...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -1

Erhan Hapae

                         
...................
...................

İyi gitmeyen ve yürütüp nereye vardıracağını bilemediği okulu, aile tarafından bu şehre yolcu edildiğinden beri neredeyse unutulup gitmiş olması ve Sirkeci’deki işinden ayrılalı beri doğru dürüst bir işinin olmaması, ödeyemeyeceği ve bin beş yüz lirayı çoktan geçmiş borçlarıyla artık hayatı nasıl sürdüreceğine dair hiç bir fikir bırakmamıştı zihninde. Mimarlar odasına asılan ilanlarla bulduğu işlerden ev kirasının kendisine düşen bölümünü ödeyip karnını doyurabiliyordu zar zor.

Beşiktaş pazarından aldığı birisi kahverengi iki fitilli kadife pantolon ve üstüne kıvırcık Ahmet’ten el koyduğu epeyce şık sayılacak süet mont, kış ve yaz giyimini çözmüştü aslında. Kışın montun fermuarını kapatıp, yazın açıyordu. Beşiktaş’ta Cumartesi günleri kurulan ve bütün cadde ve sokaklarını neredeyse yürünemez hale getiren Pazar, tükenmeyen ahmak ıslatan yağmurları ve çamura bulanmış lahana ve pırasa artıklarıyla kaplanmış olağanüstü gürültülü sokaklar insanı canından bezdiriyor ve çalışıp okuyan öğrencilerin karınlarını doyurabildikleri tek ucuz lokanta bu curcunanın tam ortasında yer aldığından, yoksul öğrenci evinden oraya ulaşmak sıkı bir sabır ve müthiş bir enerji gerektiriyordu. Biraz daha düzenli yaşadığı o diğer tertipli şehirden, bu içine düştüğü curcuna ve sahipsiz yoksulluğu, çevresindeki çoğu öğrenci arkadaşının da başında idi. Kopup geldikleri Anadolu şehirlerinden, oralarda varolan sıkıcı sakinliğe karşı, bu şehrin curcunasını beğenmiyor değillerdi ama, bu curcunanın içinde nasıl ayakta kalacaklarıydı merak ettikleri şey ve sonu gelmez bir umutsuzlukla sanki çekilmesi zorunlu bu geçici  esareti, günü kurtarmaya çalışarak tamamlamaya çalışıyorlardı.

Eski kuşaklarda üniversiteyi bitirip hayata tutunmuş örnekler vardı elbet ve kendi didinmesi de bu nedenleydi ancak, ülkenin içine sürüklendiği durum hiçte iç açıcı  görünmüyor, devletin öğrenci gençlik üzerindeki baskısı şekil değiştirip sokağa yayılıyor ve sol öğrenciler için tek ürkülecek kesim sadece polisle sınırlı olmaktan çıkıyordu. Muhafaza etmek ile değiştirmek gibi iddialarla bölünmüş olan gençlik arasındaki iç çekişme,  artık hemen her gün adam kaçırma ve cinayetlerle sürüp gidiyor, hayatı idame ettirme sıkıntısının üzerine ve güçlü bir şekilde eklenen bu yeni durum, hüzünlü bu güzeller güzeli şehri yaşanmaz hale sokuyor, akşamları eve sağ dönebilmiş olmak yeni bir sevinç kaynağı haline geliyordu. Bu, hemen her gün yaşanan sevinçler kısa bir süre sonra çeşitlenecek,  geceleri ev baskınlarıyla başlayan yeni farklı terör; bu sefer sabaha sağ uyanmış olmak gibi yeni bir sevinci daha ekleyecekti hayata. Sevinecek çok şey vardı yani. Sabah sevinçleri ile akşam sevinçleri arasında uğraşılan iş ve okul, hayatın yaşanılası olmasından çok, geçiştirilecek bir şey olarak görülmesine neden oluyor ve bir kısım devrimci gençlik için her türlü mutlu yaşam, devrimden sonraki döneme erteleniyordu. Sonradan benzer çileler çekecek olan muhafazakar gençlik ise herhalde vatanı komünistlerden kurtardıklarında yaşayacaklardı güzel günleri.

Bu buhranlı yıllar içinde belki de dayanma gücü veren esas şey, değişimin getireceği güzel günler umudundan çok, arkadaşlar arasında var olan dayanışma idi ve ne zamana kadar süreceği de belli olmayan. Evde tencere kaynatmak için kurulan ve pekte dengeli olmayan bütçeler, çamaşırlar hariç bütün kıyafetlerin ortak kullanımı, öğrencilerin evlerinden gelen öteberiler ve çalışan öğrencilerin aldıkları cüzi maaşların neredeyse ortak kullanıldığı bir dayanışmaydı bu. Kasvetli kışların geçip boğazın yamaçlarında erguvanlar açmaya başladığında, boğazın bu hali bütün bu yoksul karmaşanın üstünü örtüyor ve her gün beyinleri yoran siyasi tartışma ve çatışmaların biraz olsun kesilmesini sağlıyor ve muhtemelen sokak cinayetlerini bile azaltıyordu.

Çerkes meselesinin üzerine Ankara’da çıkartılan derginin söylemeye çalıştığı şeyler kulağa hoş geliyordu aslında ve sol bir dünyaya şimdiden razı gençlik açısından çekip gitmek, dertlerden bir türlü kurtulamayan ülkenin dertlerinden de kurtulmak olurdu bir yandan ama yinede böyle bir şeyi savunamıyor ve hafif revizyonist olarak suçlanan Sovyet Rusya’da ne menem bir hayat olduğunu da bilmiyordu. Bir yandan ülkede muhalif olup ülkeyi terk etmek zorunda kalan hemen herkesin Rusya yerine Batı Avrupa’ya sığınmasını da aklı almıyordu. Dönüş fikrinin ortaya atıldığı o yıllar ülkede yükselen sol düşünce tarzı bir şansızlık olmuştu. Dönüş meselesine elle tutulur bir muhalefetin soldan, daha birikimli bir şekilde gelmiş olması da kafaları epeyce karışmıştı. Radikal kararlar almaya pek meraklı olduğu o yıllarda birdenbire çekip gitmemesinin altında yatan şeyin, Rusya ürküntüsü olmaktan çok, ülkede ve arkadaşları arasında esen devrimci iklimin dönüş meselesine soğuk duruşu olmuştu. Çekip gitmek bireysel bir şeydi ve o zamanlar onu durduran, sürüden ayrılmanın getireceği onur kırıcı eleştirileri göze alamayışından daha çok, kararı arkadaşlarla olgunlaştırma isteği ve yalnız düşme korkusu idi. Bu arada Rusya’ya nasıl gidebileceği ile ilgili hiçbir fikride yoktu.

Yinede şehre geldiği ilk günlerde bir tesadüf rastladığı ve beş yıldan beri hiç görmediği ilk gençlik aşkı onda bir heyecan uyandırmıştı ama, kendi hayatını bir türlü düzene koyamayan biri olması ve geleceğinin ne olacağını hiçbir şekilde hesaplayamaz hali, aradan geçen onca zaman içinde solup kaybolmuş aşkı canlandırmaya yetmemişti. Bütün bunlara rağmen, kendisini zaman zaman düşündüğünü sandığı birinin o iklimde yaşıyor olması hoşuna gitmemiş değildi. Grup halinde ve neredeyse bir ayin gibi okunup anlaşılmaya çalışılan kitapların birincisi Felsefenin Temel İlkeleri seansları başladığında, gurubun en disiplinsizi olarak nam salmıştı ve okudukları karmaşaya gerçek hayattan verilecek örnekler noktasına gelindiğinde, bütün öğrenilen her şey iflas ediyor bir tek bile elle tutulur örnek çıkartamıyordu. Zengin ile fakirin çelişkisini  anlayabilmek için ne olmadık cümleler ve ne olmadık fikirler yürütmek gerekirmiş meğer. Üstelik bu konunun en hafife alınan kitabı idi ve ilerde hangi belalı kitaplar gelecekti başa tanrı bilir. Grup içinde iki arkadaşı ile tutturdukları her şeyi hafife alan espri anlayışı, diğerlerinin konsantrasyonunu bozan gülüşmelere neden oluyor şef pozisyonundakilerin zılgıtlarına maruz kalıyordu.

Aynı zamanda Çerkes derneğinin üyeleri olan ve orada tanışan bu gençlik, birbirlerini seçmiş ve birbirlerini seven, çoğunluğu erkek küçük bir guruptu. Herhangi bir örgütün uzantısı değildiler ve arayıp durdukları Çerkes kalabilme problemine sol felsefe içinde bir yerlerde, çare bulma umudunda idiler. Stalin tarafından ‘yazılan’ Milli Mesele Kitabı elden ele dolaşıyor ama daha tecrübeli olanların yapmaya çalıştıkları ‘oraya hemen geçilmemesi uyarılarını’ ciddiye almıyorlar ve Çerkeslere ne gibi bir menfaat çıkacağını merak ediyorlardı. Onun kaygıları da farklı değildi.

Grupta, Çerkes kültürü ile büyümüş olmanın getirdiği ve biraz düzgünce olan bir davranış tarzını saymaz isek, ne dünyanın gidişatı, ne ülkenin çıkmazları ve de Çerkeslerin dramına dair elle tutulur bir entelektüel birikim yoktu. İçlerinde en köylü sayılacak Napolyon Faruk’un çok okuyup çok karıştırdığı klasik kitapların yanında, birde O'nun, eski bırakıp geldiği şehirde biraz tiyatro seyretmişliği vardı o kadar. Grup içindeki İstanbul’da doğmuş büyümüş olanlara yinede en yakın duran O idi. Kimsenin birbirini hor gördüğü yoktu ve kişisel konuşma ve kusurlara yapılan mavralar kimseleri kızdırmıyor, birbirleri ile eğlenmeyi ne yapıp edip becerebiliyorlardı.

O birlikte yaşadığı Çerkes gençliği içinde, parasal sıkıntılarının yanında, içinde bulunduğu zihinsel sıkıntı ile hemen her gün tartışmaların arasında kayboluyor ve esas yapmak istediği mimarca düşünme isteği ve şiir yazma özleminin, bu karmaşada kıymeti-harbiyesinin olmadığını anlıyordu. Davalar büyüktü ve hayat zor.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm