|
|
................... |
|
|
DÜŞÜNCE TARİHİ -6 |
Orhan Hançerlioğlu
Remzi Kitapevi, Eylül 1995 |
|
|
................... |
|
................... |
ALINYAZISI
İ.Ö. V. yüzyıl, antikçağ Yunan düşüncesinin aydınlanma çağıdır. Bu
çağda, gelecek yüzyılların en önemli akımlarının temel düşünceleri
kaynaşmaktadır. Çağı, bütünüyle kavrayabilmek için, bir sanat
yapıtının aynasında da seyretmeli bir kez. Birbirinden değerli
birçok büyük yapıtlar arasından seçtiğimiz yapıt, ünlü tragedyacı Sophokles’in Antigone’sidir.
Sophokles, olayı, kadercilik açısından görüyordu. Erdemli Antigone,
ölümü küçümseyerek görevini yerine getirecek, erdemlerinin
gerektirdiği yolda yürüyecekti. Toplumun sesi olan koro "ölümlüler
alınlarına yazılmış olan felaketlerden asla kaçıp kurtulamazlar"
diyordu. Antigone de alnına yazılmış olandan kurtulamayacak,
"tanrıların katında şerefli olan"a ulaşacaktı.
Olay şuydu: Oidipus, babası Laios’u bilmeyerek öldürmüş, Thebai
kentine kral olmuştu. Gene bilmeyerek evlendiği annesi İokaste’den
iki kız, iki oğlan çocuğu doğdu. Babasını öldürüp annesiyle
evlendiğini öğrenince, gözlerine mil çekerek kendisini
cezalandırdı. Artık kör bir kraldı. Kör bir kralsa,
çevresindekilerin, hepsinden çok da çocuklarının oyuncağı olur.
Oidipus’un kaderi buydu. Oğluyla evlendiğini öğrenen İokaste de
kaderine yönelmiş, kendini asmıştı. Oğulları, kör kral Oidipus’a o
kadar çektirdiler ki, krallığını bırakarak kızı Antigone’yle
beraber Kolonnas’a gitmek zorunda kaldı. Oysa, ölmeden önce
oğullarına ilenecek, birbirlerinin kanına girmelerini dileyecekti.
Kör kralın bu ilenişi çabucak gerçekleşti. Birer yıllık süreyle
Thebai tahtını paylaşan oğullarından Eteokles, krallığı, süresi
gelen Polyneikes’e bırakmak istemedi. Polinekies, Argos’a kaçtı.
Argos kralının kızıyla evlenerek kaynatasının yardımını sağladı.
Argos ordusuyla Thebai kentine yürüdü. Savaş, Argosluların
bozgunuyla bitti ama iki kardeş de birbirlerini öldürdüler. Thebai
krallığını eline alan dayıları Kreon, Eteokles’i törenle gömdürdü,
yabancı bir orduyu kendi ülke’sine saldırttığından ötürü vatan
haini saydığı Polyneikes’iyse kurtlara kuşlara bıraktı, onu
gömmeye yeltenecek olanı da ölümle cezalandıracağını bildirdi.
İşte genç Antigone’nin erdemleri burada belirmeye başlar. Görevi,
kardeşini gömmektir. Dayısı yeni kral Kreon’un oğlu Haimon’la
nişanlıdır, onu sevmektedir. Toplum kaypak, güçlüye karşı eziktir.
Koro, "ölülere saygı bizi yükseltir ama güçlülerin gücünü hor
görmek de doğru değildir" demektedir. Oysa, Antigone’nin kaderi
gene koronun söylediği gibi, "alnına yazılmış"tır, bundan "kaçıp
kurtulunmaz". Antigone erdemlerinin gerektirdiği
görevini yerine getirecek, kardeşini gömecek, dayısı Kreon’un
emriyle diri diri gömülecektir. Kader, bütün yolları çizmiştir.
Kral Kreon’un da "alnına yazılmış olanlar" vardır. Nişanlısının
acısına dayanamayan oğlu Haimon kendini öldürecek, oğlunun acısına
dayanamayan karısı Kraliçe Eurydike de oğlunun yolundan
gidecektir. Bütün bunlardan Kreon’un çıkardığı sonuç şudur: "Acaba
en iyisi yerleşmiş geleneklere, kanunlara ömrümüzce uymak değil
miydi?" Toplum da koronun ağzıyla şu yargıya varmaktadır: "Ey
insan... Temkinli bir akıl, mutluluğun ilk gereğidir".
DÜŞSEL BİR EVREN
Antikçağın fizikötesi ve idealist hayalleri sonunda Platon’da
doruklaşıyor. Bu çağın insanlarına göre yaşadığımız evren, gerçek
bir evren değil, bir hayal evrenidir.
Henüz emekleme çağında bulunan bilimlerin yardımından ve
denetiminden yoksun bulunan insan düşüncesi düşsel varsayımlarını
şöyle sürdürüyor: Elea’lılar tek ve değişmez bir varlık olduğunu
ileri sürmüşler, çokluğun ve değişirliğin bir kuruntudan ve bir
görüntüden başka bir şey olmadığını söylemişlerdi. Dayandıkları
gerekçe de duyusal olanın yanıltıcılığı, ussal olanın
gerçekliğiydi. Sokrates’in öğrencisi Platon (İ.Ö. 427-347)
Elea’lıların bu savı üstünde durdu. Duyumları inceliyor ve onların
gerçeği bildirmekten uzak bulundukları kanısına varıyordu. En kaba
duyumlarımızı bile kavram’larla dile getiriyorduk. Bu, sadece bir
dile getirme sorunu değildi. Başkalarının duyumları bir yana, kendi
duyumlarımızı bile çeşitli ussal sınıflandırmalar yapmaksızın
bilemezdik. "Üşüdüm" derken üşüyenin kendi bedenimiz olduğunu, onu
taşlardan, bitkilerden; hayvanlardan ve öteki bedenlerden
ayırabildiğimiz, eşdeyişle bir sürü kavramla
sınıflandırabildiğimiz için biliyorduk. Kendi bedenimizin üşümüş
olduğunu da onu kaşınmalardan, kızarmalardan, ısınmalardan
ayırabildiğimiz, eşdeyişle bir sürü kavramla
sınıflandırabildiğimiz için biliyorduk.
Demek ki bilgi
kavramsaldı. Kavramlarsa duyuların değil, bütün bu
sınıflandırmaları yapan usun ürünüydüler. Öyleyse bilgi, nesnesel
değil, ussaldı. Kendiliğinde nesne yoktu, bir görüntüden ve bir
hiçten başka bir şey değildi. Örneğin masa, kendiliğinde neydi?
Onu sertliğinden, renginden, boyundan, görevinden vb. eşdeyişle
kavramlarla dile getirdiğimiz niteliklerinden soyutlarsak geriye ne
kalırdı? Bir hiç. Hiç demek, yok demekti. Öyleyse gerçek olan,
nesneler değil, kavramlar ve eşdeyişle geneller (evrenseller,
tümeller)’di. Masa, bu genellerle varlık kazanıyordu ama masanın
bizim bilincimizin dışında var olduğu da bir gerçekti, bu demekti
ki geneller de bizim bilincimizin dışında vardılar ve nesneldiler.
Platon bu nesnel genel’lere idea adını verdi ve nesnel
düşünceciliğin (objektif idealizmin) temelleri de böylece atılmış
oldu.
Sokrates, iyilik kavramını ortaya atmıştı ama bu iyilik neydi?
Bizler iyi adamı, iyi davranışı görebiliyorduk ama iyiliği
göremiyorduk.
Platon, düşünmeye (eşdeyişle, hayal kurmaya) devam
ediyordu: Soyut düşünceler, gerçek varlıklara karşılıktırlar.
[sayfa 80] İyi, güzel, doğru dediğimiz zaman soyut olarak gerçek
varlıkları, ide’leri (idealisme) düşünüyoruz. Soyut
düşüncelerimizin objeleri idelerdir. İyinin idesi gerçektir, çünkü
belli bir iyiden daha süreklidir. İyi insan ölür, iyi davranış
unutulur ama iyilik ölmez, unutulmaz. Sürekli olan, geçici olandan
daha gerçektir. O güzel kadın artık yaşamıyor ama salt güzellik
yaşıyor. İdelerin duyusu akıldır. Yaşayan güzelliği, yaşayan
iyiliği göremiyorsak bu, aklımızın kusurlu oluşundandır. Aklımız
yeteri kadar gelişince salt güzeli, salt iyiyi, salt doğruyu
görebilecektir. Bir davranış şurada iyi, ötede kötü sayılabilir
ama iyilik her zaman, her yerde aynıdır. Gerçek geneldir, çünkü
kavramsaldır. Soyut düşüncelerimizin karşılıkları olan,
süreklilikleri bakımından, gerçek saydığımız varlıklardan çok daha
gerçek bulunan bu ideler gittikçe genelleşerek en tepeye; sonuncu
ideye kadar çıkarlar. En yüksek ide, iyinin (le bien) idesidir.
İyinin idesi Tanrı’dır. Tanrı en yüksek iyiliktir. Erdem, Tanrı’ya
benzemeye çalışmaktır. Kötülükler, iyiliklerin zorunlu karşılığı
bulunduklarından, yok edilemezler. Şu halde insan, bu kötülük
ocağından kaçmaya, Tanrı’ya yaklaşmaya çalışmalıdır. Buysa
insanların tanrıca bir iş olan tüzeyi (adalet)
gerçekleştirmeleriyle olur. Erdemin ölçüsü tüzedir. Bilgelik aklın
tüzesi, cesaret kalbin tüzesi, ölçülülük duyuların tüzesidir.
İdealizm, geniş anlamda, her türlü varlığı düşüncenin ürünü ya da
düşüncenin kendisi sayan bütün öğretileri kapsar. Antikçağ Yunan
düşünürü Platon bu genel anlamda da idealisttir. Ancak Platon’un
ideacılığını özgül bir karakter taşımasından ötürü genel anlamdaki
idealizmden ayırmak doğru olur. Türcülük deyimi, bu bakımdan,
Platon ideacılığını genel idealizmden ayırır; çünkü Platon,
varlıkları gerçek saymaz ve varlıkların türel biçimlerini gerçek
sayar. Platon’a göre, gerçek olan güzel kadın değil, güzellik’tir.
Güzellik ya da güzel kavramı, her türlü güzel olan nesneden çok
daha gerçektir; çünkü sonsuzca süreklidir, ölümsüzdür. Güzel kadın
ölüp gider ama güzellik ölmez. İde, saltık (mutlak) şeydir; oysa,
o ideyle, İlgili nesnede o ideden alınmış sadece küçük bir parça,
tikel bir şey vardır.
Güzel kadın, kendinden daha güzel bir
kadının yanında çirkindir; oysa güzel idesi saltık olarak, her
zaman ve her mekanda kendisinin aynıdır. Güzel idesi bu
saltıklığını, sürekliliğini, değişmezliğini özdeksel (maddi)
olmamasına borçludur; özdeksel olsaydı eşdeyişle ide olmasaydı
geçici, göreli, değişken ve süreksiz olurdu. Öyleyse yalnız ideler
kendiliklerinden ve saltık olarak gerçektirler, duyulur şeyler ve
nesneler, idelerin gelip geçici birer kopyalarından ibarettir.
Nesneler dünyası eşdeyişle özdeksel dünya hiçbir gerçeklikleri
bulunmayan bir simgeler (semboller) dünyasından başka bir şey
değildir. Sağlam bilgi süreksiz, gelip geçici, dayanıksız şeyler
üstüne kurulamaz. Öyleyse bilginin temeli, gelip geçici olan
özdeksel nesneler değil, sağlam idealar’dır. Kalıcı bir gerçeklik
olan idea, geçici bir görüntüden ibaret bir evren meydana
getirmiştir. İdea varlık, tamlık, etkinlik, olumluluk; özdek
yokluk, eksiklik, edilginlik, olumsuzluktur.
Işık, Platon’da da düşünce’dir: İnsanlar, bir duvarın önünde
zincirlenmişlerdir. Işığı görmüyorlar. Çünkü ışığa sırtlarını
çevirmişlerdir. Gerçekler, insanların sırtlarıyla ışığın arasından
geçmektedirler. İnsanların gördükleri bütün şeyler, gerçeklerin
kendileri değil, duvara beliren gölgelerdir. Bu insanları
omuzlarından tutup [sayfa 81] zorla ışığa çevirseydik, önce
gözleri kamaşacak, gerçeği göremeyeceklerdi ama sonra, yavaş yavaş
gözleri ışığa alıştıkça, gerçek sandıkları gölgelerin asıllarını,
asıl gerçekleri görmeye başlayacaklardı. İşte sevgili Glaukon, bu
tasarımda, insan ruhunun akıl dünyasına çıkışını gör. Akıl
dünyasının son sınırında iyinin idesi vardır. Güçlükle görünür ama
bir kez görününce de iyi ya da kötü her şeyin tümel nedeni olduğu
kolaylıkla anlaşılır. Işığı ve ışık kaynağını yaratan da odur
(Devlet, VII, 514A ve sonrası).
Görüldüğü gibi, Platon da, bir düşünce tanrısı sonucuna
varmaktadır. Bu tanrı, iyinin idesi olduğundan ötürü, soyut bir
düşüncedir. Ancak Platon’a göre görünen, elle tutulan maddeler
gerçek değildirler, birer gölgedirler. Gerçek olan, soyut
düşüncedir, idelerdir. Maddeler, bu idelerin gölgeleri,
kopyalarıdır: Glaukon, bil ki, o, gerçekle bilimin nedenidir.
Bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsun, iyi idesinin onlardan
ayrı ve güzellikte kat kat üstün olduğuna inanırsan aldanmazsın.
Nasıl göz dünyasında ışıkla göz güneşe benzedikleri halde güneş
değillerse, akıl dünyasında da bilimle gerçek iyiye benzedikleri
halde iyi değildirler. Çünkü iyinin özü çok daha yükseklerdedir.
Işığın, görünen şeylere, sadece görünme gücü değil; doğma, büyüme,
beslenme güçlerini, de verdiğini bilirsin. Oysa ışığın kendisi
doğuş ve oluş değildir. Onlar, iyiden sadece bilinmiş olmak gücünü
almakla kalmazlar, varlık ve özlerini de alırlar. Oysa iyi, varlık
ve öz değildir. İyi, güçlülükte, varlık ve öz olmanın çok daha
üstündedir (Devlet, 507 B ve sonrası).
Şunu bil ki Phaidros, ölümsüz denilen ruhlar, göğün en yüksek
noktasına varınca dışarıya çıkarlar. Kubbenin tepesinde dururlar.
Kubbe, onları da, kendisiyle beraber döndürmeye başlar. O zaman,
gök kubbesinin dışındaki gerçekler bütün gerçekliğiyle görünür.
Şimdiye kadar yeryüzünün hiçbir ozanı bu gök ötesi bölgeyi
şakımamıştır. Phaidros, bundan öte de hiçbiri onu gereği gibi
şakıyamayacaktır. Renksiz, biçimsiz, dokunmak istesen varlığıyla
yokluğu belirsiz gerçek, ancak ruhu yöneten aklın görebileceği
gerçek, asıl bilginin yurdu olan gerçek, işte o bölgede olan
budur. Ölümsüz ruhlar, kendilerine yaraşan besini, asıl
gerçekliği, böylece görerek rahatlar, mutlu olurlar. Ruh, kubbeyle
birlikte dönerken, öz doğruluğu görür, bilgeliği görür, bilgiyi
görür. Oysa gördüğü ne oluş halindeki bilgidir, ne de şimdiki
yaşayışımızda varlıklar adını verdiğimiz şeylerdeki başkalıklara
göre başka başka olan bilgi... Gördüğü, salt ve gerçek bilgidir (Phaidros,
246E ve sonrası).
Gerçeği aramayan iki varlık var: Tanrı ve bilgisiz insan...
Birincisi tam içinde, ikincisi de tam dışında bulunduğundan ötürü
bu her iki varlık da gerçeğin farkında değildir. Yukardan gelen
ışıkla aydınlanmış olan insan, gerçeğin tek araştırıcısıdır (philosofia).
İdeler, bize dışarıdan gelmezler. Onlar, önceden
zihinlerimizdedirler. Dışarıdaki maddesel bölgeler, bizlere onları
hatırlatarak, onları uyandırırlar. Bu yüzdendir ki bilgilerimizi,
duyularımız yoluyla, maddelerden aldığımızı sanmaktayız. Bu bir
kuruntudur. Gerçekte, maddeler, evrensel akıldaki örneklerine göre
biçimlenmişler, sonra da, bizlere görünerek, zihinlerimizde uyuyan
asıllarını uyandırmışlardır. Niçin?.. Çünkü gerçek olan,
süreklidir, kalıcıdır. Sürekli ve kalıcı olanlarsa, maddeler
değil, sadece düşüncelerdir.
Kendinden aşağıdaki kavramları yöneten, düzenleyen, bu en genel
kavramın, iyi’nin özü nedir?.. Platon, Sokrates’in ağzından, bunu
da açıklamaya çalışıyor: Önce şunlar üstünde anlaşalım Protarkhos.
İyilik, yetkin olmalıdır, kendi kendine yeter olmalıdır. İyilik
üstüne söylenmesi gerekli olan şey, her akıllı insanın onu
aradığı, onu istediği, onu elde etmeye çabaladığıdır. Akıllı
insanlar, iyilik getiren şeylerin dışındaki öteki şeylerin hiçbir
çabaya değmediğini bilirler. İyilik, güzelliği kapsar ama
güzelliğe sığmaz, ondan da yüksektir. Çünkü güzelliğin ölçüleri,
iyiliği biçimlendiremez. İyilikte, güzellik ölçülerinin dışında
da, ölçüler vardır. O halde iyiliği, tek düşüncenin yardımıyla
kavrayamazsak, üç düşüncenin yardımıyla kavrayabiliriz: Güzellik,
orantı, gerçek... Bu üç ideye tek bir ideymişler gibi bakarsak,
iyiliğin özünü kavrayabiliriz (Philebos, 20C, D ve 64D, 65A).
Mutluluğumuz, yukarıdaki ışığa doğru yükselmekle elde edilecektir:
Bize en çok söz geçiren ruh çeşidimiz, aklımızdır. O, vücudumuzun
tepesinde, bizi yeryüzünden, göklerdeki soydaşlarımıza doğru
yükselten ilkedir. Çünkü biz, toprağın değil, göğün bitkisiyiz. Bu
yüzdendir ki insan, kendini tümüyle tutkularına verirse, bütün
gücüyle isteklerini doyurmaya uğraşırsa düşünceleri de ölümlü
olur. Sadece ölümlü yanını geliştirmiş olacağından, kendisinde,
ölümlü olandan başka hiçbir şey kalmaz. Oysa insan, kendini
bilgeliğe verir, ölümsüz düşünceleri (çünkü, ölümsüz olan sadece
düşüncelerdir) izlemek yetisini geliştirirse, gerçeğe ulaşarak
ölümsüzlüğe katılır. Kendindeki yüceliği böylelikle korumuş olan
insan, mutluluğu elde eder.
Bir şeyi korumanın yolu tektir: O şeyi
kendine yaraşan besinlerle, hareketlerle beslemek... İçimizdeki
yüceliğe, ölümsüzlüğe uygun hareketler, evrenin düşünceleriyle
onun yuvarlak hareketleridir. Herkes kendini buna uydurmalı. Bu
da, düşünenin düşünülene, ilk özüne uygun bir biçimde,
benzetilerek başarılabilir (Timaios, 90A ve sonrası).
Ya haz?
Ona büsbütün mü sırtımızı çevirmeliyiz? Platon bunu da
tartışıyor: Philebos, hazzın, bütün canlıların gerçek amacı
olduğunu savunuyor. Haz, canlı varlıklar için bir iyiliktir,
diyor. Oysa Sokrates, iyiliğin varlığında hazdan çok bilgeliğin
payı bulunduğunu söylemektedir. Önce şunu çözmeliyiz. Protarkhos,
ne haz ne de bilgelik, bir başlarına, herkesin özlediği üstün bir
iyilik değildirler. Şurası bir gerçektir ki, aradığımız iyiliği,
hazla bilgeliğin birbirlerine güzelce karıştığı bir yaşayışta daha
açık görebiliriz. Önümüzde iki çeşme var. Biri haz çeşmesidir ki,
bal akıtır. Öbürü bigelik çeşmesidir ki, sert ama iyi edici bir
suyu vardır. İşte, sularını, birbirlerine, elimizden geldiği kadar
iyi karıştırmamız gereken iki çeşme bunlardır sevgili Protarkhos (Philebos;
60A ve sonrası).
ÖĞÜTLER YETMEYİNCE
Ne var ki artık, yoksulluk ve acı çeken insan yığınlarına öğütler
yetmiyor. Onları baskı altında tutacak, başkaldırmalarını
önleyecek bir güç gerekmektedir. Bu güç, devlet’tir. İlkçağın
köleci devletleri böylelikle kurulmaya başlamıştır. İnsanların
kendi tüketimleri için ürettikleri altınçağ adı verilen ilkel
komünal toplumda köle [sayfa 83] bulunmadığı gibi devlet de yoktu.
Savaş tutsakları, fazla bir boğaz beslememek için öldürülürlerdi.
Köle ve kölecilik, üretim araçlarının gelişmesi ve bundan ötürü
emeğin verimliliğinin artması sonucu, insanların tükettiklerinden
fazlasını üretmeye başlamalarıyla ortaya çıkmıştır. Savaş
tutsakları artık işe yaramakta, boğazı tokluğuna
çalıştırılmaktadırlar ama sayıları günden güne artmakta,
kolaylıkla baskı altında tutulamayacak kadar çoğalmaktadırlar.
Örneğin Atina kent devleti nüfusunun dörtte üçü köledir. Bu
köleleri çalıştırabilmek için güçlü bir örgütün, eşdeyişle
devletin baskısı gerekmektedir. Köle sahipleri örgütlenip devlet
kurumunu ortaya koyuyorlar. Bu devletin masrafları da var, bu
masrafları da baskı altında tutulanlara ödetmek gerek. Vergi
kurumu da böylece ortaya çıkıyor. Düşsel varsayımlar, yeni bir
alana yöneliyorlar: Bu devlet, nasıl bir devlet olmalı?
Platon, Devlet adlı ünlü yapıtında, çömlekçi zengin olmamalı,
diyor, çömlekçi zengin olursa çömlekçiliği bırakır, çömleksiz ne
yaparız sonra?.. İşte Platon’un devleti böylesine bir temele
oturmaktadır amaç, çömlekçiye çömlek yaptırarak, hem çömlekçinin,
hem de toplumun mutluluğunu sağlamaktır.
Platon’un örnek devleti üç sınıftan kurulmuştur: Yargıçlar,
askerler, çömlekçiler (çiftçiler, zanaatkarlar, eşdeyişle halk)...
Yargıçlar, devleti yönetip adaleti gerçekleştireceklerdir.
Askerler, devleti koruyacaklardır. Çömlekçiler de devleti
besleyeceklerdir. Mülkiyet, gereği gibi çömlek yapabilsinler diye,
sadece çömlekçilere tanınmıştır. Yargıçlarla askerlerin mülkiyet
hakları yoktur. Malı olan kişinin aklı malında olur, ne yargıçlık
edebilir, ne de askerlik. Bu yüzdendir ki yargıçlarla askerler mal
kaygısından kurtarılmışlardır. Çömlekçilerinse akıllarının
mallarında olmaları gerekir, çünkü böylelikle daha iyi çömlek
yaparlar. Yargıçlarla askerler, kışlalarda oduğu gibi, ortak
sofralara oturup çömlekçilerin ürünlerini yiyeceklerdir. Toplum,
böylesine bir işbölümü içindedir. Yargıçlarla askerler, gereği
gibi yönetip savaşabilsinler diye, müzik ve jimnastikle
eğitilirler. Yargıçlarla askerlere evlenip çoluğa çocuğa karışmak,
bir başka deyişle aile kurmak da yasaklanmıştır. Ailesi olan
kişinin aklı ailesinde olur, ne yargıçlık edebilir ne de askerlik.
Çömlekçilerse aile kurmalıdırlar, böylelikle, çoluk çocuk
elbirliğiyle daha iyi çömlek yaparlar. Aşkı devlet
düzenleyecektir. İlk iki sınıfta isteyenin istediğiyle sevişmesi
yasaklanmıştır. Devlet, kuşakların sağlığı bakımından ölçüp
biçerek, sevişmelerine izin verirse sevişebileceklerdir. Sevişmek,
ancak böylesine koşullarla, serbesttir. Çocuklar da, ilk iki
sınıfta, devletindir. Devlet, çocukları alıp büyütecek, eğitecek,
öğretecektir. İlk iki sınıf çömlekçilerin işine, çömlekçiler de
ilk iki sınıfın işine asla karışmayacaklardır. Her sınıf kendi
işiyle uğraşıp toplumunu mutlu kılacaktır.
Görüldüğü gibi, Platon’un örnek devletinde toplumculuk bir
kuruntudan başka bir şey değildir. Büyük yükü çeken üretici sınıf
eski düzende sürüp gitmektedir. İlk iki sınıfta sadece iki
gelenekle savaşılmaktadır: Mülkiyet ve aile... Çocukların ana
babalarıyla bağları kesinlikle koparılmıştır. Ne çocuk anasını, ne
baba oğlunu tanımayacaktır. Çocuklar, toplumun çocuklarıdırlar.
Böylece, hısımlık denilen bağ da ortadan kalkmış olacağından
herkes birbirine kardeş (eski deyişle, birader ya da hemşire)
diyecektir. Bu sonuçla kutsal kardeşlik de sağlanmış olacaktır.
[sayfa 84]
Bu örnek devletin gerçekleştiği yurt (cite, kent), on iki bölgeye
ayrılacaktır. Her bölgeye, eşit topraklı, üçüncü sınıftan 5040
aile yerleştirilecektir. Niçin? diye soracaksınız. Pythagoras’tan
kalma sayı mistikliğini hatırlamalısınız. 1 x 2 x 3 x 4 x 5 x 6 x
7= 5040 kutsal bir sayıdır.
Bu ailelere dağıtılan toprakların
gerçek mülkiyeti devletindir, onlara geçici mülkiyeti (hukuk
deyimiyle, zilyetliği) verilmektedir. Çömlekçiler, eşitliğin
bozulmaması için, topraklarını satamazlar. Peki, gün geçtikçe bu
ailelerin sayısı artarsa ne olacak? Yargıçlar, bu artışı önlemekle
görevlidirler, 5040 sayısı bozulmamalıdır. Yargıçlar gereğinden
çok çocuk doğumunu önleyemezlerse, kutsal sayıyı bozacak olan kuru
kalabalık sömürgelere sürülmelidir. Böylece, sömürgeciliği de
ileri sürmekle toplumun yararına başka toplumların ezilmesini
yeğliyor Platon.
Çömlekçilerin topluluğunda, geçici de olsa mülkiyet bulunduğu
gibi, miras kurumu da vardır. Platon’a göre 5040 küçük birliğin
bozulmaması için miras en büyük oğula kalmaktadır. Öteki
çocukların baba yurdunda hiçbir hakları yoktur. Bu 5040 aile bir
arada yemek yiyip, bir arada oturmak zorundadır. Herkes birbirini
gözetlemekle görevlidir. Toplumun yararına aykırı bir davranış ya
da bir söz sezen, hemen yargıçlara bildirecektir. Bu suçlama en
önemli yurttaşlık ödevidir. Yargıçlar müzik dinleyip askerler
jimnastik yaparlarken çömlekçiler de birbirlerini
gözetleyeceklerdir, Eğitimsel töre (terbiye ahlaki) alanında,
onlara da bu düşmektedir.
Platon, sadece belli sınıflar için mülkiyetle aileyi yıkmaya
çalıştığı halde, din kurumunu bütün sınıflar için
desteklemektedir. Örnek devlette dinsizlik, ölüm cezasıyla
cezalandırılan, en büyük suç sayılmıştır. Tanrılara, cinlere,
atalara inanılacaktır. Tüm işlerin tanrılar, cinler, atalar eliyle
düzenlenip yürütüldüğüne inanılacaktır. Kötülüklere göz
yummayacaklarına, rüşvet vermek yoluyla kandırılamayacaklarına
inanılacaktır.
Platon, her türlü yeniliklere de düşmandır. Mısırlıların, bir
resmin nasıl çizileceğine kadar, her şeyi kurallaştırmalarını
beğenmektedir. Yenilikler, toplumun sağlam düzenini bozarlar. Bu
yüzden örnek devletin kapıları her türlü yeniliklere kapalı
kalmalıdır. Yenilikler gençlerden türerler. Bu yüzden yaşlılar
gençleri sürekli bir baskı altında tutmalıdırlar. Kötü müzik, kötü
şiir yasaktır. Bir müziğin, bir şiirin kötü olup olmadığına
yargıçlar karar verir. Onların izni olmadan hiçbir müzik
çalınamaz, hiçbir şiir okunamaz.
Platon, bu örnek devletini gerçekleştirmek amacıyla, üç kez
Syrakuza’ya gitmiş, üçünde de paçasını güç kurtarmıştır. İlk
yolculuğunda Syrakusa diktatörü Dionysios’un hışmına uğrayıp köle
olarak satılmış, kendisini tanıyan birinin satın almasıyla
kurtulabilmiştir. Ünlü Akademi, bu yolculuğun türlü yorgunluklarla
biten sonunda, Akademos’un bahçesinde kurulmuştur.
Platon, Devlet adlı yapıtında Sokrates’i şöyle konuşturmaktadır:
Bana kalırsa Adeimantos, mutluluk toplum içindir. Biz devletimizi
bütün topluma mutluluk sağlasın diye kuruyoruz. Yoksa, bir sınıf,
ötekilerden daha mutlu olsun diye değil. Çünkü, kurduğumuz
devlette doğruluğu, kötü yönetilen devletlerdeyse eğriliği
bulmaktayız. Yurt, baştan başa mutlu olacak. Bir heykeli boyarken
biri çıkar da, vücudun en güzel yerlerine en güzel renkleri
koymadığımızı, örneğin yüzün en güzel [sayfa 85] yeri olan gözleri
niçin erguvana değil de karaya boyadığımızı sorarsa, ona
diyebiliriz ki, ne tuhaf adamsın, sence güzele boyamak için gözü
göz olmaktan çıkarmak mı gerek? Sen heykelin bütünüyle güzel
olmasına bak, bütünün güzelliği için gözlerin kara olması
gerekiyordu. Koruyucular için de, böylece, onları koruyucu
olmaktan çıkartacak bir mutluluk gerekmez.
Çiftçilere de
bayramlıklar giydirip, altınlar takıp, toprağı ister işleyin ister
işlemeyin; çömlekçilere de ocak başında yan gelip kadeh
tokuşturun, arada bir de tezgaha geçip dilediğiniz kadar çömlek
yapın mı diyeceksin? Bütün yurdun mutlu olması için koruyucunun
koruyuculuğunu, çömlekçinin de çömlekçiliğini gereği gibi yapması
gerekir. Biz, toplum için gerçek koruyucular, ona hiçbir kötülük
etmeyecek koruyucular istiyoruz. Toplum için koruyucular ararken
gözettiğimiz nedir? Bu koruyuculara en büyük mutluluğu sağlamak
mı, yoksa bütün yurdu göz önünde tutup herkesin mutluluğunu
sağlamak mı? Evet, koruyucularla yardımcıları kurduğumuz düzene
bakıyorlar mı, hem kendilerini, hem başkalarını görevlerinde usta
olmaya zorluyorlar mı? Böylece de bütün yurt gelişip en iyi
yönetime kavuşunca her sınıf doğanın verdiği mutluluk payını
alabiliyor mu? İşte asıl buna bakmalı Adeimantos... (Devlet,
dördüncü bölüm, 419-421).
Platon’un örnek devletinde, yargıçlarla savaşçıların jimnastikle
müzik mutluluklarına karşı, çömlekçiler de, evrensel mutluluktan;
sadece iyi yönetilmek mutluluğu paylarını almaktadırlar.
Yüzyıllarca sonra Thomas Morus’ün Büyük Britanya adasında
düşleyeceği hiçbir yerde olmayan, eşdeyişle hayal ürünü olan
anlamındaki ütopya’nın ilk örneği Platon’un Devlet’idir.
İnsanlar, bilimsel pratiğin denetinden yoksun başıboş
düşünceleriyle hayal kurmakta yarışıyorlar.
HER İŞE YARAYAN ERDEM
Thrasymakhos’la Platon’un Devlet adlı yapıtının birinci kitabında
karşılaşıyoruz. Khalkedon’lu (Kadıköylü) olduğunu oradan
öğreniyoruz. Yanında Kleitophon ve Kharmantides adlı öğrencileri
de var. Kharmantides söze karışmıyor. Pire’de, kocamış zengin
Kephalos’un evinde toplanmışlar. Sokrates her zamanki gibi, tatlı
tatlı konuşmaktadır. Odada, onlardan başka, Sokrates’in
öğrencileri olan Platon’un kardeşleri Glaukon’la Adeimanthos,
Kephalos’la oğulları Lysias ve Polemarkhos, bir de Entydemos var.
Söz, önce yanlışlıktan açılıyor. Sonra, paranın ne işe yaradığı,
doğruluğun ne olduğu tartışılmaya başlanıyor.
Sokrates’in
bulunduğu bir toplulukta sözün dönüp dolaşıp doğruluk üstüne
çekilmemesi olacak iş değildir. Sokrates, konuşmanın dizginlerini,
hemen, güçlü avuçlarına alıveren soylu bir kişiliktir. Sofist
öğretmen Thrasymakhos’u kızdıran da bu olsa gerek. Platon’un
kaleminden Sokrates’in deyişine göre, "biz böyle konuşurken
Thrasymakhos birkaç kez söze karışacak olmuştu. Yanındakiler,
konuşmamızı sonuna kadar dinlemek istediklerinden, [sayfa 86]
bırakmamışlardı onu. Ben konuşmaya ara verince tutamadı kendini.
Bir vahşi hayvanın sinsiliğiyle toparlanıp, parçalayacakmış gibi
saldırdı üzerime".
Thrasymakhos’a göre erdem, güçlünün işine gelendir. Toplumu
güçlülerin yönetmesi doğa kurallarına uygundur. Hak dediğimiz şey,
zor kullanmaktan doğmuştur. Haklıyla haksızı kanunlar ayırır,
kanunları yapanlarsa güçlülerdir. Nelerin yasak olup, nelerin
yasak olmadığını zor kullanan güçlüler buyurur. Güçlünün ölçüsü
sadece kendi çıkarıdır. Güçlünün çıkarı, uygarlığa erişmemiş
toplumlarda yumruk gücüyle, uygar toplumlarda kanun gücüyle
sağlanır. Bu iki güç arasında hiçbir ayrılık yoktur. Her düzen,
güçlünün işine geldiği gibi kurulur. Tek gerçek, güçlü olmaktır.
Şu var ki, töre çenebazlarının yanıldığı yerlerde, haksızlığı ya
büyük ölçüde başarmak ya da gizlice yapmak gerekir. Ayıplanan
haksızlıklar küçük ya da hemen sırıtıveren haksızlıklardır.
Toplumlar, büyük ölçüde başarıları haksızlıkları alkışlarlar.
Haksızlık etmek, başarı sağlar, kazanç sağlar. Bunun için de
haksızlık etmek, iyidir.
Thraysmakhos, Sokrates’i ürküten o saldırışıyla, bu düşünceyi
şöyle savunuyor: Ey Sokrates, nedir bu sizin deminden beri
ettiğiniz boş sözler? Karşı karşıya geçmiş, budalaca sorular,
karşılıklarla birbirinizin önünde yerlere yatıyorsunuz. Doğruluğun
ne olduğunu gerçekten öğrenmek istiyorsan, yalnız sormakla kalma,
başkalarının verdiği karşılığı da alkış toplamak için çürütmeye
kalkma. Sormak, karşılık vermekten kolaydır. Sen de karşılık ver
bakalım söylenene, neymiş sence doğruluk?
Sana kalırsa çobanlar,
koyunlarla öküzleri, efendilerinin ve kendilerinin yararına değil,
koyunlarla öküzlerin yararına beslerler. Sence, kentlerin
başındaki yönetmenlerin de, sürülerin başındaki çobanlar gibi,
gece gündüz düşündükleri kendi işlerine gelen değildir. Sen,
doğruyla doğruluğu, eğriyle, eğriliği anlamaktan çok uzaksın, bunu
bilmiyorsun; Doğrulukla doğru, aslında bir başkası için yararlı
olan, güçlünün, yönetenin işine yarayan şeydir; güçsüzün,
yönetilenin de zararınadır. Eğrilikse tam tersine. Güçlü, üstün
oldukları için yöneticiler işlerine geleni yaparlar. Sen saf bir
adamsın koca Sokrates. Şunu anlamalısın ki, doğru adam, her işte,
doğru olmayanın karşısında zararlı çıkar.
Bir doğruyla bir eğri
ortak olsa, bu ortaklığın sonunda, zararda olan hep doğrudur.
Doğru adam çok, eğri adam az vergi verir. Almaya gelince iş
tersinedir. Doğru adam az, eğri adam çok alır. Bir eğriyle bir
doğru yönetimin başına geçtiler mi, doğru, kendini işe
vereceğinden evine bile bakamaz olur. Doğruluğu onun devlet
malından faydalanmasına engeldir. Üstelik de, hep doğru kalmak
yüzünden, hısımlarını gücendirir. Sen eğriyi gözünün önünde tut
ki, doğru olmamanın insana neler kazandıracağını anlayasın. Bunun
da en kısa yolu, eğriliği sonuna kadar götürmektir. Öyle bir
eğrilik düşün ki, onu yapanı mutluluklara ulaştırıyor. Gördüğü
haksızlığa rağmen onu yapmayanı sefil, perişan ediyor. İşte,
böylece sonuna varan bir eğrilik, zorbalık dediğimiz düzenin ta
kendisi olur. Zorba, başkalarının mallarını azar azar değil,
zorla, toptan alır; bu mallar ister tanrıların olsun, ister
devletin. Oysa ki, onun yaptığını yapan bir küçük adam ceza görüp
rezil olurdu. O küçük adama hırsız denir, soyguncu denir, yağmacı
denir ama yurttaşlarının mallarına el sürmekle kalmayıp onları
köleliğe de sürükleyen kimseye [sayfa 87] bu adlar verilmez.
Yalnız kendi yurttaşları değil, eğriliği sonuna kadar vardıran bu
adamı bilen herkes, ona, muradına ermiş mutlu bir adam diyecektir.
İnsanlar eğriliği, eğrilik yapmak korkusundan değil, eğriliğe
uğramak korkusundan ayıplarlar. Görüyorsun ya Sokrates, sonuna
varan bir eğrilik bir adama böylece doğruluktan daha çok yaraşır.
Eğri adam bu yüzden daha güçlü, daha efendi olur. Başta da
söylediğim gibi, doğruluk, güçlünün işine gelendir; eğrilikse,
kendimize yararlı olan, kendi işimize gelendir.
Platon’un Gorgias adlı kitabında karşılaştığımız Kallikles de,
ters açıdan, aynı düşünceyi savunuyor. Kallikles’e göre erdem,
güçsüzün işine gelendir. Çünkü, haklıyla, haksızı ayıran kanunlar
çoğunluğun, güçsüzlerin yapıtıdırlar. Güçsüzler, güçlülerden
korktukları için, kanunlar yapmışlar, kendilerini korumaya
çalışmışlardır. Tek gerek, güçlü olmaktır. Erdemsizlik doğaldır,
doğaya uygundur. Güçlü elbette ezecek, vuracak, kazanacaktır. Bu
türlü davranış, onun gücünün hakkıdır. Güçsüzler, ki
çoğunluktadırlar, daha küçük yaştan başlayarak -aslan eğitiminde
yapıldığı gibi- birtakım boş lakırdılar, erdem büyülemeleriyle
güçlüleri köleliğe alıştırırlar. Başka bir yapabilecekleri yoktur
zavallıların, elbette kurnazlıklarını kullanacaklardır. Güce karşı
kurnazlık da doğal bir davranıştır. Güçsüzler, haklıyla haksızı,
kendi çıkarları bakımından belirlerler. Bundan ötürü de çok elde
etmek, haksızlık etmek diye tanımlanır. Oysa doğa, eşitlik
tanımaz. Doğada eşitlik diye bir şey yoktur. Bitkilere, hayvanlara
bakınız. Oluşum, güçlülerin güçsüzleri yok etmesiyle gelişir.
Nitekim insanlar arasında da gerçekten güçlüler çıkar bu yalanları
silkip atarak doğaya aykırı kanunları çiğnerler. Önce, bir uşaktan
başka bir şey olmayan bu kimse, artık, efendimizdir. Daha fazla
kazanacak, daha mutlu olacaktır, çünkü daha iyidir. Haklıyla
haksız üstüne belirtilmiş bütün lakırdılardan büsbütün başka, ayrı
bir anlamda daha iyidir. Çünkü doğaya uygundur.
THEOS VE THEORİA
Antikçağ Yunan düşüncesinin ilk gerçek ve büyük bilgini
Aristoteles, kendisinden önceki bütün felsefeyi toplayıp
sistemleştirdikten sonra onları alet anlamına gelen (Yunanca:
organon) doğru düşünme yöntemiyle eleştiren ve kendi sistemini bu
eleştirisiyle geliştiren ilk bilimsel yapılı düşünürdür. Mantık
biliminin kurucusu olduğu gibi, politikadan meteorolojiye kadar
günümüzde de kullanılan çeşitli terimlerin yaratıcısıdır.
"Ansiklopedik deha"sıyla insanlığı iki bin yıl etkilemiştir. Bu
uzun süreli etkide, kendine düşünsel bir temel arayan ve aradığını
onun sisteminde bulan Hıristiyanlığın rolünden çok, onun
ansiklopedik dehasının rolü vardır. Günümüze kadar sürüp gelen bu
iki bin yılın, ortaçağın skolastik dönemini kapsayan pek uzun bir
süresi Aristoteles’in kesin egemenliği altında geçmiştir.
Öyle ki,
onun en küçük bir sözünü yadsımaya kalkan bu davranışını hayatıyla
ödemiştir. Onun yapıtlarının tanıklığı, herhangi bir savın
tanıtlanmış sayılması için yeter sayılmıştır. Bu uzun tarih
süresince, gerçek demek, onun söylediği ve yazdığı demektir.
[sayfa 88] "Filozof" deyince o, "okul" deyince onun öğretisi,
"bilim" deyince onun sistemi anlaşılmıştır. Araplar onu, "ilk
öğretmen" saymışlardır. Çağının olanakları içinde pek derin ve
geniş bir kavrayışla ilgilenmediği hemen hiçbir bilim yoktur.
"Özdeğin bulunmadığı yerde uzay ve zaman da olamaz" düşüncesinde XX. yüzyılın büyük fizik dehası Einstein’la birleşmektedir.
Günümüz Gestalt ruhbilimi onun biçimciliğine dayanıyor. Günümüz
tanrıbilimi hala ona dayanarak ayakta durmaya çalışıyor.
Khalkidike’deki Stageira (Selanik dolaylarında) kasabasında
doğmuş, babası Nikomakhos, Makedonya Kralı Amyntas’ın özel
hekimiymiş. On üç yaşında Atina’ya, Platon’un ünlü Akademia’sına
öğrenci olarak gönderilmiş. Platon’un ölümüne kadar tam yirmi yıl
orada okumuş. Platon’un ölümünden sonra Makedonya Kralı Filip,
oğlu küçük İskender’e öğretmen olması için onu Makedonya’ya
aldırtmış. O zaman öğretmenimiz otuz üç yaşındadır. İskender kral
olduktan sonra Aristoteles yeniden Atina’ya dönecek ve pek güçlü
bir himaye altında İskender’in ölümüne kadar hiçbir baskıdan
korkmaksızın bilimsel çalışmalarına başlayacaktır. Şimdi kırk altı
yaşındadır ve daha on üç yıllık bir yaşamı vardır.
Atina’da, Lykeion bahçesinde okulunu kuruyor ve eskiden öğrencisi
olduğu ünlü Akademia’nın karşısına yepyeni bir güçle çıkıyor (İ.Ö.
334). Derslerini bahçenin gölgeli yollarında gezinerek
verdiğinden, öğretisine gezimcilik adı verilecek. Antikçağ Yunan
düşüncesinin bilmediği yepyeni bilimler kuruyor: Mantık, gramer,
geologia, botanik, anatomia, psychologia, rhetorika, politika...
Büyük İskender’in dünyayı titreten pek güçlü himayesi altında,
para sıkıntısı bilmeden bilimsel bir yaşam için çok mutlu koşullar
içinde çalışmaktadır. Büyük İskender’in ölümünden sonra, o güne
kadar pusuda bekleyen gerici güçler hemen inlerinden çıkıyorlar ve
onu dinsizlikle (klasik suç) suçlandırıyorlar. Aristoteles,
Atina’dan kaçmak zorunda kalıyor ve bir yıl sonra da sığındığı
Euboia Khalkis’te ölüyor. İnsanlık, ilkçağlarında rastlamadığı ve
pek uzun bir süre daha rastlayamayacağı eşsiz bir bilgini böylece
yitirmiş olmaktadır. Ne var ki dinsizlikle suçlandırılan bu
bilgin, din kurumunu iki bin yıl süreyle ayakta tutacaktır.
Antikçağ Yunan düşüncesinde Aristoteles, çağdaş anlamıyla ilk
bilgindir. Kendisinden önceki bütün bilgileri toplamış, iç içe
geçmiş olanları birbirinden ayırmış, sınıflandırmış, eleştirmiş ve
bütünlemeye çalışmıştır. Özellikle, sonradan Metafizik adı verilen Prote Fitosofia (İlk Felsefe) adlı yapıtı Thales’ten kendisine
kadar gelen felsefe tarihinin çok başarılı bir özetidir ve en
güvenilir kaynağıdır. Topladığı bilgilerin doğruluklarını ölçmek
için bilimsel bir düşünme yöntemi aramış ve doğru düşünmenin
kurallarını bütün ayrıntılarıyla saptamaya çalışarak bunlara
Yunanca alet (doğru düşünmenin aletleri) anlamına gelen organon
adını vermiştir. Aristoteles’in bu doğru düşünme kuralları’na
sonradan mantık adı verilmiştir. Formel ya da biçimsel mantık (Os.
suri mantık) adı verilen mantık, Aristoteles’in saptadığı bu
kurallardır. Genç Aristoteles henüz Akademia’da bir Platon
öğrencisiyken kendisine kadar gelen düşünme’de üç bakış (Yu.
theoria) bulunuyordu: İnsanın görünene bakışı (doğa), insanın
kendisine bakışı (insan), insanın görünmeyene bakışı (doğaüstü)...
Düşünür Aristoteles yöntemsel aletler bularak bu ilkel bakış’ı
doğru bakış’a çevirmek istedi: Görünmeyenden görünene bakmak (tümdengelim "doğrulama") ve görünenden görünmeyene bakmak
(tümevarım "araştırma")... Ne var ki, bu doğru bakış’ı
gerçekleştirmek için düşünme’nin bilim’den yararlanması, eşdeyişle
düşünce doğa bilim diyalektiği, gerekiyordu. O çağın bilimleriyse
düşünmenin pek gerisindeydiler. Bu yüzdendir ki düşünür
Aristoteles, düşünme’sine karşılık verecek bilim’i de kendisi
yapmak zorundaydı. Fizik ve fizyolojiden meteorolojiye ve
ekonomiye kadar çeşitli bilim alanlarındaki, çağının ölçülerine
göre pek geniş, bilimsel çabalarının nedeni budur. Physika adı
altında toplanan Fisike Akrobasis, Peri Uranu, Peri Geneseos Khai
Fthoras ve ayrıca Peri ta Zoa Historia, Peri Psikhes vb. adlı
yapıtları bu çabanın ürünüdür: Bu bilimsel çalışmalardan ve bu
çalışmalar sırasında ilk felsefe (Yu. prote filosofia) doğdu.
Artık, çağıyla zorunlu imkanlar içinde, geleneksel büyük soruya
karşılık aranacaktır: İlk nedir?.. İlk neden, en son ve en
gelişmiş düşünce olarak, Platon’un idea’sı olamaz. Çünkü idea,
görünen sayısız gerçek biçim’lerinin -Platon’un sandığı gibi
dışında değil- içindedir ve o biçimlerden soyularak, eşdeyişle
içlerinden çıkarılarak elde edilmiştir. Kaldı ki Platon bu
idea’lara nesnelerin özü demektedir, öyleyse öz nasıl biçimsel
nesne’den ayrı ve onun dışında olabilir? Öz’süz biçim ve biçim’siz
öz olamaz. Platon’un yanılgısı gerçek varlık’ı, gerçek biçimsel
varlık’lardan ayırdığı öz’de görmesidir. Öyleyse görünenden
görünmeyene bakıp (tümevarım, Yu. epagoge) araştırmalıyız, ama
bulduğumuzu da görünmeyenden görünene bakıp (tümdengelim, Yu.
apagoge) doğrulamalıyız.
Tümevarımla araştırıp idea’yı buluyoruz,
şimdi onu tümdengelimle doğru yerine oturtmalıyız.. İdea (soyut
kavram) bir töz’dür (Os. cevher), oysa her töz içsel bir öz’dür.
Böylesine bir öz elbette özdek (Os. madde) olamaz (antikçağ Yunan
düşüncesinin zorunlu yanılması). Bu öz (Yu. ousia; Aristoteles
bunu töz anlamında ve idea terimi yerine kullanmaktadır),
biçim’lenerek (Yu. eidos; Aristoteles bunu nesnenin niteliklerinin
tümü anlamında kullanmaktadır) gerçekleşiyor. Nesnenin görünümü
olan biçim de özdek değildir. İlk özdek (Yu. prote hyle)
biçim’sizdir, sadece bir güç’tür (Yu. dynamis; Aristoteles bunu
imkan anlamına kulanıyor) onu edim’e (Yu. energheia. Aristoteles
bunu gerçek anlamında kullanıyor) geçirip gerçekleştiren
biçim’dir. Öyleyse bu oluş’u (Yu. genesis) gerçek’leştiren (Yu.
energheia) devim’in (Os. hareket, Yu. kinesis) güdücüsü nedir?
Aristoteles burada çağları aşan eşsiz bir sezişle çok parlak bir
kavram ortaya atıyor: Entelekheia (nedeni kendisinde bulunan)...
Ne yazık ki bu kavramı olur olmaz yerlerde boşu boşuna -örneğin,
Demokritos’un dehasını gösteren tümüyle doğru "niceliklerle oluşan
nitelikler" ilkesine karşı çıkmak için- harcıyor, tam
derinleştirilmesi gereken yerde derinleştirmiyor ve gene o soyut
eidos’una (biçim) dönüyor. Artık amacı, tümüyle bir araştırma,
tümevarımdır. Öylesine bir tümevarım ki alabildiğine bomboş bir
alanda göklere doğru yükselecek ve, bir daha tümdengelimle
denetlenmeyecektir. Ne var ki, çağının bilimsel zorunluğu içinde,
Aristoteles’in hayranlık verici büyüklüğünü belirtmeye bu kadarı
da yetmektedir.
Son çözümlemede, Aristoteles’in elinde görünen
gerçek’i açıklamak için iki kavram kalmıştır: Hyle (madde) ve
eidos (biçim)... Biçimsiz olan özdek, biçimle gerçekleşmektedir;
eşdeyişle biçimsiz olan kumaş biçimlenerek pantolon, ceket, perde,
masa örtüsü [sayfa 90] olacaktır. İlk neden bunlar mıdır?.. Bir
bakıma bunlar ilk nedene pek benzemektedirler:Bunlarsız oluş
olamayacağı için zorunlu olarak oluş’tan önce var’dırlar. Özdek,
güç halinde (Os. bilkuvve) biçim’dir (Aristoteles, özdeğe zorunlu
olarak öncelik tanıyan bu düşüncesiyle katıksız bir maddeci
görünüşündedir). Ceketleşecek (biçim) olan elbette kumaştır
(özdek). Biçim, özdeğin energheia (gerçek) haline geçmesidir.
Buysa bir kinesis (hareket) işidir. Her özdek bir dynamis’tir
(imkan), onu energheia (gerçek) kılmak için bir kinesis gerekir.
Öyleyse öyle bir devim olmalı ki, kendi kendisinden önce
bulunmasın ve ilk devindirici (Yu. proton kinoun) olsun. Bu ilk
devindirici, biçimlerin biçimi olan bir noesis noeseos’tur
(düşünmenin düşünmesi) ve tek sözle Tanrı’dır (Yu. Theos).
En yüksek varlık olarak düşünülen theos (Tanrı), antikçağ Yunan
felsefesinde Ksenofanes ve Parmenides tarafından felsefe konusu
yapılmıştır. Homeros Hesiodos mitolojik çoktanrıcılığına karşı
çıkan Kolofon’lu Ksenofanes tek tanrı (Yu. Eis theos) vardır, der.
O, ne yapı ve ne de düşünce olarak ölümsüzlere benzer. Tüm gözdür,
tüm kulaktır, tüm anlaktır. Değişmez ve devimsizdir. İnsansal
biçim, nitelik ve davranışlar ona yakıştırılamaz. Homeros’la
Hesiodos, resim yapmasını bilselerdi şüphesiz kendilerine benzeyen
tanrılar çizecek olan öküzler gibi davranmışlardır. Parmenides de,
ustasının bu savını geliştirerek, sürekli (Yu. Synekhes) ve
bölünmez (Yu. Atomos) bir bütün (Yu. Pan) olan tekvarlık’ın
savunusunu yapmaktadır. Bu yüzden de değişme (Yu. Alloiousthai),
bir kuruntu (Yu. Doksa)’dan ibarettir, der. Theos düşüncesi bir
yandan tüm tanrı (Yu. Pan Theos) olarak kamutanrıcılığa
(panteizme), öbür yandan tanrıyla dolma (Yu. En Theos) olarak
coşkusal gizemciliğe (antuziazma), bir başka yandan da tanrının
kendini seyredişi (Yu. Theoria) felsefeye ve bilime (teoriye)
yolaçmıştır.
Kök anlamında tanrı, (Yu. Theos)’nın bakışı’nı dilegetiren theoria,
tanrının tanrısal varlık (Yu. Kosmos)’ı özgür ve zorunsuz olarak
seyredişidir. Yunanlılar, bu deyimi, ilkin tanrılar onuruna
yapılan törenleri seyretme anlamında kullanıyorlardı. Hellen
doksografları (felsefe tarihçileri), bu kavramı, evrenin
seyredilişi (Os. Temaşası) anlamında Pythagoras’ın felsefeye
aktardığını yazarlar. Demek ki theoria, özgür, zorunlu olmayan,
pratik hiçbir amaç gütmeyen, salt ve kuramsal (teorik) bir bilgi
edinme’dir. Böylece, felsefe de, tanrılık theoria’nın yöneldiği
yere yönelmiş ve bizzat bir theoria olmuş oluyor. Bu yüzdendir ki
Aristoteles, felsefeye, en tanrısal bilgi anlamında theologie der
ve ilkin Mısır’lı rahiplerin theoria yapmış olduklarını söyler.
Sonra, felsefe-öncesi efsane (Yu. Mythos) geleneğinde, Hellen
ozanları theoria yapıyorlar ve krallara tanrısal yasa (Yu. Nomos)’ları
bildiriyorlar.
Aristoteles’i de kapsayan Hellen felsefesi
döneminde de bu gelenek sürmektedir, şu farkla ki, artık
ozan-bilgelerin yerini filozof-bilgeler almıştır. Mythos
Philosophos (eşdeyişle, ozan-filozof) kavgası, Platon’a kadar
sürmüştür. İlkin Platon, düşünsel olarak dikkatle bakma (Yu.
Theorein) işinin, bir ozan işi değil, bir filozof işi olduğunu
ilerisürüyor ve ünlü filozof-krallar deyimini ortaya atıyor. Demek
istediği şu: Artık krallara, tanrısal yasa (Yu. Nomos)’ları
ozanlar değil, filozoflar bildirecek. Çünkü ozanlar, bu yasaların
bilgisini, eşdeyişle, siyasal eğilime temellik edebilecek
bilgileri canlı [sayfa 91] bir forma aktarabilecek güçte
değildirler. Theoria, varlıkların, bizim için ne olduklarını
değil, kendiliklerinde ne olduklarını (eşdeyişle, kosmos içinde
varolan olarak ne olduklarını) söyler. Uygulama için zorunlu
olmayan, demek ki özgür olan bir bilgidir. Bilimsel bilginin ve
bilimsel bilgi kuramlarının özgürlüğü sorunu, theoria’nın bu
anlamından türemiştir. Felsefe, ancak Aristoteles’ten sonra
uygulama alanı (Yu. Praxis)’na yöneliyor. Theoria’yla praxis’in
birbirlerini şart koştuklarını anlamak içinse, daha binlerce yıl
beklemek gerekecek.
Aristoteles biçimler biçimi’nin niteliklerini aşağı yukarı her
tanrıcı ya da tanrılığa varan öğretideki deyimlerle sayıp döker:
Salt edimdir, salt tindir, bilincin bilincidir, kendi kendisine
bakıştır, kendi kendisini özleyiştir vb... Ancak burada, önemle
belirtilmesi gereken, Aristoteles’in parlak bir görüşü daha
gözlenmektedir: Son çözümlemede özdekle biçim bir ve aynı şey
olmaktadır (Yu. e eskhate hyle kai e morfe tauto: Metafizik, VIII,
6, 19; VIII, 10, 27, XII, 10, 8). Aristoteles, ilk bakışta, önce
karşı çıktığı Platon düşünceciliğiyle sonunda birleşmiş göründüğü
halde, bu üstün ve şaşırtıcı düşünceye gene kendi doğru düşünme
yöntemi’yle varıyor. Her varlık, özdeklikle biçimliliği birlikte
taşır. Çünkü her biçim, kendisinden daha üstün aşamadaki biçimin
özdeğidir. İplik, tarladaki pamuğa ya da koyunun sırtındaki
pöstekiye göre biçim, kumaşa göre özdektir.
Kumaş, dokunduğu
ipliğe göre biçim, cekete göre özdektir. Bu mantığın zorunlu
sonucu her varlığın ve bu arada elbette en üstün varlığın özdek ve
biçimi birlikte taşıdığıdır. Bundan da zorunlu olarak şu sonuç
çıkmaktadır: En üstün varlığın da özdeksel bir yanı vardır.
Aristoteles, Metafizik’inde, bizzat kendi mantığının zorunluğuna
uyarak bu sonuçtan kaçınabilmek için en yüksek varlığın özdeksiz
olduğunu ısrarla belirtmiştir. Böylesine bir spekülasyona
girdikten sonra, nedenleri tanıtlanamayacak olan düşünsel
varsayımlar sıralanmaktadır: Biçimler biçimi ya da salt biçim
özdeksizdir. Böyle olunca da hiçbir şey istemez, hiçbir şey
yapmaz. Özdeği devindiren o değildir, özdek ona özlem’inden ötürü
devinir. Aslında etkileyen o değildir, etkileyen bu özlem’dir.
Özdek, onu özlediği için ondan etkilenir. O, kendisiyle yetinen,
kendisine bakan, kendisi için düşünendir. Nesnelere ve insanlara
karışmaz, onların kaderlerini çizmez. Kader, özdeğin ona olan
özlemiyle çizilir.
Öyleyse o, bir doğrudan neden değil, bir
dolayısıyla neden’dir. Doğrudan nedenler, özdeğin bu dolayısıyla
nedene özleminden doğarlar. Her varolan’ın var olması için tahta
(özdeksel neden, Yu. hyle), yapıcı (etken neden, Yu. arke tes
geneseos), nasıl yapılacağını gösteren plan (biçimsel neden, Yu.
to eidos) ve ne yapılacağı düşüncesi (ereksel neden, Yu. to telos)
gerekir. Dikkat edilince görülür ki, özdeksel nedenin dışındaki üç
neden, düşünce, eşdeyişle ruh birliğinde tekleşmekledir. Öyleyse
özdek ve ruh, dönüp dolaşıp, Aristoteles sisteminde de karşı
karşıya gelmektedirler. Aristoteles’te ruh, biçim’le özdeştir.
Özdek beden, biçim ruhtur. Ruh, üç basamaklıdır: Bitki ruhu,
hayvan ruhu, insan ruhu... Her basamak bir üsttekinin özdeğidir.
Bitkilerde sadece özümleme ve üreme ruhu vardır, hayvan ruhu,
devim istek duyum’la belirir ve bitki ruhuna eklenir, usla beliren
insan ruhuysa kendinden önceki bütün ruhları içerir. Bitki ruhu
hayvanlık biçiminin özdeği, bitki ruhunu içeren hayvan ruhu
insanlık biçimin özdeğidir.
Bu basamakların tabanında
biçimsiz özdek, tepesindeyse özdeksiz biçim vardır. Özdek ilk
biçimlenişinde, ki bu biçimler biçimine özlemiyle gerçekleşmiştir,
dört ana biçimde belirir: Toprak, su, hava, ateş (dört ana unsur).
Bu dört ana unsur yer değiştirme ve çarpışma’yla çeşitlenir ve
sayısız biçimlere dönüşerek organik dünyayı meydana getirirler.
Organik dünyayı böylece kurduktan sonra, Aristoteles insansal
değerleri işlemeye başlamaktadır: Politika, ethika, poetika,
rhetorika... İnsan bir toplumsal varlık’tır (Yu. zoon politikon)
diyen Aristoteles artık onun toplum içindeki yerini ve düzenini de
belirlemek isteğindedir. Önce onun kişisel törebilimini belirtir.
Bu törebilimin amacı, antikçağ geleneğine uygun olarak,
mutluluktur ve bu mutluluk da bilgelikle sağlanır. Bilgelik,
düşünme ve tutumla gerçekleşir. Öyleyse düşünsel ve tutumsal
erdemleri birbirinden ayırmak gerekir: Arete dianoetike ve arete
ethike... Ne var ki tutum, düşünmeye dayanmalıdır. İnsan,
toplumsal bir varlık olduğundan onun töresel kişiliği de devlet
içinde oluşacaktır. Devlet şöyle ya da böyle olmuş, bunun önemi
yoktur. Önemli olan, devletin yurttaşlardaki bu töresel kişiliği
gereği gibi geliştirip geliştiremediğidir. Yetkin devlet bu
ödevindeki başarısıyla ölçülür.
Antikçağ Yunan düşüncesinde Aristoteles’in lise’siyle Platon’un
akademi’si geniş çapta okullaşmış iki büyük idealist öğretidir. Bu
iki idealist öğreti, sadece Yunan düşüncesine özgü kalmayıp bütün
bir ortaçağ boyunca Doğu’yu ve Batı’yı, eşdeyişle bütün dünyayı
etkisi altına almıştır. Günümüzde bile insanlığın büyük bir
bölümüne egemen olan metafizik düşünce, bu iki idealist öğretinin
ortak ürünüdür.
Antikçağ Yunan düşüncesinin büyük idealist üçlüsü Sokrates Platon
Aristoteles’in ortak yanı, toplumu düzenlemeye çalışmalarıdır:
Toplumun düzenlenmesi gerekiyorsa demek ki düzeni bozulmuştur. Her
üç düşünür de devlet’i onarmaya çalışmaktadırlar.
Her üçünün de
düşsel varsayımlarının altında, tarihsel süreçte Yunan mucizesi
diye adlandırılan sömürgen ekonomik aşamanın meydana koyduğu köklü
bir toplumsal tedirginlik yatmaktadır. Sokrates törebilimini
devleti ayakta tutacak vatandaşlar yetiştirmek için kuruyor.
Platon, devlet ütopyasıyla köleleri iyice çalıştıracak bir örgüt
öneriyor. Aristoteles, üyelerinin kişiliklerini güçlendirmekle
kendini de güçlendirecek olan bir devlet kurmak peşinde. Dinsel
metafizik, bu dünyadan umut kesmiş bulunan kölelere öteki dünyada
mutluluklar bağışlayarak onları avutmaya çalışıyor. Ne var ki
bütün bunlar, bir kez düzeni bozulan toplumu yeniden düzenlemeye
yetmiyor. Öyleyse bütün bunlardan şüphe etmek gerek.
ŞÜPHE
Tarihsel süreçte şüphecilik, ileri sürülen düşüncelerin eskidiği ve
yeni düşüncelerin henüz ortaya çıkmadığı çağlarda belirmiştir. Bu
çağlardan ilki, Yunan köleci toplumunun yozlaştığı ve çökmeye yüz
tuttuğu çağdır. Bu yozlaşma ve çöküntü, Yunan bilgicilerinin
(sofistlerinin) şüpheciliğinde yansımıştır. Thales’ten beri ortaya
atılan felsefesel açıklama denemelerinin çokluğu, doğal olarak
eleştiriyi ve şüpheyi gerektirmiştir. Bu çağa antik
aydınlanma çağı denir. Antikçağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras (485-411), tarihsel süreçte ilk şüphelenen düşünürdür.
Şöyle der: "Her şeyin ölçüsü insandır.
Her şey, bana nasıl
görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse senin içinde
öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuktur, üşümeyen için soğuk
değildir. Her şey için, birbirine tümüyle karşıt iki söz
söylenebilir". Demek ki herkes için gerekli kesin ve saltık bir
bilgi edinmek olanaksızdır. Bu göreci şüphecilik (Os. Reybiyyei
izafiyye, Fr. Scepticisme relativiste), Protagoras’ın izleyicisi
Leontinoi’lı Gorgias (483-375)’ta daha da ileri giderek yokçuluğa
(nihilizme) varmaktadır. Gorgias şöyle diyor: "Hiçbir şey yoktur.
Varsa bile insan için kavranılmaz. Kavranılsa bile öteki insanlara
anlatılamaz". Antikçağ Yunan şüpheciliği, bu ilk bilgici
döneminden sonra Elis’li Pyrrhon (365-275)’la okullaşıyor. Bilgi
sorununu dizgesel (sistematik) olarak ilk inceleyen şüpheci
Pyrrhon’dur. Bu yüzden Pyrrhon’a şüpheciliğin kurucusu denir.
Büyük İskender’in ve Aristoteles’in çağdaşı olan Pyrrhon,
akademia’yla peripatos (Platon’la Aristoteles) okulları arasındaki
karşıtlığı sezmekte gecikmemiştir, daha sonra da bu karşıtlığın
Stoa ve Epikuros okullarında derinleşmesini izlemiştir. Bu
gözlemleri, Pyrhon’a, felsefe öğretilerine karşı güvensizliği ve
bundan ötürü de şüpheyi aşılamıştır. Şöyle diyor: "Gerçekten güzel
ya da çirkin olan hiçbir şey yoktur. Herhangi bir şeyi güzel ya da
çirkin bulan insanın kişisel seçimidir. Gerçek bir bilgi
olmadığına göre, bilge kişi, her şeyde yargıdan kaçınmalıdır".
Ruhsal rahatlık (Yu. Euthymia) ancak böylesine bir ilgisizlik ya
da duygusuzluk (Yu. Adiaphoria)’la sağlanabilir. Bu düşüncelerini
sözlü dersleri ve yaşamıyla açıklayan Pyrrhon’un öğretisi, yazılı
olarak, izdaşı Timon (320-230) tarafından yayılmıştır.
Timon,
ustasının öğretisini üç önermede formüle etmiştir: 1- Nesnelerin
gerçek yapısı kavranılmaz (Yu. Akatalepsia)’dır, 2- Öyleyse
nesnelere karşı tutumumuz yargıdan kaçınma (Yu. Epokhe) olmalıdır,
3- Ancak bu tutumladır ki ruhsal dinginlik (Yu. Ataraksia)’e
kavuşabiliriz. Pironcular için gerçek mutluluk (Yu. Eudaimonia)
budur. Görüldüğü gibi, yüzyıllarca sonra Kant’ın öğretisinde
biçimlenecek olan bilinemezcilik, antikçağ Yunanlılarında
şüphecilik biçiminde yansımaktadır. Daha açık bir deyişle,
antikçağ bilinemezciliği şüpheciliktir. Pyrrhon şüpheciliği,
stoacılıkla Epikurosçuluğu da belli ölçülerde etkilemiştir. Bundan
sonra şüpheciliğin, Platon’un izdaşlarınca sürdürülen akademiye
sızdığını görüyoruz. Kimi felsefe tarihçileri bu sızmayı, Pyrrhon
şüpheciliğinin büyük bir başarısı olarak nitelerler. Platon
akademisinin akademi şüpheciliği adıyla anılan bu şüpheci dönemi,
orta akademi dönemidir. Arkesilaos (316-241), Karneades (214-129)
ve Klitomakhos (180-110) gibi düşünürlerce sürdürülen akademi
şüpheciliği, felsefe tarihçilerince ölçülü şüphecilik olarak
nitelenir. Akademi şüpheciliği, kesin gerçek deyimi yerine gerçeğe
benzer deyimini koymuş ve bununla yetinilmesi gerektiğini
savunmuştur.
Onlara göre kesinliği hiçbir zaman elde edemeyeceksek
de kimi şeylerin öteki şeylerden daha çok doğruluğa yatkın
olduğunu görebiliriz. Gerçeğe benzer olan, en çok olasılı
(muhtemel) bulunandır. Ussal olan da, olanaklı bulunanların içinde
en olasılıya göre davranmaktır (Bertrand Russell, Batı Felsefesi
Tarihi’nde, bu görüş çoğu çağdaş düşünürlerin paylaşabileceği bir
görüştür, der). Bu yüzden [sayfa 94] akademi şüpheciliği, olumlu
şüphe ya da verimli şüphe deyimiyle nitelenmiştir. Çünkü bu şüphe,
kesin gerçeğe henüz ulaşamamışsa bile, yanılabileceğini de göz
önünde tutarak kesin gerçeği aramakta ve her an kendi kendini
düzeltip tamamlayarak gittikçe daha çok kesin gerçeğe
yaklaşmaktadır. Bununla beraber, İ.Ö. 56 yılında Atina’nın elçilik
göreviyle Roma’ya gönderdiği üç düşünürden biri olan, orta
akademinin ikinci başkanı Karneades, Roma’da tüze (adalet) üstüne
iki ayrı konuşma yapmış ve birinde tüzeyi tanıtlamak için
ilerisürdüğü kanıtları ikincisinde birer birer çürütmüşter.
Böylelikle de kesin gerçeğin bulunmadığını göstermiştir. Roma’lı
gençlerin pek beğendiği bu söylevlere yaşlı Marcus Cato şiddetle
karşı çıkmış ve senato’da yaptığı bir konuşmayla elçi Karneades’in
Atina’ya geri gönderilmesini sağlamıştır (Plutarkhos, ünlü
Yaşamlar’ında, Cato’nun bunu, Karneades’i sevmediğinden değil,
genellikle felsefeyi sevmediğinden yaptığını yazar). Orta akademi,
özellikle Arkesilaos’un büyük etkisiyle tam iki yüzyıl (İ.Ö. 69
yılında ölen Antiokhos’un akademi başkanlığına kadar) şüpheci
kalmıştır. Bu iki yüzyıl sonunda stoacılığa teslim olan akademi
şüpheciliğinden sonra antikçağ Yunan şüpheciliği, Girit’li
Aenesidemos (İ.S. birinci yüzyılda yaşadığı sanılıyor)’la yeniden
ve Pironcu biçimiyle canlandırılmıştır. Tarihlerin yazdığına göre,
Greklerden iki bin yıl önce Knossos’ta şüpheci söz oyunlarıyla
saraylıları eğlendiren bir çeşit şüpheciler varmış. Bu yüzden kimi
felsefe tarihçileri Anenesidemos’un bu kökenden de kaynaklandığına
işaret ederler. Aenesidemos’un Pironcu şüpheciliği, akademi
sonrası şüpheciliği ve yeni Pironculuk adlarıyla da anılır.
Aenesidemos, tropos öğretisi (nesnel bilginin olanaksızlığını
tanıtlamak için ilerisürülen on kanıt öğretisi)’nde şöyle diyor:
Bütün insanların algıları aynı olsaydı aynı düşünceleri edinirler,
tek düşünceli olurlardı. Oysa çeşitli düşüncelerimiz var. Demek ki
algılarımız da birbirinden farklı. Nedensellik de bu bir örnekliği
sağlayamaz. Neden, sonuçtan önce olamaz, sonuçla zamandaş olamaz,
sonuçtan sonra olamaz. Zamandaşlık her ikisini aynılaştırır.
Nedenin sonuçtan önce olması da, birinin varlığı öbürünün
yokluğunu gerektireceğinden, mümkün değildir. Neden neden olduğu
sürece sonuç ortada yoktur ve sonuç, sonuç olarak meydana çıkınca
nedenle ilişiği kalmamış demektir. Güneş kızartır, karartır,
eritir ve yakar. Demek ki aynı nedenin çeşitli sonuçları
olabiliyor. Güneşin böylesine çeşitli nitelikleri olduğu da
söylenemez. Çünkü bunlar, güneşin nitelikleri olsaydı her şeyi
kızartması, her şeyi karartması, her şeyi eritmesi ve her şeyi
yakması gerekirdi.
Oysa böyle değil; elmayı kızartıyor, buzu
eritiyor ve yaprakları tutuşturuyor. Yaprağı eritmediğine ve buzu
kızartmadığına göre, nedenselliği yaprakta ya da buzda aramak
gerektiği ileri sürülebilir ki bu da sonucun, neden kadar,
nedenselliği olabileceğini düşünmek demektir ve saçmadır. Oluş
çelişiktir, öyleyse yoktur. Nedensellik olamayacağına göre, oluş
da mümkün değildir.
Şüpheciliğin yargıdan kaçınmak için dayanacağı on kanıt vardır ki
her türlü şüpheyi ve yargıdan kaçınmayı haklı kılar (Yu. tropoi e
topoi epokhes): Duyan canlı varlıkların yapısı birbirinden
farklıdır, aynı şey çeşitli hayvanlara çeşitli biçim ve oranlarda
görünür. İnsan yapısı da birbirinden farklıdır, her insanın başka
duyu ve düşüncelere sahip oluşu bunu tanıtlamaktadır. Aynı
insandaki duyu organları da [sayfa 95] birbirinden farklıdır, göze
hoş görünen buruna tiksindirici bir koku verebilir. Duyan kişinin
içinde bulunduğu çeşitli durumlar ve koşullar da birbirinden
farklıdır, nesneler bize gençlikte ihtiyarlıktakinden başka
görünür. Eğitim de duyan kişileri farklılaştırmaktadır, bilgiliyle
bilgisiz aynı nesneyi aynı biçimde görmezler. Nesnelerin içinde
bulundukları durum ve koşullar da onları farklılaştırır, uzakta
giden bir gemiyi duruyor sanırız.
Nesnelerin nicelikleri ve
nitelikleri onları kendi kendilerinden farklılaştırmaktadır,
keçiboynuzunun bütünü karadır ama ondan ayrılan parçalar aktırlar.
Nesnelerin belli birtakım nitelikleri görecedir, sağdan başka ve
soldan başka görünürler. Duyumlara karışan yabancı unsurlar da
onları farklılaştırır, nesneler su içindeyken havadakinden daha
hafif gelirler. Alışkanlıklar da nesneleri farklılaştırır, her gün
görünen güneşe aldırmayız ama kırk yılda bir görünen ondan daha
küçük bir kuyrukluyıldızdan dehşete kapılırız... İ.S. ikinci
yüzyılda yaşayan şüpheci Agrippa, troposları ondan beşa,
Agrippa’yla aynı yüzyılda yaşayan şüpheci Menodotos da ikiye
indirmiştir.
Şüphecilik antikçağda bitmiyor. Günümüze gelinceye kadar onun
çeşitli biçimlerine rastlayacağız. Özellikle Descartes, Hume,
Kant, Comte gibi ünlü düşünürlerin şüphecilikleri bizi şaşkına
çevirecek. Hele rönesans şüpheciliğini ibretle izleyeceğiz. Bütün
bu şüpheciliklerde ortak olan iki büyük yanılgı (hata)’dır: İlk
yanılgıları nesnel gerçekliğe yanlış bir anlam vermeleri ve onu
son (değişmez, başkaca hiçbir bilgiyi gerektirmez) bilgi
saymalarıdır. Oysa böyle bir bilgi yoktur. Bilgi süreci de,
kendisinden yansıdığı evrensel yaşam gibi, sonsuzdur ve sürekli
olarak gelişmektedir. Sonsuza kadar da gelişmeye devam edecektir.
Bilgiye son çekmek, sonsuza son çekmek demektir ki olanaksızdır.
Evrensel gelişme nasıl sonsuzsa, onun bilgisi de elbette sonsuz
olacaktır. Belli bir yere bir zamanlar yirmi saatte giden tren
teknik gelişme sonucu bugün dört saatte gitmektedir.
Bir zamanlar
trenin o belli yere yirmi saatte gittiği nasıl kesin (saltık) ve
doğru bir bilgiyse bugün dört saatte gittiği de öylece kesin ve
doğru bir bilgidir. Her ikisinden de şüphelenilemez. Yarın bu süre
belki de çok daha kısa bir zamana inecektir. Bilgi bu anlamda
görelidir ama tarihsel olarak (eşdeyişle, bilgi sürecinin belli
aşamalarına tekabül eden belli tarihlerde) kesin ve saltıktır. Her
göreli bilgi saltıklığını da birlikte taşır. Şüpheciler,
kendilerinin verdiği yanlış anlamdaki saltık bilginin yokluğundan,
bilginin yokluğu sonucunu çıkarırlar. Bundan ötürü de metafizik ve
idealist göreciliğin (relativizmin) çıkmazına düşerler. İkinci
yanılgıları bilgi sürecinde duyumların rolünü abartıp
saltıklaştırmalarıdır. Oysa bilgi sadece duyumlarla elde edilmez.
Bilgi edinmenin, duyum ve düşüncenin çeşitli etkileşimlerini
gerektiren karmaşık bir süreci vardır. Şüpheciler, duyumları
saltıklaştırmakla da yetinmeyip onun kişiden kişiye değiştiğini ve
bundan ötürü de saltık ve kesin olmadığını ileri sürerler.
Oysa
çeşitli kişiler aynı nesnel gerçekliği birbirinden farklı olarak
algılayabilirler, ama bu duyumlarımızın bizi aldattığı anlamına
gelmez. Ünlü bir diyalektikçinin dediği gibi, eğer bir duyu
örgenimiz şüphe uyandırıyorsa başka bir duyu örgenimizi
kullanırız. Gözlerimize inanmıyorsak ellerimizle yoklarız. Bu da
yetmiyorsa başka insanların ellerinden ve gözlerinden
yararlanırız. Bu da yetmezse çeşitli araçlara, deneye, pratiğe
başvururuz. [sayfa 96] Böylece duyu örgenlerimiz, hem birbirlerini
denetleyerek, hem de başkalarının duyu örgenleriyle denetlenerek
ve aynı zamanda çeşitli araçlar, aygıtlar, deneyler ve pratikle de
denenip doğrulanarak bizlere doğru ve kesin bilgiyi verirler.
Örneğin elimize aldığımız yuvarlak meyveye "bu elmadır" deriz. Bu
kesin, saltık, doğru bir bilgidir; şüphelenilemez. Görüldüğü gibi
antikçağın çocuksu şüphecilerinden günümüzün sözde bilimsel
şüphecilerine kadar tüm şüpheciliğin kanıtları sadece bu iki
yanılgıya dayanır. Protagoras "hava üşüyen için soğuk, üşümeyen
için sıcaktır" diyordu, doğrudur ama havanın sıcak ya da soğuk
olduğunu sizin üşümeniz ya da üşümemeniz değil, termometre saptar.
Hava size sıcak ya da soğuk gelebilir, bu bedensel yapınızın
direncine bağlıdır. Ne var ki havanın, sizden bağımsız olan bir
ısısı vardır. Kaldı ki bedensel dirençleri normal olan insanların
büyük çoğunluğu da bunu termometre kadar doğrulukla
saptayabilirler.
ÇİÇEKLİ BİR BAHÇE
Mutluluk duymadan yaşayanlar budalalardır, diyordu Demokritos.
Genç Epikuros bu sözü iyice bellemiş olmalı. Demokritos yüz
yaşında öldüğü yıl, Epikuros (İ.Ö. 341-270) on dokuz yaşındaydı.
Tanrı korkusuyla ölüm korkusunun büsbütün serseme çevirdiği
insanların, büyücülük eden annesinden titreye titreye nasıl yardım
dilediklerini de hemen her gün görüyordu. Bir ara, Platon’un satın
aldığı Akademos’un bahçesine (Akademi) gidip gelerek,
Ksenokrates’in ağzından Platon öğretisini dinlemişse de bundan
çabucak vazgeçmişti. Kuramsal bilimler onu ilgilendirmiyordu.
İnsanlara gerekli olan tek bilimin, mutlu yaşama bilimi olduğuna
inanmıştı. Bilimin görevi, insanları mutlu kılmak olmalıydı. Bunu
sağlamak için de, mutluluğun engelleri olan o iki büyük korkuyla,
tanrı ve ölüm korkularıyla, koca bir geleneğe karşı koymayı göze
alarak, savaşmak gerekiyordu. Şu güzelim dünyanın tadını çıkarmak
dururken, şişirilmiş iki kuruntu yüzünden acı çekmek neden?
Genç Epikuros, atomcu Leukippos ve Demokritos’a olduğu kadar hazcı
Aristippos’a da çok şeyler borçlu olmalıdır. Aristippos,
Epikuros’un ustaca biçimlendireceği mutlu yaşama biliminin
babasıdır. Ona göre, Sokrates’in aradığı mutluluk (eudaimonia), en
üstün iyi, tek sözle hazdır. İnsanlar hoşlanmayı ararlar,
hoşlanmayı isterler ve ancak hoşlanarak mutlu olabilirler. Hoş
olmayan her şey kötüdür. Nereden gelirse gelsin, ne türlü olursa
olsun bir anlık hazdır insanlığın dileği. Hazzın her türlüsü
iyidir ve iyiliktir.
Bir açıdan bakarsanız, Epikuros’u, mutluluğu aramak gerektiğini
ortaya atan Sokrates’in zorunlu sonucu sayabiliriz. Sokrates,
insanların, erdeme erişerek mutluluğu elde edebileceklerini
söylerdi. Sokrates’ten yola çıkan kynikler, örneğin Diogenes,
çevresi yasaklarla sınırlanmış çekilmez bir yaşama biçimi
getirmişlerdi. Onlara göre mutlu olabilmek için hemen hemen bütün
isteklerden vazgeçmek gerekiyordu. İnsanlar, bu düşüncenin baskısı
altında, sıkıntıdan bunalıyorlardı. Aristippos, ilk
tepkiydi. İkinci ve büyük tepki de Epikuros’tur. Sokrates
mutluluğu sağlamak için erdem mi arıyor? İşte Epikuros’un bulduğu
en yüce erdem: Mutluluğa götüren araçların tam ve doğru olarak
tartılması erdemi (phronesis)... Bu erdemin tartısına vurursak
ortada ne tanrı korkusu kalacak, ne ölüm.
Epikuros, Atina’da bir bahçe satın alıp okulunu kurduğu yıl, otuz
beş yaşındaydı. Daha önce Sisam adasında ve Lapseki’de öğretmenlik
denemelerine girişmişti. Epikuros’un bahçesi, Platon’un bahçesine
benzemiyordu. Kapıları ardına kadar açılmıştı halka. Sınıf, ırk,
tür, bilgi, yaş ayrılığı gözetmeksizin her isteyen buyurabilirdi.
Bahçeye gelenlerin hepsi birbirleriyle kardeş sayılıyorlardı.
Epikuros, tatlı tatlı konuşan pek sevimli bir öğretmendi.
İnsanların gerçekten pek özledikleri yaşam sanatını öğretiyordu.
Bahçeye kapılananlar, gerçek dostluğun olağanüstü sevinciyle
mutluydular. Epikuros onlara: Ölümden neden korkuyorsunuz?
diyordu, siz varken ölüm yoktur, ölüm varken de siz
olmayacaksınız. Hiçbir zaman onunla karşılaşmayacaksınız ki... Ne
etseniz birleşemeyeceğiniz bir şeyden korkmak budalalık değildir
de nedir?
Epikuros’un üç yüzden çok yapıtı varmış. Bugün elimizde sadece
birkaç mektubu var. Epikuros’un düşüncelerini bu mektuplarla ondan
söz açan başka yapıtlardan öğreniyoruz. Mektupları, öğretisinin,
çoğunluğun hoşuna gidecek bir ustalıkla kurulduğunu belirtiyor:
Ölümün bizler için hiçbir şey olmadığını anlamaya çalış Menoikeos.
Gelmesi değil de, beklemesi ürkütücü olduğu için ölümden korkan
kimse ahmağın biridir. Çünkü o, geldiğinde karşısında bizi
bulamayacağı için bize hiçbir acı veremeyecektir. Bilge ölümden
korkmaz. Nasıl yemeklerin bolluğundan değil de iyiliğinden zevk
alırsak, yaşamanın da uzunluğundan değil güzelliğinden zevk
alırız. Ölüm gelecek diye acı çekmek en büyük aptallıktır. Mademki
mutluluğu elde edince her şeyi elde ediyoruz, öyleyse ilk işimiz
mutluluğa erişmek yollarını aramak olmalıdır. O halde sana her
zaman öğrettiğim ilkeleri güt ve kullan Menoikeos... (Menoikeos’a
Mektup).
Epikuros’un Menoikeos’a öğrettiğini söylediği bu ilkeler
şunlardır: Aç kalmamak, susuz kalmamak, üşümemek... Bu durumda
bulunan ve ilerideki günlerde de bu durumda olacağını uman insan
mutlulukta Zeus’la yarışabilir. Bütün erdemler hoş yaşamayı
sağlamak içindir. İnsanın amacı salt sükun halinde (ataraksia)
yaşamaktır. Bu sükunu bozacak her türlü bağlılıklardan, bu arada
evlilikten ve devlet işlerine karışmaktan, kaçınmalı ve dostlukla
yetinmelidir. Övülecek tek bağlılık, dostluktur (kardeşlik).
Evreni tanrılar yaratmamıştır. Çünkü; durup dururken niçin
yaratsınlar? Kendi kendilerine yeter oldukları halde evreni
yaratmak işine neden girişsinler? En yüksek derecede mutlu
bulunurlarken, evreni yönetmek gibi ağır bir yükün altına niçin
girsinler? Böylesine kötülüklerle dolu bir dünyayı neden
yaratsınlar?
İlkin her sözcüğün anlamını incelemek gerekir Herodotos. O zaman
diyebiliriz ki, hiçbir şey hiçten doğmaz, çünkü her şeyin kendine
özgü doğurucu bir tohumu olmasaydı her şey, her şeyden
doğabilirdi. Öte yandan da her gözden yok olan yokluğa dönseydi
bütün şeyler yok olurdu, çünkü gözden yok olan her şey ancak
[sayfa 98] yoklukta karar kılabilirdi. Bundan çıkan sonuç şudur
ki, dünya her zaman, şimdi olduğu gibi, var olagelmiştir ve
şimdiden sonra da, şimdi olduğu gibi, var olacaktır. Dünya,
maddelerden kurulmuştur. Bu maddelerin varlığını da duyumlarımız
tanıtlamaktadır. Cisimlerden kimileri bileşiktir, kimileri de
bileşikleri meydana getiren elemanlardır.
Elemanlar, görünmez ve
değişmez nitelikte bulunan atomlardır. Çünkü hiçbir şey yokluğa
dönmediği gibi, bileşikler dağılınca, onları meydana getiren
varlıkların da varlıkta kalmaları gerekir. Dünya sonsuzdur. Çünkü
her sonlunun bir ucu, olması gerekir, dünyanın ucu bulunmadığına
göre, sonsuzluğa açıktır, sonu olmadığına göre de zorunlu olarak
sonlu değil demektir. Atomların hareketinin başlangıcı yoktur.
Çünkü atomlar boşluk kadar öncesizdir. Atomların hareketi sürekli
ve sonsuzdur (Herotodos’a Mektup, Büyük Filozoflar Antolojisi,
Mehmet Karasan çevirisi, İstanbul, 1949, s. 59-68).
İsteklerimizin kimileri doğal, kimileri de gereksizdir. Menbikeos.
Doğal olanlardan kimileri sadece doğal, kimileri de zorunludur.
Zorunlu isteklerimizden kimileri yaşamak için, kimileri
vücudumuzun rahatlığı için, kimileri de mutluluğumuz içindir.
İsteklerimiz üstüne doğru bir bilgi, bizlere, istenenlerle
istenmeyenlerin, vücudun sağlığıyla ruhun rahatlığını aradığını
öğretmektedir. Mutlu bir yaşamanın amacı, sadece budur. Bütün
davranışlarımızın nedeni, vücut acılarımızı olduğu kadar, ruh
acılarımızı da önlemektir. Biz zevki, ancak yokluğunda acı
duyduğumuz zaman ararız. Acı duymadığımız zaman ona ihtiyacımız
yoktur. Bunun içindir ki zevk, mutlu bir yaşamanın gereğidir
diyoruz. Bize göre zevk, doğal iyiliklerin başında gelir.
Zevkin
bu gücü, karşımıza çıkan ilk zevke sarılmamızı gerektirmez. Çünkü
birçok zevkler sonunda acı doğururlar. Acı doğuran zevkleri
istemediğimiz gibi, zevk doğuran acıların başımızın üstünde yeri
vardır. Bu acılar, o zevklerden üstündür elbet. Böylece ve aynı
şekilde her acı, bir kötülüktür ama her acıdan kaçmak gerekmez.
Her acıyı ve her zevki, yararı ve zararı bilgece gözden
geçirilerek, değerlendirmeli. Gerçekten, birçok hallerde, iyi kötü
olduğu gibi, kötü de iyidir. Zevk en üstün iyidir dediğimiz zaman
ne sefihlerin zevklerini, ne de hayvanca hazları ileri sürmekteyiz.
Bizi anlamayan bilgisizlerin suçlamalarına kulak asma. Bizim
sözünü ettiğimiz, sadece, ruh rahatsızlığıyla beden acısının
yokluğundaki mutluluktur. Bedenimiz acısız ve ruhumuz rahatsa,
mutluyuz Menokieos. İnsanı mutlu kılan, ne kıyasıya içme, ne tıka
basa yeme, ne cinsel sapıklıklar, ne de zengin sofralarını
dolduran balıklarla etlerin sağladığı hazlardır. İnsanı mutlu
kılan; akla uygun ve sade alışkanlıklar, arayacağımız ve
sakınacağımız şeyleri iyice ölçebilen, ruha rahatsızlık veren
yanlış inanışları söküp atabilen bir akıldır. O halde bütün bu
söylediklerimizin ilkesi, iyiliklerin en büyüğü olan bilgeliktir.
Onu felsefeden de üstün tutmak gerek. O bütün erdemlerin
kaynağıdır. Bu erdemlerse bizlere bilgelik, namus ve doğruluk
olmaksızın mutlu olunamayacağını öğretiyor. Bunlarsa zevksiz elde
edilemez. Gerçekten, bunlarsız mutlu bir yaşama olamayacağı gibi,
mutlu bir yaşama olmadan da bunlar var olamaz (Menoikeos’a mektnp).
Bilgelik, mutlu bir yaşamanın, hem sonucu hem de nedeni oluyor
böylece.
DİREKLER ARASINDA BİR GALERİ
İ.Ö. dördüncü yüzyılın son günlerinde Atina kentine bakarsanız,
şunları görürsünüz: Platon’un sebze bahçesine Ksenokrates
kurulmuş, ünlü Akademi’nin sözcülüğünü yapıyor. Onun karşısında,
Epikuros’un kiraladığı bir başka sebze bahçesi var. Felsefe
öylesine bir geçer akçe ki, Atina bahçıvanları hıyar yetiştirmek
için yer bulamaz olmuşlar. Antisthenes’in kurduğu Kinik okulun
başına Krates geçmiş. Stilpon, Euclides’in kurduğu Megara okulunu
yürütmek için söylevler çekiyor. Kıbrıs adasından gelme Zenon da
Poikile meydanında direkler arasında kurulmuş bir resim galerisine
(stoa) yerleşmiştir.
Zenon da (İ.Ö. 336-264), Epikuros gibi, bir yaşama biçimi kurma
yolundadır. İnsanlar, kuramsal düşünceden bıkmışa
benzemektedirler. Kuramın içinden işlerine yarayanı seçmeye
çalışıyorlar. Varlığın ilk nedeni hala araştırılıyorsa, artık bu,
yaşamanın amacını değerlendirebilmek içindir. Bu amaç, Zenon’da da
bilgelik olmakta devam ediyor. Gerçekte, antikçağın hangi
öğretisine bakarsak bakalım hep bu amaçta birleşildiğini
göreceğiz. Bilim, mutlu yaşamak için istenilmektedir. En yüksek
erdem, iyi ve mutlu yaşamaktır.
Buna varmanın yolu nedir?.. Öğretiler burada birbirlerinden
ayrılmaktadırlar. Zenon da, bu amaca varmak için, yeni bir yol
bulmaya çalışmaktadır:
Mutluluk istiyoruz?.. Haklısınız... Şu halde nasıl mutlu
olabiliriz?.. Bilgeliğe erişerek... Bilgelik nedir ve buna nasıl
erişilir?.. Zenon’un Stoa okulu, bu soruyu şöyle karşılıyor:
Teorik ve pratik erdemi elde ederek. Teorik erdem, eşyanın
mahiyeti üstünde doğru bilgi edinmektir. Pratik erdem, akla uygun
davranmaktır. Bu iki erdem birbirlerine bağlıdırlar. Eşyanın
mahiyeti üstünde doğru bilgi edinemezseniz akla uygun
davranamazsınız. Bilimin değeri, pratik yararındadır.
Sorular bitmiyor: Edindiğimiz bilginin doğru olup olmadığını nasıl
anlayacağız?.. Zenon karşılıyor hemen: Edindiğimiz bilginin doğaya
uygunluğuyla... İyi ama edindiğimiz bilginin gerçekten doğaya
uygun olup olmadığını nasıl anlayalım?.. Zenon’da karşılık hazır:
Tasarımlarınızı (katalepsis) ve sanılarınızı (doxa) bir yana
bırakın, açık seçik bilgi (episteme) edinin. Bilgenin bilgisi
böylesine bir bilgidir.
Sorular devam ediyor: Davranışlarımızın, edindiğimiz bu açık seçik
bilgi sonunda, akla uygun olup olmadığını nasıl anlayacağız?..
Zenon, burada dört ana erdem ölçüsü veryor: Doğru seçme erdemi (phronesis),
sabırla katlanma erdemi (andreia), ölçülü olma erdemi (sophrosyne),
adaletle üleştirme erdemi (dikaiosyne).. Bu karşılık, şu soruyu
getiriyor: Doğru seçtiğimizi, sabırla katlandığımızı, adaletle
üleştirdiğimizi nasıl bilebiliriz? Doğaya uygun davranarak
(naturam sequi), diyor Zenon.
Stoa okulu, böylelikle, kalıcı bir ilkeye varmış olmaktadır. Stoa
düşüncesine göre en doğru seçen, sabırla katlanan, en ölçülü ve en
adaletli üleştirici doğa’dır, bir başka deyişle, madde’dir.
Doğalaşan bilge, bir kaya parçasının mutluluğu içindedir. [sayfa
100] Hiçbir şey onu sarsamaz ve yıkamaz. Akla uygunluğun ölçüsü,
doğaya uygunluktur. Çünkü akıl da bir doğa, bir madde ürünüdür ve
aklın bütün düşünceleri doğada olup bitenlerin yansımasından başka
bir şey değildir.
Tasarımlardan ve sanılardan kurtulmuş bir akıl,
açık seçik doğa bilgisini edinebilir. Açık seçik doğa bilgisi de,
insana, yaşamak ve mutlu olmak için en doğru ölçüyü verecektir.
Zenon’un, kendini öldürerek göçüp gitmesinden sonra, Stoa okulunun
başına öğrencisi Kleantes (İ.Ö. 331-233) geçti. Mistik, yapılı bir
atlet olan Kleantes, stoa öğretisine, dinsel bir anlayış getirmeye
çalışmıştı. O da, öğretmeni gibi kendini öldürünce, okul, bir süre
Khrisippos’un (İ.Ö. 280-206) yönetiminde kaldı. Daha sonra
Panaitios (İ.Ö. 180-110) ve Poseidonios (İ.Ö. 135-51), öğretiye,
Platon ve Aristoteles düşüncelerini karıştırdılar. Panaitios,
Roma’nın ünlü komutanı Scipio’nun arkadaşıymış. Okulun Roma’ya
yerleşmesinde, bu arkadaşlığın yardımı olmuştur. Romalılar stoanın
peşinde düşünsel bakımdan nasıl önemli bir güç kazanmışlarsa, stoa
da Romalıların elinde yepyeni bir kişilik elde etmiştir.
Romalılar, önce, stoayı karışmış düşüncelerden kurtararak
eklektizmden ayırmışlar, sonra da onu kendi güçlerine uygun bir
biçimde Romalılaştırmışlardır. Şunu da unutmamak gerekir ki, her
ne kadar çarmıha germişlerse de, artık dünya üstünde bir İsa
yaşamış bulunmaktadır. Stoa öğretisi, bir hayli güçlenmekte olan
karşıt bir öğretiyle savaşmak zorundadır. Bununla beraber stoa,
pek güçlü kalıcı değerleri yüzünden, ortaçağın kilise babalarını
bile etkileyecektir. Putçulukla Hıristiyanlık arasında son savaş
köylerde olmuş ve sonunda putçuluğu yenen Hıristiyanlık, bu
savaşta kazanabilmek pahasına, ilkelerinden birçoklarını putçuluğa
bağışlamak zorunda kalmıştır (bkz. Hpnse Leonard, Hellen Latin
Eskiçağ Bilgisi, Suat Yakup Baydur çevirisi, c. ıı, s. 405-406).
BABA VE OĞLU
Düşünsel alanda gelişen ruh ve madde ikiliğine karşı, eylemsel
alanda da ezenler ve ezilenler ikiliği gelişiyordu.
İsrailoğullarının İlyaşa, Amos, Yuşa, Ermiya gibi peygamberleri
güçsüzler adına seslerini duyurmaya başlamışlardı. Çoban peygamber
Amos şöyle haykırıyordu: "Ey İsrailliler, Asdot ve Mısır
ülkelerindeki saraylara seslenerek deyin ki: Samarie dağlarının
üstünde toplanın ve neler çektiğimizi görün. Tanrı Yahova
buyuruyor ki, onlar doğru olanı bilmiyorlar. Bana adaklar sunmakla
üstlerine düşeni yaptıklarını sanıyorlar. Onların adaklarını
istemiyorum. Bilin ki, yakında, Tanrı’nın tüzesi ve yargısı
yeryüzünde seller gibi akacak..."
Hıristiyanlık, yeni bir din kılığı altında eski Yunan’ın stoa
felsefesini dile getiriyordu. Doğal yaşayışa dönülmeliydi. İsa
şöyle sesleniyordu: Gökteki kuşlara bakınız; ne ekerler ne
biçerler, ne kilerleri ne ambarları vardır, oysa Baba onları
yeterince beslemektedir. Kırdaki çiçeklere bakınız; ne çalışırlar,
ne iplik eğirirler, oysa Baba onları yeterince giydirmektedir. Vay
şimdi tok olanların haline, çünkü aç kalacaklardır. Vay şimdi
gülenlerin haline, çünkü ağlayacaklardır.
Gerekli olan, toplum sınıflarını altüst edecek yeni bir düzendi.
Musa’nın yarar ölçüsüne karşılık İsa, bu düzeni sağlamak üzere,
yoksulluk ölçüsünü getiriyordu. Gerçek erdem yoksulluktaydı. Tanrı
katına ancak yoksullar ulaşabileceklerdi.
Nasıra kasabasında doğan doğramacı İsa, bütün insanların
kardeşliğine dayanan yeni bir düşünce getiriyordu. İnsanların
hepsi Baba Tanrı’nın çocuklarıydı. İnsanın ruhu, Tanrı’nın
ruhuydu. Tanrı, insanın içindeydi. Babası nasıl kendisiyse,
kendisi de öylece babasıydı. İlk bakışta karışık gibi görünen bu
idealizm, şu düşünceye varmaktadır: İnsan, kendisinin Tanrısıdır.
İnsanlar ancak sevgiyle birbirlerine bağlanabilirlerdi. Sevmek
içinse eşitlik gerekiyordu. Eşitliği sağlayan yoksulluktu.
Bu
yüzdendi ki, "bir devenin iğnenin gözünden geçmesi, bir
varlıklının Tanrı ülkesine girmesinden kolay"dı. İnsanların,
yüzlerini bile görmeyeceği mirasçıları için para biriktirmesi
saçmaydı. Gökteki kuşlara bakmalıydı, onlar ne ekiyorlar ne de
biçiyorlardı, ne kilerleri ne de ambarları vardı, ama Baba onları
pekala besliyordu. Biri sevilip ötekine yüz çevrilmeden iki
efendiye birden kulluk edilemezdi, ya Tanrı’ya kulluk ya da Mamon’a (eski Suriyelilerin zenginlik tanrısı) kölelikten birini
seçmek gerekiyordu. Ne yiyecek ne de giyecek için kaygı
çekilmemeliydi; yaşamak yiyecekten, beden giyecekten daha soylu
değil miydi? Kır zambaklarına bakmalıydı, ne çalışırlar, ne iplik
eğirirlerdi, oysa Süleyman bile onlar gibi giyinememişti. Bir kır
otunu böyle giydirebilen Baba, insanlara neler yapmazdı? Yarın
için kaygı çekmemeliydi, çünkü yarın denilen gün kendi kaygısını
çekiyordu, her güne kendi derdi yeterdi.
Dünya kötülüklerle doluydu. Krallar peygamberleri öldürüyor, din
bilginleri başkalarına emrettiklerini kendileri yapmıyorlardı.
Doğrular eziliyor, iyilere ağlamak düşüyordu. Oysa gök saltanatı
gelmek üzereydi; Tanrı, iyilere düşman olan dünyadan iyilerin
öcünü alacaktı. İyiliğin egemenliği yakındı, iyilik çağının
başlaması birdenbire olacaktı. Bu, dünyanın en önemli devrimiydi.
Büyükler küçüklüğü, küçükler de büyüklüğü tadacaktı. Gök
saltanatı, iyi balıklarla kötü balıkların bir arada kaynaştığı
büyük bir ağın savrulmasıydı. İyi balıklar ayıklanacak, kötülerse
yeniden denize atılacaktı. Gök saltanatı, iyi bitkilerle kötü
bitkilerin birbirlerinden ayrılacakları saatti. Karamuğun
buğdaydan ayrılacağı an gelmek üzereydi.
Bu düşüncelerden çoğu İsa’dan önce de biliniyordu. Ruhların
özgürlüğü, eski Yunan’dan geliyordu. Danyal, gök saltanatından söz
açmıştı. Sirakh oğlu İsa, Gamaliel, Soho’lu Antigone, Hillel gibi
adamlar bunlara benzer sözler söylemişlerdi. Özellikle, dinin
iyilik etmekten ibaret bulunduğunu söyleyen Sirakh oğlu, adaşından
çok daha önce ona önderlik etmişti. Oysa bütün bu davranışlar,
İsa’nın uyandırdığı ilgiyi doğuramamıştı. Çünkü İsa, hiçbir
ayrılık gözetmeksizin, dünyanın bütün yoksullarına sesleniyordu.
İsa’dan sonraki ilk yüzyıllar, yoksulluğu en büyük erdem sayan
yüzyıllardır. Ortaçağın sonlarına kadar, dünyanın her yerinde,
yoksul anlamındaki ebion tilciğinden yapılan ebionistler adı
altında dilenci orduları türemiştir. Özellikle, bilimin sıkı bir
baskı altında tutulduğu en karanlık çağ olan ortaçağ, böylesine
dilenci mezhepleriyle doludur. Lyon yoksulları, İncil yoksulları,
Fratricelle’ler, Begard’lar, [sayfa 102] Bonhomme’lar bunların
sayısız örneklerinden birkaçıdır. Bütün bu mezhepler, İsa’nın en
gerçek çırakları olduklarını savunuyorlardı. Yoksulluktan da öteye
giden bir çeşit dilencilik, yüzyıllar boyunca, en büyük ermişlik,
varılması gereken tek erdem sayılmıştır. XIII. yüzyılda yeni bir
din kurma yolunda beliren Ambria olayı, yoksullar adına
yapılmıştı. İsa’nın hikayemsi öğütlerinden biri ebionistlerin
amacı olmuştu: "Varlıklı bir adam vardı, yiyip içip keyfine
bakardı. Lazar adında bir yoksul da yaralar bereler içinde
kıvranır, varlıklının artıklarıyla geçinirdi, yoksulu İbrahim’in
kucağına vermişlerdi. Cehennemin acıları içinde kıvranan varlıklı;
ey İbrahim baba, diye bağırdı, Lazar’ı gönder de parmağının ucunu
suya batırıp dilimi serinletsin, çok acı çekiyorum... İbrahim
şöyle karşılık verdi: Ey oğul, sen dünyada iyilik payını alırken
Lazar kötülük payını alıyordu. O şimdi acılarını unutacak, sen acı
çekeceksin".
İsa’nın yaptıkları ve söyledikleri Matta, Markos, Luka ve Yuhanna
tarafından dört İncil’de anlatılmıştır. Hıristiyanlığın kutsal
kitabı, Eski Ahit adı verilen Tevrat’ı bütünüyle kapsadığı gibi
Yeni Ahit adı altında dört İncil’le birlikte daha birçok mektup ve
vahyi toplamıştır. Hıristiyanlık, ilk biçimiyle, bir Yahudi
mezhebi olarak belirmiştir. Hıristiyanlığın bir sistem olarak
yayılışı, İsa’nın ölümünden sonra, Tarsus’lu Pavlus’un işidir.
Yeni Ahit’te yer alan Resullerin İşleri adlı kitabında şöyle
demektedir: "Bütün ulusları İsa Mesih’e imana çağırmak üzere onun
aracılığıyla inayet ve peygamberlik aldım. Roma’da bulunan
kutsallığa çağrılmış bütün sevgililerine Babamız Allah ve Rab İsa
Mesih’ten inayet ve selam olsun". Pavlus, bu mektuplarında,
Yahudiliğin erdemlerini anlatarak ulusları İsa’nın Yahudi
mezhebine çağırmaktadır. Romalılara mektubunda, "Yahudiliğin
erdemleri çoktur, çünkü onlar Allah’ın vahiylerine kavuştular,
Allah onlara emniyet etti" demektedir. Eski ve Yeni Ahit’lerin
tümünü kapsayan Hıristiyanlığın kutsal kitabı, Yuhanna’nın
vahyiyle son bulmaktadır. Kutsal kitabın son buyrukları şunlardır:
"Bu kitabın peygamberlik sözlerini her işiten ben şehadet
ediyorum. Eğer bir kişi bunlara bir şey katarsa Tanrı da bu
kitaplarda yazılmış olan belaları ona katacaktır, eğer bir kişi
bunlardan bir şey çıkarırsa, Tanrı da onu bu kitapta yazılmış olan
hayat ağacından ve kutsal şehirden çıkaracaktır. Bütün bunlara
şahadet eden, tez geliyorum, diyor. Amin; gel ya Rab İsa!.."
GEREKLİ OLAN
İsa, "Marta, Marta... ne çok şey istiyorsun? Oysa gerekli olan
yalnız bir şeydir" demişti. Ne demek istediği belli ama insanlara
daha ve başkaca birçok şeyler gerekmekte.
Tarihsel süreçte Yunan mucizesi’ni Roma mucizesi izlemektedir. Can
çekişen Yunan köleciliği, yerini, gittikçe gelişen Roma
köleciliğine bırakıyor. Yunanlılar, tarihsel pratiğin teorisini
kurmuşlardı, Romalılarsa Yunan teorisinin pratiğini
gerçekleştiriyorlar. Romalıların düşünsel yaşamı, stoacılığın
Roma’ya sokulmasıyla [sayfa 103] başlamıştır. Roma stoacılığının
ünlü düşünürleri Marcus Tullius Cicero (İ.Ö. 106-43), Annaeus
Seneca (3-65), köle Epiktetos (50-130) ve İmparator Marcus
Aurelius’tur (121-180). Stoacılığın Roma’ya yerleşmesinde stoacı
Panaitios’la Roma’nın ünlü komutanı Scipio ve stoacı Diodotos’la
Roma’nın ünlü devlet adamı Cicero arasındaki dostlukların büyük
yardımı olmuştur.
Romalılar stoa öğretisiyle nasıl düşünsel bir
güç kazanmışlarsa stoa öğretisi de Romalıların elinde yepyeni bir
kişilik elde etmiştir. Romalılar, önce, stocalığı karışmış
düşüncelerden temizleyerek eklektizmden kurtarmıştır, sonra da onu
kendi güçlülüklerine uygun olarak Romalılaştırmışlardır. Bundan
başka stoacılık, yeni filizlenen Hıristiyanlıkla da savaşmak
zorunda kaldığından yeni değerlere yönelmiştir. Buna karşı
Hıristiyanlık da putçulukla yaptığı bu savaşı k
Marcus Tullius Cicero’nun (İ.Ö. 106-43) bu konudaki önemi, daha
çok, hemen bütün Yunan felsefesini Romalılara tanıtmış
olmasındadır. Bu bakımdan Roma felsefe dilinin babası sayılıyor.
Stoacı Diodotos’un yakın dostuydu. Yunancayla stoacılığı ondan
öğrenmiş olmalıdır. Filozof olarak stoacılığa pek bir şey katmış
değildir. Şu örnekte de görüleceği gibi, düşüncesi, stoa temeline
dayanmaktadır: En gerçek kanun, doğru akıldır. Doğru akıl, doğaya
uygun, bütün varlıklarda aynı, değişmez, yok olmaz bir güçtür. O,
bize görevimizi gösterir. Namuslu adam, onun buyruk ve yasaklarına
kulaklarını tıkamaz.
Bu kanun, hiçbir değişme tanımaz; Atina’da
başka, Roma’da başka değildir. Bu, bütün zamanlarda ve bütün
ulusları yöneten tek ve aynı kanundur (De Rebuplica 3. kitap, XXII).
Annaeus Seneca (İ.S. 3-65), ruhun ölümsüzlüğüne inanmak gibi ruhçu
çıkışlarına karşın, özellikle doğa bilimi bakımından stoacılığa
yeni değerler kazandırmıştır. Şu mektuplar, onun stoacı
düşüncelerini belirtmektedirler: Ölçülü tutkuları olmak mı, ya da
hiçbir tutkusu olmamak mı daha iyidir dersin Lucilius?.. Bizim
stoacılar hiçbir tutkuyu istemiyorlar, Aristocularsa ölçülü olmak
şartıyla kimilerine göz yumuyorlar. Ben, kendi payıma, bir
hastalıktan vücudun nasıl yararlanabileceğini anlamıyorum. Korkma,
elinden alınmasını istemediğin hiçbir şeyi senden ayıracak
değilim. Ben, ancak kötü ve bozuk olanı alacağım senin elinden.
Şehveti ve sefihliği senden alıyorum ama yaşayışını tatlı
kılabilecek her şeyi sana bırakıyorum. Onlar seni yöneteceği
yerde, sen onları yönet.
Bütün tutkuların doğal kaynaktan
çıktığını bilmez değilim. Bunlar, yaşamaya katlanabilmek için
gereklidir. Ancak, şehvet ve sefihlik, yaşamaya katlanabilmek için
değil, sadece kendileri için gereklidirler. O halde kapılarımızı
bunlara kapayalım. Çünkü onları içeri almak kolaydır ama dışarıya
atmak zordur Lucilius... (Lucilius’a Mektuplar, CXVi). Köle de ne
demek oluyor Lucilius? Şehvet ve oburluğun yüzünden asıl köle sen
değil misin? Hepimiz aynı kökten, aynı kaynaktan gelmekteyiz. Hiç
kimse başkasından daha soylu değildir. Evlerinin avlusunu
atalarının resimleriyle süsleyenler, soylu değil, ünlüdürler.
Herkesin bir tek babası vardır, o da Gök Tanrı’dır. Parlak ya da
sönük basamaklarla herkesin kütüğü ona çıkar (De Beneficiis, XXVIII). Sadece namusun iyi olduğunu anlamadıkça mutlu
olamazsın Lucilius. Çünkü mutlu yaşamak için kuşkuyla titrememek
gerekir. Bizi güvene götüren tek bir yol varsa o da bütün dış
şeyleri hor görmek ve namusla yetinmektir. Kendini erdeme değil de
talihe bırakırsan özgürlüğünden olur, başkalarına boyun eğersin.
Gerçek iyiler, aklın verdikleridir. Çünkü onlar, sağlam ve
süreklidir. Mutluluk budur Lucilius... (Lucilius’a Mektuplar, LXXV).
Epiktetos (İ.S. 50-130), ölümsüzlüğe inanmaz, bitimsiz bir
yaşayışı düşünmeyi açıkça gülünç bulur. Eski stoaya bağlı sert bir
ahlakçıdır. Efendisi sakat bacağını bükerek eğlenirken, yapma
kırarsın, demiş. Bacak kırılınca da, hiçbir şey olmamış gibi,
soğukkanlılıkla, kırarsın demedin mi, diye mırıldanmakla yetinmiş.
Bu olay onun Andreia erdemine ne büyük bir düşünce gücüyle
bağlandığını tanıtlamaktadır (İnsanların, kırılan bacağa katlanmak
yerine, o bacağı kırdırmamak gerektiğini öğrenmeleri için daha pek
uzun yıllar geçecektir). Tek satır yazmamıştı. Düşüncelerini,
öğrencilerinin tuttuğu notlardan öğreniyoruz. Bu notlarda,
örneğin, şunları söylemektedir: Bilgelik, elimizde olan ve olmayan
şeyleri bilmek ve ona göre davranmaktır. Elimizde olanlar
davranışlarımız, elimizde olmayanlarsa vücudumuzdur. Senin olanı
kendine ayır, senin olmayanın yakasını bırak. En büyük felaket,
ölümü felaket saymaktır. İsteklerinin her halde gerçekleşmesini
istiyorsan sadece kendi elinde olanları iste Her şeyin iki kulpu
vardır. Biri onu taşımaya elverişli, öbürü değildir. Kardeşin sana
bir kötülük ederse, onu sana kötülük ettiği yandan alma. Çünkü o
kulp onu taşımaz. Kardeşin olduğu yandan al. Çünkü onu
taşıyabilecek kulp, bu kulptur. Yapacağın işi ölç. O yükü
kaldırabilecek misin? Güreşçi olmak istiyorsan kollarına bak.
Filozof olmak istiyorsan, başkaları kadar yemekle beraber,
filozoflar kadar içmekle yetinip yetinemeyeceğini düşün. Bugün
filozof, yarın tefeci, öbür gün Kayser’in vekilharcı olamazsın.
Tek bir adam olman gerek, iyi ya da kötü tek bir adam.
Bilge odur
ki kimseyi kötülemez, kimseyi övmez, kimseden yakınmaz, kimseyi
suçlamaz. O, bütün isteklerini kökünden söküp atmıştır. Yalan
söylememek gerektiğini her zaman tanıtlarız ve her zaman yalan
söyleriz. Gerekli olan, "neden yalan söylememeli?" sorusunun
karşılığını bulmak değil, yalan söylememektir. Doğa yasası, her
doğanın ölmesini gerektirir. O halde ölmen gerek. Ben sonsuzluk
değilim. Nasıl saat günün bir parçasıysa ben de bütünün bir
parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Geçip gitmenin
biçimi hiç de önemli değil. İster sıtmayla olsun, ister suyla...
Görevimiz, elimizde olanı yapmak, üst yanına kulak asmamaktır.
Deniz yolculuğuna çıkacaksam gemiyi, kaptanı, mevsimi seçerim.
Çünkü bunlar benim elimdedir. Yolda bir fırtına koparsa umursamam,
çünkü bu, benim elimde değildir. Nasıl kaptanı seçmek benim
görevimse, fırtınayla uğraşmak da öylece kaptanın görevidir, o
düşünsün, bana ne.. (Düşünceler-Sohbetler).
İmparator Marcus Aurelius (İ.S. 121-180) da, Seneca gibi, ruhun
ölümsüzlüğüne inanıyor. Bir yandan da Epiktetos gibi, sert bir
ahlakçıdır. Eski stoanın, kendi kendisiyle hesaplaşmak (nefis
murakebesi) ilkesini en iyi uygulayanlardan biri [sayfa 105]
olduğunu şu yapıtıyla da tanıtlamıştır: Kendime Bakışlar... Marcus
Aurelius’a göre bizler, bir bağ kütüğü gibi yemiş vermek için
yaşamaktayız. Aklımız, bedenimiz üstünde egemen olamayacak kadar
güçsüzleşmişse, yaşamaktan isteğimizle ayrılmalıyız. Seneca’nın da
dediği gibi, yeterince yaşamak elimizdedir. Marcus Aurelius şöyle
demektedir: Doğaya uygun olarak yaşa ve ondan tasalanmadan ayrıl,
tıpkı olgunlaşmış bir yemiş gibi. Yemiş olgunlaşınca kendisini
yaratmış olan ağaca ve toprağa minnet duyarak yere düşer... Roma
köleciliğinin pratik yaşamı günümüz anamalcılığını hazırlaya
dursun, teorik yaşamından günümüze sadece iki mutluluk öğüdü
kalmıştır.
Mutluluğun engellerinden biri de ölüm korkusudur. Öleceğini bilmek
düşüncesi, umut kırıcı bir düşüncedir. Ölüm olayı bir anda meydana
gelecektir.
Oysa, Bergson’un dediği gibi, her an meydana gelmediği
görüldüğüne göre, sürekli olarak tekrarlanan bu deney insanda
belirsiz bir kuşku yaratmakta, ölüm düşüncesiyle çöken kesinliğin
ürpertici etkilerini yumuşatmaktadır. Bu deney kendisini
oyalayarak, ölüm bunalımından kurtulmuştur. Bu oyalanma genç
insanlarda pek güçlüdür ama çan seslerinin duyulmaya başladığı
yaşlılık yılları kapıyı çalınca oyalanma gücü de bir hayli azalır.
Yaşlı insan, artık ölüm korkusunun baskısı altındadır.
Marcus Tullius Cicero (Çiçeron) bu baskıya karşı direniyor.
Yaşlılığın üstünlükleri yok mudur? diye soruyor kendi kendine Bu
üstünlükler mutluluk vermez mi?.. Cicero, yaşlılığın sorunlarını
dört bölümde topluyor: Çalışmaktan uzaklaşmak, bedensel çöküntü,
zevk yoksunluğu, ölüme yakınlık.
Cicero, Yaşlılık (De Senectute) adlı yapıtını altmış iki yaşında
yazdı. Bir yıl sonra, kafasının kılıçla kesileceğinden habersizdi.
Roma imparatorluğunun en ünlü kişilerinden biriydi. Konsüllük
etmişti. Usta bir söylevci, düşünce ve edebiyat adamıydı. Julius
Caesar’ın diktatörlüğünden sonra bir köşeye çekilmiş, kendini
büsbütün edebiyatla felsefeye vermişti. Caesar, senatoda
hançerlenince yeniden siyaset tutkusuna kapıldı. Roma’nın bir
hayli karışık günleriydi. Caesar’ı hançerleyenler yaptıkları işin
sonucunu alamadan kaçmışlar, meydanı boş bırakmışlardı: Cicero, bu
boşluktan yararlanmasını bilen Marcus Antonius’e karşı, Caesar’ın
yeğeni genç Octavius’ü tuttu. Antonius’le Octavius birleşince,
büyük mutluluğuna inandığı yaşlılığını yaşayamadı. Kafası
kesilerek öldürüldü.
Cicero, dört bölümde topladığı yaşlılık sorunları üstünde, ayrı
ayrı düşünüyor. Yaşlılığın yapacağı işler yok mudur? diye soruyor
önce Yaşlılar, gençlerin yaptıkları işleri yapamazlar, bedensel
güçleri yetmez, doğru ama çok daha büyük, çok daha değerli işler
yapabilirler. Büyük işler, çeviklikle değil, bilgi ve düşünce
gücüyle yapılır. Yaşlılık bu güçleri artırır. Isparta’da en önemli
görevlerde bulunanlara Yaşlılar, bunların kurullarına da Yaşlılar
Kurulu denirdi. Yaşlandıkça belleğimizin (hafıza) gücünü yitirdiği
sanısı doğru değildir. İşletmezsen ya da yaratılıştan ağır
işliyorsa güçsüzdür elbet. İşleyen akıl gücünü yitirmez.
Oğulları,
yaşlılığından ötürü mallarını yönetemiyor diye koca Sophokles’i
suçlamaya kalkmışlardı. Sophokles, yargıçlara, o sırada yazdığı
Oidipus Kolomnosta’yı okudu. Yargıçların parmağı ağzında kaldı.
Homeros’u, Simonides’i, İsokrates’i, Gorgias’ı, Platon’u,
Pythagoras’ı, Zenon’u, [sayfa 106] Diogenes’i düşünün. Bunlar, en
ünlü yapıtlarını en yaşlılık günlerinde vermişlerdi. İnsan çok
yaşayınca görmek istemediği birçok şeyi görür derler. İyi ama
görmek istediği birçok şeyi de görür.
Yeni yetiştiğim sıralarda bir boğa ya da bir fil kadar güçlü olmak
umurumda değildi. Şimdi de gençlikteki gücümü yitirişim umurumda
değildir. Elinde olanı kullanmak gerek. Ünlerini kollarındaki güce
borçlu olanlar hayıflanabilirler. Kafa gücüyse son soluğa dek
sürer. Kyros, ölürken, iyice yaşlandığı halde, hiçbir gün kendini
gençliğindekinden daha güçsüz bulmadığını söylemişti. Milon,
Olympia meydanına omuzlarında canlı bir öküzle girmiş. Sana böyle
bir omuz gücünün mü, yoksa Pythagoras’ınki gibi bir kafa gücünün
mü verilmesini isterdin? Hiçbir iş yapamayacak kadar yaşlılar da
vardır elbet ama bu güçsüzlük yaşlılığın işi değil, sağlığın
işidir. Sağlığını koruyan yaşlı, böylesine güçsüzleşmez. Bundan
başka, gençler bile zayıf yapılı olabildiğine göre, yaşlıların
zayıf yapılı olmasında şaşılacak ne var? Bunaklık denilen
aptallık, her yaşlıda değil, az akıllı yaşlılarda olur. Hem bunak
gençlerin sayısı daha mı az? Cacilius, komedilerdeki budala
kocamışlar, derken; her şeye inanıveren, unutkan, gevşemiş
yaşlıları anlatmak istemişti. Bunlarsa yaşlılığın değil uyuşuk,
tembel, uykucu bir yaşlının kusurlarıdır. Çalışkan yaşlı,
yaşlılığının geldiğini duymaz bile Böylece, haberi olmadan
yaşlanır. Birden çöküvermez, yavaş yavaş söner.
Yaşlılar aşırı zevklerden yoksundur. Eğer yaşlılık, bizlerden,
gençliğin o en kötü kusurunu uzaklaştırıyorsa ne büyük bir iyilik
ediyor. Bedensel zevk, doğanın insanlara verdiği en büyük beladır.
Şehvetin göze aldırmadığı hiçbir kötülük yoktur. Şehvetle erdem
bir arada bulunamazlar. Akıl, zevk isteğini uzaklaştırmaya
yetmiyorsa, bunu yapabilen yaşlılığa saygı duymalıyız. Her şeye
yettiği halde zevk isteğini durdurmaya yetmeyen aklı düşünün,
aşırı zevk isteğinin kötülüğünü daha iyi anlarsınız, akıl size
gerekiyorsa eğer. Aşırılığa kaçmayan zevklerdense yaşlılar da
yararlanabilirler. Yaşlılar, güzel sofralardan, sık sık boşaltılan
kadehlerden uzak kalıyorlarsa sarhoşluktan, hazımsızlıktan,
uykusuzluktan da uzak kalıyorlar demektir. Yaşlılar, iyi
sofraların başında otururlar. Konuşma hevesini artırıp yiyip içme
hevesini azaltan yaşlılığa çok şeyler borçluyuz ama insanın içini
gıcıklayan öyle zevkler vardır ki, yaşlılar bunları duyamazlar
diyebilirsiniz. Doğru, ama yaşlılar bu zevklerin yokluğunu da
duymazlar. Yokluğunu duymadığın şeyin üzüntüsünü de duymazsın. Bir
şeye karşı istek duymayan ondan yoksun kalmış değildir. Bir bakıma
bu yoksunluk da pek o kadar büyütülmemeli. Bir tiyatroyu ön
sıralardan seyredenler daha çok zevk alır ama arka sıralardan
seyredenler de zevk alır. Zevk düşkünlüğüne, yükselme hırsına,
başkalarını geçmek için didinmeye, tutkuların tümüne kölelik
ettikten sonra ruhun yapayalnız kalması, kendisiyle baş başa
yaşaması ne paha biçilmez bir zevktir. Eğitim ve bilgiyle
beslenince, insana, istediğini yapmak için gereken zamanı bırakan
yaşlılıktan daha hoş bir şey olamaz. Solon, bir mısraında ne güzel
söylüyor: Her gün bildiklerime birçok şeyler katarak yaşlanıyorum.
Yaşlılık ölüme yakınmış. Onca yıl yaşayıp da ölümün küçümsenmesi
gerektiğini anlamayan yaşlıya yazıklar olsun. Hangi genç budala
akşama kadar yaşayacağını kesinlikle söyleyebilir? Hem
gençlerde insanı ölüme götüren nedenler yaşlılardan daha çoktur.
Yaşlıların sayısının az oluşu da gençlerin daha çok öldüklerini
göstermiyor mu? Ölüm, ruhu tümüyle yok ediyorsa, üstünde durulmaya
değmez, onu sonsuz bir ömür yaşayacağı bir yere götürüyorsa,
istenilmesi gereken bir şeydir. Ölüm, gençlerin de başında
olduğuna göre, niçin yaşlılığı kötüleme nedeni olsun? Ben, kendi
payıma, oğlumun ölümünü görmekle ölümün yaşa bakmadığını acı bir
deneyle öğrenmiş bulunuyorum.
Bir genç uzun bir süre yaşayacağını
umar, bir yaşlıysa böyle bir umut besleyemez, diyebilirler. Kesin
olmayan bir şeye umut bağlamak düpedüz budalalıktır. Bundan başka
yaşlı, gencin umduğunu ele geçirmiş bulunduğundan, daha iyi bir
durumdadır. Biri uzun bir süre yaşamayı umar, ötekiyse uzun bir
süre yaşamıştır. Bir aktörün hoşa gitmesi için oyunun bitmesi
gerekmez, oynadığı perdede beğenilmesi yeter. Bir ömür, kısa da
olsa, gereği gibi yaşamaya yetecek kadar uzundur. Elmalar hamken
çekilip kopartılır, olgunlaşınca kendiliklerinden düşerler.
Böylece, gençlerin canını da bir güç koparıp alır, yaşlılarsa
olgunluktan sönerler. Bu olgunluk, bana öyle tatlı geliyor ki,
uzun bir deniz yolculuğundan sonra karayı görür gibi oluyor,
sonunda bir limana varmak kesinliğinin hazzını duyuyorum. Önemli
olan, hayata doymuş olmaktır.
Her çağın, ayrı ayrı giderilmesi
gereken hevesleri vardır. Nasıl ki bir genç, bir çocuğun; bir orta
yaşlı da bir gencin heveslerini duymaz ve aramazsa bir yaşlı da
öylece kendinden önceki çağların heveslerini duymaz ve aramaz.
Yaşamaya doymanın anlamı budur. Tanrılardan biri bana yeniden
çocukluğa dönmemi bağışlasaydı bütün gücümle direnirdim. Yarışı
başarıyla bitiren at, meydanın öbür ucuna dönmek istemez.
Yaşadığıma pişman değilim, dünyaya boşuna gelmediğimi biliyorum,
ömrümü gereği gibi geçirdim. Ksenophon bir yapıtında, ölmek üzere
olan Kyros’a şunları söyletir: Sevgili çocuklarım, siz benim
ruhumu ne zaman gördünüz ki öldükten sonra göremeyeceğiniz için
ağlıyorsunuz? Cicero, yaşlılık üstüne söylevini şu sözlerle
bitiriyor: Keşke sizler de bu çağa gelseniz de benden
dinlediklerinizin doğru olduğunu kendi deneylerinizle
anlayabilseniz.
Marcus Tullius Cicero, Yaşlıktan (De Senectute), sonra Dostluk’u
(De Amicitia) da övdü. Düşünce, Aristoteles’le Theophrastos’tan
gelmektedir. Ancak, Romalı stoacı Cicero, dostluğun, Yunan
kökünden gelen tanımını Romalılaştırmıştır. Tanım, stoacılığın
temel düşüncesine uygundur: Dostluk, anlaşmaktır (symphonia).
Dostluk, insanların insanlarla ve tanrılarla ilgili her şeyde,
yakınlık ve sevgi duygularıyla anlaşmalarıdır. Ancak, iki insanın
birbiriyle anlaşabilmesi kolay değildir. Dostluğu gerçekleştirecek
bir anlaşmanın doğabilmesi için birtakım nitelikler ister. Bu
nitelikleri taşımayanlar, dost olamayacakları gibi, dost da
edinemezler. Cicero, yapıtında, bu nitelikleri bilimsel bir sıraya
sokarak saymamıştır. Yapıtın bütünü içinde, konuşmanın gidişine
göre serpiştirilen bu nitelikler, şöylece sıralanabilirler:
1. Dostluk, ancak iyi insanlar arasında gerçekleşebilir. İyilik,
dostluğun en gerekli niteliğidir. İyi olmayan insanlar dost
olamazlar ama iyiliğin ölçüsü nedir?.. Cicero, iyilik konusunda,
filozofların ölçülerini aşırı bulmaktadır. Filozoflara göre, bir
insanın iyi olabilmesi için, bilge olması gereklidir. Cicero’ya
göre, bu anlamda [sayfa 108] bir iyiliğe hiçbir ölümlü
erişememiştir. Bilgelik, kıskançlık dolu, karanlık bir sözdür. İyi
sayılmak için doğruluk, dürüstlük, hakseverlik ve cömertlik yolunu
tutmak yeter. Katıksız iyilik, erdemli kişide bulunur. Çünkü
dostluğu hem doğuran, hem sürdüren erdemdir. Genellikle iyi
sayılan insanlar, iyi insanlardır. Onların erdemleri, günlük
yaşayış için yeterlidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde bulunmayan
insanları düşlemek gerekmez.
2. Dostluk, sürekliliği gerektirir. Süreklilik niteliği bulunmayan
yerde, dostluğun sözü edilemez. Sürekliliği de ancak erdemlilik
sağlayabileceğine göre, bu nitelik, iyilik niteliğine sıkıca
bağlıdır. Cicero’ya göre, gerçek dostluklar ölümsüzdür. Ancak bu
sürekliliği sağlamak da kolay bir şey değildir. Ortaya çıkar
ayrılıkları çıkabilir, siyasal düşünceler çatışabilir, insanların
huyları değişebilir. Kara alınyazıları gibi, dostluğun üstüne
çöken öyle rastlantılar vardır ki, bunlardan kaçınmak, insan
bilgeliğinin değil, talihin işidir.
3. Dostluk, her alanda uyuşmayı gerektirir. Her alanda uyuşmamış
olanlar, süreklilik niteliğini, bundan ötürü de dostluğu
sağlayamazlar. Düşüncelerinde, beğenilerinde, yaşayışlarında
benzerlik bulunanlar, birbirleriyle uyuşabilirler. Ayrı
düşünceler, ayrı beğeniler, ayrı yaşayış biçimleri uyuşma yerine,
çatışma doğururlar. Her alanda uyuşmamış kişilerin dostluğu,
yalancı bir dostluktur ve her yalancılık gibi günün birinde
kırılıp dökülmek zorundadır.
4. Dostluk, sadakati gerektirir. Çünkü uzun bir süre uyuşmuş
bulunanlar, bu uyuşmanın bir, ya da birkaç niteliğini
yitirebilirler. Önceden uyuşmamış kişilerin dostlukları ne kadar
yalancı bir dostluksa, bu niteliklerin yitirilmesinden ötürü
bozulan dostluklar da o kadar yalancıdır. Gerçek dostluk,
ölümsüzdür. Talihin gözü kördür derler ama güler yüz gösterdiği
kişilerin de gözlerini kör ettiği bir gerçektir. Onlar, çok kez,
bir kendini beğenme ve dostunu hor görme duygusuna kapılabilirler.
Hiçbir şey, talihli bir budaladan daha çekilmez olamaz.
Kimilerinin; önceden erdemli insanlarken, kumanda ve yetki elde
ederek mutluluğa eriştikten sonra, değiştikleri, eski dostlarını
hor görüp yenilerine bağlandıkları görülebilir. Yetkileri ya da
paralarıyla alınabilecek her şeyi elde edip de, dostluğu, evrenin
bu en değerli ve en güzel süsünü elde etmemelerinden daha budalaca
ne olabilir? Alınabilecek olan şeyler, kim güçlüyse onun
malıdırlar. Dostluksa, sadece dostun malıdır.
5. Dostluk, akıllılığı gerektirir. Herkesin mallarını alırken,
sadece kendisinin olanı almasını beceremeyen budalalar dostluk
kuramazlar. Bu akıllılık, sevgi alanında filizlenen bir
akıllılıktır. Sevgi erdemi, dostlukları hem kurar, hem korur.
Çünkü, onda her türlü ahenk, süreklilik, sağlamlık vardır. Kendini
gösterip ışığını parlattığı zaman, başkasında da parladığını
gördüğü erdem ışığına yaklaşır, ondaki ışıktan da ışık alır.
Dostluk, işte bu ışıktan tutuşur. Sevgi ve dostluk sözcükleri aynı
kökten gelirler (Amor, amicitia, amore). Sevmekse, hiçbir şeye
gereksinmeden, hiçbir yarar beklemeden, sevilen’e bağlanmak
demektir. Akıllılık, gerçek olanla gerçek olmayanı ayırmada tek
ölçüdür. Yüze gülücüyle gerçek dostu, akıllılık ayırır.
6. Dostluk, birliği gerektirir. Taras’lı Arkhitas (İ.Ö. dördüncü
yüzyılda yaşayan Pythagorasçı filozof) ne doğru söylemiş: Bir
insan, göğe yükselerek evreni ve yıldızların [sayfa 109]
güzelliğini seyretseydi bu seyir ona hoş gelmeyecekti. Oysa
yanında gördüklerini anlatabileceği bir dostu bulunsaydı bundan
pek hoşlanırdı... Evet, doğa yalnızlığı sevmiyor. Dostluğun en
tatlı yanı da, doğanın istediği bu birlikteliği
gerçekleştirmesidir.
Doğa, ne istediğini, ne aradığını bu kadar
açık olarak belli ettiği halde, bilmem nasıl oluyor da bu kadar
sağırlaşabiliyor, doğanın uyarmalarına kulaklarımızı bu kadar
tıkayabiliyoruz?.. Dostlar arasında, sadece sevgi ve beğenme
değil, saygı da bulunacaktır. Doğa, dostluğu, erdemin yardımcısı
olsun diye vermiştir, kötülüklerin yardakçısı olsun diye değil.
Onun amacı şudur: Erdem, tek başına en üstün iyi’ye erişemediğine
göre, oraya başkasıyla birleşip ortak olarak erişsin. İşte, bence,
diyor Cicero, insanların peşinde koşmaya değer saydıkları her
şeyi, şerefi, ünü, ruhun sükun ve sevincini içine alan birlik, bu
birliktir. Bütün bunlar var olunca, yaşamak, mutlulukla dolar.
Bunlar olmadan mutlu olunamaz. Mademki bu birlik, en üstün
iyilik’tir, onu elde etmek istiyorsak, erdem kazanmaya çalışalım.
Erdemsiz, ne dostluğa, ne de herhangi bir şeye erişebiliriz.
Erdeme değer vermeden dost edindiklerini sanan insanlar bir gün
kötü bir olayla karşılaşmak zorunda kalırlarsa, o zaman; ne kadar
yanılmış olduklarını anlayacaklardır. Atinalı Timon bile
(insanların nankörlüğünden tiksinerek yalnızlığı arayan Atinalı
zengin), tiksintisini dökebilecek bir insan aramamaya
katlanamamıştır.
Cicero, yapıtında, dostluğun sınırlarını da çizmeye çalışıyor.
Soruyor: Acaba, Coriolanus’ün (İ.Ö. V. yüzyılda yaşayan Romalı
komutan, önceleri pek sevildiği halde, sürgün cezasına
çarptırılınca Roma’nın üstüne yürümeye kalkmıştı) dostları
olsaydı, vatana karşı, onunla birlikte silaha sarılırlar mıydı?..
Doğa, dostluğu, erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir,
kötülüklerin yardakçısı olsun diye değil. Dostluğun temeli, erdeme
karşı duyulan saygıya dayandığına göre, insan erdemden ayrılırsa,
dostluk süremez. Utanç verici bir şey istememek, istenince de
yapmamak, dostluğun en kutsal yasasıdır. Dosttan şerefli şeyler
istemek, dost uğruna şerefli şeyler yapmak, dostluğun en kutsal
yasasıdır.
Bu konuda üç düşünce ileri sürülmektedir:
a) Dostumuza karşı, kendimize beslediğimiz duyguların aynını
beslemek düşüncesi: Bu düşünce, doğru bir düşünce değildir. Çünkü,
kendimiz için yapamayacağımız nice işler vardır ki, dostlarımız
uğrunda pekala yapabiliriz. Örneğin, kendimiz için yalvarmak
şerefsizlik olduğu halde, dostumuz için yalvarmak ne büyük
şereftir.
b) Dostumuza karşı, dostumuzun bizim için beslediği duyguların
aynını beslemek düşüncesi: Bu düşünce de, doğru değildir. Yapılan
ve görülen iyiliklerin eş olmasını istemek, dostluğu çok ince ve
derin hesaplara vurmak demektir. Gerçek dostluk, daha zengin, daha
cömerttir. Aldığından çok vermemekte bu kadar titiz davranmaz.
c) Dostumuza karşı, onun kendisine beslediği duyguların aynını
beslemek düşüncesi: Bu düşünce de yanlıştır. Çünkü, kimi
insanların güçleri kırılmış, ya da başarıya ulaşma umutları
yitirilmiş olabilir. Dostunun da onun gibi düşünmesi dostluğa
yaraşmaz. Tersine, dost, dostunun güçsüzlüğünü gidermeye,
yitirilen umutlarını desteklemeye çalışan kişidir.
Öyleyse, gerçek dostluğun sınırları başka türlü çizilecektir:
Töresel bir temizlik içinde katıksız bir anlaşma.
Dostluk üstüne söyleyeceklerim işte bunlar, diyor Cicero, size
gelince, siz erdeme öylesine değer verin ki, -onsuz dostluk
olamaz- erdemden başka hiçbir şeyin dostluğa üstün
tutulabileceğine inanmayın.
Antikçağ Yunan bölünmezciliği (Atomculuğu)’nin büyük ve güçlü
ürünü Epikurosçuluk’tur. Epikurosçuluğun büyük ürünü de Latin
özdekçiliği’nin başlıca temsilcisi Lukretius’dur. Özdekçilik,
böylelikle, eski Yunan’dan eski Roma’ya geçmiş bulunmaktadır. Bu,
öylesine bir geçiştir ki, yüzyıllarca sonra Batı’yı uyandıracak ve
özdekçilik anlayışına geniş boyutlar kazandıracaktır. İdealizme
pek yakışan bir güçlüler egemenliğinin vatanı olan Roma’da
Lukretius, Roma’nın bütün görkemine direnen sağlam bir tohum
gibidir. Roma egemenlerinin çıkarlarına uygun düşen dinsel ve
gizemsel felsefenin temsilcileri Cicero, Seneca, Epiktetos ve
Marcus Aurelius’un bütün çabalarına karşın bu tohum gittikçe
verimli olmaktan alıkonulamamıştır. Benjamin Farrington,
Epikuros’un Tanrıları ve Roma Devleti adlı yazısında şöyle der (The
Modern Quarterly, sayı 3, c. I, Londra, s. 214): "Epikurosçuların
ona karşı: duydukları taparcasına sevgi, Cicero’nun hoşuna
gitmiyordu. Tusculenedes, İ.Ö. 45 yılında Epikurosçuluğun Roma’da
yayılışına öfkeleniyor, başka bir felsefenin önerilmesini
amaçlıyordu". Epikuros özdekçiliği’nin Roma’da yayılışının başlıca
etkenleri, onun ilk çeviricisi Amafinius’le Lukretius’dür.
(Bilinmesi gerekir ki Lukretius, Roma’da, kendisinden hiç söz
edilmemek yoluyla baltalanmıştır. Kimi incelemecilere göre, bu
susku, örgütlenmiş ve bilinçli bir suskudur.
Çağımızda da
uygulanan bu yöntem bir dereceye kadar etkendir. Nitekim Lukretius’un kişiliği ve yaşamı üstüne bu yüzden hemen hiçbir
bilgi kalmadığı gibi, yazılarının çoğu da yitip gitmiştir).
Günümüze kalan parçalarından birinde büyük özdekçi düşünür şöyle
der (Lukretius, Nesnelerin Doğası Üstüne, kitap II, satır 59-63):
"Kendi zenginliklerini arttırmak için vatandaşlarının kanlarını
dökerler. Cinayet üstüne cinayet işleyerek zenginliklerini iki
katına çıkarırlar. Kardeşlerinin cenaze törenleri onlar için haz
konusu, yakınlarının sofraları kin kaynağıdır". Lukretius’un bütün
düşüncelerini ve Epikuros özdekçiliğine katkısını De Rerum Natura
adını taşıyan bu şiirden öğreniyoruz. Bu şiir altı kitaba
bölünmüştür.
Lukretius’a göre; evren sürekli olarak devinen
özdekten meydana gelmiştir, başlangıcı ve sonu yoktur,
yaratılmamıştır ve yok olmayacaktır, zaman ve uzay devinen özdeğin
dışında varolamaz, bunlar birbirleriyle bağıntılıdırlar, özdeğin
bölünebilirliği atomda biter; evrenin bütün değişik görünüşlerinin
içinde bu atomlar vardır, doğayı açıklamada yaratıcı ilkeler hayal
etmek yanlıştır ve yalandır, sonsuz olan evrende sayısız dünyalar
vardır, bu dünyalar hep aynı atomsal özdeklerden meydana
gelmiştir, devim özdeğin bir özelliğidir ve hiçbir doğadışı
varlığın fiskesiyle meydana gelmiş değildir, demir gibi en katı
cisimlerin bile içi sonsuz bir devimle devinmektedir. Görüldüğü
gibi, çağdaş bilimin birçok verileri bu şiirde verilmiştir.
Dikkat
edilmesi gereken nokta, bu gibi özdekçi düşüncelerin her zaman
şunlar gibi sosyo-ekonomik gözlemleri de birlikte getirmiş
olmasıdır: "İnsanların gümüş ve altın damarlarını izlediği,
toprağın derinliklerinin demirle araştırıldığı bu yerlerde
Scaptensula’nın dibinden pis kokulu bir soluk yayılır.
Madencilerin yüzleri ve tenleri bu zararlı soluk altında çöker.
Onların neden çabuk öldüklerini ve ne türlü çetin bir
baskıyla bu uğraşıya boyun eğdirildiklerini, varlıklarının nasıl
bir güvensizlik içinde olduğunu hiç görmediniz ya da duymadınız
mı?" (İbid, kitap VI, satır 808-815). Lukretius bunlardan başka
doğaya hiçbir şeyin kumanda etmediği ve edemeyeceği, doğada nesnel
yasaların var bulunduğu ve doğanın bu yasalara göre geliştiği, bu
yasaların nesnel oldukları kadar da zorunlu bulundukları,
düşüncenin nesnel gerçeğin bir yansıması olduğu, sevinç ve acı
izlenimlerimizin duyumlarımız ve algılarımızla meydana konduğu vb.
gibi şaşkınlık verici çağdaş düşünceler ileri sürmüştür.
Unutulmamalıdır ki, bütün bu düşünceler İ.Ö. ileri sürülmüşlerdir,
yirmi bir yüzyıllık bir kıdemleri vardır. Lukretius’a göre
kendiliğindenlik evrenin oluşmasında temel yasadır. Şöyle der:
"Evrenin atomlarının yerli yerine yerleştirilmiş olmaları, bir
kafanın hazırladığı bir plana göre olmuş değildir.
Evrenin içinde
bin bir türlü değişime uğradıktan, sonsuzluk boyunca sarsılıp
yerlerinden edildikten sonra, her çeşit devinmeleri ve
birleşmeleri deneye deneye sonunda evreni meydana getiren bir
düzene ulaşmışlardır" (İbid, kitap I, satır 1024-1028). Demek ki,
bu düzen kendiliğinden elde edilmiş, evren kendi kendini deneye
deneye kurmuştur. Her şeyin bir başlangıcı, bir yaşamı ve bir sonu
olduğu yolundaki eytişimsel tez, Lukretius’da bütün açıklığıyla
dile gelir: "Devinmeler, varoluşa ne kesin olarak üstün
gelebilirler ve ne de onu koruyabilirler. Meydana gelmiş olanı
tümüyle yıkamayacakları gibi, meydana getirdiklerini koruyamazlar
da. Varolma ve yok olma arasındaki savaş bu yüzden sonsuza eşit
koşullarda sürüp gider. Yaşam, kimi zaman burada ve kimi zaman
orada üsttedir. Ölüm de öyle. Aydınlık denizin kıyılarına ayak
basan çocuğun yaşam viyaklamaları, ölümün hüzün verici
iniltilerine karışır.
Bu iki oluş birbirine karışmadan hiçbir
gecenin ardından gündüz gelmediği gibi hiçbir gündüz de geceye
dönmemiştir". (İbid, kitap II, satır 569-580). Demek ki evren,
sonsuz bir oluş içindedir. Epikurosçu ataraxia, Lukretius’un büyük
şiirsel değeri bulunan dizelerinde şöyle dile gelir: "Doğa’nın ne
dediğini duymuyor musunuz? Beden için acıdan ,uzak, tin için
tasasız olmaktan başka bir istediği var mı ki? Acıyı dindirebilen,
tasayı yok edebilen her şey ona sevinç verir. Doğa, doğa olarak,
bundan başka bir şey istemez. Eğer bizim evimizde ellerinde geceyi
aydınlatmak için meşaleler tutan heykeller yoksa, her yanı gümüşle
ışıldamıyor ve altınla parıldamıyorsa ne çıkar, bir akarsu
boyunda; bir ağacın dalları altında, dostların arasında, taze
çimenlerin üstüne uzanarak, kolayca ve masrafsızca, kendimizi
dinçleştirebilmek, hele hava bize gülümsüyorsa ve mevsim yeşil
otların arasına çiçekler serpiştirmişse.. bize yeter" (İbid, kitap
II, satır 17-33).
Evet sevgili Lukretius, gerekli olan, şimdilik sadece bu. |
|
1
2
3
4
5
6 |
|
|
|
|
|
|
|