Orada
üzerinde durduğum ilk düşüncelerden söz etmeli miyim bilmem; çünkü
onlar öylesine metafizik (26) ve
öylesine herkesi ilgilendirmeyen düşüncelerdir ki onlar belki de
herkesin beğenisine uygun düşmeyecektir. Bununla birlikte
edindiğim temellerin oldukça sağlam oldukları yargısına
varılabilmesi için, ondan bir biçimde söz etmek zorundayım. Yukarıda söylendiği gibi, görenekler söz konusu
olduğunda, oldukça kesinliksiz olduğu bilinen görüşlerin bazen
kuşku götürmez görüşler gibi alınması gerektiğini çoktandır
belirtmiştim; ama o sırada yalnızca doğruyu araştırmakla uğraşmak
istediğimden, tam tersini yapmam ve kendilerinden en küçük bir
kuşku duyabileceğim her şeyi bundan sonra inancımda tümüyle kuşku
götürmez bazı şeylerin kalmış olup olmadığını görmek için mutlak
olarak yanlış diye atmam gerektiğini düşünüyordum. Böylece
duyularımız bazen iyi aldattığı için, onların bize düşündürdüğü
biçimde herhangi bir şeyin varolmadığını varsaymak istedim. Çünkü
geometrinin en basit konularıyla ilgili olarak bile usavurmalar
yaparken yanılan ve mantık yanlışları yapan insanlar olduğu için,
benim de başkaları kadar yanılabileceğim yargısına vararak, daha
önce göstermeler için aldığım tüm nedenleri yanlış diye atıyordum.
Sonunda uyanıkken zihnimde bulunan bazı düşüncelerin, hiçbiri
doğru olmamakla birlikte, uyurken de aklıma gelebildiğini görerek,
o zamana kadar zihnime girmiş olan tüm şeylerin düşlerimdeki
yanılsamalar kadar doğru olabileceğini varsaymaya karar verdim
(27). Ama hemen sonra, böylece her
şeyin yanlış olduğunu düşünmek istediğim sırada, bunu düşünen
"ben"in zorunlu olarak herhangi bir şey olması gerektiğini gördüm.
Düşünüyorum öyleyse varım doğrusunun kuşkucuların tüm aşırı
varsayımlarıyla sarsılmayacak kadar sağlam ve güvenli olduğunu
belirlerken, bu doğruyu, araştırdığım felsefenin ilk ilkesi olarak
hiçbir kuşkuya düşmeden alabileceğime karar verdim.
Sonra, ne olduğumu dikkatle inceleyerek, hiçbir bedenim
olmadığını, bulunabileceğim hiçbir dünya, hiçbir yer olmadığını
varsayabileceğimi, ama buna göre varolmadığını varsayamayacağımı,
tersine başka şeylerin doğruluğundan kuşkulanmayı düşünüyor
oluşumdan varolduğum sonucunun apaçık ve kesin bir biçimde ortaya
çıktığını, oysa düşünmeyi bıraksaydım tasarladığım tüm başka
şeyler doğru olsalar bile varolduğuma inanmam için elimde hiçbir
neden bulunmadığını görerek, tüm özü ya da doğası düşünmekten
başka bir şey olmayan ve varolmak için herhangi bir yere
gereksinimi olmayan, herhangi maddesel bir şeye bağımlı olamayan
bir töz olduğumu anladım. Öyle ki bu ben yani kendisiyle neysem o
olduğum ruh, bedenden tümüyle ayrıdır, hatta bedenden daha kolay
tanınır ve beden olmadığında bile o kendisi olmaktan çıkmaz.
Bundan sonra genellikle bir önermenin doğru ve kesin olması için
gereken şeyi inceleyecektim; çünkü böyle olduğunu bildiğim bir
önerme bulduğuma göre, bu kesinliğin neye dayandığını da bilmem
gerektiğini düşündüm. O düşünüyorum öyleyse varım'da düşünmek için
varolmak gerektiğini çok açık görmemden başka bana doğruyu
söylediğime güvenmemi sağlayan hiçbir şeyin olmadığını görerek,
çok açık ve çok seçik kavradığım şeylerin hep doğru olduğunu, ama
yalnızca seçik olarak kavradığımız şeylerin neler olduğunu iyi
belirlemekte bazı güçlükler bulunduğunu genel kural olarak
alabileceğim yargısına vardım.
Bundan sonra, kuşkulandığım şey üzerine ve buna göre varlığımın
tümüyle yetkin olmayışı üzerine düşünerek, bilmenin kuşkulanmaktan
daha büyük bir yetkinlik olduğunu açıkça görüp, olduğumdan daha
yetkin herhangi bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi araştırmayı
tasarladım; bunu daha yetkin herhangi bir varlıktan öğrenmiş
olabileceğimi apaçık anladım. Benim dışımda gök, yer, ışık,
sıcaklık ve daha başka birçok şeyin düşüncesine gelince, onların
nereden geldiğini bilmekte o kadar zorluk çekmiyordum, çünkü
onlarda onları benden üstün kılacak gibi görünen hiçbir şey
belirlemediğimden, doğruysalar bu bazı yetkinlikleri olan doğama
bağlı olmalarındandı; doğru değilseler onları hiçlikten
getirdiğime yani bende bir eksiklik bulunmasından ötürü bende
olduklarına inanabilirdim. Ama bu benim varlığımdan daha yetkin
bir varlık fikri için aynı olamazdı: çünkü onu hiçlikten getirmek
açıkça olanaksızdı; daha yetkinin daha az yetkinden gelmesi ve ona
bağımlı olması bir şeyin hiçlikten gelmesinden daha az aykırı
olmadığı için onu kendimden de getiremezdim. Böylece yetkinlik
fikrinin gerçekten benim olmadığım kadar yetkin olan ve bende
herhangi bir fikri bulunabilen tüm yetkinlikleri kendinde taşıyan
bir doğa tarafından yani bir sözcükle açıklamam gerekirse Tanrı
tarafından bana konmuş olması gerekiyordu
(28). Ayrıca, bende hiç bulunmayan bazı yetkinlikler
tanıyorsam varolan tek varlık ben değildim (burada izninizle
Okul'un sözcüklerini özgürce kullanacağım), ama kendisine bağımlı
olduğum, bende olan her şeyi kendisinden aldığım daha yetkin başka
herhangi bir varlığın bulunması zorunlu olarak gerekiyordu. Çünkü
yalnız ve başkasından tümüyle bağımsız olsaydım, öyle ki yetkin
varlıktan pay aldığım bu az yetkinlik tümüyle benden gelseydi,
aynı nedenle kendim bende eksik olduğunu bildiğim her şeyi
kendimin kılabilirdim, böylece kendim sonsuz, ölümsüz, değişmez,
tam bilen, tam güçlü ve sonunda Tanrı'da varolduğunu
belirleyebildiğim tüm yetkinlikleri olan bir varlık olurdum. Çünkü
Tanrı'nın doğasını tanımak için yaptığım usavurmaları izleyerek
benim doğamın gücü ölçüsünde ancak kendimde herhangi bir fikrini
bulduğum her şeye sahip olmanın yetkinlik olup olmadığını gözden
geçiriyordum ve herhangi bir yetersizlik gösteren şeylerden
hiçbirinin onda bulunmadığına ama tüm öbürlerinin onda bulunduğuna
güveniyordum. Kuşku, değişkenlik, hüzün ve benzeri şeylerin, onda
bulunamayacağını görüyordum, ben de onlardan uzak olsam çok hoşnut
olurdum. Sonra, bundan başka bende duyulur ve cisimsel birçok
şeyin fikri vardı: çünkü düş gördüğümü ve gördüğüm ya da
imgelediğim her şeyin yanlış olduğunu varsaysam da gerçekte
düşüncemde onların fikirlerinin varolduğunu yadsıyamazdım; ama
daha önceden kendimde çok açık olarak ruhsal doğanın cisimsel
doğadan ayrı olduğunu bildiğimden her bileşimin bağımlılığı
gösterdiğini, bağımlılığın da açıkça bir eksiklik olduğunu
belirleyerek buradan bu iki doğadan oluşmuş olan Tanrı'da bir
yetkinlik varolamayacağı, buna göre Tanrı'nın böyle olmadığı
yargısına vardım; ama dünyada bazı cisimler ya da hiç de tam
yetkin olmayan bazı ruhlar ya da başka varlıklar varsa onların
varlığı onun gücüne bağımlı olmalıydı, öyle ki bir an bile onlar
onsuz varolmayı sürdüremezlerdi. (29)
Bundan sonra başka doğruları araştırmak ve geometricilerin
konusunu ele almak istedim, bu konuyu uzunluk, genişlik ve
yükseklik ya da derinlik açısından sürekli bir cisim ya da
sınırsız olarak yaygın bir uzam olarak düşünüyordum; çeşitli
parçalara bölünebilen, çeşitli biçimleri ve büyüklükleri olan, her
türlü devinime ve yer değiştirmeye yatkın bir uzam; çünkü
geometreciler bütün bu şeylerin kendi konuları içinde olduğunu
düşünürler. Herkesin ona uladığı bu büyük kesinliğin ancak az önce
söylediğim kuralı izleyerek apaçık kavradıkları şey üzerine
kurulmuş olduğunu göz önünde tutarak, onun konularının varlığına
güvenmemi sağlayan onda hiçbir şey olmadığını da gördüm. Çünkü
örneğin bir üçgen tasarlayarak onun üç açısının iki dik açıya eşit
olması gerektiğini pek güzel görüyordum; ama bunun için beni
dünyada herhangi bir üçgen bulunduğuna inandıracak hiçbir şey
göremiyordum. Oysa yetkin bir varlıktan edindiğim fikri
inceleyerek tıpkı bir üçgenden edindiğim fikirde onun üç açısının
iki dik açıya eşit olmasının ya da bir küre fikrinde onun her
parçasının merkezinden eşit uzaklıkta olmasının bulunması gibi,
hatta daha da apaçık olarak varoluşun onda bulunduğunu görüyordum;
sonuç olarak, yetkin varlık olan Tanrı'nın olduğu ya da varolduğu,
geometrinin herhangi bir göstermesinden daha az kesin değildir.
Ama onu tanımanın hatta onun ruhunun ne olduğunu tanımanın
güçlüğüne inanan pekçok kişinin bulunmasının nedeni, onların
zihinlerini duyulur şeylerin ötesine yükseltememeleridir; onlar
maddi şeyler için özel bir düşünme biçimi olan her şeyi ancak
imgeleyerek belirleme biçimine çokça alışık olduklarından,
imgelenebilir olmayan herhangi bir şey onlara kavranılabilir
görünmüyor. Okullarda filozofların temel kural olarak aldıkları
şeyde apaçık görünür olan, duyularda bulunmayan şeyin anlıkta
bulunamayacağıdır (30); bununla
birlikte Tanrı'nın ve ruhun fikirlerinin duyularda olamayacağı da
kesindir. Bana öyle geliyor ki onları anlamak için imgelemlerini
kullanmak isteyenler, tümüyle sesleri işitmek ya da kokuları almak
için gözlerini kullanmak isteyenler gibidirler: ancak şu ayrımla
ki görme duyusu gördüğü nesnelerin doğruluğu konusunda bizi
koklama ya da işitme duyularından daha güvenli kılmaz; oysa
anlığımız işe karışmazsa ne imgelemimiz, ne duyularımız bizi
herhangi bir şeyden güvenli kılabilecektir.
Sonunda Tanrı'nın ve kendi ruhlarının varlığına yeterince
inanmayan insanlar varsa onlar belki daha güvenli diye
düşündükleri bir bedeni olmak, yıldızların, bir yer'in ve benzer
şeylerin olması gibi tüm başka şeylerin gösterdiğim nedenlerle
daha az kesin olduğunu bilsinler isterim. Çünkü bu şeylerle ilgili
ahlâki bir güvence bulunsa da öyle görünüyor ki, garip olmadıkça
ondan kuşkuya düşemeyiz, metafizik bir kesinlik söz konusu
olduğunda tıpkı uykuda olduğu gibi gerçekte hiç de öyle olmadığı
halde bir başka bedenimiz olduğunu, başka yıldızları ve başka bir
dünyayı gördüğümüzü düşleyebildiğimizi göz önüne aldığımızda, bu
şeylerin varlığına güvenmemek için yeterli neden olmadığından bunu
mantıksızlığa düşmeden yadsıyamayız. Genellikle düşte yaşadığımız,
hiç de daha az canlı ve daha az kesin olmayan düşüncelerin
öbürlerinden daha boş olduğu nereden biliniyor? En iyi zekâlar
bunu istedikleri kadar incelesinler, onların Tanrı'nın varlığını
önceden varsayamazlarsa bu kuşkuyu gidermek için yeterli olan
herhangi bir neden gösteremeyeceklerini sanıyorum. Çünkü, ilk
olarak, biraz önce kural olarak almış olduğum şey, yani çok açık
ve seçik olarak kavradığımız şeylerin tümü doğrudur kuralı,
Tanrı'nın oluşuyla ve varoluşuyla ve yetkin bir varlık oluşuyla ve
bizde bulunan her şeyin ondan geliyor oluşuyla belirgindir.
Buradan, gerçek şeyler olan, açık ve seçik oldukları her şeyde
Tanrı'dan gelen fikirlerimizin ya da kavramlarımızın ancak doğru
olabileceği çıkar. Öyle ki genellikle yanlışlık içeren
fikirlerimiz ya da kavramlarımız varsa hiçlikten pay aldıkları
için onlarda karışık ve bulanık bazı şeyler olabilir, yani onlar
bizde biz tam yetkin olmadığımız için karışıktırlar. Yanlışlığın
ya da yetkin olmayışın Tanrı'dan gelmesinde, doğrunun ve
yetkinliğin hiçlikten gelmesinde olduğundan daha az aykırılık
olmadığı apaçıktır. Ama bizde gerçek ve doğru olanın yetkin ve
sonsuz bir varlıktan geldiğini bilmeseydik, fikirlerimiz ne kadar
açık ve seçik olsalar da, onların doğru olma yetkinliğine ulaşmış
olmalarını sağlayan herhangi bir nedenimiz olmayacaktı.
Oysa Tanrı'nın ve ruhun bilgisi bizi böylece bu kuralın
kesinliğine ulaştırdıktan sonra, uyurken gördüğümüz düşlerin,
uyanıkken sahip olduğumuz düşüncelerin doğruluğundan bizi hiçbir
biçimde kuşkuya düşürmeyeceğini bilmek kolaydır. Çünkü uyurken de
çok seçik herhangi bir fikir usumuza gelse, örneğin bir geometrici
uykusunda herhangi bir yeni gösterme ortaya koysa, uykusu bu
göstermenin doğru olmasını engellemeyecektir. Düşlerimizin en
sıradan yanılgısına gelince, bu yanılgı düşlerimizin çeşitli
nesneleri tıpkı dış duyularımızın sunduğu gibi sunmasından gelir,
bu yanılgı bize böylesi fikirlerin doğruluğundan kuşkuya düşme
fırsatını vermek açısından önemli değildir, çünkü bu fikirler
uykuda olmasak da bizi yanıltabilirler: sarılık olanların tüm
renkleri sarı görmesi ya da yıldızların ve çok uzak başka
cisimlerin bize olduğundan küçük görünmesi gibi. Çünkü sonunda,
ister uyanık olalım ister uyuyor olalım, ancak usumuzun
apaçıklığıyla kendimizi inanmaya bırakmalıyız. İmgelemimiz ya da
duyularımız değil de usumuz dediğime dikkat edilsin. Öyle ki,
güneşi çok açık olarak görmemiz onun gördüğümüz büyüklükte olduğu
yargısına varmamızı gerektirmez; bir keçi bedeni üzerine konulmuş
bir aslan başını seçik olarak pek güzel tasarlayabiliriz, bunun
için dünyada böyle bir yaratık olduğu sonucunu çıkarmak gerekmez:
çünkü us bize böyle gördüğümüz ya da imgelediğimiz şeyin doğru
olması gerektiğini bildirmez. Ama bize tüm fikirlerimizin ya da
kavramlarımızın herhangi bir doğruluk temeline sahip olması
gerektiğini bildirir; çünkü çok yetkin ve çok doğru olan Tanrı'nın
onları bize bir doğruluk temeli olmadan koymuş olması olası
değildir. Bazen imgelediklerimiz uykuda uyanıkkenki kadar ya da
daha canlı ve kesin olsa da, usavurmalarımız uykuda uyanıkken
olduğundan daha apaçık ve daha bütünlüklü olamaz; bundan ötürü
usumuz bize, biz tam yetkin olmadığımız için, düşüncelerimizin
tümüyle doğru olamayacağını, bu nedenle doğruluk içeren
düşüncelerimizin uykuda elde ettiğimiz düşüncelerden çok,
uyanıkken elde ettiğimiz düşüncelerde bulunabileceğini bildirir.
DİPNOTLAR
26. Descartes "metafizik" sözcüğünü soyut anlamında
kullanmaktadır. Yoksa Descartes'ın bu çerçevede tüm arayışları
metafizik arayışlardır.
27. Descartes burada kuşkuyu dünyanın varlığından
kuşkulanma noktasına kadar götürür.
28. Tanrı fikri doğuştandır, bununla birlikte öbür doğuştan
fikirlerden ayrı olarak, doğrudan doğruya kendini vareden tanrısal
gücün belirtisini taşır, "bana konmuş" sözü de doğrudan doğruya
bunun bir göstergesidir. Descartes'da doğuştan fikirler,
imgelemimizin oluşturduğu fikirlerden de, duyu organlarımız
aracılığıyla elde ettiğimiz fikirlerden de daha belirleyicidir.
Yapay fikirler ve edinilmiş fikirler doğuştan fikirlerce
belirlenmelidirler.
29. Descartes burada "sürekli yaratma" fikrini ortaya
koyuyor. Yaratıcı güç yaratıcısı üzerinde aralıksız etkindir yani
her an etkindir. Her varlık bu yaratıcı etkinlik içinde olmaktan
bir an bile uzaklaşamaz.
30. Şu formül ya da temel ilke skolastikler için çok
önemlidir: Nihil est in intellectu quod prius non fuerit in sensu
(zihinde hiçbir şey yoktur ki daha önce duyularda olmuş olmasın).
Bu Aristotelesçi anlamda bir gerçekçilik bildirisidir.
|