eserinde özetle:Her şeyin
kesintisiz bir şekilde hareket halinde olduğunu, gelişme ve
değişme halinde olduğunu, basit elemanlardan başlayarak her
aşamadaki canlı, cansız varlıkların değişmelere uğradıklarını
değişimin sebeplerini, varlıkların birbiri ile ilgili
olduğunu,bütün bu ilişkilerin belirli bir düzen içinde yürüdüğünü
gözlemlere dayanarak teorileştirmiştir. Bu teorisinde;
“tabiatta, toplumların ve sosyal olayların tarihinde diyalektik
süreç” metodunu kullanarak doğayı ve toplumu açıklamaya
çalışmıştır.
İBNİ HALDUN’DA; TOPLUMSAL DEĞİŞİM VE
EKONOMİNİN ROLÜ:
İbni Haldun’un, incelediği konular toplumbilim alanına giren
konulardır. Düşünüre göre toplum haline gelme bir zorunluluktur.
İnsanların fert olarak gelişimi, ancak toplum haline gelmeye
yönelik olduğu ölçüde anlam kazanır. Bir araya geliş tesadüflerin
sonucu değildir. İnsanın “geçinme işini üretmesi”, “kendi
cinsinden olan diğer fertlerle bir araya gelerek geçinme vasıtaları
gibi hususlarda birbiri ile yardımlaşma ile” diğer canlılardan
ayrılır. İbni Haldun insan ile hayvan arasındaki farkın yalnızca
“soyut bir düşünebilme yeteneği” ile izah etmemekte, insanların
aynı zamanda toplum halinde yaşayabilme ve gelecekleri ile çeşitli
organizasyonlar yapma özelliklerinin de ortaya çıktığını ifade
etmektedir.
Yani İbni Haldun’a göre insanların toplu halde yaşaması bir tercih
konusu değildir. Bir gerekliliğin sonucudur. “Bunun sebebi tek bir
kişinin kendi başına geçim ve yaşama ihtiyaçlarını temin edememesi
ve sosyal hayatta kişilerin birbirlerinin yardımına muhtaç
olmalarıdır”(30)
Bu olgu üstünde yükselen olgular bu maddi olayların sonucu
gerçekleşmektedir.
İbni Haldun’un sosyal gelişimi ve sosyal değişimin maddeci bir
biçimde yorumlayışı ile üretimi sosyal gelişmenin temeli
olarak görmesi birbiri içine girmiştir.
İbni Haldun’a göre sanayi, düşüncenin gelişmesine hizmette
bulunur. Böylece bilinç üzerinde etkili olan sanayi sayesinde yeni
bir becerinin öğrenilmesi kolaylaşır. Bunun sonucu olarak gelişmiş
olan aklın bilimsel gelişmeleri çabuk kavrama yeteneği artar.
Düşünüre göre,bilimde ilerleme, ülkelerin ekonomik gelişmişliği
yerleşik ve sosyal hayatın derecesi ile orantılıdır. Eğer
çalışanların emekleri geçinmeleri için lüzumlu olan miktardan
fazla kazanç temin ederse, o toplumun üyeleri geçinmelerinden
artan vakit ve emeklerini insana mahsus olan bilim, fen ve sanatı
öğrenmeye sarf ederler. İbni Haldun, sosyal ve ekonomik kalkınma ve
gelişme ölçüsünde eğitimin de ilerleyebileceğini ve ancak bu süreç
sonunda eğitimden yararlanabileceğine ifade etmektedir. İbni
Haldun emeğini sadece geçimi sürdürmeye ayırıp geçimi dışında
başka bir şeyle uğraşamayacak hale gelen toplumlarda bilim ve
bilgi edinilemeyeceğini yazmaktadır.(31)
İbni Haldun, sosyal gelişme ve değişmedeki farklılığı yani toplum
biçimlerinin çeşitliliğinde de maddeci bir yorum kullanmaktadır.
Bunda Bedevi ve Hazeri toplum biçimlerini ayırt edişi yatar.
Üretim ve toplum biçimlerinin farklı oluşu düşünürün somut
açıklama yoludur. Bedevi toplum -Hazeri toplum ayrımı bu farklı
toplum biçimlerini belirler. Bedevilik ve Hazerilik İbni Haldun’un
ayrımına göre iki ayrı sosyal ve ekonomik hayat tarzıdır.
Bedevi hayat tarzı, basit, cesarete dayanan karşılıklı
yardımlaşmanın esas olduğu, bağımsız bir yaşayış biçimidir. Ancak
Bedevilik, ekonomik gericiliktir. Hazeri hayat tarzı, uygar hayat
tarzıdır. Burada daha bilgili, işbilir kişilerden oluşan toplum
vardır. İbni Haldun’un Mukaddime boyunca geliştirdiği, sosyal
gelişim ve kültürel öğelerdeki maddeci yaklaşımı Bedevi-Hazeri
ayrımındaki farklı üretim ilişkilerine ve sosyal hayat tarzına
dayanır.(32)
İbni Haldun, kurulan bir devletin yaşaması için siyasi ahlakın ve
moral değerlerinin gerekliliği üstünde ısrarla durmuştur. Bedevi
topluluklardaki sadeliğin terk edilmesi ile lüks, sefahat ve
israfa
dalınması bu moral değerlerin kaybına neden olduğunu
düşünmektedir. İbni Haldun; bu değişimin siyasal sebeplerine
işaret ederken çevrenin ve olayların maddi etkisini önemle
belirtmektedir. Mukaddime’de “Çocuk iyi ve kötü şeylerden hangisi
ile daha önce karşılaşırsa onu kabul eder ve öbürlerinden
uzaklaşır, uzaklaştığı işi kabul etmek nefsine ağır gelir”, “Şehir
halkı her çeşit lezzetler, bolluk genişlik içinde yaşamaya
alıştıkları için bir çok kötü huylarla nefislerini lekelerler”
Bedevilik ve köy hayatı yaşayanlar ise ancak vücutlarını koruyacak
miktarda dünyaya düşkün olup kötü yollara sapmaları, kötü huyları,
şehirlere nispetle çok azdır. Bütün bu durumlar uygarlığın
bozulmaya yüz tutmasındandır.(33)
İbni Haldun, ekonomik ilişkileri toplumda belirleyici unsur olarak
ele alırken iş bölümü ve üretimin temeli olan “emeği” ele
almaktadır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi toplum hayatı
insanlar için bir sonuçtur. Tek bir kişi yalnız başına,
ihtiyaçlarını temin etmekte yetersizdir. Kendisine ve diğer
insanlara yetecek miktarda üretim için bu maddenin üretilmesine
yetecek kadar kişilerin bir araya toplanmaları gerekir. Bir gıda
maddesinin en asgari düzeyini, örneğin; birinin bir gün için
yaşaması için gereken buğdayı un haline, unu hamur haline, hamuru
ekmek haline getirmek zorunluluğu vardır. Bu üç işin her biri
çanak, alet ve elbiseye ihtiyaç vardır. Bunlar demirci, marangoz
ve çömlekçi tarafından yapılır. Bunların hepsini veya bazısını
üretmek tek bir kişinin gücü ile gerçekleşmez.
Yani yeterli miktarda üretilmesi bulunabilecek, üretileni,
tüketecek kadar kişinin bir araya toplanmaları gerekir. Böylece,
yapılan işbirliği sayesinde kişiler kendilerinin sayılarından kat
kat fazla insanın ihtiyacına cevap veren üretimde
bulunabilirler.(34)
O halde toplumun üyelerinin bir araya
toplanarak üretim yaptığı maddeler, üretim yapanların
ihtiyaçlarından fazladır. O zaman İbni Haldun’a göre emek ve
üretimin çoğalması ile bunun değeri olan servet ve para toplumda
çoğalır.
İbni Haldun’da toplumun değişmesi ve gelişmesinde “emeğin” değeri
çok önemlidir. Her kazanç ve sermaye birikimi insan emeği ile
sağlanır. Kazanç, sanayi vasıtasıyla elde edilirse bu kazancın
emek sarf etmeyi gerektirdiği bellidir. Hayvandan, bitkiden ve
madenlerden istifade suretiyle kazanç elde edilirse, bunun da
insan kuvveti ile ve emek sarf etmekle olacağı kesindir.
O’na göre, emek sarf edilmeden bir şey elde edilemez ve
faydalanmak imkanı olmaz.(35)
Yani, emeğin özelliği ürünlerin ve hizmetlerin değerinin ancak
emek ile ölçülebileceği fikri klasik iktisatçılardan 500 yıl önce
İbni Haldun’da görülüyor. Bundan başka; İbni Haldun “tabii ve
tabii olmayan geçim yolları” ayrımını (36)
yaparak, sömürü ve istismar, hortumlama mekanizmasını
ortaya koymuştur. Diğer yandan “değer” kavramını ana hatları ile
irdeleyerek Mukaddime’de konuyu tartışarak; “emek-değer” ve
“artık-değer” teorisini yaşadığı dönemde irdelemiştir.(37)
İbni Haldun’un toplumsal ilişkilerin ekonomik temellere bağlı
olduğunu tespit etmesi, üretim tarzı, üretim ilişkileri, iş
bölümü, ürünlerin değerlerinde “emeğin rolü” hakkındaki görüşleri
“İbni Haldun’un” metodunu açıkladığı gibi, onun ekonomi-siyaset
ilişkisindeki düşüncesini de ortaya koyuyor.
İBNİ HALDUN’UN SİYASET TEORİSİ VE
HAKKINDA DÜŞÜNÜLENLER
İbni Haldun’un siyaset teorisinde “Asabiyyet” kavramı
önemli bir yer tutar. Bu kavramın Mukaddime içerisindeki yerinin
önemi birçok araştırıcı tarafından kabul edilmekle birlikte,
farklı yorumlar yapılmaktadır.
İbni Haldun; “Asabiyyet, düşmanların saldırısından korunmak ve
saldıranları kovmak, birlikte harekete geçmek ve diğer sosyal
faaliyetlerle olur”(38)
diyor. Asabiyyet; aynı özellikleri taşıyan
toplumlardaki “birlik duygusu”, bulunmakla beraber, soyut,
sadece duygu planında kalan bir olay değildir. Bu duygu kendisini
hareket ile yaşatmakta, ve varlığını sürdürmektedir. Yani,
asabiyyet, davranış biçimidir. Bu ise şekil olarak, kolektif
olmaktadır. Ortaklaşa yaşayış ve örgütlenme belirli bir ortak
düşünceyi doğurur. Bu düşünce yine ortaklaşa yaşayış ve
örgütlenmeyi pekiştirir. Asabiyyetin bu anlamı yani kollektif bir
aksiyon olması, Mukaddime’nin bütününde açıkça izlenebilir.
(39)
Prof. Dr. Tarık, ÖZBİLGEN, İbni Haldun’un “Asabiyyet” anlayışına
karşı çıkar. ÖZBİLGEN’e göre “Asabiyye, yada asabiyyet gibi
çeşitli biçimlerde yazılan bu sözcüğün anlamı, mücadele esnasında
bir toplumu ayakta tutan ruh halidir.” İbni Haldun; içinde
yaşadığı sosyal koşullar gereği, toplumu daima bir mücadele aracı
olarak gördüğü içindir ki, “Asabiyyet”i de mücadeleye bağlamıştır.
Dedikten sonra “Asabiyet”i “sosyal bilinç” olarak
adlandırmaktadır.(40)
Prof. Dr. Tarık Zafer TUNAYA, “Asabiye” teriminin İslam siyasi
edebiyatında özel bir anlamı olduğunu ifade ediyor. İslam’dan önce
Araplar’da, “asabiyyet”in anlamının “kendi soyundan ya da
kabilesinden olanı, haksız bile olsalar, her an savunmak ve
korumak” diye tanımlıyor. Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, son
incelemelerde “asabiyyet”in milliyetçilikten farklı olmadığı
sonucuna varmaktadır.(41)
İBNİ HALDUN’DA “ASABİYYET” NEDİR?
İbni Haldun’da iki çeşit “asabiyyet” tanımı var. İlki, “neseb
asabiyyeti” ikincisi “sebep asabiyyeti”dir. Nesep
Asabiyeti; aynı soydan gelmiş olmaktan doğan birliktelik
halidir. Sebep Asabiyeti aynı kültür ortamına sahip
olmaktan doğan ve sonradan elde edilen birlikteliktir. İbni
Haldun’a göre, her iki kaynağı ile asabiyyet, mücadele
zorunluluğundan kalan toplumlar için bereketli bir enerji
kaynağıdır. Devlet bu enerji ile kurulacaktır. Devletin
bozulması da aynı enerji kaynağının sönmesi ile gerçekleşir.
İbni Haldun’a göre; gerek neseb, gerek sebep asabiyyetleri
kuvvetli bir şekle girmedikçe hukuk oluşturulamaz. O zaman devlet
kurulamaz. Düşünürün ifadesi ile “mülk” oluşamaz.
İbni Haldun; “Asabiyyet”i şöyle izah ediyor:“Kavimlerin kudret
kazanmaları ancak neseb bağı ile birbirlerine bağlanmaları,
veyahut buna benzer ortak bir bağ sayesinde olabilir. Kişi
kandaşlık bağı ile bağlı olduğu diğer kişilerin başına gelen
felaketlere engel olmak ister. Onlara yardım eder, zulüm ve
tecavüze uğramalarına karşı çıkar. Ve onları savunmak üzere
harekete geçer. (42)
“Asabiyyet”in ilk çeşidi kandaşlık
bağlarından doğuyor. Bu bağ kan bağı adını alır. İbni Haldun
kölelik ilişkisini de “Asabiyyet” kavramı ile izah etmeye
çalışıyor. Buna sebep asabiyyeti adı veriyor. Kan bağı dışında
olmakla birlikte “köle sahiplerinin kölelikten azlettiği kimsenin
üzerindeki hak ve hukuku ve himayesine aldığı kimsenin hamisi
üzerindeki hak ve hukukunu dahi bir nevi akrabalık kabilinden
olup, azatlısı veyahut himayesine aldığı kimse her hangi bir zulüm
ve tecavüze uğrarsa, harekete geçerler ve yardıma koşarlar.
Böylece azat eden ile azat edilen ve himayesine alan kimse ile
himaye edilen kimse arasındaki kaynaşma ve bağlılık neseb bağına
benzer ve ona yakın bir hal ve bağlılık doğar. Bunun sonucu olarak
asabiyyetin diğer çeşitleri meydana gelir”
(43)
İbni Haldun’a göre, “Asabiyyet”in çeşitleri olan neseb
asabiyyeti (kandaşlık) ile sebep asabiyyeti (sonradan
kandaşlık) yani kandaşlık varmış gibi hareket etmek arasında
uygulamada bir fark yoktur. İnsanlar sonradan kazanılan kolektif
aksiyon gücü sayesinde de akrabalar gibi hareket ederler.
Birbirine alışkanlık, uzun zaman beraber çalışmak, suretiyle de
olsa asabiyyet bir kez varolduktan sonra, farklı kökenden
kaynaklanmış olması kolektif aksiyon gücü niteliğini değiştirmez.(44)
İbni Haldun, asabiyyet kavramının işlevini Bedevi ve Hazeri
toplumlar üzerinde incelemiştir. O’na göre asabiyyet,
Bedevilikten Hazeriliğe geçişi mümkün kılan dinamik bir olgudur.(45)
Asabiyyet, ister nesep, ister sebebe dayansın önce belirli bir
topluluk içinde birlik ve aksiyon meydana getirir. Sonra öteki
çatışan asabiyyetleri, kuvvetli bir topluluk haline
dönüştürmektedir. İbni Haldun’a göre “Bir uruğun içinde çeşitli
soylar, boylar ve dallar bulunduğu takdirde, idareyi ele geçirmek
ve elde tutabilmek için bu soy ve boyların hepsinden daha kuvvetli
bir asabiyyete ihtiyaç vardır. Bu kuvvetli boy diğer soy ve
boyları kendi idaresi altına alır. Ve bunları büyük bir asabiyyet
getirir. Aksi takdirde anlaşmazlık ve çekişmeye giden bir dağılma
meydana gelir.”(46)
İbni Haldun Asabiyyet teorisi ile iktidar arasında yakın bir
ilişki kurmaktadır. O’na göre, bir sınırlı topluluk içersinde veya
bütün bir toplumda siyasi iktidarı ele geçirecek bir potansiyele
sahip olmak, iktidara geçmek ve sürdürmek için asabiyyete ihtiyaç
vardır. Mücadele-çatışma gibi aksiyona geçmenin daha etkin
biçimleri asabiyetin varlığı ve kuvveti ile orantılıdır. Küçük
toplulukların kolektif aksiyon yolu ile iktidar olmaları için en
önemli unsurları asabiyet kurmalarıdır. Devlet kurmadan bir
devlete egemen olmaya kadar varabilecek olan iktidar
mücadelesinde, iktidarı kazanma ve korumada, “Asabiyyet”
önemlidir. Devlet ve saltanat ancak kararlılık ve sağlam bir düzen
kazandıktan sonra siyasi iktidarın yürütülmesinde asabiyete
ihtiyaç duymayabilir.(47)
Asabiyet’in sosyal niteliği ve özelliği onu incelenirken bunun
dinamik bir biçimde siyasi hedeflere yönelik olduğunu,sosyal ve
siyasi özelliklerinin de birbiri içine girdiği belirtilmiştir.
İşte bu ikili özellik, ekonomik yapıya göre yürür. Asabiyyet;
belirli üretim biçimine bağlı olarak doğmuştur. Ekonomik gelişim
ve değişim içinde kaybedilir. İbni Haldun üretim ve tüketimin
azalmasının etkisi ile asabiyetlerini kaybettikten sonra diyerek
asabiyetin ekonomik yapı ile olan ilişkisinin önemi üstünde
durmaktadır.
DİPNOTLAR
20) HASSAN Ümit: age, s. 95-100.
21) İbni Haldun:Mukaddime (Çeviren Zakir Kadiri Ugan) 2. Baskı,
İstanbul 1968-1970, II. Cilt s. 460-566.
22) HASSAN Ümit: Mukaddime Metninin yaygınlık kazanması üzerine
notlar:SBFD. C. XXVIII. s. 3-4, 1973, Ankara 1975, s. 123
23) Mukaddime C. 2, s. 520-538.
24) Mukaddime:C. I, s. 459.
25) Mukaddime: C. I. s. 19-23.
26) Mukaddime:C. I, s. 40-41.
27) Mukaddime:C. I, s. 5.
28) Mukaddime: C. I, s. 96-97.
29) Mukaddime:C. I, s. 14-96.
30) Mukaddime:C. II, s. 268-444.
31) Mukaddime:C. II, s. 444 vd. 453 vd.
32) HASSAN Ümit: age, s. 145.
33) HASSANÜmit: age, s. 147-148.
34) Mukaddime: C. I, s. 309-315.
35) HASSANÜmit: age, s. 155.
36) Mukaddime:C. II. s. 325-380.
37) Mukaddime:C. II, s. 319 vd.
38) Mukaddime:C. I, s. 352.
39) HASSAN Ümit: age, s. 196-197.
40) ÖZBİLGEN Tarık: Hukuk Sosyolojisi Dersleri, s. 211.
41) TUNAYA Z. Tarık:Türkiye’nin Siyasi Gelişmeleri, s. 57 Dipnot
10, İstanbul 1985.
42) Mukaddime: C. I, s. 323.
43) Mukaddime: C. I. s. 323-324.
44) Mukaddime: C. I, s. 463.
45) HASSANÜmit: age, s. 212.
46) Mukaddime:C. I, s. 351-354.
47) Mukaddime:C. I, s. 394.
|