İyi gitmeyen
ve yürütüp nereye vardıracağını bilemediği okulu, aile
tarafından bu şehre yolcu edildiğinden beri neredeyse unutulup
gitmiş olması ve Sirkeci’deki işinden ayrılalı beri doğru
dürüst bir işinin olmaması, ödeyemeyeceği ve bin beş yüz
lirayı çoktan geçmiş borçlarıyla artık hayatı nasıl
sürdüreceğine dair hiç bir fikir bırakmamıştı zihninde. Mimarlar odasına
asılan ilanlarla bulduğu işlerden ev kirasının kendisine düşen
bölümünü ödeyip karnını doyurabiliyordu zar zor.
Beşiktaş pazarından aldığı birisi kahverengi iki fitilli kadife
pantolon ve üstüne kıvırcık Ahmet’ten el koyduğu epeyce şık
sayılacak süet mont, kış ve yaz giyimini çözmüştü aslında. Kışın
montun fermuarını kapatıp, yazın açıyordu. Beşiktaş’ta Cumartesi
günleri kurulan ve bütün cadde ve sokaklarını neredeyse yürünemez
hale getiren Pazar, tükenmeyen ahmak ıslatan yağmurları ve çamura
bulanmış lahana ve pırasa artıklarıyla kaplanmış olağanüstü
gürültülü sokaklar insanı canından bezdiriyor ve çalışıp okuyan
öğrencilerin karınlarını doyurabildikleri tek ucuz lokanta bu
curcunanın tam ortasında yer aldığından, yoksul öğrenci evinden
oraya ulaşmak sıkı bir sabır ve müthiş bir enerji gerektiriyordu.
Biraz daha düzenli yaşadığı o diğer tertipli şehirden, bu içine
düştüğü curcuna ve sahipsiz yoksulluğu, çevresindeki çoğu öğrenci
arkadaşının da başında idi. Kopup geldikleri Anadolu
şehirlerinden, oralarda varolan sıkıcı sakinliğe karşı, bu şehrin
curcunasını beğenmiyor değillerdi ama, bu curcunanın içinde nasıl
ayakta kalacaklarıydı merak ettikleri şey ve sonu gelmez bir
umutsuzlukla sanki çekilmesi zorunlu bu geçici esareti, günü
kurtarmaya çalışarak tamamlamaya çalışıyorlardı.
Eski kuşaklarda üniversiteyi bitirip hayata tutunmuş örnekler
vardı elbet ve kendi didinmesi de bu nedenleydi ancak, ülkenin
içine sürüklendiği durum hiçte iç açıcı görünmüyor, devletin
öğrenci gençlik üzerindeki baskısı şekil değiştirip sokağa
yayılıyor ve sol öğrenciler için tek ürkülecek kesim sadece
polisle sınırlı olmaktan çıkıyordu. Muhafaza etmek ile değiştirmek
gibi iddialarla bölünmüş olan gençlik arasındaki iç çekişme,
artık hemen her gün adam kaçırma ve cinayetlerle sürüp gidiyor,
hayatı idame ettirme sıkıntısının üzerine ve güçlü bir şekilde
eklenen bu yeni durum, hüzünlü bu güzeller güzeli şehri yaşanmaz
hale sokuyor, akşamları eve sağ dönebilmiş olmak yeni bir sevinç
kaynağı haline geliyordu. Bu, hemen her gün yaşanan sevinçler kısa
bir süre sonra çeşitlenecek, geceleri ev baskınlarıyla başlayan
yeni farklı terör; bu sefer sabaha sağ uyanmış olmak gibi yeni bir
sevinci daha ekleyecekti hayata. Sevinecek çok şey vardı yani.
Sabah sevinçleri ile akşam sevinçleri arasında uğraşılan iş ve
okul, hayatın yaşanılası olmasından çok, geçiştirilecek bir şey
olarak görülmesine neden oluyor ve bir kısım devrimci gençlik için
her türlü mutlu yaşam, devrimden sonraki döneme erteleniyordu.
Sonradan benzer çileler çekecek olan muhafazakar gençlik ise
herhalde vatanı komünistlerden kurtardıklarında yaşayacaklardı
güzel günleri.
Bu buhranlı yıllar içinde belki de dayanma gücü veren esas şey,
değişimin getireceği güzel günler umudundan çok, arkadaşlar
arasında var olan dayanışma idi ve ne zamana kadar süreceği de
belli olmayan. Evde tencere kaynatmak için kurulan ve pekte
dengeli olmayan bütçeler, çamaşırlar hariç bütün kıyafetlerin
ortak kullanımı, öğrencilerin evlerinden gelen öteberiler ve
çalışan öğrencilerin aldıkları cüzi maaşların neredeyse ortak
kullanıldığı bir dayanışmaydı bu. Kasvetli kışların geçip boğazın
yamaçlarında erguvanlar açmaya başladığında, boğazın bu hali bütün
bu yoksul karmaşanın üstünü örtüyor ve her gün beyinleri yoran
siyasi tartışma ve çatışmaların biraz olsun kesilmesini sağlıyor
ve muhtemelen sokak cinayetlerini bile azaltıyordu.
Çerkes meselesinin üzerine Ankara’da çıkartılan derginin söylemeye
çalıştığı şeyler kulağa hoş geliyordu aslında ve sol bir dünyaya
şimdiden razı gençlik açısından çekip gitmek, dertlerden bir türlü
kurtulamayan ülkenin dertlerinden de kurtulmak olurdu bir yandan
ama yinede böyle bir şeyi savunamıyor ve hafif revizyonist olarak
suçlanan Sovyet Rusya’da ne menem bir hayat olduğunu da
bilmiyordu. Bir yandan ülkede muhalif olup ülkeyi terk etmek
zorunda kalan hemen herkesin Rusya yerine Batı Avrupa’ya
sığınmasını da aklı almıyordu. Dönüş fikrinin ortaya atıldığı o
yıllar ülkede yükselen sol düşünce tarzı bir şansızlık olmuştu.
Dönüş meselesine elle tutulur bir muhalefetin soldan, daha
birikimli bir şekilde gelmiş olması da kafaları epeyce karışmıştı.
Radikal kararlar almaya pek meraklı olduğu o yıllarda birdenbire
çekip gitmemesinin altında yatan şeyin, Rusya ürküntüsü olmaktan
çok, ülkede ve arkadaşları arasında esen devrimci iklimin dönüş
meselesine soğuk duruşu olmuştu. Çekip gitmek bireysel bir şeydi
ve o zamanlar onu durduran, sürüden ayrılmanın getireceği onur
kırıcı eleştirileri göze alamayışından daha çok, kararı
arkadaşlarla olgunlaştırma isteği ve yalnız düşme korkusu idi. Bu
arada Rusya’ya nasıl gidebileceği ile ilgili hiçbir fikride yoktu.
Yinede şehre geldiği ilk günlerde bir tesadüf rastladığı ve beş
yıldan beri hiç görmediği ilk gençlik aşkı onda bir heyecan
uyandırmıştı ama, kendi hayatını bir türlü düzene koyamayan biri
olması ve geleceğinin ne olacağını hiçbir şekilde hesaplayamaz
hali, aradan geçen onca zaman içinde solup kaybolmuş aşkı
canlandırmaya yetmemişti. Bütün bunlara rağmen, kendisini zaman
zaman düşündüğünü sandığı birinin o iklimde yaşıyor olması hoşuna
gitmemiş değildi. Grup halinde ve neredeyse bir ayin gibi okunup
anlaşılmaya çalışılan kitapların birincisi Felsefenin Temel
İlkeleri seansları başladığında, gurubun en disiplinsizi olarak
nam salmıştı ve okudukları karmaşaya gerçek hayattan verilecek
örnekler noktasına gelindiğinde, bütün öğrenilen her şey iflas
ediyor bir tek bile elle tutulur örnek çıkartamıyordu. Zengin ile
fakirin çelişkisini anlayabilmek için ne olmadık cümleler ve ne
olmadık fikirler yürütmek gerekirmiş meğer. Üstelik bu konunun en
hafife alınan kitabı idi ve ilerde hangi belalı kitaplar gelecekti
başa tanrı bilir. Grup içinde iki arkadaşı ile tutturdukları her
şeyi hafife alan espri anlayışı, diğerlerinin konsantrasyonunu
bozan gülüşmelere neden oluyor şef pozisyonundakilerin
zılgıtlarına maruz kalıyordu.
Aynı zamanda Çerkes derneğinin üyeleri olan ve orada tanışan bu
gençlik, birbirlerini seçmiş ve birbirlerini seven, çoğunluğu
erkek küçük bir guruptu. Herhangi bir örgütün uzantısı değildiler
ve arayıp durdukları Çerkes kalabilme problemine sol felsefe
içinde bir yerlerde, çare bulma umudunda idiler. Stalin tarafından
‘yazılan’ Milli
Mesele Kitabı elden ele dolaşıyor ama daha tecrübeli olanların
yapmaya çalıştıkları ‘oraya
hemen geçilmemesi uyarılarını’ ciddiye almıyorlar ve
Çerkeslere ne gibi bir menfaat çıkacağını merak ediyorlardı. Onun
kaygıları da farklı değildi.
Grupta, Çerkes kültürü ile büyümüş olmanın getirdiği ve biraz
düzgünce olan bir davranış tarzını saymaz isek, ne dünyanın
gidişatı, ne ülkenin çıkmazları ve de Çerkeslerin dramına dair
elle tutulur bir entelektüel birikim yoktu. İçlerinde en köylü
sayılacak Napolyon Faruk’un çok okuyup çok karıştırdığı klasik
kitapların yanında, birde O'nun, eski bırakıp geldiği şehirde
biraz tiyatro seyretmişliği vardı o kadar. Grup içindeki
İstanbul’da doğmuş büyümüş olanlara yinede en yakın duran O idi.
Kimsenin birbirini hor gördüğü yoktu ve kişisel konuşma ve
kusurlara yapılan mavralar kimseleri kızdırmıyor, birbirleri ile
eğlenmeyi ne yapıp edip becerebiliyorlardı.
O birlikte yaşadığı Çerkes gençliği içinde, parasal sıkıntılarının
yanında, içinde bulunduğu zihinsel sıkıntı ile hemen her gün
tartışmaların arasında kayboluyor ve esas yapmak istediği mimarca
düşünme isteği ve şiir yazma özleminin, bu karmaşada kıymeti-harbiyesinin
olmadığını anlıyordu. Davalar büyüktü ve hayat zor.
|