Körüklü
tentesi arkaya yatırılıp süslenmiş fayton, çıngıraklı
gürültüsü ile kasabanın bütün ana sokaklarını dolaşır ve kışla
yolundaki düzlükte yapılacak, yeryüzünde emsaline henüz
rastlanmamış gösteriye çağırırdı herkesi. Faytoncunun yanına oturmuş olan Boncuk, alacalı
meddah kıyafeti ile bütün çocukları oturduğu yerden abartılı bir
şekilde selamlar, megafonla söylediği şeyler faytonun arkasına
bağlanmış tekerlekli bir sandalyede sırtı dönük oturan zurnacının
müziğine karışırdı. Kasabayı öğle sonrası rehavetinden kurtaran
curcuna, çoğu çocuk olan seyircileri kışla yoluna düşürürdü.
Cambaz gurubunun kasabada hatırı sayılır bir ünü vardı ve her
sonbahar çıkıp geldiklerinde ortalığı şenlendirir, leblebi
satışlarını arttırır, çekirdek ve simit satıcıları için uygun bir
kalabalık yaratırdı. Cambazlar faytonu, geçtiği sokaklardan
mıknatıs etkisiyle bütün ahaliyi peşinden sürükler, Ulu cami
önünde namaz çıkışı kalabalığının içinden gönlü kayan bir bölüm
kalabalığı da peşine takıp götürürdü.
Cambaz gurubu hepsi beş kişiden oluşan bir topluluktu ve her biri
başka maharetlerin sahibiydi. Patron, neredeyse 150 kilo
ağırlığında emsali hiç görülmemiş bir kadındı ve göbeğine
yerleştirilen her seferinde yetmiş kilodan fazla bir taş, balyozla
Boncuk tarafından kırılırdı. Gösterinin en dramatik sahnesi bu idi
ve meydana toplanmış kalabalık sessiz bir ilgiyle izlerdi durumu.
Bu on beş dakika süren gösterinin arkasından sağ çıkıp
kalkabileceğini düşünen olmazdı ama yıllardır oflayarak ta olsa
çekip çıkardı üstüne örttükleri kilimin altından. İp cambazları
tele çıkar ellerinde denge çubuğu ile ip üstünde yürür alttan laf
atma ve tezahüratlar eşliğinde gösteriyi bitirirlerdi. Ama bütün
çocukları meydana çeken ve kahkahalarla bir yarım saat
geçirmelerine neden olan, kılıbık sarsak bir kocayı canlandıran
Boncuk ile eli maşalı bir karıyı canlandıran 150 kiloluk kadının
tuluat gösterisiydi. Meydanda hiçbir dekor, ışık ve ses düzeni
gerektirmeyen ve her gün yeni küçük bir değişiklik ekleyerek
sahneledikleri bu orta oyunu, bütün yaşını başını almış erkekleri
de şirazesinden çıkarır, dökülmüş dişlerini ortaya seren
gülüşmelerle en eğlendiren şey olurdu. Ne ürkütücü dev bir
yılanları vardı ve nede içlerinde, ağzından alevler fışkıran bir
sihirbaz. Yanlarında dolaştırdıkları küçük kız, eliyle ağzını açık
tuttuğu bir torbayla seyirciler arasında dolaşarak günlük
hâsılatlarını toplar, para vermeyenlere de diyecek bir şey
bulamazdı.
Gösteri bitip evlerine doğru dağılan çocuklar, kadının ‘’Boncuuuk’’
diye tiz sesiyle bağırmasıyla ayılıp arkaya sırtüstü düşmesine
ramak kalan sarsak kocanın yürüyüş şekli de dâhil taklidini
yapmaya çalışır, onun gibi konuşmaya özenirdi. Kasabaya hangi
diyarlardan geldiği belli olmayan ve çocukluk yıllarında
seyrettiği bu tek temaşa sanatının sonu hüzünle bitti bir gün. İpe
çıkan cambaz düşüyor numaraları yapardı ve bu gösterinin en
heyecan veren yeriydi. O gün düşüyor numarası akıl almadık bir
şekilde gerçeğe dönüştü, birden bütün seyircilerin önünde ipten
düştü ve ‘’Diri Diri Toprağa Gömülme’’ numarasını yapmak için
kazdıkları çukura kadar savrulup içine gömüldü. Bunu gösterinin
bir parçası sanan seyirciler tereddüt geçirdi bir süre ve onları
aymazlıktan uyandıran kadının yürek dağlayan çığlığı oldu. Çukurun
başına üşüşen kalabalık keşmekeş içinde Boncuğu oradan alıp bir
faytona yatırıp uzaklaştırdılar. Boncuk ölmüş müydü o gün
bilmiyordu ama bildiği şey, kasabaya bir daha bu şenlikli cambaz
gurubun gelmemiş olduğuydu.
Cambazlar bir daha gelmedi ama neredeyse onlar kadar yabancı bir
kılıkla Memed Ağa’nın hanında köy otobüsüne binerken rastladığı
sarıklı ve beyazlar içinde bir entariyi andıran kılığı ve elinde
asa gibi tuttuğu bastonu ile gördüğü adamda şaşırtmıştı onu.
Kahvede domino oynayanlar şöyle bir bakıp oyunlarına devam
ettiler, içlerinde Urfa'da askerlik yapmış olanı bunun Urfalı bir
fellah olduğunu söyledi. Ortalıktan kaybolacağı sanılırken aynı
köy otobüsüne bindi. Kimseyle konuşup sözlü selamlaşmıyor sadece
gözleri ile selam alıp başını eğiyordu. Önce Türk ve Kürt
köylerinin içinden geçip uzağa Çerkes köylerinde dura dura
varacağı son köye varana kadar bütün yolcuların kanısı, köylerden
birinde inip ime time karışacağıydı ama öyle olmadı. Ne büyükçe
Türk köylerinin ne de yoksul Kürt köylerinin hiç birinde inmedi.
Yolunu şaşırmış bir bezirgân olduğuna karar verildi ama kalan iki
Çerkes köyünden birine gittiği anlaşılıyordu artık. Çerkes
olduğundan kuşkulandılar biraz ve hatta Çerkesce alçak sesle
tanıyıp tanımadıklarını sordular birbirlerine ama nafile, tanıyanı
benzeteni çıkmadı. Mavi gözlü ve sarışındı öyle olmasa bir Arap
şeyhi idi kesin ama o köyde ne işi vardı. Otobüs köyün son
yokuşunu gürültülü dumanlar içinde tırmanıp yorgun homurtularla
cami meydanına durduğunda, otobüsü karşılayanların ve yolcuların
hayret dolu bakışları arasında kimseye hiçbir şey sormadan, nereye
gittiğinden emin adımlarla meydanı terk etti ve köy meydanındaki
herkesi meraklı bir sessizlikle baş başa bırakıp Dolethan’ın
kapısını çaldı.
Kapının açılmasından birkaç saniye sonra Dolethan 80 yaşından
sonra tekrar görmeye başlayan gözleriyle, hatırlamaya çalıştığı
örneklere uygun iğne oyası perde örmeyi bırakmaya hiç niyeti
olmadan xhet a? diye bağırdı içerden ama gelen, kapıyı açıp girmek
istemedi ve kapıyı bir kez daha çaldı. Gel içeri sözüne uymadığına
göre bir Çingen’edir diye ve ağzında biriktirdiği azar ve
küfürlerle iğne ve iplikten kurtardığı parmaklarının yardımıyla
kapıya yöneldi. Gördüğü resim karşısında ne sitem edebildi ve ne
küfür. Şaşkınlığının geçmesi için geçen birkaç saniye yetmedi,
azarlamak hiç aklına gelmedi ve bir ses duymak istedi. Sesi
duyduğu andan birkaç saniye sonra, avaz avaz yayılan sevinç
çığlığı gırtlağından sökün edip köyün bütün bacalarını yalayarak
ulaştığı büyük korudan yankılandığı an, meydanda donmuş kalmış
ahaliden bir ihtiyar; Aslandır, dedi bu, Dolethan’ın
kardeşi. Elli yıl önce dedi bir diğeri,
Askere gitmişti. Kalabalığın büyük bir kısmı iki ihtiyarın
peşine takılıp o tarafa yöneldi.
Ayşet nınej koluna taktığı Laşaph ile
aylardır görmediği torununu karşılamaya çıkmıştı ama duyduğu yeni
haberle Dolethan’ın evine doğru yönünü çevirdi. Naho nınej,
komşusu Suret ile seğirtip koştu. Gelen her kimse, köye günlerce
konuşulacak bir mesel çıkartıp gelmişti.
Birbirlerine sarılabilmek için belki de elli yıl beklemiş bu iki
ihtiyar kardeşin gözyaşları birbirine karıştığı an evin önüne
toplanmış kadın erkek bütün ihtiyarların döktüğü gözyaşlarının
sadece sevinçle ilgili olmadığını anlayabilmiş değildi. Belki de
yitip gitmiş ve bir daha hiç geri dönmemiş kardeşlerin kocaların
ve çocukların hüznüydü yüreklerine çöken ve unutup gittikleri
acıların hatırlanması metanetlerini altüst etmişti. Naho nınej
yinede metanetini koruyabilenlerdendi. Torunu Aydemir’e büyük
horoz ile iki tavuk yakalayıp babasına kestirmesi için talimat
verdi, Besleney geline akşama şıps pişirip paste yapmasını, evde
ceviz kalmadıysa Laşaph’tan isteyebileceğini ve Şağujlerin
semaverini bulup hazırlamasını söyledi.
Çocuklar bu sevinçli matemin şaşkın seyircisiydiler ve onları kale
alan yoktu o an. Bir süre sonra bu seyredip durdukları durumdan
sıkıldılar. Caminin arkasına gittiler, kiremit parçalarının üst
üste konup bir mesafeden bir taşla dizili kiremitlerin vurulup
dağıtılmasıyla oynanan Tak oyununa geri döndüler ve oğlak
sürüsünün en yaramazı alaca oğlak, palamut ağaçlarının arasından
sarkıp Ulu Çeşme’nin tepesinde fark edilene dek gürültülü
itirazlarla oyunlarına devam ettiler. Serbest kalsalar peşine
takılıp eteğini çekerek eğlenecekleri Mağriplinin, dokunulmaz
olduğunu kimseye hiçbir şey sormadan fark ettiler.
Naho nınejın oğlu Sefer bir horoz ve iki tavuğun birden neden
kesileceğini anlayamadı. Aydemir, elinde çırpınıp duran iki
tavukla kalabalığın arasına gelip babaannesine şikâyet etmek
zorunda kaldı. Naho nınej, sende Hamza’ya kestir o zaman deyip
kestirip attı.
Beyaz entarili mağripli artık unutup gittiği Türkçeyi pek araya
katmadan gelip kendisine sarılanlara Çerkesce-Arapça karışımı bir
dilden kelimelerle bir şeyler söylüyor ve belki de pek beklemediği
bu ilginin şaşkınlığı ile yanına oturtulduğu ve sol omzuna
yaslanmış ablasının başını sağ eliyle okşamaya çalışıyordu.
Mağripli ile ilgili bir şeyler bilenler ölüp gitmişti, geçen elli
yıl içinde sağ olduğuna dair bir defasında bir haber gelmişti ama
bu da kırk yıl önceydi belki ve hiçbir zaman doğrulanmış bir şey
değildi. Bütün ailesini yitirmiş kendiside bir çocuk doğurup evlat
sahibi olamayınca yapayalnız kalmış güzel Dolathan, öldüğünden
emin olmadığı tek bir akrabasının elli yıl önce askere giden ve
bir daha dönmeyen kardeşinin haberini sorup öğreneceği hiçbir yer
bulamamış, köyde Çerkesler arasında kanıksanmış diğer bütün yitip
kaybolmuşlar arasına katıp gitmişti onu da.
Kaldığı süre içerisinde kendisi ile oturup konuşmuşların anlattığı
şeyler durumu aydınlatmıştı biraz ama bunca zamandır sağ olduğu
halde neden çıkıp gelmediği veya haber salmadığı sorularına
muhatap olmak korkusu, gerçekleri ne derece söylediği ile ilgili
kuşkular yaratıyordu. Şam’da bulunan 4. ordunun bir piyade askeri
iken yaralanıp cephede unutulmuş, kendisini tesadüfen bulan bir
Suriyeli Çerkes tarafından köyüne götürülüp tedavi edilmişti.
Günlerce ateşli bir sancıyla yatıp ilk gözlerini açtığında başında
nöbet bekleyen bir kız hayatının akışını değiştirecek ve sağ kalıp
ayağa kalkabilirse alıp köyüne götürmeyi hayal ettiği birisi
haline dönecekti. Kız kendisini kurtaran Çerkes delikanlının kız
kardeşi olarak çıkacaktı karşısına. Ve dağılıp uzaklaşmış
birliğini bulması mümkün görünmüyordu artık ve sınırın öbür
tarafında kalmıştı her ne olmuşsa.
Orada evlenip çoluk çocuğa karışmış ve daha sonra sınırların
açılması ile köyüne geri dönme isteği zamanla pörsümüş işlemeyen
posta düzeni herhangi bir haberi göndermesini de imkânsız hale
getirmişti. Bir süre sonra düştüğü bu gayrimeşru durumun ordu
tarafından nasıl değerlendirilip kendisini hangi safa
koyacaklarını bilemez hali onu kıpırdayamaz hale sokmuş, içine
düştüğü Çerkes kasabasını bir şans olarak görüp artık kaderine
razı olmuştu. Hikâyesi buna benzer bir şeydi.
Yinede bir mahcubiyet içindeydi ve yıllar sonra yüreğini kavurup
duran merak harekete geçirmişti onu ve Mumbıç kasabasında
defterdarlıkta memur olabilmiş damadının yardımları ile bütün
yasal izinlerin alınıp bir Suriye pasaportu ile köye ulaşması
sağlanana dek, içi içini yiyen huzursuzlukla geçirmişti ömrünü.
Artık ailesi Suriye’deydi ve onları bırakıp gelemezdi ama elli yıl
sonra gelip sağ olarak bulduğu yaşlı ve yalnız ablasını oraya
götürüp torunları arasında yaşamasını ve ömrünün geri kalan
kısmını kendisinin yanında geçirmesini istiyordu. Ama bunu nasıl
becereceğini biliyor değildi henüz, çünkü iki ülke düşman değilse
de sorunlu ilişkileri vardı ve gümrükler meşakkatli idi.
Dolathan, yarım yüzyıl sonrada olsa çıkıp gelmiş kardeşinin onu
arayıp sormasından gururlanmıştı elbet ama
- Benim gideceğim yer
dedi bu saatten sonra, köyün altında şu
gördüğün top ağaçların altıdır ama sen ne kadar uzun
kalabiliyorsan o kadar uzun kal burada, elli yılın ayrılığı birkaç
günde onarılamaz. Birbirimize doymakta o kadar kolay değil.
Tanrı, bir araya gelmişken birbirlerine doymaları için gereken
süreyi tanımıştı onlara ama daha fazla değil. Mağriplinin üçüncü
kez ertelediği dönüşünün son ikindi vakti Dolethan, evinin
mezarlıklara bakan küçük balkonunda Naho nınejin kolları arasına
yığılıp kaldığında, Suriyeli yeğenine göndermek istediği iğne
oyası perdenin son kuş siluetini tamamlayabilmiş değildi henüz.
Mezar çukuruna girip cenazemi toprağa yatıracak kimsem kalmadı
demiş ölmeden önce, bari sen dönmeden olsun şu iş. Bunları
söylemiş olduğunu doğrulayan kimse yoktu ama Aslan inmiş mezar
çukuruna ve onu toprağa bırakan ve cenaze kalabalığı içinde
kürekle ilk toprağı atan o olmuş.
Mağriplinin, yedisi çıkana kadar beklediği ve sonra bütün köylüler
tarafından cami meydanından sabahın dördünde yolcu edildiği o
perşembeden beri bir daha ne sesi çıkmıştı nede haberi. Köylüler
yinede tanrıya dua ettiler ve Mağriplinin sağ salim çocuklarına
kavuşmasını dilediler. Naho nine ‘’o da
ölecek diye ödüm koptu dedi. O nu gömecek bir yer bulurduk elbet
ama ailesine haber vermek için bir elli yıl daha nöbet beklemek
zorunda kalırsak diye korktum.’’
Önce ilgisizce kulak kabartıp sonra sessiz bir ilgiyle hiç
karışmadan dinlediği konuşmanın sonunda Zıbe;
- Birbirimizden haberdar olmamız gezgin cambazlara ve gaipten
çıkan mağriplilere kalmış imiş meğer, dedi.
- Sana bir sır vereyim mi diye ekledi Zıbe, O cambazlar
Korkuteli’ne de gelirdi ve bende görmüştüm onları ama Mağripli
birisine hiçbir zaman rastlamadım. |