Napolyon,
Fransız İmparatorluk soyundan gelmiyordu, Uzunyaylalı bir
Kabardey’di ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin
kıdemli bir öğrencisi. Pınarbaşı’ndan
salıverildiğinden beri o da ailesi tarafından neredeyse unutulup
gitmişti ve tanıştıkları yıllarda, inşaatlarda marley döşeyerek
karnını doyuruyor ve içine yeni duhul olduğu bu lümpen
proletaryanın zikzaklı geliri ve düzensiz yaşamıyla, artık kangren
olmuş hiç uğrayıp sormadığı okulunu bitirmeye çalıştığını iddia
ediyordu. Bu yeni sınıfı konusunda o kadar çok literatür
karıştırmış, o kadar karmaşık bilgi sahibi ve öyle bir gururla
işçiyim diyordu ki, o sınıftan kurtulmayı hiçbir zaman
istemediğini düşünebilirdi insan. Üstelik bu zihinsel uğraşının
yanında hiç görüşmek istemediği bir arkadaşı ile birlikte oturduğu
evi, Rami de, çok uzaklarda bir gecekondu semtinden seçmişti.
Bütün bu seçimlerine ters düşen şey, proletarya da olması gereken
disipline uzak duruşu ve tutmuş olduğu gecekonduya hiç uğramıyor
olmasıydı. Kendisine yöneltilen eleştirilere cevabı, lümpeniz
ya oluyordu, kısaca.
Kısacık boyu, tombalak vücudu, dökülmüş saçları, şişe dibi gözlüğü
ve birazda itici ses tonuyla kusurlar silsilesiydi ancak kısa bir
sürede kanı kaynadı ona. Beşgür ve Cimok’un da dahil olduğu ayrı
bir mavra grubu kendiliğinden çıkıverdi ortaya. Yalnız bu oluşan
yeni durum, Napolyon’un proleter halini ortadan kaldırıp sadece
lümpen halini bırakmıştı geriye. Ne çalıştığı vardı artık nede
gecekondusuna uğradığı. Beşiktaş ve Aksaray’da çeşitli arkadaş
evlerinde vaziyeti idare ediyor, parasızlığı bir yana ruhuna
çökmüş bu mavra miskinliğin tadını çıkartıyordu. Siyasetin henüz
bastırmadığı bir yıl öncesine kadar, arkadaş toplantılarının neşe
kaynaklarından biriydi ama bu, yaptığı esprilerden çok, onun
üzerine yapılan espriler ile ilgiliydi ve hiçbir şeyden alınmayan
rahat hali, mavranın diğerleri tarafından tadının çıkarılmasına
izin veriyordu. Onun herkesle ilişki kurma kabiliyeti ve neden
olduğu neşe diğer bütün kusurlarını kapatıyor, şapkasının altında
yaşayıp gidiyordu işte.
En çok çekindiği Feryal’di ve neredeyse esas duruşunu göstereceği
yegane kişiydi. Doğru dürüst bir iş sahibi değilsin, okulu askıya
aldın devam etmiyorsun, toplantılara zamanında gelmiyor birde
üstüne poker oynuyorsun. Vallahi haklısın Feryal demek
dışında bir savunma yapamıyor, bu her kusuru anında kabul ediş
hali, Feryal’inde nutkunu bağlayıp daha fazla içini dökemediği
için daha da sinirlenmesine neden oluyordu. Verdiği sözlerin
hiçbir önemi yoktu, yine derslerine girmiyor ve geçinecek bir iş
peşine düşmüyor, toplantılara bir türlü zamanında yetişemiyordu.
Muhtemelen Feryal’e aşıktı ama bunu açacak ne cesareti olacaktı
hiçbir zaman, nede kendine güveni. Bunu kimselere açtığı falan
yoktu, Cimok ve birkaç arkadaşının hissettiği bir şeydi, sadece.
Kendisinin üretip bir şey yaptığı yoktu ama Ankara’da çıkan
derginin nasıl olması gerektiği konusunda sayfalar dolusu eleştiri
yazıp Huvaj’a gönderiyor, yazıların yayınlanmamasına kızıp
köpürüyor, yeni baştan eleştiriler yazıp tekrar gönderiyordu.
Feryal’den yediği fırçaların hıncını Yamçı dergisinden yazılı
olarak çıkarmaya kararlıydı ama nafile. Yinede Huvaj dayanamamış
bir yazısını yayınlamıştı, o da herkese göstermişti neyin nasıl
olacağını. Kurulan ilk amatör grubun Feryal ve Selo ile eşbaşkanı
idi ve literatür okuma seanslarının bir nevi hocası. Eski kulağı
kesiklerden oluşan grupta Beşgür ve Cimok’un mavralarına Zıbe’nin
olmadık zamanlarda sokuşturduğu Nası yani sorusu, bütün
disiplini altüst ediyor ve kendisinin de pek hevesli olmadığı bu
zoraki disiplinin yerle bir olmasına neden oluyor, Çelej’den gelen
uyarılar üzerine Feryal yine fırçayı basıyordu herkese. Bu
bağırtının arkasından sağlanan pusudaki sessizlik birkaç saniye
sürüyor, ikisinin bu kızgın sus pus hali milleti yerlere yatıran
gülüşmelere ve herkesin zincirlerinden boşalmasına neden oluyor,
Feryal’de gülmek zorunda kalıyordu sonunda. Okumaya çalıştıkları
kitaplar yinede ciddi şeylerdi ve onun seçimiydi. İşsiz, aşksız,
parasız ve mutluydu. Bir sefil işçiye de böylesi yakışır.
O yaz, Feryal’in bir kuzenin düğününe katılmak üzere Kayseri’ye
gittiler. Napolyon, giden grup içinden O ve Beşgür’ü alıp
Uzunyayla’ya götürmek istedi. O ilk defa görecekti oraları, Beşgür
zaten oralıydı. Napolyon, yol boyunca buğday tarlalarına bakıp, o
sene başlık paralarının yüksek olacağını iddia ediyordu.
Gördükleri başakların boyu iki karışı bulmuyordu ama yinede
bereketli bir yıl olacağı iddiasıydı bu söylediği. Anadolu da
Çerkeslerin yaşadığı çeşitli coğrafyaları görmüştü. Önemli
zenginliklerin sahibi değildiler hiçbiri ama yinede bir yeşil
coğrafya ve çatılı-bahçeli evler, meyve ağaçlarının ve üzüm
bağlarının yetiştiği yerlerdi, eski o gördüğü köyler. Uzunyayla’da
ciddi bir hayal kırıklığına uğradı. Neredeyse bin sekiz yüz metre
yükseklikte, geçip gittikleri köyler arasında rastladıkları birkaç
söğüt ağacı dışında neredeyse hiçbir bitki örtüsünün olmadığı
çıplak bir doğaydı karşılaştığı durum. Kafkasya’dan bir süre önce
gelmiş ve dernekte sunulmuş olan, Kabardey ülkesinin slayt
gösterisini seyretmiş birisi olarak dehşete düştü. Yitirdiğin yere
bak, birde düştüğün yere. Orta Asya bozkırları kadar verimsiz ve
Ağustos ayında yün yorganla yatacak kadar da soğuk.
Pınarbaşı’ndan Uzunyayla’ya giden, kamyondan bozma, burunlu küçük
otobüs her köy girişinde durup yolcu indiriyor, inen yolcular ön
kapıdan otobüsü terk etmeden önce yolculara dönüp Fıkeblağe
diyordu, Buyurun. İlkinde durumla ilgilenmemiş ne dediklerini
anlayamamıştı, durum yeni bir köy girişinde tekrar ettiğinde bütün
bir otobüsü misafir etmek üzere evine davet ettiğini anladı.
Elinde kasabadan satın aldığı birkaç öteberiyi koyduğu yoksul
filesiyle giriştiği davet gerçeküstü gelmişti ona. Otobüsten inip
peşine takılan yoktu belki ama, ya bütün bir otobüs kabul
ediverirse birden. Hafif doğrularak teşekkür ediyordu yolcular ve
durumlara alışkın olduğu belli olan şoför, sabırla bekliyordu bu
uzun vedalaşmayı. Blöf te olsa hoştu.
- Bir blöf mü bu, diye sordu Napolyon’a, neyine güveniyor bu
insanlar.
- Elbette bir blöf tarafı var ama yinede bana güzel geliyor.
Ayrıca geleneklerde müsait, bu durumlar
da, karısı ve komşuları hazırdır yedirip yatırmaya. Mahcup
etmezler adamı.
Napolyon’un ailesi bir kuzu keserek karşıladı onları ve kız
kardeşleri kaldıkları iki gün boyunca kusursuz ağırladı. Toprak
damlı evlerden oluşan kıraç doğalı köyün ismi Kırkpınar’dı. Beşgür,
nerdeymiş bu Kırkpınar ? diye merak etti. Napolyon üç beş söğüt
ağacının olduğu yere götürdü onları. Söğütlerin dibinde kırka
yakın avuç içi büyüklüğünde su birikintisi vardı sadece ve üstünde
sinekler uçuşan. Köyde kaldıkları akşamlarda konuştukları
konulardan biri, bu şartlarda yaşayan köylülerin Kabardey’e
dönmesinin neden imkansız olduğuydu. O’na ve Beşgür’e göre bu, en
azından yoksul köylüler için hala mümkün görünüyordu ve devrim ne
kadar zor. Son akşam başka bir köyde bir düğüne gittiler. Gece
soğuklarından korunabilmek, düğünlerin süpürülmüş ahırlarda
kurulmasıyla mümkün olabiliyordu ancak. Ertesi günü uğradıkları
Abaza köyünde anlatılan bir olay ise, bir fıkra gibiydi neredeyse.
Ovada hasat yapan uzaklardan gelmiş biçerci, Cuma namazını kılmak
için köye gelmiş ne mescitte ne köyde bir cemaat bulamamıştı.
Köyde dolaşırken bir duvarın üstünde avare oturan üç gence yanaşıp
durumu sormuş, imam ve herhangi bir cemaatin olmadığını öğrenince
hayal kırıklığına uğramıştı. Bunun üzerine gençlere ‘gelin bir
cemaat olup, Cuma namazı kılalım’ teklifinde bulunmuş. Gençler
ise gönülsüz. İçlerinden birisi, olabilir ama demiş biz para
isteriz. Bozulduğunu belli etmemeye çalışarak kaç para
istediklerini sormuş biçerci. Aldığı cevap, adam başı on lira.
Peki demiş biçerci kızgınlığını belli etmeden, düşün
peşime. Biçerci çeşmeye yanaşmış aptes alma hazırlığına
girişirken gençler aptes almadan mescit’e doğru geçtiklerinde,
hey demiş arkalarından aptes almayacak mısınız siz?
Gençlerin sözcüsü pişkin bir şekilde dönüp cevap vermiş. On
liraya demiş, kuru namaz.
Napolyon, onları yolcu edeceği akşamüstü petrol istasyonunda
Maraştan gelecek olan otobüs’ü beklerlerken hafif kıskanmış bir
tereddütle ve yüzü biraz kızararak sordu;
- ‘Feryal’le Merzey arasında bir şey mi var’ ?
- Nası yani dedi Beşgür, soruyu savuşturmak için.
Gülüştüler.
- Kaşen’mi oldular yoksa oğlum diye üsteledi Napolyon.
Ne Beşgür bir şey biliyordu bu konuda ne de O bir şey hissetmişti.
Gürültülü Magirus tozlar kaldırarak hareket ettiğinde, yeterince
yorgundular ve gerektiği kadar sarhoş. |