Yirminci Yüzyılda Felsefe
Ortaçağ'ın sonlarından bu yana felsefenin sosyal ve politik önemi
giderek
azalmıştır. Ortaçağ'ın en büyük filozoflarından olan William
Ockham (1300-1349), Keiser (962-1806 yıllarında Kutsal Roma
Hükümdarlarına verilen unvan. (ç.n) tarafından Papa'ya karşı
broşürler yazmak üzere tutulmuştu.O dönemlerin en ateşli sorunları
okullarla ilgili tartışmalardı. Onyedinci
yüzyılda felsefede görülen gelişmelerin tümü Katolik Kilisesine
muhalefetle
az çok bağlantılıydı. Malebranche (1638-1715) gerçi bir rahipti;
ancak
şimdilerde rahipler onun felsefesini kabulden menedilmişlerdir.
Locke'un
(1632-1704) ardılları on sekizinci yüzyıl Fransa'sında, Bentham
(1748-1832)
yanlıları on dokuzuncu yüzyıl İngiltere'sinde, politikada çoğunlukla
aşırı
tutucu görüşleri benimsemişler; çağdaş liberal burjuva görüşünün
de yaratıcısı olmuşlardır. Ancak felsefi ve politik görüşler
arasındaki karşılıklı ilişki zamanla daha belirsiz bir duruma
gelmektedir. Hume (1711-1776) felsefede aşırı tutucu olduğu halde
politik yönden bir Tory (Şimdiki adı Muhafazakar Parti olan
İngiliz siyasal partisi mensubu. (ç.n.) idi. Yalnızca, Devrim'e
kadar bir Ortaçağ ülkesi olan Rusya'da politika ve felsefe
arasında açık bir ilinti var olmayı sürdürdü. Bolşevikler
materyalist, Beyazlar ise idealisttirler. Tibet'te bu ilinti daha
da güçlüdür; devlet yönetiminde en büyük ikinci kişi "baş
metafizikçi" olarak adlandırılır. Başka yerlerde felsefe artık
böylesine saygın bir konumdan yoksundur.
Yirminci yüzyıl akademik felsefesi başlıca üç grupta toplanmış
bulunuyor.
Birincisi genellikle Kant (1724-1804), bazen de Hegel (1770-1830)
yanlılarını içine alan klasik Alman felsefesidir. İkinci grup,
pragmatistler
ile Bergson'dan oluşur. Üçüncü grupta ise bilim yanlıları yer
alır; bunlara
göre felsefede ne özel bir gerçek çeşidi, ne de ona erişmeyi
sağlayan belirli
bir yöntem vardır. Bunlara kısaca gerçekçiler (realistler)
denebilir; ancak
aralarında bu sıfata tam olarak uymayan çok kişi vardır. Bu farklı
ekoller
arasındaki ayrım belirgin değildir; ve kişiler bazı konularda
birine, bazı
konularda da diğerine mensup olabilirler. William James
(1842-1910) hem
gerçekçiliğin hem de pragmatizmin kurucusu sayılabilir. Dr.
Whitehead'in son kitapları gerçekçilerin yöntemlerini uygulayarak,
az çok Bergsoncu
denilebilecek bir metafiziğin savunmasını yapar. Birçok filozof,
epeyce bir
mantık gösterisinden de kaçınmayarak, Einstein'ın doktrinlerinin
Kant'ın
zaman ve uzayın öznel olduğu yolundaki kanısına bilimsel bir temel
oluşturduğu görüşünü benimsemektedir. Görülüyor ki olgulardaki
belirginlik, mantıktaki belirginlik kadar net değildir. Bununla
beraber,
mantıktaki belirginlik, düşüncelerin sınıflandırılmasını olanaklı
kılan
bir çerçeve oluşturması açısından yarar sağlar.
Alman idealizmi yirminci yüzyıl boyunca savunmada kalmıştır. Yeni
ekolleri profesör olmayan kişilerin önemli bulduğu kitaplar temsil
etmiştir.
Bu kitaplar hakkındaki eleştirilere göre değerlendirme yapan bir
kimse, bu
ekollerin diğerlerinden etkin olduğunu düşünebilir. Ancak,
Amerika'da olmasa bile, Almanya, Fransa ve İngiltere'de felsefe
öğretenlerin çoğunluğu hala klasik geleneğe bağlıdırlar. Bu gruba
dahil olan bir gencin iş bulması,
dahil olmayan birine göre çok daha kolaydır. Klasik geleneğe karşı
çıkanlar
ise "Alman" olan her şeydeki kötülükte bu felsefenin de payı
olduğunu ve
Belçika'nın işgalinden de bir anlamda sorumlu olduğunu göstermeye
çalıştılar. Ancak onu destekleyen öylesine ünlü ve saygılı
kişilerdi ki bu saldırılar başarılı olamazdı. Bu kişilerden ikisi,
Emile Boutroux ve Bernard Bosanquet, ölümlerine kadar uluslararası
toplantılarda sırasıyla Fransız ve İngiliz felsefelerinin resmi
sözcülüğünü yapmışlardır.
Dinci ve tutucu kesimler de Hıristiyanlığa aykırı akımlara ve
devrimlere
karşı kendilerini savunmada daha çok bu ekolden
yararlanmaktadırlar. Bunlar statükoculara özgü güç ve zaaflara
sahiptirler; gelenekten kaynaklanan güç ile yeni düşünce
yokluğundan kaynaklanan zaafa.
İngilizce konuşulan ülkelerde bu konuma yirminci yüzyıl
başlarından az
önce gelinmiştir. Ben ciddi olarak felsefe çalışmaya 1893 yılında,
Mr.
Bradley'in Appearance and Reality (Görünüm ve Gerçek) kitabının
çıktığı
yılda başladım. Mr. Bradley Alman felsefesinin İngiltere'de de kabulü için savaşanlardan biriydi; yaklaşımı ise geleneksel
inançları
savunanlardan çok başkaydı. Onun Logic (Mantık) ve Appearance and
Reality kitapları, çağdaşlarım üzerinde olduğu gibi bende de çok
derin bir etki yapmıştı. Onlarda ileri sürülen tezlerle uzun
süreden beri uyuşmadığım
halde bu kitaplara büyük saygı duyarım.
Hegel yanlılarının görüşleri, gerçek dünya hakkında bizlere sadece
mantığın çok şeyler anlatabileceği inancına dayanır. Mr. Bradley
de bu
düşünceye katılmaktadır. Görünürdeki dünyanın kendi kendisiyle
çeliştiğini; bu nedenle de aldatıcı olduğunu; gerçek dünyanın ise,
mantıksal olma zorunluluğu yüzünden, şaşırtıcı bazı özelliklere
sahip olmasının doğal
olduğunu öne sürmektedir. Gerçek dünya zamanda ve uzayda olamaz;
birbiriyle iç içe ilintili çeşitli şeyler içeremez; ayrı ayrı
benlikler içeremez; hatta bilme olgusundaki özne ve nesne
arasındaki ayrılık şeklinde bir bölünme içeremez. Bu nedenle o,
düşünceden ve istemden çok duyguya benzeyen bir şeyle bağlantılı
olan, zamandan bağımsız, tek bir Mutlak'tan ibarettir. Şu dünyamız
bütünüyle bir görüntüdür; ve de üstünde oluyor gibi görünen
şeylerin gerçekte bir önemi yoktur. Bu doktrin ahlak kavramını yok
edebilir. Ancak ahlak duygusaldır; mantıkla bağdaşmaz. Gerçekten
de Hegel yanlıları, temel ilkeleri olarak, Hegel felsefesini doğru
kabul ederek davranmamız gerektiğini ısrarla vurgularlar; ancak
şunu gözden kaçırıyorlar: eğer bu felsefe doğru ise nasıl
davrandığımızın da hiç önemi yoktur.
Bu felsefe iki yönden eleştirilmişti. Bir yanda mantıkçılar vardı;
bunlar
Hegel'in yanlışlarına dikkat çektiler; ilişkilerin ve çokluğun,
zaman
ve uzayın gerçekte kendileriyle çelişir şeyler olmadığını ileri
sürdüler.
Öte yanda da mantık ürünü bir dünyada var olan kalıplaşmayı ve
düzenliliği
beğenmeyenler vardı; onların başında da William James ve Bergson
yer alıyordu. Bu iki ayrı eleştirinin yandaşları, önemli olmayan
bazı rastlantısal durumlar dışında, mantıksal açıdan birbirlerine
aykırı düşmüyorlardı; ancak
mizaçları farklıydı ve başka başka bilgilerden esinleniyorlardı.
Bunun yanı sıra ilgi alanları da farklıydı; birinin ilgisi
akademik, ötekinin ise
insancıldı. Akademik açıdan bakanlara göre Hegelcilik doğru
değildi; insancıl açıdan bakanlara göre ise hoş değildi. Doğal
olarak bu ikinciler
daha yaygın bir başarıya ulaştılar.
İngilizce konuşulan dünyada Alman idealizminin tahttan
indirilmesinde en büyük etken William James olmuştur. Bunu
Psychology (Psikoloji)
adlı eserinde söyledikleriyle değil, yaşamının son yıllarında ve
ölümünden sonra yayınlanan bir dizi küçük kitapta ortaya
koyduklarıyla başarmıştır. 1884 yılında Mind dergisinde
yayınlanmış olup ölümünden sonra basılan Essays in Radical
Empiricisim (Radikal Deneycilik Üzerine Denemeler) kitabında yer
alan bir makalesinde (sayfa 276-8) kişisel eğilimini olağanüstü
bir sevimlilikle dile getirmektedir:
"Bizler temelde kuşkucu olmadığımıza göre, çeşitli inançlarımızın
arkasında yatan güdüleri birbirimize açıkta itiraf edebiliriz. Ben
kendiminkini
içtenlikle itiraf ediyor ve bütün güdülerimin mantıksal değil,
estetik türden olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. İnceden
inceye detaylı olan evren, yanılmaz ve kusursuz enginliğiyle sanki
nefesimi kesiyor. Olanakları olmayan gerekliliği, özneleri olmayan
ilişkileri sanki bana hiçbir çekince hakkı bırakmayan bir anlaşma
yapmışım, veyadaha doğrusu, sanki diğer
konuklardan kaçarak sığınabileceğim kişisel bir odası olmayan
büyük bir sahil pansiyonunda yaşamak zorunda kalmışım hissini
veriyor. Ayrıca günahkarlarla ferisiler (Yazılı yasalara ve örf
hukukuna titizlikle uymayı öngören eski bir Musevi tarikatı
mensubu. (ç.n.) arasındaki eski anlaşmazlığın da bu konuyla bir
ilişkisi olduğunu açıkça görmekteyim. Bildiğim kadarıyla,
Hegelcilerin hepsi kendini beğenmiş ukalalar değildirler;
ancak öyle sanıyorum ki bütün kendini beğenmiş ukalalar geliştikçe
sonunda Hegelci oluyorlar. Aynı cenaze için tören yapmak üzere
yanlışlıkla çağrılan iki papazla ilgili bir fıkra vardır: Önce
birisi gelir ve duada Ben Yeniden-dirilişim; ben Yaşamım
sözcüklerinden öteye gidemeden ikincisi içeri girer: O da
Yeniden-diriliş benim, Yaşam benim, diye bağırır. İnceden inceye
felsefesi, gerçekte var olduğu haliyle, çoğumuza bu papazı
çağrıştırır. Korkunç derinlikleri, bilinmeyen akıntılarıyla ağır
ağır nefes alan engin, bilinçsiz Kozmos'u temsil etmek için fazla
sıkı düğmeli olduğu söylenebilir.
William James gibi, Hegelciliği bir sahil pansiyonuna benzeten
başka bir
kimse olmadığına bahse girilebilir sanırım. Bu makale 1884 yılında
hiçbir etki yaratmadı; çünkü o zamanlar Hegelcilik giderek artan
bir
saygınlık görmekteydi; filozoflar da kendi mizaçları ile kanıları
arasında bir bağlantı olabileceğini kabullenmeyi hala
öğrenmemişlerdi.
1912'de (ikinci baskı tarihi) ortam çeşitli nedenlerle değişmiş
bulunuyordu.
William James'in öğrencileri üzerindeki etkisi de bu nedenlerden
biridir.
Yazıları dışında onu sadece yüzeysel olarak tanıdım; ancak, onun
doğasında, görüşlerini oluşturmakta katkısı olan üç öğenin
ayırdedilebilir olduğu kanısındayım. Bunlardan, zaman açısından en
sonda, felsefi katkı açısından ise en önde geleni, gördüğü
fizyoloji ve tıp eğitiminin etkisidir. Bu ona esinlerini
Platon'dan, Aristoteles'ten, ve Hegel'den alan tümüyle yazınsal
filozoflara kıyasla daha bilimsel ve biraz da materyalist bir
eğilim
vermiştir.
Özgür iradeyi irdelediği bölüm gibi önemli birkaç bölüm dışında
Psychology kitabında bu öge egemendir. Felsefi yapısındaki ikinci
etken,
babasından geçen ve kardeşinde de var olan mistik ve dindar
eğilimdir. Bu
eğilim onun Will to Believe (İnanma Arzusu) kitabına ve psişik
araştırmalara
olan ilgisine yol açmıştır. Üçüncü etken, yine kardeşiyle
paylaştığı aşırı
titiz yapısından kurtulup yerine Walt Whitman usulü demokratik bir
yaklaşım benimsemek için, New Englandlı benliğinin bütün
içtenliğiyle
giriştiği bir çabadır. Yukarıdaki alıntıda hiç bir kişisel odası
olmayan
pansiyondan duyduğu dehşet (Walt Whitman buna bayılırdı), titiz
yapısını
açıkça ortaya koyuyor. Demokratik olma arzusu da kendisini bir
ferisi
değil bir günahkar yerine koymasında görülmektedir. Bir ferisi
olmadığı
kesindi; ancak en az günah işlemiş kimselerden biri olsa gerek. Bu
konudaki tutumu her zamanki alçakgönüllülüğüne pek de
uymamaktadır.
En kusursuz insanlar genellikle bu kusursuzluklarını birbiriyle
bağdaşmaz
sayılan bazı özelliklerin karışımına borçludurlar; bu,
çağdaşlarının çoğunun
fark ettiğinden daha önemli bir kişi olan James için de geçerlidir.
Kendisi
faydacılığı, dinsel umutları bilimsel varsayımlar olarak ifade
etmenin
yöntemi olarak savundu; ve, madde ile ruh arasındaki karşıtlığı,
bunlardan
birine üstünlük tanımadan önlemenin bir aracı olarak "bilinç" diye
bir şeyin
var olmadığı yolundaki devrimci bir görüşü benimsedi. Felsefesinin
bu
iki bölümünde farklı yandaşları oldu. Birincisini Schiller ve
Bergson,
ikincisini yeni gerçekçiler destekledi. Ünlüler arasında yalnızca
Dewey
(1859-1952) her ikisinde de ona katılıyordu.
Farklı tarihçeleri ve farklı bağlantıları olduğu için bu iki
bölümün ayrı
olarak ele alınmaları gerekir. James'in yapıtlarından Will to
Belieue 1897,
Pragmatism 1907 tarihlidir. Schiller'in Humanism, Dewey'in
Theories in
Logical Theory (Mantık Teorisi Üzerinde İncelemeler) kitapları
ise 1903 tarihlidir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında felsefe
dünyası
faydacılık konusuyla canlanmıştı; daha sonraları aynı beğenilere
hitap eden
Bergson onun tahtına geçti. Faydacılığın üç kurucusu kendi
aralarında büyük farklılıklar gösterirler; James, Schiller ve
Dewey'i bu felsefenin, sırasıyla dinci, edebi ve bilimsel
temsilcileri olarak tanımlayabiliriz. Çünkü James her ne kadar
çok-yönlü idiyse de faydacılıkta, onun dindar yönü kendine bir
çıkış yolu bulmuştur.
Şimdi bu farklılıkları bir yana bırakarak savı bir bütün olarak
ele alalım.
Savın temeli belli bir tür kuşkuculuktur. Geleneksel felsefe,
dinin temel
savlarını kanıtladığı iddiasındaydı. Bu felsefenin karşıtları ise
bu
kanıtlamanın geçersiz olduğunu kanıtlayabileceklerini; veya en
azından
Spencer (1820-1903) gibi, bunların kanıtlanamaz olduğunu
kanıtlayabileceklerini iddia ettiler. Ancak, eğer bunlar
kanıtlanamazlarsa geçersizlikleri de kanıtlanamaz gibi
görünüyordu. Spencer gibi kişilerin çok sağlam saydıkları birçok
sav; nedensellik, hukukun üstünlüğü, belleğin genel güvenirliği,
tümevarımın geçerliği gibi doktrinler bu durumdaydı. Bütün bunlar
rasyonel bir bakış açısından bilinmezcilik (agnostisizm) kapsamına
girmeli, hüküm vermekten kaçınılmalıdır. Çünkü, görebildiğimiz
kadarıyla bunlar doğruluğu veyayanlışlığı kanıtlanabilir şeyler
değildirler. James,
pratik kişiler olarak, eğer yaşamayı sürdüreceksek, bu konularda
kuşku
içinde kalmamızın olanaksız olduğu savını ileri sürdü. Örneğin,
geçmişte
bizi beslemiş olan yiyeceklerin gelecekte bizi
zehirlemeyeceklerini
varsaymamız gerekir. Bazen de yanılırız; ve de ölürüz. Bir fikrin
doğruluğu
onun "gerçek-olgu'larla" uyum içinde olup olmasıyla sınanamaz;
çünkü bu
gerçek-olgulara hiçbir zaman ulaşamayız. Sınama onun yaşamımızı
iyileştirmedeki ve arzularımızı gerçekleştirmedeki başarısını
ölçmekle
yapılır. Bu bakış açısıyla James Varieties of Religious Experience
(Dinsel
Deneyimlerde Çeşitlilik) kitabında dinsel inançların çoğunlukla bu
sınamayı
başarıyla geçtiğini; bu nedenle de "doğru" olarak
nitelendirilmeleri
gerektiğini göstermeye çalıştı. Ona göre, en genel kabule kavuşmuş
olan
bilimsel teorilere de ancak bu anlamda "doğru" denebilir:
uygulamada geçerli sonuçlar verirler; haklarında bildiğimiz tek
şey de budur.
Bu görüşün bilim ve dinin genel varsayımlarına uygulanması
konusunda
söylenecek çok şey vardır. Geçerli olmanın anlamı dikkatle
tanımlanır ve
yalnızca gerçeğin, gerçekten bilinmediği durumların söz konusu
olması koşulu eklenirse, o zaman bu konularda bu savla tartışmaya
gerek yoktur. Ancak, şimdi gerçek doğruyu saptamanın zor olmadığı
daha basit örnekleri ele alalım. Bir şimşek çaktığını gördünüz.
Gök gürültüsünü duymayı bekleyebilirsiniz; veyaışığın, gürültüsü
duyulamayacak kadar uzakta olduğunu düşünebilirsiniz ya da bu
konuyu hiç düşünmezsiniz. En akla yakını bu sonuncu olasılık
olmakla beraber ilk ikisinden birini seçtiğinizi varsayalım. Gök
gürültüsünü işittiğinizde düşüncenizin doğruluğu ya da yanlışlığı
ortaya çıkmış olur. Bu da size sağlanan bir avantaj veyadezavantaj nedeniyle değil, bir "gerçek-olgu nedeniyle, yani gök
gürültüsünü duyup duymama olgusuyla gerçekleşir.
Faydacılar dikkatlerini, daha çok, hakkında deneyim sahibi
olduğumuz
olgularla doğrulanamayan inançlar üzerinde toplarlar. Günlük
uğraşlar
hakkındaki inançlarımızın çoğunun -örneğin filanca kişinin
adresinin filanca
olduğu- doğru olup olmadığı, deneyimlerimizle ortaya
çıkarılabilir; ve bu
gibi durumlarda bir faydacının kullandığı ölçütlere gerek yoktur.
Yukarıdaki
gök gürültüsü örneğinde olduğu gibi, birçok durumda bu ölçütün
uygulanma
olanağı yoktur; çünkü doğru olan inancın yanlış olana göre pratik
bir
avantajı bulunmadığı gibi, ikisi de başka bir şey düşünmek kadar
yarar
sağlamaz. Günlük yaşamda karşılaştıklarımıza değil de "büyük"
örneklere
sempati duymak felsefecilerin ortak bir kusurudur.
Faydacılık, nihai felsefi gerçeği içermese de bazı önemli
meziyetlere
sahiptir. Birincisi bizim ulaşabileceğimiz gerçeğin yalnızca
insani gerçek
olduğunu; bu gerçeğin de, insani olan her şeyde olduğu gibi
yanılınabilir ve
değişebilir olduğunu görmesidir. İnsana özgü olanlarının dışında
kalan
olaylar gerçek değil, gerçek-olgulardır (belirli türlerden).
Gerçeklik inançlara
özgü bir özelliktir, inançlar da psikolojik olaylardır. Bundan
başka,
inançların olgularla olan bağlantılarında mantığın varsaydığı
sistematik
basitlik yoktur; buna da işaret etmiş olması faydacılığın ikinci
meziyetidir. İnançlar belirsiz ve karmaşıktır; kesin tek bir
olguya değil,
birçok ve belirsiz türden olgularla ilintilidirler. Bu nedenle,
mantığın
sistematik önermelerinden farklı olarak, inançlar doğru veyayanlış gibi iki
mutlak karşıt değil, doğru ve yanlışın bir karışımıdır. Hiçbir
zaman siyah
ya da beyaz değildirler; grinin değişik tonlarını taşırlar.
"Gerçek"ten büyük
bir saygıyla söz edenler gerçek-olgu dan söz etseler ve önünde
eğildikleri
saygın özelliklerin insan inançlarında bulunmadığını görseler daha
yerinde
olur. Bunun teorik olduğu kadar pratik yararları da vardır. Çünkü
insanlar
"gerçeği" kendilerinin bildiklerini sandıkları için birbirlerine
zulmederler.
Psikanalitik açıdan bakıldığında, insanların büyük saygıyla söz
ettikleri
herhangi bir "büyük ideal"in, gerçekte düşmanlarına eziyet etmek
için
buldukları bir bahane olduğu söylenebilir.
Uygulamada ise faydacılığın daha da karanlık bir yönü ortaya
çıkıyor. Bu
felsefeye göre, doğru olan inanç çıkar sağlayan inançtır. Ceza
yasalarıyla
oynayarak bir inanç kazançlı hale getirilebilir. On yedinci
yüzyılda Protestan ülkelerde Protestanlık, Katolik ülkelerde de
Katoliklik avantajlıydı. Enerjik insanlar hükümeti ele geçirip
kendilerinden farklı düşünenleri cezalandırarak "gerçek"
üretebilirler. Bu sonuçlar faydacılığın içine düştüğü abartıdan
kaynaklanmaktadır. Gerçeklik faydacıların işaret ettiği gibi, bir
derece sorunu ve salt beşeri olayların, yani inançların bir
niteliği ise, bu bir inançta var olan doğruluğun derecesinin salt
beşeri koşullara bağımlı olması anlamına gelmez. İnançlarımızdaki
doğruluk derecesini artırırken bir ideale yaklaşmaktayız. Bu
ideali de gerçek, yani ancak çok sınırlı ölçüde kontrolümüz
altında olan, bir gezegenin üzerinde ya da yüzeyine yakın bir
yerindeki bazı önemsiz koşullarla ilişkili gerçek-olgu saptamış
olur. Faydacıların kuramı reklamcıların uygulamalarının bir
soyutlamasıdır. Reklamcı, hapların gerçek değerinin, kutu başına
bir guinea olduğunu tekrar tekrar söyleyerek insanları altı-peni
ödemeye ikna eder (1 guinea = 42 tane altı peni); böylece de
söylediklerini, daha az güvenle söylendiği duruma göre, gerçeğe
yakınlaştırmış olur. Bu tür insan ürünü "gerçek" örnekleri
ilginçtir; ancak kapsamları çok sınırlıdır. Bunların kapsamlarını
genişletmekle insanlar kendilerini çılgın bir propagandaya
kaptırır, bu çılgınlık da sonunda savaş, salgın hastalık, kıtlık
şekillerinde kendini gösteren acı gerçeklerle birdenbire son
bulur. Avrupa'nın yakın tarihi bu tür bir faydacılığın
yanlışlığını ortaya koyan bir ibret dersidir.
Bergson'un faydacı görüş yanlısı olarak alkışlanması tuhaftır;
çünkü
yüzeysel olarak onun felsefesi faydacıların tezinin tam tersidir.
Faydacıların
öğretisine göre gerçeğin ölçütü yararlılık olduğu halde Bergson
bunun tam
tersini öğretir. Pratik gereksinmelerle şekillenmiş olan aklımız,
dünyanın
çıkarımıza olmayan bütün yönlerini yok sayar ve gerçeğin
algılanmasını
engeller. "Önsezi" denilen bir yeteneğimiz olduğunu; istersek onu
kullanabileceğimizi; ve onun, en azından teorik olarak, gelecek
için olmasa
da, geçmiş ve şimdiki zaman hakkında her şeyi bilmemizi
sağlayabileceğini öne sürer. Bu kadar bilgiyi taşımak pek
elverişli olmayacağı için, işlevi unutmak olan bir beyin
geliştirdik. Beyin olmasaydı her şeyi hatırlayacaktık; onun bir
süzgeç gibi çalışması sayesinde genellikle yalnızca yararlı olan
şeyleri ve yanlışları hatırlıyoruz. Bergson'a göre fayda hataların
kaynağıdır ve gerçeğe ancak pratik yararın tümüyle dışlandığı
mistik düşünceyle erişilebilir. Ancak yine de, faydacılar gibi,
eylemi akıl yürütmeye, Othello'yu Hamlet'e tercih eder. Önsezi ile
Desdemona'yı öldürmenin, akıllıca davranarak kralın yaşamasına
izin vermekten daha iyi olduğu kanısındadır. Faydacıların ona bir
yandaş gözüyle bakmalarının nedeni budur.
Bergson'un Donnes Immediates de la Conscience (Bilincin Dolaysız
Verileri) kitabı 1898'de, Matiere et Memoire (Madde ve Bellek)
kitabı da 1896'da yayınlandı. Ancak onun büyük ünü 1907'de
yayınlanan L'Evolution Creatrice (Yaratıcı Evrim) ile başladı -bu
kitap diğerlerinden daha iyi olduğu için değil, daha az tartışma
ve daha çok retorik içerdiği, böylece de daha ikna edici olduğu
için. Bu kitap baştan sona hiçbir tartışma, dolayısıyla da
tatsız tartışmalar içermez; sadece, düşgücünü okşayan şiirsel
resimler çizer.
İçinde bizi, öngördüğü felsefenin doğru mu yanlış mı olduğu
sorusuna götüren hiçbir şey yoktur. Önemsiz sayılamayacak bu
soruyu Bergson başkalarına bırakmıştır. Ancak kendi felsefesine
göre böyle yapmakta haklıdır da; çünkü gerçek, akılla değil
önseziyle elde edilir; bu nedenle de bir tartışma konusu değildir.
Bergson'un felsefesinin büyük bölümü geleneksel mistisizmin biraz
yeni bir
dille ifadesinden ibarettir. Farklı şeylerin gerçekte farklı
olmadığı, ancak
analitik akıl tarafından öyle algılandığı yolundaki doktrin
Parmenides
(İ.S. beşinci yüzyıl)'ten Mr. Bradley (1846-1924)'e kadar bütün
Doğu ve Batı
mistiklerinde görülür. Bergson iki yolla bu sava bir yenilik
havası
getirmiştir. İlk olarak, "önsezi" ile hayvanların içgüdüleri
arasında bir
bağlantı kurar. Bir Ammophila arısının, içine yumurtalarını
bıraktığı larvayı
etkisiz hale getirecek, ama öldürmeyecek bir şekilde sokabilmesini
sağlayan şeyin önsezi olduğunu ileri sürmektedir (Bu talihsiz bir
örnektir; çünkü Dr. ve Mrs. Peckham bu zavallı arının şaşkın bir
bilimciden daha kusursuz davranmadığını göstermişlerdir). Bu
yaklaşım onun savlarına modern-bilim havası vermekte ve, verdiği
örneklerle dikkatsiz kişilerde, görüşlerinin en son biyolojik
araştırmalara dayandığı sanısının uyanmasını sağlamaktadır.
İkinci olarak, nesnelerin analitik zekaya göründükleri
durumlarındaki
ayrılığa "uzay" adını, onların önseziye görünümlerinin
yorumlanmasına da
"zaman" ya da "süre" adını vermektedir. Bu da onun "zaman" ve
"uzay" hakkında kulağa çok hoş ve derin gelen, ancak bu
sözcüklerin normal anlamlarınca çağrıştırılan birçok şey
söylemesine olanak vermektedir.
"Uzay"da olan şey olarak tanımlanan "madde" kuşkusuz aklın
yarattığı bir
kurgudur; öyle olduğu da, kendimizi önsezinin bakış açısına
uyarlayınca
hemen görülür.
Felsefesinin bu bölümünde Bergson, ifade tarzı dışında, Plotinus
(İ.S.
205-270)'a hiçbir şey eklememiştir. Bu ifade biçiminin
keşfedilmesi
gerçekten büyük bir yeteneğin sonucuysa da bu yetenek bir
filozofunkinden çok bir ortaklık yöneticisinin yeteniğidir. Ancak
ona yaygın bir popülerlik kazandıran, felsefesinin bu bölümü
değildir. Bu popülerliği elan vital (yaşama coşkusu) ve gerçek
oluşum savlarına borçludur. Onun getirdiği önemli ve ilginç
yenilik zamanın ve ilerlemenin gerçek olduğu inancını mistisizm
ile birleştirmesindedir. Bunu nasıl başardığını görmek için biraz
zaman harcamaya değer.
Geleneksel mistisizm derin düşünceye dayanır; zamanın gerçek dışı
olduğuna inanır; ve temelde bir tembel insan felsefesidir. Mistik
aydınlanmanın başlangıcı "ruhun karanlık gecesi"dir; bu da insanın
günlük eylemlerinde umutsuzca engellendiği, veyabazı nedenlerle
onlara olan ilgisini yitirdiği zamanlar ortaya çıkar. Eylem
böylece söz konusu olmaktan çıkınca o da kendini derin düşünceye
verir. Koşullar elverdiğinde kendimize olan saygıyı korumamızı
sağlayacak inançlara sarılmak, özbenliğimizin bir yasasıdır.
Psikanalitik yazın bu yasanın çarpıcı örnekleriyle doludur.
Böylece, derin
düşünceye yönelen kişi, çok geçmeden, bunun yaşamın gerçek amacı
olduğunu; gerçek dünyanın günlük işlerle uğraşan kişilerden
gizlendiğini keşfeder. Geleneksel mistisizmin diğer savları da bu
temelden çıkarılabilir. Büyük mistiklerin belki de ilki olan Lao-Tze
(İ.Ö. 604-531)'nin, kitabını bir
gümrük binasında bagajının muayene edilmesini beklerken yazdığı
rivayet
edilir. Kitap tahmin edilebileceği gibi, her türlü eylemin
yararsız olduğu
savı ile doludur.
Bergson ise mistisizmi eyleme, "yaşam"a, gelişmenin gerçekliğine
inanan ve bu dünyada bulunmaktan düş kırıklığına uğramamış olan
kişilere uyarlamayı amaçladı. Mistik, genel olarak, mizaç
bakımından hareketli, ancak hareketsizliğe zorlanmış olan kişidir;
vitalist de mizaç yönünden hareketsiz, ancak eyleme romantik bir
hayranlık duyan kişidir. 1914 öncesinde dünya böyle insanlarla,
"Kırık Kalpler Yuvası" insanlarıyla doluydu. Bu insanların
mizaçlarının temelinde can sıkıntısı ve kuşkuculuk vardır. Bu da
heyecan tutkusuna ve irrasyonel bir inanca özlem duymaya yol açar.
Sonunda bu inancı buldular; o da görevlerinin insanları birbirine
kırdırmak olduğu inancında saklıydı. Ancak 1907'de bu çıkış yolu
daha bulunmamıştı; Bergson ise bu boşluğu iyi doldurdu.
Bergson görüşlerini bazen yanlışlığa yol açabilecek bir dille
ifade
etmiştir; çünkü kurgusal olarak tanımladığı şeylerden, arada bir,
onların
gerçek olduklarını düşündürecek bir şekilde söz eder. Eğer bu
yanlış
anlaşılabilecek şeyleri bir yana bırakırsak zaman savı sanırım
şöyledir:
Zaman ayrı ayrı anlar ya da olaylar serisi değil, gerçekte sürekli
bir
oluşumdur. Bu gelişme sırasında geleceği önceden görmek
olanaksızdır;
çünkü gelecek, gerçekten yenidir ve bu nedenle de kestirilemez.
Ağacın
büyümesinde oluşan içiçe halkalar gibi gerçekten vuku bulan her
şey
kalıcıdır (bu benzetme ona ait değildir). Yani dünya hiç durmadan
daha dolu ve daha zengin olacak şekilde gelişir. Vuku bulan her
şey önsezinin katıksız belleğinde saklanır; beyindeki bellek ise,
tersine, aldatıcıdır. Önsezi belleğindeki bu saklama "kalıcılık"tır;
yeni yaratma güdüsü de elan vital'dir. Önsezinin katıksız
belleğindekileri tekrar su üstüne çıkarmak bir kendini eğitme
konusudur. Bunun nasıl yapılacağı anlatılmıyor; herhalde
Yogi'lerin yaptığına benzer bir şekilde olsa gerek.
Eğer Bergson'un felsefesine mantık gibi yeterince ulu olmayan bir
şey
uygulamaya kalkışılırsa bu değişim felsefesi bazı sıkıntılarla
karşılaşır.
Bergson, zamanı birbirinden bağımsız parçalardan oluşan bir seri
olarak
gören matematikçileri aşağılamaktan hiç usanmaz. Ancak, eğer
dünyada onun öne sürdüğü gibi, gerçek yenilik gerçekten de varsa
-eğer yoksa onun
felsefesi çekici özelliklerini yitirir- ve eğer dünyaya gerçekten
gelen her
şey kalıcı ise -kalıcılık savının yalın özü de budur- daha önceki
bir
zamandaki toplam varlık daha sonra gelen herhangi bir zamandaki
toplamın bir parçası olur. Bütün ile parça arasındaki bu ilişki
nedeniyle, dünyanın
farklı zamanlardaki toplam durumları bir seri oluşturur ve bu da
matematikçilerin aradığı ve Bergson'un reddettiği serinin bütün
özelliklerine sahiptir.
Dünyanın daha sonraki durumlarında devreye giren unsurlar eski
unsurların
dışında değilse gerçek bir yenilik yoktur; yaratıcı gelişim bir
şey
yaratmamıştır; biz de Plotinus sistemine geri dönmüş oluruz.
Bergson'un bu ikilem karşısında vardığı yanıt şudur: olan şey, her
şeyin değiştiği ve yine de aynı kaldığı bir "gelişim"dir. Bu
kavram sıradan insanların anlamayı
umut edemeyecekleri ölçüde derin bir gizemdir. Temelinde mantık
değil, mistik inanca çağrı yatar; ancak biz inancın mantıktan
üstün olduğu alanlara, onun peşisıra gidemeyiz.
Bu arada, birçok yerde "gerçekçilik" adı verilen bir felsefe
gelişti.
Gerçekte bu felsefenin özelliği yöntem olarak analizci, metafizik
olarak
da çoğulcu (plüralist) olmasıdır. Bu felsefe tam olarak gerçekçi
değildir;
çünkü bazı yönleri Berkeley (1685-1735) idealizmi ile uyum
içindedir.
Kant ve Hegel idealizmi ile bağdaşmaz; çünkü bu sistemlerin temel
aldığı
mantığı reddeder. Bu felsefe James'in görüşünü gittikçe daha çok
benimsemeye ve onu geliştirmeye yönelmektedir: dünyanın temel
içeriği ne
maddesel ne de zihinseldir; madde ve aklın kendisinden yapıldığı
daha basit ve daha temel bir şeydir.
Doksanlı yıllarda, çok yaşlı filozoflar dışında, Alman idealizmine
karşı
durmakta kararlı olan yegane sima James'di. Schiller ve Dewey
kendilerini
duyurmaya daha başlamamışlardı; James bile felsefede pek de
ciddiye alınması gerekmeyen bir psikolog olarak görülüyordu. Ancak
1900 yılı ile birlikte Alman idealizmine karşı bir ayaklanma
başladı. Bu karşı gelme faydacı bakış açısından değil, ciddi
teknik nedenlerden kaynaklanıyordu. Almanya'da Frege'nin övgüye
değer çalışmalarının (bu çalışmalar 1879'da başlamış, ancak son
yıllara kadar hiç okunmamışlardı) yanısıra, Husserl'in 1900'da
yayınlanan anıtsal bir eseri olan Logische Untersuchungen (Mantık
İncelemeleri) kitabı kısa sürede büyük etkiler doğurmaya başladı.
Meinong'un Ueber Annahmen (Varsayımlar Hakkında-1902) ve
Gegenstands-theorie und Psychologie (Nesne Kuramı ve Nesne
Psikolojisi-1904) aynı yönde etkili oldular. G.E. Moore ve ben,
benzer görüşleri savunmaya başladık. Onun Nature of Judgement
(Hükümlerin Yapısı) makalesi 1899'da, Principia Ethica (Etik
İlkeleri)
1903'te yayınlandı. Benim yazdığım Philosophy of Leibniz (Leibniz
Felsefesi) 1900'de, Principles of Muthematics (Matematik İlkeleri)
1903'te basıldı. Fransa'da da aynı tür felsefe Couturat tarafından
güçlü bir şekilde temsil edildi.
Amerika'da William James'in radikal görgücülüğü (ampirizmi)
-faydacılığı
içermeden- yeni mantıkla karışarak Yeni Gerçekçilerin felsefesini
doğurdu. Bu felsefe, yukarıda sözü geçen Avrupa'daki çalışmalardan
biraz
daha sonra, ancak daha devrimci nitelikte ortaya çıktı. Yalnızca
Mach'ın Anczlyse der Empfindungen (Sanıların Analizi) bu
felsefenin
öğretilerinin bir kısmını daha önceden haber vermişti.
Böylece başlayan yeni felsefe henüz son şeklini almamış, bazı
bakımlardan hala olgunlaşmamıştır. Bundan başka, savunucuları
arasında bir hayli görüş ayrılıkları vardır. Bazı bölümlerinin
anlaşılması oldukça güçtür. Bütün bu nedenlerle onun çarpıcı bazı
özelliklerini belirtmekten öte yapılabilecek bir şey yoktur.
Yeni felsefenin birinci özelliği yeni bir felsefi yöntem
geliştirme; ya da
öyle bir yöntem kullanarak yeni bir tür bilgi getirme gibi
iddiaları
terk etmesidir. Felsefeyi temelde bilimden farklı olarak görmez;
sadece,
problemlerinin genel olmasıyla ve deneysel kanıtların henüz
bulunmadığı
alanlarda varsayımlar oluşturmasıyla özel bilimlerden ayrılır.
Bütün
bilgileri bilimsel bilgi olarak; bilimsel yöntemlerle saptanıp
kanıtlanabilen
bilgi olarak kabul eder. Daha önceki felsefenin genellikle yaptığı
gibi,
bütün evreni kapsayan sonuçlar bulmayı, veyaher şeyi içeren bir
sistem kurmayı amaçlamaz. Kendi mantığına dayanarak, dünyanın
bölük pörçük, karman çorman görünen doğasını reddetmek için bir
neden olmadığına inanır. Dünyayı "organik" olarak ele almaz; şu
anlamda ki, tek bir kemiğe bakarak nesli tükenmiş bir hayvanın
iskeletini zihnimizde canlandırabildiğimiz gibi, yeterince
anlaşılmış bir parçayı ele alarak ondan bütünün anlaşılabileceğini
düşünmez. Özellikle de Alman idealistlerinin yaptığı gibi,
bilginin yapısından, bir bütün olarak dünyanın doğasını çıkarmaya
çalışmaz. Bilgiye, mistik bir anlamı ve kozmik önemi olmayan
herhangi bir doğa olgusu gözüyle bakar.
Yeni felsefe başlangıçta üç temel kaynağa dayanıyordu: bilgi
teorisi,
mantık ve matematik ilkeleri. Kant'tan bu yana bilgi bizim onu
bilmemizle
bir değişime uğrayan, bu nedenle de bilgimizden kaynaklanan bazı
özelliklere sahip, karşılıklı bir etkileşim olarak algılanmıştır.
Ayrıca, bilinmeyen bir şeyin var olabilmesinin mantıksal
bakımdan olanaksız olduğu kabul edilmiştir (Kant buna
katılmamıştır). Bu nedenle, bilindikleri için sahip olunan
nitelikler her şeyde bulunması zorunlu olan özelliklerdir. Bu
yolla, yalnızca bilginin koşullarını inceleyerek gerçek dünya
hakkında çok şey öğrenebileceğimiz ileri sürülmüştü. Yeni felsefe,
tam tersine, kural olarak, bilginin bilinen şeyi hiç
etkilemediğini, ve hiç kimsenin bilmediği şeylerin var olmaması
için en ufak bir neden olmadığını kabul etmektedir. Bunun sonucu
olarak, bilim teorisi evrenin gizemlerine giden kapının sihirli
anahtarı olmaktan çıkmıştır ve bizler de bilimin zahmetli ve ağır
ilerleyen
araştırmalarına geri dönmüşüzdür.
Bunun gibi, mantıkta da organik görüşün yerini atomizm almıştır.
Daha önce, her şeyin öz doğasının, diğer her şeyle olan
ilişkisinden etkilendiği;
böylece, bir şey hakkında tam bilginin tüm evren hakkındaki tam
bilgiye
bağımlı olduğu düşüncesi kabul görmekteydi. Yeni mantık, bir şeyin
öz
karakterinin, onun başka şeylerle olan ilintilerini mantıksal
olarak
bulmamız olanağını bize sağlamadığı görüşündedir. Bir örnek bu
noktayı
açıklığa kavuşturacaktır. Leibniz (1646-1716) bir yazısında,
Avrupa'daki bir
adamın karısının Hindistan'da ölmesi durumunda, karısının öldüğü
anda adamın öz-doğasında bir değişim olacağını öne sürer (Bu
konuda modern idealistlerle aynı düşüncededir). Sağduyu da,
karısını kaybettiğini
öğreninceye kadar adamın öz-doğasında bir değişim olmayacağını
söyler. Yeni felsefe bu görüşü benimsemiştir; bunun da sonuçları
ilk göründüğünden çok daha ötelere uzanır.
Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile önemli bir bağlantısı
olmuştur. Matematik büyük ölçüde kesinliği olan önsel bilgiler
içerir; filozofların çoğu da önsel bilgiye çok heveslidirler.
Elealı Zeno'dan (İ.Ö. beşinci yüzyıl) bu yana idealist eğilimli
filozoflar matematikçilerin gerçek matematiksel doğruya
ulaşamadıklarını; filozofların daha iyisini yapabileceklerini
göstermek için çelişkiler üreterek matematikçileri gözden
düşürmeye uğraşmışlardır.
Kant felsefesi bu türden birçok şey içerir; Hegel felsefesi ise
daha
fazlasını. On dokuzuncu yüzyılda matematikçiler Kant felsefesinin
bu yönünü çürüttüler. Kant'ın deney-üstü (transcendental) estetik
hakkındaki
matematiksel savları Lobatchevski (1793-1856)'nin Euclid-dışı
geometriyi
icat etmesiyle temelinden sarsıldı; Weierstrass (1815-1897)
sürekliliğin
sonsuz-küçükleri içermediğini kanıtladı; George Cantor (1845-1918)
bir
süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi geliştirerek filozofların pek
de
işlerine gelen bütün eski paradoksları ortadan kaldırdı. Frege
aritmetiğin
mantığın bir sonucu olduğunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmişti.
Bütün
bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir
çarpım
tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu duruma, söz konusu
yazarların
yapıtlarını okumayarak karşılık verdiler. Sadece yeni felsefe bu
yeni
sonuçları özümsedi; böylece de sürmekte olan bilgisizliğin
yandaşlarına
karşı kolay bir tartışma zaferi kazandı.
Yeni felsefe sadece eleştirel değil, yapıcıdır; ama bilimin yapıcı
olduğu
anlamda, yani adım adım ve deneyerek. Özel bir yapılanma yöntemi
vardır; o da, matematiğin yeni bir kolu olan ve felsefeye diğer
bütün geleneksel
kollardan daha yakın olan, matematiksel mantıktır. Matematiksel
mantık,
belli bilimsel savların felsefe yönünden hangi sonuçlara yol
açtığını,
nelerin varsayılması gerektiğini ve aralarında ne gibi bağlantılar
olduğunu
bulmaya, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde olanak sağlar. Bu
yöntem sayesinde matematik ve fizik felsefesi çok büyük
ilerlemeler kaydetmiştir. Fizikteki sonuçların bir kısmı Dr.
Whitehead (1861-1947)'in son üç çalışmasında ortaya konulmuştur.
Yöntemin diğer alanlarda da aynı ölçüde verimli olacağını ummak
için
yeterli neden vardır; ancak bu, burada ele alınamayacak kadar
teknik bir
konudur. Modern çoğulcu felsefenin büyük bir bölümü önermelerin
mantıksal analizinden esinlenmiştir. Bu yöntem önceleri gramer
kurallarına büyük önem verilerek uygulandı. Örneğin, Meinong şunu
ileri sürüyordu: "yuvarlak kare yoktur," diyebildiğimize göre,
yuvarlak kare diye bir şey var olmalıdır -her ne kadar o, var
olmayan bir şey olsa da. Bu satırların yazarı başlarda bu tür
usavurmalara bağışık sayılmazdı. Ancak 1905'te "betimleme" kuramı
sayesinde bundan nasıl kaçınacağını keşfetti.
Bu kurama göre, "yuvarlak kare yoktur," dediğimizde yuvarlak
kareden söz
edilmediği anlaşılıyor. Yuvarlak kare gibi saçma konularla zaman
harcamak
anlamsız bulunabilir; ne var ki, bu gibi konular çoğu kez mantık
teorilerini
sınamak için en iyi yöntemi oluşturur. Birçok mantık teorisi saçma
sonuçlara yol açmakla suçlanırlar. Öyleyse, mantıkçı da bu
anlamsız sonuçları görmeli ve onlara karşı tetikte bulunmalıdır.
Çoğu laboratuar deneyleri konuyla ilgisini bilmeyen kişilere
önemsiz görünür; saçmalıklar da mantıkçının deneyleridir.
Yeni felsefe ilk dönemlerinde, önermelerin mantıksal analizleriyle
uğraşırken Platon ve Ortaçağ gerçekçiliğinden güçlü izler taşıyor,
soyutların da somutlarla aynı tür varlığa sahip olduğunu kabul
ediyordu. Kendi mantık sistemi kusurlardan arındıkça felsefesi de
yavaş yavaş bu görüşten kurtuldu. Geriye de sağduyuya çok ters
gelecek bir tortu kalmadı.
Yeni felsefenin ilk dönemlerinde en etkilenen bilim matematik
olduysa da
günümüzde en büyük etkisi fizik üzerinedir. Bu durum, en başta
uzay, zaman, madde kavramlarını değiştiren Einstein'ın çalışmaları
ile
ortaya çıkmıştır. Görecelik teorisini açıklamanın yeri burası
olmamakla
beraber onun felsefi sonuçlarından biraz söz etmek kaçınılmazdır.
Görecelik teorisinde felsefi bakış açısından özellikle önemli olan
iki öge
şunlardır: (1) İçinde evrendeki bütün olayların kendi yerlerini
aldığı,
her şeyi kucaklayan tek bir zaman yoktur. (2) Fiziksel olguların
tarafımızdan gözlenmesi sürecinde geleneksel, ya da öznel
(sübjektif) ögeler, her ne kadar önceleri sanıldığından daha fazla
olsalar da, Tensor hesabı denilen matematiksel yöntemle yok
edilebilirler. Aşırı teknik olması
nedeniyle bu son konuya girmeyeceğim.
Zaman konusuna gelince, ilk olarak, felsefi spekülasyonlarla
değil,
deneysel sonuçların gerektirdiği ve matematiksel bir formülle
ifade edilen
bir teoriyi ele aldığımız unutulmamalıdır. Montesquieu'nün
teorileriyle
Amerikan Anayasası arasındaki fark ne kadarsa, bu ikisi arasındaki
fark da
o kadardır. Ortaya çıkan şudur: Belli bir madde parçacığıyla
birlikte hareket
eden bir gözlemcinin bakış açısından, bu parçacığa etki yapan
olayların
belirli bir zaman sıralaması olduğu halde, farklı yerlerdeki madde
parçacıklarına etki yapan olaylar her zaman belirli bir sıraya
sahip
değildirler.
Daha açık bir örnek alalım: Eğer bir ışık sinyali dünyadan güneşe
gönderilir ve tekrar dünyaya yansıtılırsa, gönderildikten 16
dakika kadar
sonra dünyaya varacaktır. Bu 16 dakika içinde dünyada gerçekleşen
olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne de
daha sonra yer almıştır. Güneşe ve dünyaya göre olası her yönde
hareket eden, bu 16 dakika içinde dünyadaki olayları ve sinyalin
güneşe varmasını izleyen gözlemciler olduğunu; bütün bu
gözlemcilerin ışığın hızını dikkate aldıklarını ve zamanı tam
olarak doğru gösteren kronometreleri olduğunu varsayalım. O zaman,
bazı gözlemciler bu 16 dakika içinde dünyada geçen herhangi bir
olayın ışık sinyalinin güneşe varmasından önce, bazıları aynı
anda, bazıları da daha sonra gerçekleştiği sonucuna varacaklardır.
Hepsi de aynı ölçüde haklı ya da aynı ölçüde haksızdırlar. Fiziğin
tarafsız bakış açısından bakıldığında, bu 16 dakika içinde dünyada
geçen olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne
daha sonra, ne de eş zamanlıdır. Bir cisimdeki bir A olayında ve
başka bir cisimdeki B olayında, eğer ışık A'dan B'ye doğru ilk
olay olduğu anda -A'nın saatine göre- yola çıkıp daha sonraki olay
olduğu anda -B'nin saatine göre varmışsa, bir cisimdeki A olayının
başka bir cisimdeki B olayından daha önce olduğunu söyleyemeyiz.
veya bu iki olayın zaman sıralaması gözlemciye göre değişecek ve
bu nedenle de fiziksel bir gerçeği temsil etmeyecektir.
Işık hızına yakın hızdaki şeyler yaşantımızda yaygın olsaydı,
fiziksel
dünya bilimsel yöntemlerle başedilemeyecek ölçüde karmaşık olurdu;
biz
de hala büyücü-hekimlerle yetinmek durumunda kalırdık. Ama eğer
fizik daha önce keşfedilmiş olsaydı, bu fizik Einstein fiziği
olmak zorunda olurdu; çünkü Newton fiziğinin uygulama olanağı
olmadığı açıkça görülürdü.
Radyoaktif maddeler ışık hızına yakın hızla hareket eden
parçacıklar
salarlar. Yeni görecelik fiziği olmadan bu parçacıkların
davranışları
açıklanamazdı. Eski fiziğin kusurlu olduğu konusunda kuşku yoktur;
bunun "yalnızca küçük bir kusur" olduğunu söylemek de felsefi
yönden bir
mazeret değildir.
Farklı yerlerde gerçekleşen olaylar için, belli sınırlar içinde,
belirli
bir zaman sıralaması olmadığı gerçeğine kendimizi alıştırmalıyız.
"Uzay" ve
"zaman" denilen iki ayrı kavram yerine bir "uzay-zaman" kavramının
ortaya
atılmasına yol açan da işte bu gerçektir. Evrensel olarak
düşündüğümüz zaman, gerçekte "yerel zaman"dır; dünyanın hareketine
bağımlı olan bir zaman için "evrenseldir" demek, Atlantik'i
geçerken saatlerini değiştirmeyen bir geminin evrensellik
iddiasından farksızdır.
Bütün günlük kavramlarımızda zamanın oynadığı rolü düşündüğümüzde,
fizikçilerin yaptığı şeyin ne olduğunu düş gücümüzü kullanarak
gerçekten
algılayabilirsek, bakış açımızın çok derinden etkileneceği
ortadadır.
"İlerleme" kavramını ele alalım: Zaman-sıralaması rastgele olursa,
zaman
ölçümü için kabul edilen düzene bağlı olarak, bir ilerleme veyagerileme
olacaktır. Kuşkusuz, uzaydaki uzaklık kavramı da değişmiştir:
Dakik ölçümler için olanaklı her aygıtı kullanan iki gözlemci,
eğer göreceli
olarak hızlı hareket halinde iseler, iki yer arasındaki uzaklık
için
farklı değerler bulacaklardır. Uzaklık kavramının kendisinin çok
belirsizleştiği açıkça görülüyor; çünkü uzaklık boş uzaydaki
noktalar -bu
noktalar hayalidir- arasında değil, somut şeyler arasında
olmalıdır; belirli
bir zamandaki uzaklık olmalıdır; çünkü herhangi iki cismin
arasındaki
uzaklık sürekli değişir. Belirli bir zaman öznel bir kavramdır;
gözlemcinin
nasıl hareket ettiğine bağlıdır. Belirli bir zamandaki bir
cisimden artık
söz edemeyiz; sadece bir olaydan söz edebiliriz.
İki olay arasında, herhangi bir gözlemciden bağımsız olan "aralık"
denilen
belirli bir ilişki vardır. Farklı gözlemcilerce yapılan
analizlerle bu
aralığın uzay ve zaman bileşenleri hesaplandığında sonuçlar farklı
olacaktır;
ancak bu analizlerin hiçbir nesnel geçerliliği yoktur. Aralık,
nesnel bir
fiziksel gerçektir; ancak onun uzay ve zaman bileşenlerine
ayrıştırılması
nesnel değildir.
Bizim eski, alışılmış "katı madde" kavramının da varlığını artık
sürdüremeyeceği ortadadır. Bir madde parçası belirli yasalara
bağımlı olan
bir olaylar dizisinden başka bir şey değildir. Madde kavramı,
filozofların
töz (substance) kavramının geçerliliği konusunda hiçbir kuşkuları
olmadığı
bir dönemde ortaya çıkmıştır. Madde, uzay ve zamanda var olan töz,
akıl ise sadece zaman içinde var olan töz idi. Daha sonraları, töz
kavramı
metafizikte berraklığını kaybetti; ama fizikte varlığını sürdürdü.
Çünkü bir
zararı yoktu -görecelik ortaya çıkıncaya kadar. Töz, geleneksel
olarak, iki
ögeden oluşan bir kavramdır.
Birincisi tözün bir önermede, yüklem olarak değil, yalnız özne
olarak yer
alabileceği yolundaki mantıksal özelliktir. İkincisi de zaman
içinde kalıcı
olması, Tanrı için ise, tümüyle zaman dışında olmasıydı. Bu iki
özellik
arasında bir bağıntı gerekli değildir. Ancak bunun farkına
varılmamıştı;
çünkü fizik, madde parçalarının ölümsüz olduğunu, teoloji de ruhun
ölümsüz olduğunu öğretiyordu. Bu nedenle, her ikisinin de tözün
her iki özelliğini taşıdığı düşünülüyordu.
Ancak şimdi fizik bizi çok kısa ömürlü olaylara, mantıksal anlamda
töz
olarak, yani yüklemi olmayan özneler olarak bakmaya zorluyor. Tek
bir
kalıcı varlık sandığımız bir madde parçası, tıpkı sinemada kalıcı
görünen
nesneler gibi, gerçekte bir dizi varlıktır. Akıl için de aynı şeyi
söylememek
için bir neden yoktur; kalıcı benlik, kalıcı atom kadar düş ürünü
gibidir.
Her ikisi de, birbirleriyle ilginç ilişkileri olan olaylar
dizisinden
ibarettir.
Modern fizik bizlere Mach ve James'in, zihinsel ve fiziksel
dünyaların
"içeriğinin" birbirinin aynı olduğu yolundaki önerilerini
şekillendirme
olanağı veriyor. "Katı madde"nin düşüncelerden ve kalıcı egodan
çok farklı
olduğu açıktır. Ancak eğer madde ve ego uygun olaylar dizileri
iseler,
onların aynı şeyden yapılmış olduklarını düşünmek çok daha
kolaydır. Bundan başka, şimdiye kadar aklın en belirgin özelliği
olarak görünen öznellik, ya da bir görüşe sahip olma, şimdi fiziğe
de yayılmış ve akıl içermediği ortaya çıkmıştır; farklı
konumlardaki fotoğraf makinaları "aynı" olayı görüntüler; ancak
çıkan fotoğraflar birbirinden farklıdır. Modern fizikte
kronometreler ve cetveller bile öznelleşmektedir; doğrudan
gösterdikleri şey, fiziksel bir durum değil, fiziksel durumla olan
ilişkileridir. Böylece fizik ve psikoloji birbirlerine
yakınlaşmış, akıl ve madde arasındaki eski ikilik
(dualizm) ortadan kalkmıştır.
Modern fiziğin eski veyapopüler anlamdaki "kuvvet" diye bir şey
tanımadığına da dikkat çekmek yerinde olur. Eskiden güneşin dünya
üzerinde bir "kuvvet" uyguladığını düşünürdük. Şimdi ise şöyle
düşünüyoruz: Uzay-zaman güneşin yakınlarında öyle şekillenmiştir
ki dünya böyle hareket etmeyi diğer bütün yollara göre daha az
zahmetli bulmaktadır. Modern fiziğin büyük ilkesi "en az eylem
ilkesi" (principle of least action) yani bir yerden bir yere
giderken cismin en az eylem içeren yolu seçmesi ilkesidir (Eylem
teknik bir terimdir; ancak anlamı bizi şimdilik ilgilendirmiyor).
Gazeteler ve güçlü görünmek isteyen bazı yazarlar "dinamik"
sözcüğünü kullanmaktan hoşlanırlar. Dinamik biliminde "dinamik"
olan hiçbir şey yoktur; tersine bu bilim her şeyin bir evrensel
tembellik yasasından çıkarılabileceğini dile getirir. Ayrıca, bir
cismin hareketini "idare eden" başka bir cisim diye bir şey de
yoktur. Modern bilimin evreni "büyük yasalar" ve "doğal
kuvvetler"den söz edenlerin değil, daha çok Lao-Tze'nin evrenine
benzer.
Modern çoğulculuk ve gerçekçilik felsefeleri bazı bakımlardan eski
felsefelerden daha az şeyler sunuyorlar. Ortaçağ'da felsefe
teolojinin bir
yardımcısıydı; günümüzde bile kitap kataloglarında aynı başlık
altında yer
alırlar. Dinin büyük doğrularını kanıtlamanın genellikle
felsefenin görevi
olduğu düşünülmüştür. Yeni gerçekçilik onları kanıtlayabileceğini,
hatta
yanlış olduklarını kanıtlayabileceğini söylemez. Onun amacı
sadece,
bilimlerin temel ereklerini açıklığa kavuşturmak ve çeşitli
bilimlerin bir
sentezini yaparak dünyanın, bilimin incelemeyi başardığı
bölümünün, geniş
kapsamlı bir görünümünü elde etmekten ibarettir.
Daha ötelerde ne olduğunu bilmez; cehaleti bilgiye dönüştürecek
bir tılsımı
yoktur. Anlayanlara entellektüel coşkular sunar; ancak çoğu
felsefenin
yaptığı gibi insanların büyüklük duygularını okşamaya kalkışmaz.
Eğer biraz yavan ve teknik ise, bunun suçunu, şair ve mistiklerin
arzu ettikleri gibi değil de, matematiksel çalışmayı seçen evrene
atar. Bu belki üzülecek bir şey; ancak bir matematikçinin bu
üzüntüye katılmasını beklemek de
haksızlık olur.
Makineler ve Duygular
Makineler mi duyguları, yoksa duygular mı makineleri yok edecek?
Bu soru uzun zaman önce Samuel Butler tarafından Erewhon'da ortaya
atılmış ve makine imparatorluğunun büyümesiyle de gittikçe daha
güncel bir hal almıştır. İlk bakışta, makineler ile duygular
arasında neden bir karşıtlık olması gerektiği sorusunun yanıtı
açık değildir. Her normal erkek çocuk makinelere bayılır; büyüyüp
güçlendikçe de onları daha çok sever. Japonlar gibi uzun ve yetkin
bir sanat geleneğine sahip uluslar, ilk karşılaştıklarında,
Batı'nın mekanik yöntemlerinin büyüsüne kapılır ve bizleri
olabildiğince çabuk taklit etmeye can atarlar. Eğitim görmüş ve
dünyayı dolaşmış bir Asyalıyı hiçbir şey "Doğu'nun bilgeliği"nden,
ya da Asya uygarlığının geleneksel erdeminden söz edilmesi kadar
sinirlendiremez; kendini oyuncak otomobiller yerine bebeklerle
oynaması istenmiş bir erkek çocuk gibi hisseder ve her erkek çocuk
gibi, oyuncak otomobil yerine gerçeğini ister, ezilebileceğini hiç
düşünmeden.
Makineler henüz yeniyken, birkaç şair ve estetikçiyi saymazsak,
Batı'da da aynı coşku vardı. Ondokuzuncu yüzyıl kendini daha çok
mekanik
ilerleme nedeniyle öncekilerden daha üstün sayardı. Peacock
(Thomas Love Peacock (1785-1866): İngiliz şair ve romancı. (ç.n.)
gençliğinde
"buhar beyinli toplum" ile alay eder; çünkü kendisi bir yazın
adamıdır ve ona göre uygarlığı Grek ve Romalı yazarlar temsil
ederler. Ancak, o dönemde yaygın olan eğilimlerden uzak olduğunun
da farkındadır. Doğaya dönüşleri ile Rousseau'nun (Jean Jacques
Rousseau (1712-1778): Fransız yazar, filozof ve toplum teorisyeni.
(ç.n.) müritleri, Ortaçağlılıkları ile Göl Şairleri (Göl Şairleri:
İngiltere'de Göller Bölgesi'nde yaşamış İngiliz şairleri
Wordsworth (1770-1850), Coleridge (1772-1834) ve Southey
(1774-1843).
(ç.n.), News from Nowhere (Olmayan Ülkeden Haberler) (zamanın hep
haziran olduğu ve herkesin harman kaldırdığı bir ülke) kitabı ile
William Morris: (William Morris (1834-1896): İngiliz şair, ressam
ve sosyalist. (ç.n.) bunların hepsi tümüyle duygusal ve tepkisel
olan bir çıkışı temsil ederler. Makinelere karşı duygusal olmayan
rasyonel bir karşıtlığı ilk ortaya koyan Samuel Butler olmuştur.
Ancak bu onun için belki de bir jeu d'esprit'den (kelime
oyunundan) başka bir şey değildi -bunun köklü bir kanı olmadığı
kesindir. Onun günüden bugüne, en çok makineleşmiş uluslardan çok
kişi Erewhon-vari' bir görüşü içtenlikle benimseme eğilimindedir;
yani bu görüş, uygulanmakta olan sanayi yöntemlerine karşı
olanların tavırlarında, açık veyakapalı şekilde, kendini
gösterir.
Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç
sağlarlar;
onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan
tiksinilir, çünkü
kölelik getirirler. Bu tutumlardan birinin "doğru" ötekinin
"yanlış" olduğunu
düşünmeyelim. Bu, insanların kafası olduğu doğrudur ama ayakları
olduğu
yanlıştır demeye benzer; gerçi Lilliputluların bu soruyu Gulliver
hakkında
tartıştıkların kolayca düşleyebiliriz. Bir makine Binbir Gece
Masallarındaki
Cin gibidir; sahibi için güzel ve yararlı; düşmanları için çirkin
ve
tehlikeli. Ancak günümüzde hiç bir şeyin kendisini bu denli
belirgin bir
yalınlıkla göstermesine izin verilmez. Makine sahibinin, ondan
uzakta
oturduğu, gürültüsünü işitmediği, gözleri rahatsız eden atık
yığınlarını
görmediği, zararlı dumanlarını koklamadığı doğrudur; eğer makineyi
görmüşse, o da çalıştırılmaya başlamadan önce, çıkardığı toz ve
sıcaktan rahatsız olmasına gerek kalmadan, gücü ya da bir saat
gibi işlemesini gururla seyrettiği zamandır. Makineye, onunla
yaşayıp onunla çalışanların görüş açısından bakması istenirse de
cevabı hazırdır. Makinenin çalışması
sayesinde bu insanların, büyük dedelerinden daha fazla -çoğu zaman
çok çok daha fazla- şey satın alabildiklerine dikkat çekebilir.
Öyleyse, hemen
herkesçe yapılan bir varsayımı kabul edersek, büyük dedelerinden
daha
mutludurlar.
Bu varsayıma göre insanları mutlu eden, maddi şeylere sahip
olmaktır. İki
odası, iki yatağı ve iki ekmeği olan bir kişinin bir odası, bir
yatağı ve bir
ekmeği olan kişiden iki kat mutlu olduğu; kısacası, mutluluğun
gelirle
orantılı olduğu düşünülmektedir. Bazı kişiler, her zaman da tam
içtenlikle
olmadan, din ve ahlak adına bu fikre karşı çıkar; ama vaazlarının
dokunaklılığı sayesinde gelirleri artarsa ona da sevinirler. Benim
karşı
çıkmak istemem din ya da ahlak bakımından değil, psikoloji ve
yaşamın
gözlemlenmesi açısındandır.
Eğer mutluluk gelirle orantılı ise makinenin üstünlüğü kuşku
götürmez;
değil ise sorunun tümüyle irdelenmesi gerekir. İnsanların fiziksel
gereksinimleri, ayrıca bir de duyguları vardır. Fiziksel
gereksinimler
karşılanmamışsa, onlar önceliklidir; ama eğer karşılanmışlarsa,
bir insanın
mutlu ya da mutsuz olmasını saptamada, gereksinimlerle bağlantısı
olmayan duygular önem kazanır. Bugünkü sanayi toplumlarında
zorunlu fiziksel gereksinimleri karşılanmamış pek çok kadın, erkek
ve çocuk vardır; onlar bakımından mutluluğun ilk koşulunun gelir
artışı olduğunu inkar etmiyorum.
Ancak öyle kimseler azınlıktadırlar; hepsinin yaşamsal
gereksinimlerini
sağlamak da zor değildir. Ben onlar hakkında değil, yaşamlarını
sürdürmek
için gerekenden fazlasına sahip olanlar -sadece çok fazlasına
değil, aynı
zamanda biraz fazlasına sahip olanlar- hakkında konuşmak
istiyorum.
Hemen hepimiz, gelirimizi artırmayı gerçekte neden isteriz?
İsteklerimiz
ilk bakışta maddi şeyler gibi görünebilir. Gerçekte ise bunları
daha çok
komşularımızı etkilemek için isteriz. Daha iyi bir mahallede daha
büyük bir
eve taşınan bir adam karısını "daha iyi" insanların ziyaret
edeceğini; eski
ve yoksul komşularla ilişkilerin artık kesilebileceğini düşünür.
Oğlunu iyi
bir okula ya da pahalı bir üniversiteye gönderdiğinde, ödediği
yüksek
harçlara karşılık kazanılacak sosyal saygınlığı düşünerek kendini
teselli
eder.
Amerika'da olsun Avrupa'da olsun bütün büyük şehirlerde bazı
mahallelerdeki evler, sadece kibar insanlar arasında revaçta
oldukları için, öteki mahallelerdeki aynı nitelikleri taşıyan
evlerden daha pahalıdır. En güçlü tutkularımızdan biri de
başkalarının takdir ve saygısını kazanma arzusudur.
Bugünlerde takdir ve saygı, zengin görünen insanlara karşı
duyulmaktadır.
İnsanların zengin olmak istemelerinin başlıca nedeni budur.
Paraları ile
satın aldıkları mallar ikinci dereceden önem taşır. Örneğin, bir
resmi
ötekinden ayırdedemeyen ve uzmanlar yardımıyla eski ustaların bir
galeri
dolusu resmini toplamış olan bir milyoneri ele alalım. Aldığı
yegane zevk,
başkalarının onların kaça mal olduğunu bilmesidir. Halbuki
dergilerin Noel
sayılarındaki dokunaklı posterlerden daha dolaysız ve daha çok
zevk alabilir; ancak o yolla egosu için aynı doyumu elde edemez.
Bütün bunlar başka türlü de olabilir; birçok toplumda olmuştur da.
Aristokratik dönemlerde insanlara soylarına bakarak değer
biçilirdi. Tuhaf
gelebilir ama Paris'te bazı çevrelerde insanlar resim ve edebiyat
alanlarındaki yetkinlikleri nedeniyle değerli görülürler. Bir
Alman
üniversite sitesinde, insan, bilgisinden dolayı takdir edilir.
Hindistan da ermişlik, Çin de bilgelik saygınlık uyandırır. Bu
değişik örneklerin incelenmesi tanımızın doğru olduğunu
gösteriyor; çünkü hepsinde
insanların büyük bir yüzdesi, yaşamlarını sürdürecek ölçüde sahip
olduklarında, paraya karşı ilgisizdirler. Ancak onlar da
çevrelerinde
saygınlıklarını sağlayacak meziyetlere sahip olmayı yürekten arzu
ederler.
Bu örneklerin önemi, günümüzdeki zenginlik özleminin insan
doğasından
gelmemesinde, çeşitli sosyal kuruluşlarca ortadan kaldırılabilir
olmasında
yatar. Yasa gereği hepimizin geliri aynı olsaydı komşularımızdan
üstün
olmanın başka yollarını arardık; maddi şeylere sahiplenmeye olan
şimdiki
şiddetli arzularımızın çoğu da son bulurdu. Bu arzular rekabet
niteliği
taşıdıklarından, rakibimize üstünlük sağladığımız zaman bize
mutluluk, ona
da aynı ölçüde acı verir. Gelirlerde yapılacak genel bir artış
rekabet
açısından bir avantaj sağlamaz; bu yüzden de rekabetten
kaynaklanan bir
mutluluk vermez. Kuşkusuz, satın alınan şeyleri kullanmaktan bir
ölçüde zevk de alınır; ancak, gördüğümüz gibi bu, zenginliği
isteme nedenimizin önemsiz bir bölümüdür. Arzumuz rekabete dayalı
olduğu sürece zenginliğin artması, ister genel olarak ister belli
konularda, sonuçta insan mutluluğunu artırmaz. Makinelerin
mutluluğu artırdığını savunacaksak, yukarıdaki nedenlerden dolayı
makinelerin getirdiği maddi refah artışı, mutlak yoksulluğu
önlemede kullanıldıkları durumlar dışında, önemli bir etken
değildir. Yoksulluğu gidermek için kullanılmalarını gerektiren
zorunlu bir neden de yoktur.
Nüfusun durağan olması halinde yoksulluk makine olmadan da
önlenebilir;
Fransa bunun bir örneğidir; orada Amerika'dan, İngiltere'den ve
savaş öncesi Almanya'sından çok daha az makine olduğu halde
yoksulluk çok azdır. Tersine, makinenin çok olduğu bir yerde
yoksulluk da çok olabilir.
Bunun da örnekleri yüz yıl kadar öncesi İngiltere'sinin sanayi
bölgeleri ile
bugünkü Japonya'dır. Yoksulluğun önlenmesi makineye değil başka
etkenlere bağlıdır -kısmen nüfus yoğunluğuna, kısmen de siyasal
koşullara. Serveti artırmanın yoksulluğu önleme dışında fazla bir
değeri yoktur.
Makineler bizi insan mutluluğunun önemli ögeleri olan iki şeyden,
doğal
davranma rahatlığından ve çeşitlilikten yoksun bırakır.
Makinelerin
kendilerine özgü bir işleyişleri ve kendilerine özgü vazgeçilmez
istemleri
vardır: pahalı bir fabrikası olan bir kimse onu sürekli
çalıştırmak
durumundadır. Duygular açısından, makinenin yarattığı en büyük
sıkıntı onun düzenliliğidir. Ve doğaldır ki makineler açısından
da, duygularda bulunan en büyük kusur, tersine, düzensiz
olmalarıdır. Kendilerini "ciddi" sayan kişilerin düşüncelerine
makineler egemen olduğundan bu kişilerin bir insan hakkında dile
getirecekleri en büyük övgü onun makine gibi olması;
yani güvenilir, dakik, kesin olmasıdır. Artık "düzensiz" bir yaşam
kötü bir
yaşamla eş anlamlı olmuştur. Bergson'un felsefesi bu görüşe karşı
bir
protestoydu; entelektüel açıdan çok sağlam olmamakla beraber
sanırım,
insanların gittikçe daha çok makineye dönüştürülmelerine karşı
duyulan
sağlıklı bir endişeden esinlenmişti.
Yaşamımızda, makineleşmenin egemenliğine karşı içgüdülerimizin
şimdiye
kadar gösterdiği başkaldırı talihsiz bir doğrultuya yönelmiştir.
İnsanlar toplum halinde yaşamaya başladığından bu yana savaş
dürtüsü her zaman var olmuştur. Ancak bu, geçmişte, günümüzdeki
kadar yoğun ve kahredici değildi. On sekizinci yüzyılda İngiltere
ve Fransa dünya egemenliğini elde etmek için sayısız savaşlara
girdiler; ancak birbirlerini hep sevip saydılar. Esir subaylar,
kendilerini esir alanların sosyal yaşantılarına katıldı;
ziyafetlerde onur konukları oldular.
1665'te Hollanda ile yaptığımız savaşın başlarında, Afrika'dan
gelen bir
kişi Hollandalıların orada yaptıkları zulmü anlatmıştı. Biz
-İngilizler bu
hikayenin düzmece olduğuna kendimizi inandırdık; adamı
cezalandırdık ve
Hollandalıların yalanlamasını yayınladık. Son savaşta olsaydı o
adama
şövalyelik verir, söylediklerinin doğruluğuna kuşkuyla bakanları
da hapse
atardık. Modern savaşlarda vahşetin artması üç yönden makinelerin
etkisine bağlanabilir. İlk olarak, daha büyük ordular kurulmasına
olanak sağlarlar. İkinci olarak, insanların daha alt düzey
duygularına hitabeden ucuz yayınları kolaylaştırırlar. Üçüncü
olarak -bizi ilgilendiren de bu noktadır- insan doğasının
derinlerinde yatan, içinden geldiği gibi ve kuralsız yaşamak
isteyen yönünü baskı altında tutarlar; Bu, belirsiz bir
huzursuzluğa yol açar; bu huzursuzluktan kurtulmanın olası yolu
olarak da akıllara savaş fikri gelir.
Son savaş gibi büyük bir kargaşayı yalnızca politikacıların
makineleşmesine yüklemek yanlış olur. Belki Rusya için böyle bir
açıklama yerinde olabilir. Rusya'nın isteksiz savaşmasının ve
barışı sağlamak için devrim yapmasının bir nedeni de budur. Ancak
İngiltere, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yaygın
savaş arzusunun -1917'de- önünde hiçbir hükümet duramazdı. Bu tür
bir genel isteğin içgüdüsel bir temeli olmalıdır ve ben şahsen
günümüzdeki savaş yanlısı güdülerin artmasının, modern yaşamdaki
düzenlilik, monotonluk ve güdümlü yaşamanın yol açtığı -genellikle
bilinç-dışı- hoşnutsuzluktan kaynaklandığına inanıyorum.
Bu duruma makineleri yok ederek çare bulamayacağımız açıktır.
Böyle bir
yöntem tepkisel olur ve uygulama olanağı hiç yoktur. Günümüzde
makineleşmenin beraberinde gelen sakıncaları önlemenin tek yolu,
çalışma aralarında heyecan verici uğraşlar için olanak sağlayarak
monotonluğu kırmaktır. Alplere tırmanma yoluyla yaşamlarını
tehlikeye atma olanağı bulsalar çoğu insanın savaş özlemi de yok
olur. Tanımak mutluluğuna eriştiğim en gayretli ve yetenekli barış
gönüllülerinden biri, yazlarını Alplerin en tehlikeli doruklarına
tırmanarak geçirmeyi adet edinmişti. Eğer çalışan herkese yılda
bir aylık zaman vererek kendi arzusu doğrultusunda, uçak kullanmak
öğretilse; veyaBüyük Sahra'da zümrüt aramaya yöneltilse; ya da
kendi inisiyatifini kullanacağı herhangi başka bir tehlikeli ve
heyecan verici uğraşa olanak sağlansa, yaygın savaş arzusu sadece
kadınlarla ve eli ayağı tutmayanlarla sınırlı kalır. Bu kişileri
de barışçıl yapacak bir yöntem bilmediğimi itiraf ederim; fakat
eğer işi ciddiyetle ele alırsa, bilimsel psikolojinin bir yöntem
bulacağından eminim.
Makineler yaşam tarzımızı değiştirmiştir ama içgüdülerimizi değil.
Bunun
sonucunda uyum bozukluğu yaşanmaktadır. Duygu ve içgüdü
psikolojisi henüz bebeklik evresinde. Psikanalizle bir başlanıç
yapılmış bulunuyor; ancak bu sadece bir başlangıç. Psikanalizden
öğrendiklerimize göre şu gerçeği kabul edebiliriz ki, insanların
hareketlerinde yöneldikleri amaçlar, bilinçli olarak seçtikleri
amaçlar değildir; bu bütünüyle irrasyonel birtakım
fikirleri de beraberinde getirir ve insanlara neden öyle
yaptıklarının
farkında olmaksızın, bu amaçların peşinden gitme olanağı verir.
Ancak,
geleneksel psikanaliz çok çeşitli olan ve kişiden kişiye değişen
bilinç-dışı
amaçlarımızı gereğinden çok basitleştirmiştir.
Yakın zamanda sosyal ve siyasal olguların bu bakış açısından
anlaşılması;
böylece de insan doğasına ışık tutması umulur.
Anarşik güdülerimizle başetmek için istem kullanmak ve zararlı
eylemlere
dış yasaklar koymak elverişli yöntemler değildirler. Elverişsiz
olmalarının
nedeni de bu güdülerin Ortaçağ efsanelerindeki Şeytan kadar çok
kılığa
girebilmeleri ve bu kılıklardan bazılarının en aklı başında
olanları bile
yanıltmasıdır. Elverişli olacak tek yöntem önce içgüdüsel
doğamızın
gereksinimlerini saptamak; sonra da onları karşılamanın en
zararsız yolunu
aramaktır. Makinelerin en çok engellediği şey içten geldiği gibi
davranmak
olduğuna göre, yapılabilecek tek şey fırsat sağlamaktır; fırsatı
değerlendirmek de kişinin isteğine bırakılmalıdır. Bu, kuşkusuz,
bir hayli
masraf gerektirir; ama bu bedel bir savaşın giderleriyle
kıyaslanamaz.
Bilim fiziksel dünyanın yasalarını kavramakta harikalar
yaratmıştır; ama
şimdiye kadar, kendi doğamızı, yıldızların ve elektronların
doğasına kıyasla
çok daha az anlamış bulunuyoruz. Bilim, insanın doğasını anlamayı
öğrendiğinde, makinelerin ve fiziksel bilimlerin yaratamadığı
mutluluğu
yaşamımıza getirebilir.
Davranışçılık ve Değerler
Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranışçı olduğu,
onun da
Dr. Watson (John Broadus Watson (1878-1958): Amerikalı Psikolog.
(Ç.N)
olduğu yolunda bir ifadeye rastlamıştım. Ben, çağdaş düşünceli
olan ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu
söylerdim. Bu,
davranışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu, ya da bizzat
benim bir
davranışçı olduğum anlamına gelmez -Rusya ve Çin'i gördükten
sonra, zamana ayak uyduramamış olduğumu fark ettim. Ancak nesnel
(objektif) özeleştiri beni çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule
zorluyor. Bu makalede, benim gibi, bilimde çağdaş olan şeyleri
kabul ettikleri halde, yaşamaya değer şeyler konusunda kendini
Ortaçağlılıktan kurtaramayan kişilerin karşılaştıkları bazı
güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranışçılığın yalnızca
değerler ile olan mantıksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla
benimsenmesi durumunda bu doktrinin sıradan insanlar üzerindeki
etkisinin ne olacağını da sorgulamak istiyorum.
Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık haline henüz
gelmemiştir;
ancak bir gün gelirse, popüler şekli, kuşkusuz, Dr. Watson'un
öğretilerinden değişik olacaktır -popüler Freudculuk Freud'dan ne
kadar farklıysa o kadar farklı.
Davranışçılığın popüler versiyonu sanırım şöyle bir şey olacak:
Eskiden
hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işlevi yürütebilen akıl diye
bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin
var
olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazanmıştır. Bütün
eylemlerimiz bedensel süreçlerden ibarettir. "Hissetme" özellikle
iç salgı bezleri gibi iç organlarla ilgili bir olaydır. "Bilme"
gırtlağın hareketlerinden ibarettir. "İsteme" ise uzun kaslara
bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur.
Geçenlerde, ünlü bir entelektüel ile bir dansöz evlendiğinde,
onların birbirlerine uygunluğu konusunda kuşkularını dile
getirenler oldu.
Bir davranışçının bakış açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve
bacak kaslarını, öteki de gırtlak kaslarını geliştirmiştir.
Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında olmakla beraber, her
ikisi de birer akrobattır. Yapabildiğimiz tek şey bedenimizi
hareket ettirmek olduğuna göre, bu öğretinin popüler
yandaşlarının, bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket
ettirmemiz gerektiği sonucuna varmaları beklenebilir. Bu noktada
göreceliğe ilişkin bazı güçlükler ortaya çıkacaktır. Bedenin
değişik bölümleri birbirlerine göre mi hareket edecektir; yoksa
beden bir bütün olarak içinde bulunduğu araca göre mi hareket
edecektir? veya erdemin ölçütü dünyaya göre olan hareket midir?
İdeal insan birinciye göre bir akrobat; ikinciye göre, aşağıya
doğru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukarıya koşan bir
insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir uçak içinde geçiren
insandır. Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilkeye göre karar
verileceğini bilmek kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan
yanayım.
En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, insanın
kusursuzluğu anlayışının değişik biçimlerine bakarsak,
davranışçılığın temelde var olan inançlara teorik bir gerekçe
sağlamaktan öteye gitmediği sonucuna varırız. Beden eğitimine
inananlara ve bir ulusun "erkekliğinin" onun sporculuğuna bağlı
olduğu görüşünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandır;
İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de böyledir. Yürüyen
merdivenlerden yukarıya koşan kişi, zevklerden uzak durabilmek
koşuluyla, kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören
Hıristiyanların beau ideal'idir. Bu, YMCA'in (YMCA: Genç Erkekler
Hıristiyan Birliği. (ç.n.)
Çin'de yerleştirmeye çalıştığı ve yöneticilerimizin egemenliğimiz
altında olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu görüştür.
Pilot, mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça bir
idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunların üstünde,
Aristoteles'in hareketsiz-olan-hareket ettiricisini anımsatan yüce
bir kavram vardır. Ona göre, merkezde hareketsiz duran bir ulu
varlık vardır; geriye kalan her şey ve herkes onun çevresinde
değişik hızlarla dönerler ve böylece o kişiye mutlak en büyük
göreceli hareketi sağlarlar. Bu merkezde olma rolü süpermenlerimiz
için, özellikle de finans kesimi mensupları için ayrılmıştır.
İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve Ortaçağ'dan günümüze
kadar gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak makinelerin düş
gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun
yerini
almaktadır. Kanımca bu eski görüş mantıksal olarak,
davranışçılıkla bağdaştırılabilir; ancak, psikolojik açıdan, sade
vatandaşın davranışıyla bağdaştırılamaz. Bu eski görüşe göre
hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir; sanat ve derin
düşüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini değiştirmek
kadar övgüye değer olduğu düşünülür. Cheribum (Tevrat'ta adı geçen
bir melek. (ç.n.) Tanrı'yı sever, Seraphim (İncil'de adı geçen üç
çift kanatlı melek. (ç.n.) Tanrı'yı derin düşünce yoluyla anlamaya
çalışır; onların yüce kusursuzlukları da bunda yatar. Bu ideal
tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp çalındığı
doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların yapısında
hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıcı
gelir. Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün
gelişen makinelerle donatmamasında yatar; Milton5 cehennem için
bunu başarmıştı.
Her etik sistemin bir tür non sequitur'a (önerme veyakanıtlara
uygun
olmayan sonuç) dayandığı söylenebilir. Filozof önce nesnelerin
doğası
hakkında yanlış bir teori icat eder; bundan da, kendi teorisinin
yanlış
olduğunu gösteren eylemlerin kötü eylemler olduğu sonucunu
çıkarır. İlk
olarak geleneksel Hıristiyanlığı ele alalım. Her şey her zaman
Tanrı'nın
iradesine tabi olduğundan, günahkarlığın Tanrı iradesine karşı
gelmek
olduğunu iddia eder. Hegel yandaşlarına gelince, onlar da evrenin
kusursuzca örgütlenmiş, uyum içindeki parçalardan oluştuğunu; bu
nedenle, kötülüğün bu uyumu azaltan davranışlar bütünü olduğunu
iddia ederler. Ne var ki, uyum metafiziksel bir sorun olduğu halde
uyum dışı davranışların nasıl olanaklı olduğunu anlamak zordur.
Fransız halkı için yazan Bergson, davranışları ile kendisine karşı
çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç bir şeyle, yani gülünç
olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik
davranmadıklarını gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdığı
kitabında (Lczughter) bizi güldüren şeyin mekanik olarak davranan
bir insan görmek olduğunu ileri sürüyor. Bu demektir ki, Bergson
felsefesinin yanlış olduğunu gösteren bir şey yaparsanız o zaman
ve ancak o zaman gülünç olursunuz.
Umarım bu örnekler metafiziğin, herhangi bir etik sonuca yol
açamayacağını, varabileceği tek sonucun, kendi yanlışlığının yol
açtığı aşağıdaki sonuç olduğunu açıkça göstermiştir: Eğer
metafizik doğru olsaydı günah olarak tanımladığı eylemler
olanaksız olurdu.
Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu sonucu çıkarıyorum:
Etik
sonuçları varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış olması
gerekir;
öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz.
Popüler
davranışçılığa -tam anlamıyla bilimsel şekline değil- bu açıdan
baktığımızda
onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk
olarak, eğer
destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünselerdi,
hemen
hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi.
Burada bir ayrım yapma gereği doğuyor. Doğru bir doktrinin pratik
sonuçlar
doğurması olasıdır; ama etik sonuçlar yaratması olanak dışıdır.
İki madeni para atarak çalıştırılan bir makineden siz tek bir para
atarak
bir şey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir
para daha
atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu "etik" olarak
değerlendirmez; bu sadece arzumuzu nasıl
gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr. Watson'un
kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle davranışçılığın,
özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçları vardır.
Eğer bir
çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız,
örneğin Freud'un değil de Dr. Watson'un öğütlediği yola
başvurmanız çoğu zaman akıllıca olur. Ancak bu da etik değil,
bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir eylem belli bir hedefi
amaçladığı zaman; veya bazı eylemler, getirdikleri sonuçlara
bakılmaksızın, iyi ve kötü olarak sınıflandırıldıkları zaman söz
konusu olur.
Burada davranışçılığın -mantığa ters düşse de- sözcüğün gerçek
anlamında
bir ahlak kuralı koyma eğiliminde olduğu sonucuna varıyorum.
Konu şöyle görünüyor; yapabileceğimiz tek şey maddeyi hareket
ettirmek
olduğuna göre, olabildiğince çok şey hareket ettirmeliyiz; bu
nedenle
sanat ve düşünce maddeyi harekete geçirmeye yardımcı oldukları
ölçüde değerli sayılırlar. Bu, günlük yaşam için aşırı ölçüde
metafiziksel bir ölçektir; pratik ölçek ise gelirdir. Dr.
Watson'dan aşağıdaki alıntıyı ele alalım: "Kişilik, karakter ve
yeteneği değerlendirmede en önemli öğelerden biri, kanımca, bir
kimsenin yıllık başarısının tarihçesidir. Bunu, kişinin değişik
işlerde kaldığı süreler ve gelirindeki yıllık artışlarla nesnel
olarak
ölçebiliriz...
Eğer bu kişi bir yazarsa, yazılarına ödenen ücretin yıllara göre
bir
grafiğini çizmek isteriz. Eğer otuz yaşındayken yazıları için önde
gelen
dergilerden kelime başına aldığı ortalama ücret, yirmi dört
yaşındayken
aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar olması, daha öteye de
gidemeyeceği olasıdır."
Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed'e; Milton ve Blake'e uygularsak,
bu
kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde ilginç değişiklikler
yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce değinilenler dışında bu
alıntıda iki
ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür
olmalıdır; iki
-yasalarla uyumlu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe dayalı
bir
sistemden elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlarıdır. Yukarıdaki
paragrafta Dr. Watson'un öne sürdüğü etik, benim kabul
edebileceğim etik
değildir. Erdemin gelirle orantılı olduğuna; kalabalığa uyum
sağlamakta
güçlük çekmenin günah olduğuna inanmam olanaksızdır. Yoksul ve
aksi bir kişi olduğumdan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku
götürmez; bunun bilincinde olmama rağmen düşüncelerim yine de
değişmiyor.
Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü, eğitim konusundaki
görüşlerini
ele alacağım. Burada, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu
konudaki
görüşleri kusursuz görünen Dr. Watson'dan alıntı yapamıyorum. O
eğitimin
daha sonraki aşamalarına değinmiyor; benim en çok kuşku duyduğum
konular ise orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla beraber
davranışçılıkla ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı
ele alacağım: The Child: His Nature and His Needs (Çocuk: Doğası
ve Gereksinimleri)
6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması
nedeniyle oldukça takdir ettiğim bir kitaptır; ancak bana göre,
estetik ve etik yönden
eleştiriye açıktır. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki
bölümü
alıyorum (sayfa 384):
"Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila on beş bin kelimenin nasıl
yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan araştırmalar
göstermiştir ki,
tipik bir lise mezununun, okul çalışmalarında, eğer özel ve teknik
sözcük
bilgisi gerektiren teknik bir işle ayrıca uğraşmıyorsa, daha
sonraki
yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine gerek yoktur.
Tipik bir Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı yazılarda
çoğu
zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanmamaktadır; çoğu
kişi ise bunun yarısından fazlasını hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden
dolayı
günümüzde, okullardaki yazın kuralları dersleri günlük yaşamda
kullanılan
sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice
öğretilmeleri
ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve belki de
hiç kullanılmayan teknik ve alışılmış sözcükler eğitim
programından çıkarılmaktadır. Bugünkü
yazın derslerinde hiç bir sözcüğe, belleği geliştirmek bakımından
yararlı
olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir."
Son cümlede, ezberleme yanlısı eski gerekçenin yanlışlığını ortaya
koymak
için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı yapılıyor. Anlaşılan
ezberleme belleği geliştirmiyor. Öyleyse, hiçbir şey, o şeyin
bilinmesi
gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu
belirledikten
sonra yukarıdaki alıntının akla getirdiği bazı şeyleri
irdeleyelim.
İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir yararı
yoktur.
Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve
Alfred Austen
ise bunu yapabilirlerdi. Doğru heceleme, biraz, "eğitimli"yi "eğitimsiz"den
ayırdetmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi
giyinmek
gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da, doğal-yasa düşkünü
kimselerin,
kişisel özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten
acı
duymalarına bağlı olarak aranan bir şeydir. Hiç olmazsa, yazılı
basının,
sözcükleri alışılmış biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç
için
okuyucu sağlamak her zaman olanaklıdır.
İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı dili, edebiyatın bütün
estetik
güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini almıştır. İnsanlar,
dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği duygusunu korudukları
çağlarda
yazın kurallarına pek aldırmazlardı; ama telaffuza dikkat
ederlerdi.
Şimdilerde üniversite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan
sözcükler
dışındaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de
şiirlerin
çoğunu vezne uygun olarak okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat
öğrencileri
dışında, kırk yaşının altında olup da bazı şiirleri veznine uygun
olarak
okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir
ölçüde,
estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek
sesle
okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil'i yüksek
sesle
okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdilerde bu
uygulamanın
nesli neredeyse tükenmiştir.
Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi, estetik yönden, geniş
bir
sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz sözcük
bilenler, basit
konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında,
kendilerini tam
olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan
nüfusunun
yarısı eğitimi için, Shakespeare'in harcamış olduğu zaman kadar
zaman
harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak varır. Yine
de, onun
sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında
kullanıldığına
göre, zamanın sıradan vatandaşları tarafından da anlaşılıyor
olmalıydı.
Çağdaş görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa
dile
yeterince hakim sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve
yazma dilinde
estetik zevk sağlaması aranırdı.
Bu satırların yazarı gibi, pratik nedenlerle davranışçılığın
bilimsel
yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını reddeden
bir kişi
sonunda nereye varır? Dr. Watson'u çok takdir ederim; kitaplarını
da son
derece önemli bulurum.
Günümüzde teorik uğraşların en önemlisinin fizik, sosyal olguların
en
önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama yine de,
"yararsız"
bilgiye ve haz vermek dışında bir amacı olmayan sanata hayranlık
duymaktan kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü
gördüğümüz gibi, eğer davranışçılık doğruysa, hangi amaç için ne
gibi araçlar kullanılacağını göstermeye yardım etme gibi ikincil
konular dışında, değer yargılarına ilişkin konularda bir etkisi
olamaz. Sorun, geniş anlamda politiktir: İnsanoğlunun büyük
bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru önermelerden yanlış
sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar
çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek
doğru çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece
onlara yalnızca doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı
vermektir.
Örneğin, Fransızların "mantıklı" olduğu söylendiğinde kastedilen
şudur: bir önermeyi kabul ediyorlarsa; incelikli mantıktan yoksun
bir kişinin, yanlış olarak bu önermeden çıkaracağı yanlış her
türlü sonucu da kabul ederler. Bu en istenmeyecek türden bir
özelliktir; İngilizce konuşan uluslar geçmişte, genel olarak, bu
duruma diğer uluslardan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu duruma
düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok felsefe ve
mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler vardır.
Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak,
yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru
olduğu anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma
sanatı olmuştur. Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl
yürütmemeyi öğretmek amacıyla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum.
Çünkü akıl yürütürlerse yanlış yürütecekleri kesin gibidir. |