...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -7

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Körüklü tentesi arkaya yatırılıp süslenmiş fayton, çıngıraklı gürültüsü ile kasabanın bütün ana sokaklarını dolaşır ve kışla yolundaki düzlükte yapılacak, yeryüzünde emsaline henüz rastlanmamış gösteriye çağırırdı herkesi.  Faytoncunun yanına oturmuş olan Boncuk, alacalı meddah kıyafeti ile bütün çocukları oturduğu yerden abartılı bir şekilde selamlar, megafonla söylediği şeyler faytonun arkasına bağlanmış tekerlekli bir sandalyede sırtı dönük oturan zurnacının müziğine karışırdı. Kasabayı öğle sonrası rehavetinden kurtaran curcuna, çoğu çocuk olan seyircileri kışla yoluna düşürürdü. Cambaz gurubunun kasabada hatırı sayılır bir ünü vardı ve her sonbahar çıkıp geldiklerinde ortalığı şenlendirir, leblebi satışlarını arttırır, çekirdek ve simit satıcıları için uygun bir kalabalık yaratırdı. Cambazlar faytonu, geçtiği sokaklardan mıknatıs etkisiyle bütün ahaliyi peşinden sürükler, Ulu cami önünde namaz çıkışı kalabalığının içinden gönlü kayan bir bölüm kalabalığı da peşine takıp götürürdü.

Cambaz gurubu hepsi beş kişiden oluşan bir topluluktu ve her biri başka maharetlerin sahibiydi. Patron, neredeyse 150 kilo ağırlığında emsali hiç görülmemiş bir kadındı ve göbeğine yerleştirilen her seferinde yetmiş kilodan fazla bir taş, balyozla Boncuk tarafından kırılırdı. Gösterinin en dramatik sahnesi bu idi ve meydana toplanmış kalabalık sessiz bir ilgiyle izlerdi durumu. Bu on beş dakika süren gösterinin arkasından sağ çıkıp kalkabileceğini düşünen olmazdı ama yıllardır oflayarak ta olsa çekip çıkardı üstüne örttükleri kilimin altından. İp cambazları tele çıkar ellerinde denge çubuğu ile ip üstünde yürür alttan laf atma ve tezahüratlar eşliğinde gösteriyi bitirirlerdi. Ama bütün çocukları meydana çeken ve kahkahalarla bir yarım saat geçirmelerine neden olan, kılıbık sarsak bir kocayı canlandıran Boncuk ile eli maşalı bir karıyı canlandıran 150 kiloluk kadının tuluat gösterisiydi. Meydanda hiçbir dekor, ışık ve ses düzeni gerektirmeyen ve her gün yeni küçük bir değişiklik ekleyerek sahneledikleri bu orta oyunu, bütün yaşını başını almış erkekleri de şirazesinden çıkarır, dökülmüş dişlerini ortaya seren gülüşmelerle en eğlendiren şey olurdu. Ne ürkütücü dev bir yılanları vardı ve nede içlerinde, ağzından alevler fışkıran bir sihirbaz. Yanlarında dolaştırdıkları küçük kız, eliyle ağzını açık tuttuğu bir torbayla seyirciler arasında dolaşarak günlük hâsılatlarını toplar, para vermeyenlere de diyecek bir şey bulamazdı.

Gösteri bitip evlerine doğru dağılan çocuklar, kadının ‘’Boncuuuk’’ diye tiz sesiyle bağırmasıyla ayılıp arkaya sırtüstü düşmesine ramak kalan sarsak kocanın yürüyüş şekli de dâhil taklidini yapmaya çalışır, onun gibi konuşmaya özenirdi. Kasabaya hangi diyarlardan geldiği belli olmayan ve çocukluk yıllarında seyrettiği bu tek temaşa sanatının sonu hüzünle bitti bir gün. İpe çıkan cambaz düşüyor numaraları yapardı ve bu gösterinin en heyecan veren yeriydi. O gün düşüyor numarası akıl almadık bir şekilde gerçeğe dönüştü, birden bütün seyircilerin önünde ipten düştü ve ‘’Diri Diri Toprağa Gömülme’’ numarasını yapmak için kazdıkları çukura kadar savrulup içine gömüldü. Bunu gösterinin bir parçası sanan seyirciler tereddüt geçirdi bir süre ve onları aymazlıktan uyandıran kadının yürek dağlayan çığlığı oldu. Çukurun başına üşüşen kalabalık keşmekeş içinde Boncuğu oradan alıp bir faytona yatırıp uzaklaştırdılar. Boncuk ölmüş müydü o gün bilmiyordu ama bildiği şey, kasabaya bir daha bu şenlikli cambaz gurubun gelmemiş olduğuydu.

Cambazlar bir daha gelmedi ama neredeyse onlar kadar yabancı bir kılıkla Memed Ağa’nın hanında köy otobüsüne binerken rastladığı sarıklı ve beyazlar içinde bir entariyi andıran kılığı ve elinde asa gibi tuttuğu bastonu ile gördüğü adamda şaşırtmıştı onu. Kahvede domino oynayanlar şöyle bir bakıp oyunlarına devam ettiler, içlerinde Urfa'da askerlik yapmış olanı bunun Urfalı bir fellah olduğunu söyledi. Ortalıktan kaybolacağı sanılırken aynı köy otobüsüne bindi. Kimseyle konuşup sözlü selamlaşmıyor sadece gözleri ile selam alıp başını eğiyordu. Önce Türk ve Kürt köylerinin içinden geçip uzağa Çerkes köylerinde dura dura varacağı son köye varana kadar bütün yolcuların kanısı, köylerden birinde inip ime time karışacağıydı ama öyle olmadı. Ne büyükçe Türk köylerinin ne de yoksul Kürt köylerinin hiç birinde inmedi.

Yolunu şaşırmış bir bezirgân olduğuna karar verildi ama kalan iki Çerkes köyünden birine gittiği anlaşılıyordu artık. Çerkes olduğundan kuşkulandılar biraz ve hatta Çerkesce alçak sesle tanıyıp tanımadıklarını sordular birbirlerine ama nafile, tanıyanı benzeteni çıkmadı. Mavi gözlü ve sarışındı öyle olmasa bir Arap şeyhi idi kesin ama o köyde ne işi vardı. Otobüs köyün son yokuşunu gürültülü dumanlar içinde tırmanıp yorgun homurtularla cami meydanına durduğunda, otobüsü karşılayanların ve yolcuların hayret dolu bakışları arasında kimseye hiçbir şey sormadan, nereye gittiğinden emin adımlarla meydanı terk etti ve köy meydanındaki herkesi meraklı bir sessizlikle baş başa bırakıp Dolethan’ın kapısını çaldı.

Kapının açılmasından birkaç saniye sonra Dolethan 80 yaşından sonra tekrar görmeye başlayan gözleriyle, hatırlamaya çalıştığı örneklere uygun iğne oyası perde örmeyi bırakmaya hiç niyeti olmadan xhet a? diye bağırdı içerden ama gelen, kapıyı açıp girmek istemedi ve kapıyı bir kez daha çaldı. Gel içeri sözüne uymadığına göre bir Çingen’edir diye ve ağzında biriktirdiği azar ve küfürlerle iğne ve iplikten kurtardığı parmaklarının yardımıyla kapıya yöneldi. Gördüğü resim karşısında ne sitem edebildi ve ne küfür. Şaşkınlığının geçmesi için geçen birkaç saniye yetmedi, azarlamak hiç aklına gelmedi ve bir ses duymak istedi. Sesi duyduğu andan birkaç saniye sonra, avaz avaz yayılan sevinç çığlığı gırtlağından sökün edip köyün bütün bacalarını yalayarak ulaştığı büyük korudan yankılandığı an, meydanda donmuş kalmış ahaliden bir ihtiyar; Aslandır, dedi bu, Dolethan’ın kardeşi. Elli yıl önce dedi bir diğeri, Askere gitmişti. Kalabalığın büyük bir kısmı iki ihtiyarın peşine takılıp o tarafa yöneldi.

Ayşet nınej koluna taktığı Laşaph ile aylardır görmediği torununu karşılamaya çıkmıştı ama duyduğu yeni haberle Dolethan’ın evine doğru yönünü çevirdi. Naho nınej, komşusu Suret ile seğirtip koştu. Gelen her kimse, köye günlerce konuşulacak bir mesel çıkartıp gelmişti.

Birbirlerine sarılabilmek için belki de elli yıl beklemiş bu iki ihtiyar kardeşin gözyaşları birbirine karıştığı an evin önüne toplanmış kadın erkek bütün ihtiyarların döktüğü gözyaşlarının sadece sevinçle ilgili olmadığını anlayabilmiş değildi. Belki de yitip gitmiş ve bir daha hiç geri dönmemiş kardeşlerin kocaların ve çocukların hüznüydü yüreklerine çöken ve unutup gittikleri acıların hatırlanması metanetlerini altüst etmişti. Naho nınej yinede metanetini koruyabilenlerdendi. Torunu Aydemir’e büyük horoz ile iki tavuk yakalayıp babasına kestirmesi için talimat verdi, Besleney geline akşama şıps pişirip paste yapmasını, evde ceviz kalmadıysa Laşaph’tan isteyebileceğini ve Şağujlerin semaverini bulup hazırlamasını söyledi.

Çocuklar bu sevinçli matemin şaşkın seyircisiydiler ve onları kale alan yoktu o an. Bir süre sonra bu seyredip durdukları durumdan sıkıldılar. Caminin arkasına gittiler, kiremit parçalarının üst üste konup bir mesafeden bir taşla dizili kiremitlerin vurulup dağıtılmasıyla oynanan Tak oyununa geri döndüler ve oğlak sürüsünün en yaramazı alaca oğlak, palamut ağaçlarının arasından sarkıp Ulu Çeşme’nin tepesinde fark edilene dek gürültülü itirazlarla oyunlarına devam ettiler. Serbest kalsalar peşine takılıp eteğini çekerek eğlenecekleri Mağriplinin, dokunulmaz olduğunu kimseye hiçbir şey sormadan fark ettiler.

Naho nınejın oğlu Sefer bir horoz ve iki tavuğun birden neden kesileceğini anlayamadı. Aydemir, elinde çırpınıp duran iki tavukla kalabalığın arasına gelip babaannesine şikâyet etmek zorunda kaldı. Naho nınej, sende Hamza’ya kestir o zaman deyip kestirip attı.

Beyaz entarili mağripli artık unutup gittiği Türkçeyi pek araya katmadan gelip kendisine sarılanlara Çerkesce-Arapça karışımı bir dilden kelimelerle bir şeyler söylüyor ve belki de pek beklemediği bu ilginin şaşkınlığı ile yanına oturtulduğu ve sol omzuna yaslanmış ablasının başını sağ eliyle okşamaya çalışıyordu. Mağripli ile ilgili bir şeyler bilenler ölüp gitmişti, geçen elli yıl içinde sağ olduğuna dair bir defasında bir haber gelmişti ama bu da kırk yıl önceydi belki ve hiçbir zaman doğrulanmış bir şey değildi. Bütün ailesini yitirmiş kendiside bir çocuk doğurup evlat sahibi olamayınca yapayalnız kalmış güzel Dolathan, öldüğünden emin olmadığı tek bir akrabasının elli yıl önce askere giden ve bir daha dönmeyen kardeşinin haberini sorup öğreneceği hiçbir yer bulamamış, köyde Çerkesler arasında kanıksanmış diğer bütün yitip kaybolmuşlar arasına katıp gitmişti onu da.

Kaldığı süre içerisinde kendisi ile oturup konuşmuşların anlattığı şeyler durumu aydınlatmıştı biraz ama bunca zamandır sağ olduğu halde neden çıkıp gelmediği veya haber salmadığı sorularına muhatap olmak korkusu, gerçekleri ne derece söylediği ile ilgili kuşkular yaratıyordu. Şam’da bulunan 4. ordunun bir piyade askeri iken yaralanıp cephede unutulmuş, kendisini tesadüfen bulan bir Suriyeli Çerkes tarafından köyüne götürülüp tedavi edilmişti. Günlerce ateşli bir sancıyla yatıp ilk gözlerini açtığında başında nöbet bekleyen bir kız hayatının akışını değiştirecek ve sağ kalıp ayağa kalkabilirse alıp köyüne götürmeyi hayal ettiği birisi haline dönecekti. Kız kendisini kurtaran Çerkes delikanlının kız kardeşi olarak çıkacaktı karşısına. Ve dağılıp uzaklaşmış birliğini bulması mümkün görünmüyordu artık ve sınırın öbür tarafında kalmıştı her ne olmuşsa.

Orada evlenip çoluk çocuğa karışmış ve daha sonra sınırların açılması ile köyüne geri dönme isteği zamanla pörsümüş işlemeyen posta düzeni herhangi bir haberi göndermesini de imkânsız hale getirmişti. Bir süre sonra düştüğü bu gayrimeşru durumun ordu tarafından nasıl değerlendirilip kendisini hangi safa koyacaklarını bilemez hali onu kıpırdayamaz hale sokmuş, içine düştüğü Çerkes kasabasını bir şans olarak görüp artık kaderine razı olmuştu. Hikâyesi buna benzer bir şeydi.

Yinede bir mahcubiyet içindeydi ve yıllar sonra yüreğini kavurup duran merak harekete geçirmişti onu ve Mumbıç kasabasında defterdarlıkta memur olabilmiş damadının yardımları ile bütün yasal izinlerin alınıp bir Suriye pasaportu ile köye ulaşması sağlanana dek, içi içini yiyen huzursuzlukla geçirmişti ömrünü. Artık ailesi Suriye’deydi ve onları bırakıp gelemezdi ama elli yıl sonra gelip sağ olarak bulduğu yaşlı ve yalnız ablasını oraya götürüp torunları arasında yaşamasını ve ömrünün geri kalan kısmını kendisinin yanında geçirmesini istiyordu.  Ama bunu nasıl becereceğini biliyor değildi henüz, çünkü iki ülke düşman değilse de sorunlu ilişkileri vardı ve gümrükler meşakkatli idi.

Dolathan, yarım yüzyıl sonrada olsa çıkıp gelmiş kardeşinin onu arayıp sormasından gururlanmıştı elbet ama


- Benim gideceğim yer
dedi bu saatten sonra, köyün altında şu gördüğün top ağaçların altıdır ama sen ne kadar uzun kalabiliyorsan o kadar uzun kal burada, elli yılın ayrılığı birkaç günde onarılamaz. Birbirimize doymakta o kadar kolay değil.

Tanrı, bir araya gelmişken birbirlerine doymaları için gereken süreyi tanımıştı onlara ama daha fazla değil. Mağriplinin üçüncü kez ertelediği dönüşünün son ikindi vakti Dolethan, evinin mezarlıklara bakan küçük balkonunda Naho nınejin kolları arasına yığılıp kaldığında, Suriyeli yeğenine göndermek istediği iğne oyası perdenin son kuş siluetini tamamlayabilmiş değildi henüz. Mezar çukuruna girip cenazemi toprağa yatıracak kimsem kalmadı demiş ölmeden önce, bari sen dönmeden olsun şu iş. Bunları söylemiş olduğunu doğrulayan kimse yoktu ama Aslan inmiş mezar çukuruna ve onu toprağa bırakan ve cenaze kalabalığı içinde kürekle ilk toprağı atan o olmuş.

Mağriplinin, yedisi çıkana kadar beklediği ve sonra bütün köylüler tarafından cami meydanından sabahın dördünde yolcu edildiği o perşembeden beri bir daha ne sesi çıkmıştı nede haberi. Köylüler yinede tanrıya dua ettiler ve Mağriplinin sağ salim çocuklarına kavuşmasını dilediler. Naho nine ‘
’o da ölecek diye ödüm koptu dedi. O nu gömecek bir yer bulurduk elbet ama ailesine haber vermek için bir elli yıl daha nöbet beklemek zorunda kalırsak diye korktum.’’

Önce ilgisizce kulak kabartıp sonra sessiz bir ilgiyle hiç karışmadan dinlediği konuşmanın sonunda Zıbe;

- Birbirimizden haberdar olmamız gezgin cambazlara ve gaipten çıkan mağriplilere kalmış imiş meğer, dedi.
- Sana bir sır vereyim mi diye ekledi Zıbe, O cambazlar Korkuteli’ne de gelirdi ve bende görmüştüm onları ama Mağripli birisine hiçbir zaman rastlamadım.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm