...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -5

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Napolyon, Fransız İmparatorluk soyundan gelmiyordu, Uzunyaylalı bir Kabardey’di ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin kıdemli bir öğrencisi. Pınarbaşı’ndan salıverildiğinden beri o da ailesi tarafından neredeyse unutulup gitmişti ve tanıştıkları yıllarda, inşaatlarda marley döşeyerek karnını doyuruyor ve içine yeni duhul olduğu bu lümpen proletaryanın zikzaklı geliri ve düzensiz yaşamıyla, artık kangren olmuş hiç uğrayıp sormadığı okulunu bitirmeye çalıştığını iddia ediyordu. Bu yeni sınıfı konusunda o kadar çok literatür karıştırmış, o kadar karmaşık bilgi sahibi ve öyle bir gururla işçiyim diyordu ki, o sınıftan kurtulmayı hiçbir zaman istemediğini düşünebilirdi insan. Üstelik bu zihinsel uğraşının yanında hiç görüşmek istemediği bir arkadaşı ile birlikte oturduğu evi, Rami de, çok uzaklarda bir gecekondu semtinden seçmişti. Bütün bu seçimlerine ters düşen şey, proletarya da olması gereken disipline uzak duruşu ve tutmuş olduğu gecekonduya hiç uğramıyor olmasıydı. Kendisine yöneltilen eleştirilere cevabı, lümpeniz ya oluyordu, kısaca.

Kısacık boyu, tombalak vücudu, dökülmüş saçları, şişe dibi gözlüğü ve birazda itici ses tonuyla kusurlar silsilesiydi ancak kısa bir sürede kanı kaynadı ona. Beşgür ve Cimok’un da dahil olduğu ayrı bir mavra grubu kendiliğinden çıkıverdi ortaya. Yalnız bu oluşan yeni durum, Napolyon’un proleter halini ortadan kaldırıp sadece lümpen halini bırakmıştı geriye. Ne çalıştığı vardı artık nede gecekondusuna uğradığı. Beşiktaş ve Aksaray’da çeşitli arkadaş evlerinde vaziyeti idare ediyor, parasızlığı bir yana ruhuna çökmüş bu mavra miskinliğin tadını çıkartıyordu. Siyasetin henüz bastırmadığı bir yıl öncesine kadar, arkadaş toplantılarının neşe kaynaklarından biriydi ama bu, yaptığı esprilerden çok, onun üzerine yapılan espriler ile ilgiliydi ve hiçbir şeyden alınmayan rahat hali, mavranın diğerleri tarafından tadının çıkarılmasına izin veriyordu. Onun herkesle ilişki kurma kabiliyeti ve neden olduğu neşe diğer bütün kusurlarını kapatıyor, şapkasının altında yaşayıp gidiyordu işte.

En çok çekindiği Feryal’di ve neredeyse esas duruşunu göstereceği yegane kişiydi. Doğru dürüst bir iş sahibi değilsin, okulu askıya aldın devam etmiyorsun, toplantılara zamanında gelmiyor birde üstüne poker oynuyorsun. Vallahi haklısın Feryal demek dışında bir savunma yapamıyor, bu her kusuru anında kabul ediş hali, Feryal’inde nutkunu bağlayıp daha fazla içini dökemediği için daha da sinirlenmesine neden oluyordu. Verdiği sözlerin hiçbir önemi yoktu, yine derslerine girmiyor ve geçinecek bir iş peşine düşmüyor, toplantılara bir türlü zamanında yetişemiyordu. Muhtemelen Feryal’e aşıktı ama bunu açacak ne cesareti olacaktı hiçbir zaman, nede kendine güveni. Bunu kimselere açtığı falan yoktu, Cimok ve birkaç arkadaşının hissettiği bir şeydi, sadece.

Kendisinin üretip bir şey yaptığı yoktu ama Ankara’da çıkan derginin nasıl olması gerektiği konusunda sayfalar dolusu eleştiri yazıp Huvaj’a gönderiyor, yazıların yayınlanmamasına kızıp köpürüyor, yeni baştan eleştiriler yazıp tekrar gönderiyordu. Feryal’den yediği fırçaların hıncını Yamçı dergisinden yazılı olarak çıkarmaya kararlıydı ama nafile. Yinede Huvaj dayanamamış bir yazısını yayınlamıştı, o da herkese göstermişti neyin nasıl olacağını. Kurulan ilk amatör grubun Feryal ve Selo ile eşbaşkanı idi ve literatür okuma seanslarının bir nevi hocası. Eski kulağı kesiklerden oluşan grupta Beşgür ve Cimok’un mavralarına Zıbe’nin olmadık zamanlarda sokuşturduğu Nası yani sorusu, bütün disiplini altüst ediyor ve kendisinin de pek hevesli olmadığı bu zoraki disiplinin yerle bir olmasına neden oluyor, Çelej’den gelen uyarılar üzerine Feryal yine fırçayı basıyordu herkese. Bu bağırtının arkasından sağlanan pusudaki sessizlik birkaç saniye sürüyor, ikisinin bu kızgın sus pus hali milleti yerlere yatıran gülüşmelere ve herkesin zincirlerinden boşalmasına neden oluyor, Feryal’de gülmek zorunda kalıyordu sonunda. Okumaya çalıştıkları kitaplar yinede ciddi şeylerdi ve onun seçimiydi. İşsiz, aşksız, parasız ve mutluydu. Bir sefil işçiye de böylesi yakışır.

O yaz, Feryal’in bir kuzenin düğününe katılmak üzere Kayseri’ye gittiler. Napolyon, giden grup içinden O ve Beşgür’ü alıp Uzunyayla’ya götürmek istedi. O ilk defa görecekti oraları, Beşgür zaten oralıydı. Napolyon, yol boyunca buğday tarlalarına bakıp, o sene başlık paralarının yüksek olacağını iddia ediyordu. Gördükleri başakların boyu iki karışı bulmuyordu ama yinede bereketli bir yıl olacağı iddiasıydı bu söylediği. Anadolu da Çerkeslerin yaşadığı çeşitli coğrafyaları görmüştü. Önemli zenginliklerin sahibi değildiler hiçbiri ama yinede bir yeşil coğrafya ve çatılı-bahçeli evler, meyve ağaçlarının ve üzüm bağlarının yetiştiği yerlerdi, eski o gördüğü köyler. Uzunyayla’da ciddi bir hayal kırıklığına uğradı. Neredeyse bin sekiz yüz metre yükseklikte, geçip gittikleri köyler arasında rastladıkları birkaç söğüt ağacı dışında neredeyse hiçbir bitki örtüsünün olmadığı çıplak bir doğaydı karşılaştığı durum. Kafkasya’dan bir süre önce gelmiş ve dernekte sunulmuş olan, Kabardey ülkesinin slayt gösterisini seyretmiş birisi olarak dehşete düştü. Yitirdiğin yere bak, birde düştüğün yere. Orta Asya bozkırları kadar verimsiz ve Ağustos ayında yün yorganla yatacak kadar da soğuk.

Pınarbaşı’ndan Uzunyayla’ya giden, kamyondan bozma, burunlu küçük otobüs her köy girişinde durup yolcu indiriyor, inen yolcular ön kapıdan otobüsü terk etmeden önce yolculara dönüp Fıkeblağe diyordu, Buyurun. İlkinde durumla ilgilenmemiş ne dediklerini anlayamamıştı, durum yeni bir köy girişinde tekrar ettiğinde bütün bir otobüsü misafir etmek üzere evine davet ettiğini anladı. Elinde kasabadan satın aldığı birkaç öteberiyi koyduğu yoksul filesiyle giriştiği davet gerçeküstü gelmişti ona. Otobüsten inip peşine takılan yoktu belki ama, ya bütün bir otobüs kabul ediverirse birden. Hafif doğrularak teşekkür ediyordu yolcular ve durumlara alışkın olduğu belli olan şoför, sabırla bekliyordu bu uzun vedalaşmayı. Blöf te olsa hoştu.

- Bir blöf mü bu, diye sordu Napolyon’a, neyine güveniyor bu insanlar.
- Elbette bir blöf tarafı var ama yinede bana güzel geliyor. Ayrıca geleneklerde müsait, bu durumlar da, karısı ve komşuları hazırdır yedirip yatırmaya. Mahcup etmezler adamı.

Napolyon’un ailesi bir kuzu keserek karşıladı onları ve kız kardeşleri kaldıkları iki gün boyunca kusursuz ağırladı. Toprak damlı evlerden oluşan kıraç doğalı köyün ismi Kırkpınar’dı. Beşgür, nerdeymiş bu Kırkpınar ? diye merak etti. Napolyon üç beş söğüt ağacının olduğu yere götürdü onları. Söğütlerin dibinde kırka yakın avuç içi büyüklüğünde su birikintisi vardı sadece ve üstünde sinekler uçuşan. Köyde kaldıkları akşamlarda konuştukları konulardan biri, bu şartlarda yaşayan köylülerin Kabardey’e dönmesinin neden imkansız olduğuydu. O’na ve Beşgür’e göre bu, en azından yoksul köylüler için hala mümkün görünüyordu ve devrim ne kadar zor. Son akşam başka bir köyde bir düğüne gittiler. Gece soğuklarından korunabilmek, düğünlerin süpürülmüş ahırlarda kurulmasıyla mümkün olabiliyordu ancak. Ertesi günü uğradıkları Abaza köyünde anlatılan bir olay ise, bir fıkra gibiydi neredeyse.

Ovada hasat yapan uzaklardan gelmiş biçerci, Cuma namazını kılmak için köye gelmiş ne mescitte ne köyde bir cemaat bulamamıştı. Köyde dolaşırken bir duvarın üstünde avare oturan üç gence yanaşıp durumu sormuş, imam ve herhangi bir cemaatin olmadığını öğrenince hayal kırıklığına uğramıştı. Bunun üzerine gençlere ‘gelin bir cemaat olup, Cuma namazı kılalım’ teklifinde bulunmuş. Gençler ise gönülsüz. İçlerinden birisi, olabilir ama demiş biz para isteriz. Bozulduğunu belli etmemeye çalışarak kaç para istediklerini sormuş biçerci. Aldığı cevap, adam başı on lira. Peki demiş biçerci kızgınlığını belli etmeden, düşün peşime. Biçerci çeşmeye yanaşmış aptes alma hazırlığına girişirken gençler aptes almadan mescit’e doğru geçtiklerinde, hey demiş arkalarından aptes almayacak mısınız siz? Gençlerin sözcüsü pişkin bir şekilde dönüp cevap vermiş. On liraya demiş, kuru namaz.

Napolyon, onları yolcu edeceği akşamüstü petrol istasyonunda Maraştan gelecek olan otobüs’ü beklerlerken hafif kıskanmış bir tereddütle ve yüzü biraz kızararak sordu;
 
- ‘Feryal’le Merzey arasında bir şey mi var’ ?
- Nası yani dedi Beşgür, soruyu savuşturmak için. Gülüştüler.
- Kaşen’mi oldular yoksa oğlum diye üsteledi Napolyon.

Ne Beşgür bir şey biliyordu bu konuda ne de O bir şey hissetmişti. Gürültülü Magirus tozlar kaldırarak hareket ettiğinde, yeterince yorgundular ve gerektiği kadar sarhoş.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm