|
|
................... |
|
|
DÜŞÜNCE TARİHİ -2 |
Orhan Hançerlioğlu
Remzi Kitapevi, Eylül 1995 |
|
|
................... |
|
................... |
İNSANDA BİR KORKU
İlk insan, soğumuş lav kayalarının üstüne çıkıp çevresine bakınca,
kendisine göre değerlendirdiği iki şey gördü: Kendisinden aşağıda
olanlar, kendisinden yukarda olanlar... Kendisinden aşağıda
olanlara aldırmadı ama kendisinden yukarda olanlardan ölesiye
korktu. Uçsuz bucaksız bir doğanın ortasında ne kadar yalnızdı.
Gökler gürlüyor, şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor,
kendisinden pek güçlü hayvanlar saldırıp parçalıyorlardı.
Kendisinden yukarda olanların en üstünde gök vardı. Artık,
yüzyıllar boyunca korkacaktı bu gökten, saygı duyacaktı bu göğe.
Öylesine bir korku, öylesine bir saygıydı ki bu, gelecek
kuşakların en akıllıları bile kendilerini bundan
kurtaramayacaklardı. Milyonlarca yıl yücelik, tanılık, güçlülük
ölçüsünü mavi ellerinde tutacaktı, gök. Gök, ona bağırıyor,
parmağını sallıyor; onu boğmak için sağanaklarını, onu yakmak için
yıldırımlarını gönderiyordu. Ona yalvarır, tapar, yaltaklanırsa
belki kendisini korurdu da.
KORKUDA BİR KAVRAM
Bir XVIII. yüzyıl düşünürü, Volney (Constantin François, Comte de
Chasseboeuf, 1757-1820), gök ölçüsünün hikayesini kendi açısından;
şöyle anlatıyor: İlk insanların hiçbir düşünceleri yoktu. Önce
kollarını, bacaklarını kullanmasını öğrendiler. Gittikçe;
babalarının deneylerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama
araçlarını sağlama bağladıkça zekaları, ilkel gereksemeler
(ihtiyaçlar) zincirinden kurtularak dolayısıyla anlamalara; sonuç
çıkarmalara (istidlallere) yöneldi. İnsan zekası, giderek, soyut
bilgileri kavramak gücünü de kazandı.
Yeryüzünde kendilerinden
başka birçok varlıklar kaynaşıyordu, bu varlıkların çoğu karşı
gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi
ürkütüyor, su boğuyor, yel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin
nedenlerini düşünmeden katlandılar. Bütün bunların neden böyle olduklarını anlamak isteyen ilk insan şaşkına döndü.
Sonra, şöyle düşünmeye başladı:
1- Onlar kendisinden güçlü, kendisine üstündüler. Tanrı
düşüncesinin temeli budur. Kimileri acı, kimileri tatlı etkiler
uyandırmaktadırlar. Acıyla etkileyenlerden korkuyor, onlardan
uzaklaşmak istiyordu. Tatlıyla etkileyenlere umut bağlıyor, onlara
yaklaşmak istiyordu. İşte korku ve umut, gök ölçüsünün bu
ilkeleri, böylece doğdular. Kendisi nasıl bir başkasını itmek
isteyince itebiliyorsa onlar da yakmak isteyince yakabiliyorlardı.
Şu halde onlarda da kendisininki gibi bir irade, bir zeka
olmalıydı. İşte Tanrılık irade, Tanrılık zeka düşüncesi böyle
başladı. Kendisine kötülük etmek isteyen bir soydaşının önünde
nasıl alçalıyor, ona nasıl yalvarıyorsa, ötekilerinin önünde de
alçalabilir, onlara da yalvarabilirdi. İşte ilk yere kapanış, ilk
dua. Yoluna engel olan dağa yer değiştirmesi için yalvarırken onu
düşüncesinde varlıklaştırdığının, ilk düşünce varlıklarını
yaratmaya başladığının farkında bile değildi. Kendisinden güçlü,
kendisine üstün olan bu düşünce varlıkları pek çoktular, şu halde
evren, sayısız Tanrılarla doluydu (politeisme). Bunların kimisi
iyilik ediyordu, kimici kötülük. İyilikle kötülük, iyilikçi
ruhlarla kötülükçü Tanrılar böylece doğdular. İşte ilk insanların
dini böyle başladı (İlk sistem: Fizik güçlere tapmak).
2- Yeryüzünde ve insan düşüncesinde başlayan bütün bu ilkeler
(üstünlük, korku ve umut, üstün irade ve üstün zeka, güçlünün
önünde eğiliş, yalvarış, düşünce varlıkları, bu varlıkların
çokluğu, iyilikçi ya da kötülükçü varlıklar) insanların tarım
gereksemeleri için göğe yöneldiler. Tarım, toplulukla yaşamaya
başlayan insanlar için bir zorunluktu. Tarımı başarmak içinse
göğün gözetlenmesi gerekiyordu. Toprağın gökle ilgisi belirmeye
başlamıştı. Bir yıldız kümesinin görünmesi, en yüksek yerine
varması ve batmasıyla bir bitkinin gövermesi, büyümesi ve kuruması
arasındaki ilgi, olanca açıklığıyla insanların gözüne çarpıyordu.
Şu halde yeryüzünü yıldızlar, bu gök varlıkları, yönetiyorlardı.
On beş bin yıl önce Mısır’da yaşayanlar yıldızlara tapmaya
başladılar. Bunlar, Nil nehrinin yukarı kıyılarında yaşayan zenci
ırktan ilkel topluluklardı (İkinci sistem: Yıldızlara tapmak).
3- İnsan bu yıldızlara birer ad takma gereğini duyunca, bunlara
yeryüzü adlarını yakıştırmaya başladı. Tebli Habeş, ırmağın
taşması sırasında görünen yıldızlara taşma yıldızları, sapan sürme
sırasında görünen yıldızlara öküz ya da boğa yıldızları,
aslanların susuzluktan çölleri bırakıp ırmak boylarına geldiği
sırada görünen yıldızlara aslan yıldızları, kuzuların ya da
oğlakların doğduğu zaman görünen yıldızlara kuzu ya da oğlak
yıldızları adını veriyordu. Bu benzetmeler sayısızdı. Artık kuzu,
kış mevsiminin kötülük eden ecinnisinden gökleri temizliyor, boğa
yeryüzüne bereket tohumları saçıyordu. İnsan dili böylelikle
mecazlara alışıyor, gittikçe zenginleşiyordu. Artık insan, göğün
boğasından (boğa adını verdiği yıldızlardan) beklediği gücü,
yeryüzündeki boğadan da bekler olmuştu. Yerden göğe çıkan mecazlar
böylelikle. gene yeryüzüne indiler. Birtakım yanlış kıyaslamalar
başladı. Öküz, balık ve daha bir sürü şey kutsallaştı (Üçüncü
sistem: Putlara tapmak).
4- Kıyaslamalar insanları maddi anlamlardan manevi anlamlara
geçirdiler. İyilik getiren tanrılara bilgi, temizlik, erdem
melekleri; kötülük getiren tanrılara da cahillik; günah, kabahat
zebanileri denilmeye başlandı. Tanrıların özleri birbirlerine
uymadığından tapınma ikiye bölündü. İyi tanrılara yapılan sevgi ve
sevinç tapınmasıydı, kötü tanrılara yapılan korku ve ıstırap
tapınmasıydı (Dördüncü sistem: Karşıt ilkelere tapmak).
5- Yolculuktan dönen Fenike gemicileri, okyanusun öbür ucundaki
ölümsüz bahar ülkelerini, kuzey bölgelerinin ölümsüz gecelerini
anlata anlata bitiremiyorlardı. İşte cennet ve cehennem
düşünceleri bu hikayelerden doğdu. Yüzyıllardan beri öldükten
sonra ne olacağını kendi kendine soran insan, bu yerlerde
yaşayabilmek düşüncesinden hoşlanıyordu. Böylelikle sevgili
ölülerini barındıracak bir yer de bulmuş oluyordu. Sonsuz bahar
ülkesi çekiyor, sonsuz karanlık ülkesi korkutuyordu. Şu halde
iyiler birinciye, kötüler ikinciye gitmeliydiler. Bundan da tanrı
tüzesinin (adaletinin) insanların tüzelerindeki yanlışları
düzelttiği düşüncesi doğdu (Beşinci sistem: Mistiklik, büyük
yargıca tapmak).
6- İnsanlar giderek üstünde yaşadıkları yeryüzünü tanımaya
başladılar. Dünyanın çapı ölçüldü. Bu çap, bir kocaman pergel gibi
göklere açılarak göklerin akıllar durdurucu, sonsuz yörüngeleri
hesaplandı. Dünyanın evren içindeki küçüklüğü meydana çıktı. Tanrı
düşüncesi önce dünyadan, sonra güneşten koparak bütün evrene
yayıldı. Evren Tanrı, nedenle sonucu, etkenle edilgeni, güdücü
ilkeyle güdülen şeyi kendinde toplayan çok daha büyük, çok daha
yaygın bir varlık olmalıydı (Altıncı sistem: Evrene tapmak).
7- Sonraları etkenle edilgeni, nedenle sonucu, güdücüyle güdüleni
tek varlıkta birleştirmeyi doğru bulmayarak bunları birbirlerinden
ayırdılar. Her türlü kıyaslamaları ancak kendi varlıklarına
bakarak yapabildikleri için, evrenin güdücü ilkesine cin, akıl,
ruh adını verdiler. Tanrı da, evrenin kocaman gövdesini hareket
ettiren, bütün varlıklara dağılmış yaşama ruhu oldu. Her varlık,
büyük varlığın bir parçasını taşımaktaydı. Bu parça, ateş ya da
tözdü (Yedinci sistem: Evrenin ruhuna tapmak).
8- Matematik ve fizik gelişiyordu ama insanların büyük çoğunluğu
bilgisizdi. Bu yüzdendir ki bilginin getirdiği bilimsel deyişler,
çoğunluğun elinde bayağılaşıveriyordu. Böylelikle evrenin herhangi
bir makineden başka bir şey olmadığı ileri sürüldü. Bir makine de
kendi kendine yapılamayacağına göre, herhalde bunun bir işçisi
olmalıydı (Sekizinci sistem: Büyük işçiye tapmak).
Volney’e göre, bütün bu basamaklardan eski Mısır’da çıkılmış,
sonraları yeryüzünde tekrarlanmış bütün şeyler eskiden Nil
kıyılarında da olmuştur. Volney, gök ölçüsünün, doğum yeri olarak
Mısır topraklarını görmektedir. Volney’e göre, bütün din
sistemleri, eski Mısır’ın güneşe tapmakla başlayan fizik güçlere
tapmak sisteminden çıkmıştır. Hintlilerin Chris-na’sı (Krişna),
Hıristiyanların Chris-tos’u (Hristos) hep eski Mısırlıların güneşe
taktıkları koruyucu anlamındaki chris sözcüğünden gelmedir.
Ayrıca, eski Mısırlılar güneşe Yés de diyorlardı! ki Latinceleşmiş
Yés-su ya da Jesus adının kaynağı budur. Eski Yunanlılar bu adı
Tanrı Baküs’e de vermişlerdi. Bilindiği gibi, Tanrı Baküs de,
Meryem’den babasız olarak doğan İsa’ya örnek olarak Minerva’dan
babasız olarak doğmuştu.
Bir yanda sonsuzdan gelip sonsuza giden sonsuz bir uzay, öteki
yanda düşünen yepyeni bir varlık insan... Bir XX. yüzyıl düşünürü,
Felicien Challaye, din duygusunu bu sonlu varlıkla sonsuz varlık
arasında kurulan bağda bulmaktadır. Felicien Challaye’a göre,
sonlu ve kutsal olmayan varlık, sonsuz ve kutsal varlıkla
karşılaşınca kendinden geçer. Gök ölçüsü, bu kendinden geçiş
halinin sonucudur. Challaye gök ölçüsünün hikayesini, kendi
açısından, şöyle anlatmaktadır: İlk insanlar, kendi kişiliklerinin
dışındaki yaygın gücü (Mana) kavradıkları anda sonsuzu
duymuşlardır.
Ben varım, varlığa katılıyorum. Ne yalnız anam
babam, büyükanamla büyükbabam, atalarım, ne de bütün insanlık ve
bütün hayvanlık beni var edemezdi. Evrenin bütün güçleri bende
toplanıyor. Bir güneş, bir samanyolu, bir evcen olmasaydı, ben de
var olamazdım. Ben, evrensel hayatın ürünüyüm. Varlığımın
derinliğinde varlığı buluyorum. Bu varlık, benim dar kişiliğimi
her yandan sarmakta ve onu aşmaktadır. Bu varlık sonsuzdan beri
benden önce gelmekteydi, sınırsız akışı boyunca sonsuza kadar
benden sonra gidecektir. İşte bu, sonsuz 'varlık’tır.
Sonlu varlığın, kendisinden çıkmış olduğu sonsuz varlığa bağlılık
duyması, onun önünde eğilip ona tapması, onu evlatçı bir sevgiyle
sevmesi, onda evrensel hayatın bütün yönlerini bulması akla
uygundur. Bu akla uygunluk ve sevgi, gök ölçüsünün temelidir.
Sonlu varlığın sonsuzluk duygusuna erişmesi şöyle olmuştur: İlk
eğilim, karşılandığı zaman sevinç, karşılanmadığı zaman acı veren
bir duygudur (haz ve elem). Bu eğilim, zekanın işe karışmasıyla
ruhsallaşır, toplumun etkisiyle de sosyalleşir. Bu sevinç ve acı
eğilimi, korunma içgüdüsü, insanı yalnız bütün hayatı boyunca
gözetmekle kalmaz, ölümle yok oluş düşüncesinden ötürü acı
çekmesine de engel olur. İnsan, bu yok oluş düşüncesini sevimsiz,
aşağılatıcı bularak reddeder. Korunma içgüdüsü, yok oluş
düşüncesinin doğurduğu sonsuzlukla sonluyu bağdaştırmaya çabalar.
İnsanın doğal eğilimlerinden bir başkası da, merak eğilimi, bu
çabayı destekler. Evreni tanımak, onun köklerine ve derinliklerine
inebilmek bu merak eğiliminin karşılanması zorunluğundan
doğmuştur. İnsanın üçüncü bir doğal eğilimi olan sevgi (sempati)
de ilk iki eğilimin işini tamamlamaktadır. Sevgi, sonlu
varlıklardan aşarak sonsuz varlığa yönelmiştir (mistisizm). Din,
bu üç doğal eğilimin, korunma içgüdüsünün, merakın ve sevginin
zekayla ruhsallaşmasından ve toplumla sosyalleşmesinden doğmuştur.
Felicien Challaye din düşüncesinin gelişimini de şöyle
sıralamaktadır:
1. İnsan, önce, kendi kişiliğinin dışında her yönde belirmiş
bulunan yaygın bir güç gördü. Bu güç, hem maddede, hem ruhta
beliriyordu. İlkel insanlar bu güce Mana adını taktılar. Mana
düşüncesine bütün dinlerde çeşitli semboller halinde
rastlanmaktadır. En ileri felsefelerde bile çıkış noktası hep bu
ilkel Mana düşüncesidir.
2. Toteme olan inanç bu Mana düşüncesinden çıkmıştır.
Totem, Mananın cisimleşmesidir. Bir klanın insanları belli bir
hayvan, ya da bitki çeşidini en çok Mana toplayıcı saymışlar ve
onu kutsal görmüşlerdir.
3. İnsan, kendi canını düşününce Mana’yı kişileştirmiştir. Bundan
da ölümden sonra yaşama düşüncesi doğmuş, ölümden sonra yaşama
düşüncesi ölülere tapınmaya yol açmıştır.
4. Mana’nın kişileştirilmesi canlıcılığı (animizm) meydana
getirmiştir. Canlıcılık, doğada insanın ruhuna benzer ruhlar
bulunduğuna inanmaktadır. Önceleri fetişizm adıyla adlandırılan
animizmin büyücülüğe yol açması kolaylıkla anlaşılır bir olaydır.
5. İnsan, Mana’da bir düzen ilkesi bulduğu zaman, dine töresel
kaygılar girmiş demektir. Erdem, bu düzeni sağlamak için
gereklidir.
6. İnsan, Mana’yı kişileştirince artık onu her baktığı yerde
görmeye başlamıştır. Bunun sonucu da elbette çoktanrıcılık
olacaktı.
7. Soyutlamadaki ve tek olan evrenin açıklanışındaki ilerleme bu
çok tanrıları tek tanrıda birleştirmeye yol açmıştır. Bu
birleştirme, önce bir hiyerarşiden (tanrıları sıralayarak en
büyüğünü bulmaktan) geçerek, evrenin tek ve biricik Tanrısına
varmıştır.
8. Budizmde olduğu gibi, din düşüncesinde bir adım daha ilerleme,
engin evrenin varlığını anlamak ve açıklamak için tanrı
düşüncesinin gerekmediğini, bu anlama ve açıklamanın tanrısız da
yapılabileceğini ilerisürer.
Kurban, dua, yasalara saygı, erdem, bayram, efsaneler ve kendinden
geçiş hali en ilkel totemizmden çok gelişmiş dinlere kadar bütün
dinlerin ortak temalarıdır.
Mutluluğunu sağlamak için çabalayan insan, epeyce uzun bir tarih
süresi sonunda, kendini rahat ettirecek, mutlu kılacak yeni bir
ölçü buldu. Bu ölçü, gök ölçüsüdür. Gerçekte bu ölçü önce yerden
başladı, sonra göğe çıktı. Bilimsel açıdan ele alınınca hikayesi
bir hayli ilgi çekicidir. Bu ölçü, insanın çevresini sarıp onu
ürküten gizlilikleri açıklıyor, karanlıkları aydınlatıyor, ona
güven veriyor, geleceğine umutla bakmasını sağlıyordu. Hele,
insanlığın en büyük korkusu olan ölüm korkusunu karşılaması bu
ölçüyü büsbütün vazgeçilmez kılmıştı. Ölçü, karanlıkları olduğu
kadar, aydınlıkları da düzenliyor, hemen her alanda yararlı
oluyordu. İnsanlar birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını bile bu
ölçüye vurarak çözmeye başlamışlardı. Toplumlar, bu ölçüye
sığınarak birleşmeye çalışıyorlardı. Ölçü, gerçekte, insan
yapısını çeşitli açılardan kavraması bakımından, çok güçlü bir
ölçüydü.
Fransız düşünürü Auguste Comte (1798-1857) bu ölçüye, insanlığın
açıklama gereksemesi (ihtiyacı) açısından bakmaktadır. Üç hal
kanununun, insanlığın birbiri ardınca geçirdiği üç hale bakış
açısı budur:
1. Auguste Comte’a göre insanlık, önce teolojik hal içindeydi.
Evren, insan iradesinin tıpkısı iradelerle yönetilmektedir. İnsan
düşüncesinin ilk vardığı açıklama budur. Oysa, bu ilk düşünce de
üç basamaklıdır, yavaş yavaş gelişmiştir. Birinci basamakta insan,
çevresindeki eşyayı tıpkı kendisi gibi canlı, akıllı olarak
düşünmüştür (fetişizm). İkinci basamakta insan düşüncesi,
çevresindeki olayların görünmez varlıklarca yönetildiği inancına
yönelmiştir (çoktanrıcılık-politeizm). Üçüncü basamakta bu
görünmez varlıkların tek ve büyük bir iradenin yönetimi altında
bulunduğu inancına varılmıştır (tektanrıcılık-monoteizm).
2. İnsanlığın bu halini metafizik hal kovalamıştır. İnsanlık bu
süre sonunda teolojik halden metafizik hale geçmiştir. Metafizik
hal, bir soyutlama (tecrit) halidir. Evreni yöneten artık insana
benzeyen bir varlık değil, soyut bir güçtür, soyut bir ilkedir:
Oysa bu halde de insan, soyutladığı nitelikleri, soyut iyiliği,
soyut güzelliği, soyut tamlığı (mükemmelliği) gerçek varlıklar
saymaktadır.
3. İnsanlığın üçüncü halinde, metafizik hal, yerini pozitif hale
(olumlu hal, müspet hal) bırakmıştır. Bu hal; ortaçağın sona
ermesiyle başlar. Yeniçağ düşüncesi artık olayları başka olaylarla
açıklamaktadır. Bilimsel ilerlemeler, bu hale gelinceye kadar
nedeni bilinemeyen birçok olayları, bilim yasalarıyla açıklamaya
başlamıştır. Başka bir deyişle, önce teolojik açıklama sonra
metafizik açıklama yerini pozitif açıklamaya bırakmıştır.
Başka bir Fransız düşünürü, Henri Bergson (1859-1941) da gök
ölçüsü gereksemesinin kaynağını yaşanılan hayatın içinde
bulmaktadır. Bergson, Töreyle Dinin İki Kaynağı (Des deux Sources
de la Morale et de la Religion) adlı yapıtında bu konuyu
inceleyerek şu sonuca varıyor: İnsan, düşünmeden önce yaşamak
zorundadır. Toplumsallık eğilimi (içtimailik meyli), insanın
yaşama zorunluğunun sonucudur. Toplum nasıl insan içinse, insan da
öylece toplum içindir. Toplumunsa birtakım gerekleri vardır, işte
bu gerekler, insanı töreye ve dine zorlar.
Hayvan toplumlarında
örneğin bir arının, toplumunu unutarak sadece kendi isteklerinin
peşinden gitmeye başladığını düşünelim. Bilinçsiz içgüdüsü bu
haylaz arıyı toplum yükümüne (mükellefiyetine) çağıracaktır.
Çünkü, arılar yükümlü olmazlarsa kovan yaşayamaz. İnsan
toplumlarında da bu yüküm insanı ödevine iter. Toplumsallık, insan
varlığının en büyük parçasıdır. Suçunu sadece kendisi bilen,
cezadan yakayı kurtaran bir katilin çektiği vicdan acısı; insanın
kendi varlığına, kendi benliğine dönmek isteyişidir. Suçunu
açıklarsa vicdan acısından kurtulacaktır, çünkü ödevini yerine
getirmiş, benliğinin büyük parçası olan topluma dönmüştür.
Toplum
alışkanlığından doğan, içgüdülerin zorladığı bu ödevseverlik,
insanı töreye ve dine götürür. Bu ödevseverlik, törenin ve dinin
birinci kaynağıdır. Bu ödevseverlik iyice deşilirse, insanların
korunma içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu
görevseverliğiyle kendisini korumakta, yaşama zorunluğuna
uymaktadır. Bu kaynak, kişinin, iradesini iten bir kaynaktır. Bu
kaynaktan gelen din ve töre, insanı koruyan bir din ve töredir.
Din ve törenin ikinci kaynağı, insan heyecanıdır. Toplumsal insan
bir taklit, bir benzeme gereksemesi içindedir. İnsan yapısı, örnek
almak, benzemek eğilimini taşır. Bu ikinci kaynaktan çıkan din ve
töre, model olarak alınan kişiliğin yarattığı heyecanı yaşamak ve
taklit etmekle gerçekleşir. Toplum, kişiyi, toplumca beğenilenleri
taklide çağırır.
Bu kaynak, birinci kaynak gibi, kişinin iradesini
iten bir kaynak değil, tersine, çeken, çağıran bir kaynaktır. Bu,
heyecandan doğan taklitçilik kaynağı iyice deşilirse, insanların
yaratma içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu
taklitçiliğiyle, gene yaşama zorunluğunun sonucu olan yaratma
gereksemesini karşılamaktadır. Bu kaynaktan gelen din ve töre,
insanın yaratma gereksemesini karşılayan bir din ve töredir.
[sayfa 28]
Bu iki çeşit din ve töre, ayrı nitelikler, ayrı özellikler
taşımaktadır. Birinci kaynaktan (alışkanlıktan, korunma
içgüdüsünün sonucu olan görevseverlikten gelen) din ve töre
statiktir, toplumsaldır, tutucudur, eskiye bağlıdır, kolektiftir.
İkinci kaynaktan (heyecandan, yaratma içgüdüsünün sonucu olan
taklitçilikten gelen) din ve töre dinamiktir, bireyseldir, eskiyi
aşıcıdır, ileriye götürücüdür, kişiseldir.
Bergson, yapıtının ikinci bölümünde gök ölçüsünün asıl gerekçesi
olan ölüm korkusu üstüne şunları söylemektedir: Hayvanlar
öleceklerini bilmezler, öleceğini bilmek insancadır. İnsandan
başka bütün canlılar, doğanın (tabiatın) istemiş olduğu gibi,
hayat hamlesine uymaktadırlar. İnsanın öleceğini bilmek
düşüncesiyse, doğanın verdiği zeka ile elde edildiği halde,
doğanın karşısına dikilmekte, insanın hayat hamlesini
yavaşlatmaktadır. Öleceğini bilmek düşüncesi umut kırıcı bir
düşüncedir. İnsan, öleceği günü de bilseydi, bu düşünce, daha da
umut kırıcı olurdu.
Ölüm olayı bir anda meydana gelecektir, oysa
her an meydana gelmediği görüldüğüne göre sürekli olarak
tekrarlanan bu deney, insanda belirsiz bir kuşku yaratmakta, ölüm
düşüncesiyle erişilen kesinliğin etkilerini hafifletmektedir. Bu
hafifletme olmasaydı insanın hayat hamlesi büsbütün kırılırdı.
Ölmek kesinliğinin, yaşamayı düşünmek için yaratılan canlılar
dünyasında, insan düşünce ve anlayışıyla belirmesi, doğanın
niyetine açıkça karşıdır. Doğa, böylelikle, kendi yoluna konulan
engel üstünde sendelemektedir. İşte bu sendeleyiş onu yeniden
doğrulamaya, ölümün kaçınılmazlığı düşüncesine karşı yaşamanın
ölümden sonra da süreceği düşüncesini koymaya zorluyor.
Doğa,
düşüncenin yerleştiği zeka alanına bu hayali atmakla, her şeyi
yerli yerine koymuş olmaktadır. Bu hayalin ölüm düşüncesinin kötü
tepkilerini önleyebilmesi, kendisini uçuruma kaymaktan alıkoyan
doğanın dengesini gösterir. O halde bize dinin kaynaklarını
belirten hayal ve düşüncelerin özel bir oyunu karşısında
bulunuyoruz. Bu açıdan bakılınca din, zekanın ölümü kaçınılmaz
olarak düşünmesine karşı doğanın savunucu bir tepkisi olmaktadır.
Bu tepki, kişi kadar, toplumla da ilgilidir. Toplum, kişisel
emekten yararlanır. Kişinin hamlesi yavaşlamamalıdır ki toplumun
hamlesi de yavaşlamasın. Bundan başka uygarlıkta ilerlemiş
toplumlar, sırtlarını sürekli yasalara, sürekli kuruluşlara
(müesseselere), zamana bile meydan okuyan anıtlara dayarlar. İlkel
toplumlarsa sadece kişilerden kuruludur. Onları kuran kişilerin
sürekliliğine inanılmazsa etkileri de kalmaz. Şu halde ölülerin de
dirilerle birlikte bulunması gerekmektedir. Bunun sonu, atalara
tapma olacaktır. O zaman da ölüler, tanrılara yaklaşacaktır. Bunun
için de tanrıların hiç olmazsa anılar halinde var olması, bir din
bulunması, düşüncenin mitolojiye doğru yönelmesi gerekecektir.
Zeka, çıkış noktasında, ölüleri, iyilik ya da kötülük
yapabildikleri bir toplumda dirilere karışmış olarak düşünmek
zorundadır.
KAVRAMDA GİZ
Üstün güçlerle çevrili olduklarını gören, bu üstün güçlerden
korkan ilk insan toplulukları koruyucularını çevrelerinde
aradılar. Bu koruyucu çoğu zaman bir [sayfa 29] hayvan, kimi
topluluklarda bir bitki, pek az rastlanmakla beraber kimi
topluluklarda da deniz ya da yıldız oldu. Bu koruyucunun adına
totem dendi. İnsan denilen yaratığın ilk dini, totem dinidir.
Artık her topluluğun (klanın) kendisini koruyan bir totemi vardı.
Yüzyıllar böylece geçti. İnsanlar bir hayli mutluydular. Tanrıları
yanıbaşlarındaydı ve onları koruyup gözetiyordu. Totem çağından
sonra tanrı, insanlardan gittikçe uzaklaşacak, bir daha bu kadar
yakınlarına sokulmayacaktı. Totemin ana düşüncesi, bir Malenezya
deyimi olan Mana’dır. Mana, her yere dağılabilen, bir bakıma tapan
insanların kendisinde de bulunan yaygın ve kutsal bir güçtür.
Gün geldi, insanlar, totemle yetinemez oldular. Çevrelerinde
gözleriyle görmedikleri birtakım yaşayan ruhlar düşünmeye
başladılar. Ölülerinin de yaşamakta devam ettikleri düşüncesi
kafalarını kurcalıyordu. Canlıcılık diye çevirebileceğimiz bu
animizm, insanların ikinci dinidir. Görünmez ruhlar, yaşayan
ölüler elbette büyücülüğü doğuracaktır. Bunun içindir ki, nerede
animizme rastlarsak yanıbaşında büyücülüğü de buluyoruz.
Totemizmin temel düşünceleri (mana, tabu, yarı insan yarı hayvan
atalar), animizmde de devam etmektedir. İlk dinin bu ilk ilkeleri
en gelişmiş tektanrıcı dinlerde bile devam edecektir. Animizme
önceleri fetişizm deniyordu. Bu sözü zencilerin perili ve büyülü
nesnelerine bakarak Portekizli gemiciler yakıştırmışlardı.
Feitiçio, Portekiz dilinde büyülü nesne demektir.
Bütün güzel sanatların kökünde animist büyücülüğün izleri vardır.
İlk insanların erdemleri de toteme tapmaları; totemin isteğine
aykırı davranışta bulunmamalarında belirmektedir. Klanın toteme
saygı duyan üyeleri erdemlidirler. İnsanın çevresinde korkulacak,
tapılacak bu kadar çeşitli güçler, ruhlar, yaşayan ölüler
bulunması elbette çoktanrıcılığı doğuracaktı. Çok sayıdaki
tanrılara ilkin Mısır’da rastlıyoruz. Eski Mısır çoktanrıcılığı
açıkça totemizm ve animizm kalıntılarına dayanmaktadır. Mana,
tabu, ölümden sonra yaşama düşünceleri, çoktanrıcılıkta devam
ediyor. İyi ruhlar iyi tanrıları, kötü ruhlar da kötü tanrıları
meydana getirmiştir.
Çoktanrıcılığın totemizmden doğduğuna başka
bir kanıt da, her klanın ayrı birer totemi olduğu gibi, eski
Mısır’da yaşayan her topluluğun da ayrı bir tanrısı bulunmasıdır.
Bu yerli tanrılar bağlı oldukları topluluğun öbür topluluklar
üstündeki etkilerine göre öne geçmişler ya da geride kalmışlardır.
Mısır çoktanrıcılığının en önemli üçgeni, karısı İzis ve oğlu
Horus’la birlikte Tanrı Oziris üçgenidir. Eski Mısır çoktanrıları
üçlü, sekizli, dokuzlu gruplar halinde toplanmaktadırlar. Bu güçlü
tanrıların yanında akıl da işlemektedir. Eski Mısır edebiyatında
ölen bir kadının yaşayan kocasına gönderdiği şöyle bir mektup
vardır: "Ey benim arkadaşım, benim kocam. Hiçbir zaman yemekten,
içmekten, sarhoş olmaktan, kadınlarla sevişmenin zevkini tatmaktan
ve şenlikler yapmaktan geri kalma.
Gündüzün de, geceleyin de
kendini her türlü zevke terk et. Kalbinde kaygıların yer etmesine
sakın meydan verme. Çünkü, Batı ülkesinde uyku ile karanlık hüküm
sürmektedir. Burası öyle bir ülkedir ki, içinde bulunanlar hiçbir
zaman dışarıya çıkamayacaklardır. Uyumaktadırlar ve artık hiç
uyanmayacaklardır. Burada hüküm süren tanrının adı tam bir
sönmedir".
Gök ölçüsü araştırısında eski Mısır’ın çok önemli bir yeri vardır.
[sayfa 30]
Öncesizlik ve sonrasızlık içinde bilincin bilinçle kavranması
(şuurun, şuurla idrak edilmesi) insanla başlıyor. Bu, gerçek bir
başlangıç değil, başsız ve sonuz olmakta 'olan’ın insan maddesince
sezilmesidir. Başka bir deyişle, bu hikaye, evrensel diyalektiğin
hikayesi değil, kendi kendini sezen maddenin hikayesidir. Biz
insanlar henüz bu büyük hikayenin içindeyiz. Açıklamaya
çalıştığımız macera, kendi maceramızdır.
Günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da bir terzi yaşadı. Bu terzi,
yüz bin yıllık bilinç diyalektiğinin oldurduğu bir düşünceydi. Beş
bin yıldan beri, gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün
ışıklarda, bu terzinin kıvılcımı vardır. Terzi, Mısır
papirüslerinde Hermes Tut adını taşıyor. Yunanlılar ona Ermis ya
da üç kez bilgin anlamına Trismegiste diyorlar. Yahudilere göre
adı Honok’tur. Araplar, Hermes-ül-Heramise adıyla anmaktadırlar.
Kur’an’a göre o, Adem ve oğlu Şit’ten sonra gelen, üçüncü
peygamber İdris’tir.
Kısas-ı Enbiya, onu şöyle anlatıyor: Hazreti Şit’ten sonra
peygamberlik İdris aleyhisselama geldi. Ve ona dahi otuz sahife
nazil oldu. Kalemle yazı yazan ve elbise diken ilk insan odur.
Ondan önce insanlar, hayvan derisi giyerlerdi. İdris aleyhisselama
göklerin, esrarı açılmıştı. Sonunda Tanrı, onu diriyken göğe
kaldırdı. Hazreti İdris göğe çekildikten sonra insanlar doğru
yoldan ayrıldılar, putlara tapar oldular. Tanrı, onlara Nuh
aleyhisselamı gönderdi (Ahmet Cevdet, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i
Hulefa, 1323 baskısı, s. 4).
Oysa Yunan kaynakları onun kırk iki yapıtı bulunduğunu
yazmaktadırlar. Hermes’in bu değerli papirüsleri kaybolmuştur.
Bugün, onun düşüncelerini, öğrencilerinden gelen Mısır ve Yunan
kaynaklarından öğreniyoruz.
Tevrat, onu şöyle anlatmaktadır: Ve Yared yüz altmış iki yaşında
Hanok’un babası oldu. Hanok, üç yüz yıl Tanrı’yla yürüdü ve
Hanok’un bütün günleri üç yüz altmış beş, yıl oldu ve gözden
kayboldu. Çünkü, onu Tanrı aldı (Tevrat, Tekvin kitabı, 5. bap,
18-24).
Tevrat’ın hesabına göre terzi Hermes, ilk insanlardan biridir,
altıncı kuşaktandır. Baba-oğul dizisi şöyle sıralanmaktadır: Adem
(930 yıl yaşamış), Şit (912 yıl yaşamış), Enoş (905 yıl yaşamış),
Kenan (910 yıl yaşamış), Mahalel (895 yıl yaşamış), Yared (962 yıl
yaşamış), Hermes ya da Hanok (365 yıl yaşamış).. Tevrat, Hermes’in
İ.Ö. 3000 yılında yaşadığı bilindiğine göre, insan soyunun
günümüzden on bin yıl önce başladığını bildirmektedir. Oysa bilim,
günümüzden kırk milyon yıl önce insana pek benzeyen yaratıkların
yaşamaya başladığını hesaplamış bulunuyor. Çağdaş bilimle
Tevrat’ın arasında, otuz dokuz milyon dokuz yüz doksan bin yıl
var.
Terzi Hermes’in, kendinden sonraki bütün düşünsel akımlara ışık
tutan düşüncesi şudur: İnsanlar ölümlü tanrılar, tanrılar ölümsüz
insanlardır.
Terzi Hermes, evrensel düşünü şöyle kuruyor: Kocaman boşluğun en
altında ölümlülük yeri dünya var, en üstünde de ölümsüzlük yeri
Zuhal yıldızı... Zuhal yıldızı, evrensel aklın bütün esrarını
taşımaktadır, yedinci ve son kattır, ölümsüzlüğe orada erişilir.
Zuhal, parlak bir ışık içindedir. Ruhlar, oradan koparak, dünyaya
[sayfa 31] doğru düşmeye başlarlar. Bu düşüş bir sınavdır. Düşüş,
büyük ışıktan, inildikçe yavaş yavaş koyulaşan karanlığa doğrudur.
Işık ruh, karanlık maddedir. Ruh, kısa bir sınama için yeryüzüne
inip maddeyle birleşecek, ama maddeye boyun eğmeyecektir. Ruhun
maddeye boyun eğmesi, ona yenilmesi demek, sonsuz olarak yok
olması demektir. İnsan ruhu, tümel ruhun (Tanrı’nın) çocuğudur.
Sınavı kazanamazsa, o ruhta bulunan tümel ışık (Tanrısal nur)
sönecek, ışık yalnız başına çıktığı yere dönerek ruhu karanlıkta
bırakacaktır.
Ruh da, ışıksız kalınca, karanlığın içinde eriyip
tükenecektir. Büyük boşluk, inen çıkan ve arada eriyip tükenen
sayısız ruhların kasırgasıyla kavrulmaktadır. Sınavı kazanan
ruhlar, yedi kat göğe başarıyla yükselip ölümsüzlüğe kavuşurlar.
Salt gerçeği (mutlak hakikat) öğrenirler. Maddeye boyun eğmeyen
başarılı ruh, yeryüzündeki kısa sınavını verdikten sonra, ilk
basamak olarak ay’a yükselir. Ay, düşünce dehasıdır, elinde gümüş
bir orak tutar, doğumları ve ölümleri düzenler. Ruhları
cesetlerden kurtararak büyük ışığa doğru çeker (cezbeder). Göğün
ikinci katını yöneten Utarit yıldızıdır. Utarit, soyluluk
dehasıdır, sınavını başarıyla vermiş ve birinci katta
cesetlerinden ayrılmış ruhlara çıkacakları yolu gösterir. Bu kata
çıkan ruhlar, soyluluklarını (asaletlerini) tanıtlamış ruhlardır.
Üçüncü katı Zühre yıldızı yönetmektedir. Zühre, aşk dehasıdır,
elinde aşk, aynasını tutar, birbirlerini unutan ruhlar aşk
aynasında birbirlerini bulurlar. Dördüncü kat gök, güneşin
egemenliği altındadır. Güneş, güzellik dehasıdır, başarı ışıkları,
saçmaktadır, pırıl pırıldır. Başarılı ruhlar, ölümsüzlüğe
yükselebilmek için böyle bir tüm güzellikten geçerler. Güneş,
onları tatlı ışıklarıyla okşayarak ölümsüzlüğe hazırlar. Beşinci
katı Merih yıldızı yönetir. Merih, tüzenin (adaletin) dehasıdır,
elinde tüzenin keskin kılıcını tutmaktadır. Altıncı katı yöneten
Müşteri yıldızıdır. Müşteri, bilimin dehasıdır, elinde büyük gücün
asasını tutmaktadır. Yedinci ve son katsa, ölümsüzlüğe kavuşulan
büyük aydınlık, tümel aklın tüm sırrını saklayan Zuhal yıldızının
katıdır.
Ruhları ölümsüzlüğe götüren, dünya sınavında, iradelerini
kullanarak, güçlerine dayanarak, acı çekerek elde ettikleri
aydınlık bilinç’tir. Bu bilince (şuura) kavuşabilmek için,
yükselmeyi istemek yeter. Yükselen ruh, aydınlık bilincine
dayanarak, tüm güzellik, tüm güç, tüm akıl olacaktır. Buysa
ölümsüzlüktür.
Terzi Hennes’in bu öğretisi, eski Mısır’ın Tep ve Memphis
tapınaklarının büyük ve kutsal sırrıdır. Bu yüzden de hiçbir
papirüste yazılmamıştır. Sadece yeraltında gizlenmiş bir mağaranın
duvarlarına sembolik işaretlerle kazılmıştır. Yüzyıllar boyunca,
tapınaklar başkanları birbirlerine ağızdan anlatmaktadırlar.
Böylelikle sır, ona layık olandan başka, kimsenin eline geçmez.
Tep ve Memphis tapınaklarına bağlanarak yıllarca sınav geçirip
çile çektikten sonra bu sırra kavuşanlar, onu, en dayanılmaz
işkenceler altında bile açıklamazlar.
Dinler, hemen hepsi, kendilerine en büyük kıvılcımı yollayan
üçüncü peygamber İdris’i birkaç satırla geçiştirmişlerdir. Bunun
nedeni de kolaylıkla anlaşılmaktadır.
Hermes’in öğrencilerinden Asklepios, büyük ustasının şu sözlerini
de açıklamaktadır: İnsanlar, ölümlü tanrılardır, tanrılar da
ölümsüz insanlar... Eşyanın dışı, içi gibidir. İçle dış arasında
hiçbir ayrılık yoktur. Küçük büyük gibidir. Küçükle büyük [sayfa
32] arasında hiçbir ayrılık yoktur. Evrende hiçbir şey ne iç, ne
dış, ne küçük, ne büyüktür. Bir tek yasa ve o yasanın gördüğü bir
tek iş vardır. Bu sözlerin anlamını anlayan, gerçeği görür. Kimi
insanlar, bu anlayışları, olağanüstü çabaları ve yetkinlikleriyle
öteki insanların görmediklerini görebilirler. Oysa nedenler nedeni
daima gizlidir. Çünkü sonsuzluk, pek kısa bir son olan zaman ve
gene pek kısa bir son olan mekan içinde anlaşılamaz ve
anlatılamaz. Bizler, ancak, öldükten sonra onu anlayabilir ve
anlatabiliriz. Çünkü, yaşarken zaman ve mekanla sınırlıyız.
Sınırsızlık, sınırlılık içinde kavranamaz.
İşte, dinleri ve felsefeleriyle, elli yüzyılı kaplamış bulunan
ışık karanlık diyalektiği buralardan gelmektedir.
Hermes’in büyük sırrını öğrenebilmek için geçirilecek sınavlar pek
güçlüdür. Aklı ve iradesi güçsüz olan istekliler, ya yolun
dönülebilecek parçasından tersyüz edip geriye dönerler, ya
korkudan çıldırırlar, ya da bin bir ürkütücü görünüş içinde
yürekleri durur, bir uçuruma yuvarlanır, ölür giderler. Sınavı
başarıyla geçiren pek az kişi vardır.
İstekliyi önce İzis tapınağına götürürler. Tapınak, yeraltı
mezarlarına giden deliklerle doludur. Tapınağın kapısında İzis
heykeli vardır. İzis, oturmuştur, dizlerinde kapalı bir kitap
vardır, yüzü örtülüdür.Heykelin altında şu söz yazılıdır:
Yüzümdeki örtüyü hiçbir ölümlü kaldıramadı.
Şu halde?... Bu yolda yürüyebilmek için ölümsüzlüğe hazırlanmak
gerekmektedir. Buysa, uzun yıllar isteyen, katlanılması pek zor
bir çabadır. İstekli, buna katlanmayı göze alırsa, tapınak
hizmetçilerinin yanında kalmak, ortalığı süpürmek, bulaşık
yıkamak, ayakyollarını temizlemek zorundadır (kendilerini hor
gören ve hor gördüren kyniklerle melamileri hatırlayınız). Bütün
bu işleri yaparken tek söz söylemek, konuşmak yasaktır. Bu
sınavdan geçen istekli, isteğinde direniyorsa, küçük bir deliğin
içinden karanlık bir labirente bırakılır. Kapı, üstüne, gürültüyle
kapatılır. İstekli, dizleri ve dirsekleri üstünde sürüne sürüne,
çamurlu ve yılanlı dehlizlerde uzun uzun dolaşacaktır. Arasıra
küçücük odalara yolu düşerek ayağa kalkabilecek, bu küçük
odalarda, çeşitli iskeletlere, hayvanlara ve yılanlara
rastlayacaktır.
Sonra, gene küçük deliklerden karanlık yollara
girerek, sürüne sürüne ilerleyecektir. Bu küçük odalarda, kimi
zaman, sessiz bir rahibe rastlayacak, rahip ona, geriye dönmek
isteyip istemediğini soracaktır. Sırrı öğrenmek için direniyorsa,
gene kaderiyle baş başa kalarak, karanlık yollarda sürünmeye devam
edecektir. Derinlerden kulağına, şöyle seslenen çığlıklar
gelecektir: Bilim ve güç isteyen deliler, burada gebermişlerdir...
Artık geriye dönülemez yollara girmiş bulunmaktadır, kimse
karşısına çıkıp geriye dönmek isteyip istemediğini sormayacaktır
buradan kurtulmak için ölmekten başka bir şey yapılamaz. Soğuk,
karanlık, yılanlar, akrepler, korkunç çığlıklar, açlık, susuzluk;
sürünmekten paralanmış dizler, kanayan avuçlar... İstekli, ya da
artık çaresiz, dizlerinin gittikçe gömülerek ayaklarının
yükseldiğini, çok dik bir yokuştan aşağıya doğru sürüklenmekte
olduğunu hissetmektedir.
Güçlükle sürüklendiği bu yolun sonunda
da, korkunç bir uçurumla karşılaşacaktır. Tutunabilir de düşmekten
kurtulursa, çıldırması işten bile değildir. Çıldırmayacak kadar
[sayfa 33] güçlüyse çevresine bakınabilir ve süründüğü dehlizin
sol ucunda küçük bir kurtuluş kapısı bulunduğunu görebilir.
Uçuruma yuvarlanmadan o kurtuluş kapısına sıçrayabilirse uzun bir
merdiveni tırmanarak masallardaki gibi renk renk döşenmiş bir
odaya varacaktır. Odanın duvarlarında yirmi iki sırrı belirten
nakış semboller, harfler ve sayılar vardır (Hermes’in öğrencisi
olan Pythagoras’ın sayı mistikliğini, İslam hurufiliğini ve
noktaviliğini hatırlayınız). Burası, Oziris’in ışıklı tapınağıdır.
Burada, insan, gerçeği belirtmek ve tüzeyi gerçekleştirmek için
tanrısal güçle birleşir.
İsteklinin çilesi henüz başlamıştır ve daha pek uzun yıllar
sürecektir. Geçireceği sayısız sınavlar arasında ateş sınavı, su
sınavı, şehvet sınavı vardır. Bunların her biri, yukarda
anlattıklarımızdan da ürkütücü ve yorucu sınavlardır. Ateş sınavı,
cehennem ateşi gibi yanan kızgın bir fırından cesaretle geçmeyi
gerektirmektedir. Gerçekte, bu fırın, isteklinin cesaretini
denemek için hazırlanmış yapma bir fırındır. Şehvet sınavı,
kimileri için belki de çok daha güç bir sınavdır. İstekli,
günlerce, aç ve susuz, karanlık dehlizlerde dolaştıktan sonra
çeşitli renklerle döşenmiş bir yatak odasına varacak, orada, bir
şehvet müziği dinleyerek, kendisine içki ve yiyecek sunan çıplak
ve genç bir güzelle karşılaşacaktır. Güzel kız, ona, bugüne kadar
çektiklerinin karşılığı olarak, kendisini ve elindekileri
sunacaktır. Eğer bu genç kıza kanar da açlığın, susuzluğun ve
şehvetin gücüne boyun eğerse, o güne kadar çektiği bütün çileler
boşuna harcanmış olacaktır. O zaman, artık, ömrü boyunca tapınakta
tutsak olarak hizmetçilik etmek zorundadır, kaçmaya çalışırsa
hemen öldürülür.
İstekli, bu sınavların her birinin sonunda, tek başına taş bir
odaya kapatılarak, aylarca, kendi kendine düşünmeye
bırakılmaktadır. Böylelikle, hamur gibi yoğrulan insan yapısı,
gittikçe, tanrılık yapıya yaklaşmaktadır. Eski Mısır rahiplerinin
o büyüleyici ve etkileyici güçleri, böylesine bir yoğrulma sonunda
elde edilmiştir.
Son sınav, mezar sınavıdır. İstekli, diri diri ve özel bir törenle
bir mezara gömülür. Oysa artık, dünyalılığından hemen, hiçbir şey
kalmamış, mezara pek yaraşan bir yapıdır. Mezarda, tam bir
letarjiye düşerek, kendi ruhuyla karşılaşır. Uzun yıllar sonunda
elde ettiği bu sonuç, onu, büyük sırra, gereği gibi hazırlamıştır.
Mezardan çıktıktan sonra, kendine gelince, büyük rahiple birlikte,
Mısır’ın sıcak, sessiz ve derin bir gecesinde, tapınağın
rasathanesine çıkacak ve orada yedi kat göğün yedi yıldızını
seyrederek, büyük rahibin ağzından Hermes’in sırrını öğrenecektir.
İsteklinin geçirdiği sınav, tek ruhtan kopan sayısız ruhların
yeryüzünde geçirmekte oldukları sınavın küçük bir örneğidir.
Hermes’e göre, insanca ölümlü olmak da, tanrıca ölümsüz olmak da
elimizde... Ancak, Hiyerofan denilen başrahibin yeni ermişine
söylediği gibi, her akıl bu gerçeği kavrayamaz... Büyük sırrı
gönlümüzde saklayarak eylemlerimizle söyleyelim. Bilim gücümüz,
inan kılıcımız, sükut kalkanımız olsun. Ufaklıklar, ki büyük
çoğunluktur, ya aptal ya da kötüdürler. Aptalsalar, bu gerçek
karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği
kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler. Gerçeği gizlemekten
başka çıkar bir yol yoktur. Bilmek, bulmak, susmak gerek. [sayfa
34]
ALTINÇAĞ
İsa’dan önce 700 yıllarındayız. Yunanlılar üç yüzyıldan beri
derebeylik çağını yaşamaktadırlar. Mal edinenlerle mal
edinemeyenler yerlerini almışlar, sınıflar doğmuş.
Tedirginliklerinin nedenlerini henüz kavrayamıyorlar ama eşitlik
ve özgürlük içinde geçen eski altınçağlarının özlemini çekmeye
başlıyorlar. Ozan Hesiodos şöyle yakınıyor:
Heyhat, demek ki gökyüzünün beni
Alçakça yaşanılan bu kederli zamana atması gerekiyormuş.
Bu çağ daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?
Oysa bugün yeryüzünde bet bereketin kalktığı
Acı ve kederli bir yokluk çağı yaşıyoruz.
Zeus’ün görevlendirdiği, gece ve gündüz
Çalışan insanlar türlü sıkıntılar içinde bocalıyor.
Ama yakında Zeus, insanın beşikten çıktığı an
Yaşlandığı bu çağı mezara sokacaktır.
Bu çağ ki çocukları babadan; babaları çocuklardan uzaklaştıran
Kimsenin kimseye saygı duymadığı, görevlerin unutulduğu
Kimsenin dostu ve konuğu kalmadığı bu çağ son bulacak.
Amansız saldıranlar antları hiçe sayacak, hakka karşı
Alay ederek bir tek canlı bırakmayacaklar.
İşte o zaman, gök kubbeye doğru birlikte
Utanç ve Nemesis, gövdeleri parlak giyitlerle, uçacaklar
İnsanın kendilerini sürüp attığı uzak yerlere gidecekler
Tanrıların gösterecekleri yere yerleşecekler
Bizse burada acılar içinde kalacağız.
Yırtıcı kuşlar gibi güçlüler güçsüzlere saldıracak.
Özlemi çekilen bu altınçağ nasıl bir çağdır? Yüzyıllarca önce,
kuzeyden gelerek Balkan yarımadasının güneyine inen İyon, Dor ve
Eolya boyları, buraları ele geçirerek yerleştiler. Çobanlıkla
geçiniyor, eşitlik ve özgürlük içinde yaşıyorlardı. Kimsenin
kimseye üstünlüğü yoktu. Herkes doğadan ortakça ve eşitçe paynı
alıyordu. Bolluk vardı ve yoksulluk bilinmiyordu. Düzeni, doğal
yasalar sağlıyordu. Devlet, yasa, dış ve iç baskılar yoktu. Hemen
hiçbir suç işlenmiyor, buna karşı da hiçbir ceza düşünülmüyordu.
Mutluydular. Öylesine mutluydular ki, altınçağın özlemi,
sonraları, Kutsal Kitaplarda bile dile getirilmiştir. Altınçağ,
Tevrat’ta Eden bahçeleri (cennet) olarak belirtilir. İnsan,
buradan, bir hırsızlık sonunda kovulmuştur.
İşte Askralı Hesiodos, bu çağın özlemini çekmektedir. Çiftçi
çocuğudur. Kardeşi Perses, soylu kişilerden seçilen yargıçlara
para yedirerek mallarının üstüne oturmuştur:
Ey Perses, kulağına küpe et diyeceklerimi:
Karnını doyur da öyle kalkış kavga dövüşe
Başkalarının malı için, gücün yetmeyecek bir daha
Bunu yapmaya, neyse burada bitirelim kavgamızı
Artık üleştik mirasımızı, ama çok şeyleri
Çalıp götürdün, hediye yiyici baylara
Yaltaklanıp iyice, gönüllüdür onlar böyle işlere.
Budalalar bilmiyorlar yarımın bütünden ne kadar çok olduğunu
Ebegümecinde ve çiriş otunda ne büyük yarar bulunduğunu.
Çünkü, artık mal kavgaları vardır, yasalar vardır. Yaşanılan bu
yeni çağda, altınçağa göre nedenleri bir türlü anlaşılmayan bir
sürü dalavereler dönmektedir. Eşitlik bozulmuş, insanların kimi
güçlenirken kimi güçsüzleşmiştir. İnsanlığı utanç ve pervasızlık
kaplamıştır:
Kötü bir utanç yoksula yoldaşlık eder.
Utanç insanlara hem dokunur hem de yarar.
Utanç yoksullarda, pervasızlık zenginlerde bulunur.
Malın çalınmışı değil, Tanrı vergisi olanı hayırlıdır.
Bir kimse büyük varlık toplarsa yumruk gücüyle
Ya da diliyle, yağma ederse çok kez olduğu gibi
Kazanç hırsı aklını yanıltınca
İnsanların, utanmazlık utancı susturunca.
Ne olur? diyeceksiniz. Hesiodos, çaresiz, böylelerini Tanrı’yla
ürkütmeye, düzensizliği Tanrı korkusuyla önlemeye çalışıyor:
Karartıverirler Tanrılar bahtını, kalmaz evinin bereketi
Bu adamın, pek kısa sürer varlığın yoldaşlığı
Böylesine Zeus kendi kızar, sonunda da ona
Haksız işlerine karşılık yükler ağır bir ceza.
Çünkü, artık suçlar ve cezalar vardır ama ne suçlar cezalardan
ürkmekte, ne de cezalar suçları önleyebilmektedir. Bu yüzden
insanlar, töresel nitelikler edinmeli, örneğin Hesiodos’un dediği
gibi, yarımın bütünden çok olduğunu bilmelidirler. Yakında Yunan
topraklarında boy gösterecek olan töreci düşünceler, ezenleri
önlemekten çok ezilenleri teselliye yarayacak olan töresel
kuralları hazırlayacaklardır. Şimdilik Tanrı’ya yalvarmaktan başka
yapacak bir şey yoktur:
Fakat sen uzak tut deli yüreğini bunlardan
Gücün yettiği kadar kurban sun ölümsüz Tanrılara
Saf ve temiz olarak, yak güzel but parçalarını
Ayrıca şarap tütsü sunarak dost kıl kendine
Yatacağın vakit yatağına, bir de kutlu ışık çıkınca
Ta ki sana dost olsun yürekleri ruhları
Ta ki satın alasın başkasının malını, değil seninkini başkası.
Peki ama bu altınçağ birdenbire neden yok oluverdi?.. Göğün en
tepesinden bırakılan bir çekicin yere on günde düşeceğini sanan
zavallı Hesiodos bunu nereden bilsin:
Fakat Zeus gizledi geçimi öfkelenince yüreği
Aldattığı için onu Prometeus’un düzeni
Bu yüzden insanlar için acılar tasalar buldu
Şöyle dedi öfkeyle bulut toplayıcı Zeus ona:
Iapetes oğlu, çok bilmişlikte olmayan eşi.
Seviniyorsun ateşi çaldığına, aldattığına beni
Fakat büyük dert açacağım gelecekteki insanların başına
Onlara ben ateş yerine bir afet yollayacağım, hepsi
Neşelenecekler yürekten okşayıp severek afetlerini.
Hesiodos’un hakkı var. Nitekim aradan bunca yüzyıl geçtiği halde,
insanların pek küçük bir azınlığı bilerek ve pek büyük çoğunluğu
bilmeyerek bu afetlerini yürekten okşayıp sevmektedirler*.
ÖZDEĞİ BİÇİMLENDİREN MARDUK
Bulabildiğimiz ilk düşünce ürünlerine Sümerlerde rastlıyoruz. Bu
ilk düşünceleri Sümer Tanrısı Marduk simgelemektedir.
Sümer Tanrısı Marduk’un büyük önemi, bugün dünya uluslarını
etkileyen üç büyük dine kaynaklık etmiş olmasıdır. Tevrat’la
İncil’deki hikayelerin, kuralların kaynağını görmek isterseniz,
İ.Ö. dördüncü bin yıla kadar inmeniz gerekecek. O zamanlar
Dicle’yle Fırat nehirleri arasında (Mezopotamya) Sümerler diye
adlandırılan bir kavim yaşıyordu. Sümerlerin birçok tanrıları
arasında Marduk, maddeye biçim veren, ve deltayı yaratan tanrı
sayılıyordu. Tevrat’la İncil’deki hikayelerin çoğu Sümer
efsaneleridir.
Bu efsanelere göre öteki tanrılar, Marduk’u, okyanus tanrısı
Tiamat’la savaşmaya çağırdılar. Marduk, Tiamat’ı yendi ve
denizlere sınırlar çekti. Tanrılara tapınan bir varlık bulunsun
diye de balçıktan insanı yarattı. Sonraları insanlardan hoşnut
kalmayan tanrılar, onları yok etmeyi kararlaştırdılar. Tanrı Ea,
tanrılar kurulunun bu kararına karşı, çok sevdiği bir
insan olan Ut-Napiştim’i kurtarmayı düşünür. Onun düşüne girerek
bir gemi yapmasını fısıldar. Ut-Napişim, yaptığı geminin içine
karısını, çocuklarını, işçilerini, hayvanlarını ve tohumlarını
doldurur. Tufan başlamıştır, bütün insanlar boğulmuşlardır. Ut-Napiştim’in
gemisi yüzmektedir. İnsanların boğulduğunu gören tanrılar, kuşkuya
kapılmışlardır. Tanrılar kraliçesi olan İştar sızlanmaya
başlamıştır: İnsan yeniden balçık oldu. Tanrılar kurulunun bu
kararına katıldığım için ben de sorumluyum bundan...
Fırtına, yedi gün sürdükten sonra kesilir: Ut-Napiştim, önce bir
güvercin salıverir, güvercin geri gelir: Ertesi gün bir kırlangıç
salıverir, o da geri gelir. Üçüncü gün bir karga salıverir, karga
geri gelmeyince, gemisini durdurur ve gemisinin konduğu dağın
doruğunda bir kurban keser. Tanrılar, kurbanın çevresine sinekler
gibi üşüşürler. Tufanı tertipleyen tanrı Enlil, tanrılar kurulunun
kararına ihanet ettiği için tanrı Ea’ya bir güzel çıkışır.
Tanrılar artık yapacakları bir şey kalmadığı için, Ut-Napiştim’le
karısına ölmezlik bağışlarlar.
Nuh ve Tufan hikayesinin aslı olan bu Sümer efsanesi, Tevrat’la
İncil’den dört bin yıl (kırk yüzyıl) öncedir.
Gene aynı bölgede, İ.Ö. XX. yüzyılda yaşamış kral Hamurabi’nin
(2003-1961) kanunlarını inceleyiniz. Sümer efsanelerinin mirasçısı
olan Asur-Babilonya uygarlığının bu büyük yapıtı, Hamurabi
kanunları, Tevrat kurallarına kaynaklık etmişlerdir. Samuel
Reinach, Qrpehus adlı kitabında şöyle demektedir: Hamurabi
kanunları, Musevi kanunları için ilerisürülmesi gelenek haline
gelen tarihten yedi yüzyıl önce yapılmıştır. Eğer Musevi
kanunlarının Musa’ya tanrı tarafından yazdırıldığı doğruysa,
tanrı, Hamurabi’nin yapıtını aşırmış demektir.
|
|
1
2
3
4
5
6 |
|
|
|
|
|
|
|