Milliyetçi
Cephe ile eski tek parti arasında gidip gelen hükümetler;
ikinci harpten beri şehrin unutup gittiği uzun kuyrukların
oluşmasına neden olacak olağanüstü beceriksiz bir ekonomik
program yürütüyordu. Yoklar
listesine halkın günlük ihtiyacı olan yağ, sigara, tüp, benzin
gibi şeyler her gün ve her gün ekleniyor, şehir halkı bezgin bir
suskunlukla gününü kuyruklarda geçiriyordu. Sıkıntıların bir
kısmı, hükümetin, sanki bir Sovyet ülkesi gibi ürünlere yapılan
zamlara şerh koymasından kaynaklanıyor ve firmaları, hükümetin
kendi yarattığı enflasyondan gelen fiyat artışlarıyla baş başa
bırakıp, üretemez hale getiriyordu. Bunun sonucu ise çekilmez
kuyruklar ve çığırından çıkmış bir karaborsa idi.
Üsküdar’da bir berber dükkanında 6 Lira'ya Samsun sigarası
satıldığını biliyorlardı ama bölge silahlı muhafazakarların elinde
idi ve yeşil parkalı sol öğrencilere karşı pek şakaları yoktu.
Bandırma’da tanıdığı bir esnaf sayesinde satın alabildiği iki
piknik tüpünü İstanbul vapuruna sokmaya çalışırken bir bombacı
şüphesiyle gözaltına alınan Çelej, üç gündür serbest bırakılmış
değildi. Bütün bunlara karşın, milliyetçi cephe hükümetinden daha
az saldırgan tutumu ve ortanın solu sloganı ile ortaya çıkmış eski
tek parti, kent ahalisi ve devrimci gençlik için sadece can
güvenliği açısından tercih edilir gibi görünüyordu. Gerçi Partizan
adlı bir örgüt, Boğaziçi Üniversitesi 2. yurt duvarına, Faşist
Ecevit yazılı, koca bir bez pankart asmaktan geri durmamıştı.
Şehir halkı için, hemen her yerde küçük korsan mitingler olağan
hale gelmişti ve uzun, kalabalık protesto yürüyüşleriyle Harem
otobüs garajlarına, memleketlerine gönderilmek üzere teslim edilen
cenazelerin sonu gelmez olmuştu. Karşı görüşlü örgütler tarafından
vurulup öldürülmüş öğrenciler için düzenlenen cenaze törenleri,
öğrenci gençlik arasındaki siyasi örgütlerin boy gösterisi ve
slogan yarışına dönüyor, şehrin trafiğini alt üst edip, her
seferinde polisle girişilen irili ufaklı bir arbede ile nihayet
buluyordu.
Leyland marka eski otobüsler içinde sıkışıp kalmış halk, trafiği
altüst eden öğrenci eylemlerine karşı homurdanıyor, atılan
sloganların ne anlama geldiklerini anlamaya çalışıyor, bazen
otobüsleri terk edip saatlerce yürümek zorunda kalıyordu.
Belediyenin yeni aldığı ve tepesinde havalandırma penceresi olan
İkarus marka otobüsler bildiri dağıtmak için yeni imkanlar
yaratmıştı. Öğrenciler, küçük el bildirilerini havalandırma
penceresine koyup otobüsten iniyor, otobüs hareket ettiğinde
kağıtlar uçuşup durak ve yollara yayılıyordu. Böyle bir otobüs
Dolmabahçe’de polis tarafından önü kesilip bütün bir otobüs
gözaltına alınınca, Memo son imtihanına girememiş ve mezuniyeti 6
ay uzamıştı.
Durum bununla kalmadı. Altı aylık süreyi geçirmek üzere gittiği
memleketinde küçük kağıt bir Türk bayrağı parçasına bir telefon
numarası yazmaya kalktı ve hakaretten gözaltına alındı. doksan gün
süren mecburi gözaltı, son sınavını da suya düşürmüş, diploma on
sekiz ay sonrasına kalmıştı. Bütün bunlar normal durumlardı
aslında ama onun için değil, masum çalışkan bir öğrenciydi ve
siyasetle hiçbir zaman hiçbir şekilde ilgisi olmamıştı. Belediye
bu havalandırma pencerelerini sabitleyip açılmasını yasaklayarak
işi çözmüştü ama yaz günleri o otobüslere binmek, içerde
havasızlıktan ölmeyi göze almak demekti. Polisle girişilen bu
arbedelerin sonu ise polis araçlarının taşıyabileceği kadar sayıda
gözaltı ile bitiyor ve geceleri çıktıkları duvar yazılarıyla
öğrenci gençlik, dertlerini şehrin duvarlarına döküyordu.
Şehri alt üst eden bu dinamizm,bir yandan bir değişimin habercisi
gibi bir heyecan yaratmakla birlikte, sol siyasi örgütler
arasındaki ‘kendileri için önemli’, kitleler açısından anlaşılmaz
görüş ayrılıkları ve siyasi çekişmeler, sıradan kalabalık öğrenci
kitlelerini umutsuzluğa sürüklüyordu. Sadece Mao öğretisini takip
eden grup sayısı 6 dan fazlaydı, diğerlerinin sayısını tanrı
bilir. Sınıfında bulunan öğrencilerin yarısından fazlası okulu
bırakıp daha şimdiden memleketine dönmüş durumdaydı ve ilerde
dönüp gelecekler, gidenlerin pek azı olacaktı. Şehrin bu içine
düştüğü kaos ortamı o ve arkadaşlarını sürekli bir yere doğru
çekmeye çalışıyor, bunlara ilaveten Çerkesler meselesinin,
bu karmaşanın neresine yerleştirileceğini kestiremiyorlardı.
Sovyet sisteminde uygulandığı söylenen Milli Mesele, onlarında
meseleye o yönde sarılmasına ve göçüp geri döneceğine pek akıl
erdiremedikleri Türkiye Çerkes halkının, -Çerkes kalabilmesi
- için bir sosyalist devrime ihtiyaç duyacağı fikrine
yanaşıyorlardı yavaş yavaş.
Sürgünden beri serpilip gelişen doğal bir Rus düşmanlığı Çerkesler
arasında yaygındı ve bu durum zamanla antikomünist bir dalgaya
dönüşmüştü ister istemez. Aşılması hiçte kolay olmayan bu durumun
yanında, tartışıp durdukları Çerkes olmayan devrimciler arasında
Çerkeslerin taleplerini hayretle karşılayanlar çoğunluktaydı ve
bunu bir milliyetçi talep olarak görüp, neredeyse hor görerek
reddediyorlardı. İcat çıkarmayın şimdi demeye getiriyorlardı,
aslolan birliktir. Mevcut düzen de aynı şeyleri söylüyordu zaten,
Çerkesler devrime neden katılsın o zaman? Diğer yandan ülke
içindeki dağınık yaşamları, pratikte bölgesel bir özerkliği
neredeyse imkansız kılıyor ve Sovyet örneğine tıpa tıp benzetmekte
zorlanıyorlardı. Kala kala Sovyet Yahudileri için uygulanan bir
kültürel özerklik kalıyordu, ne anlama geldiğini kestiremedikleri.
Türkiye Çerkesleri arasında var olan anti-Sovyet duygular, dönüşü
savunanlar açısından da problemli bir durumdu. Dönüşçüler ile
yapılan tartışmalarda karşılıklı zaaflar çok fazla öne sürülmüyor
ve karşılıklı bir özen gösteriliyordu. Türkiye Çerkeslerinin
tutucu kesimleri onlara da komünist damgasını vurmuştu çoktan ve
bu durum onlar için yeterince rahatsız ediciydi zaten.
Napolyon Faruk’un getirdiği bir haber üzerine Kafkasya’dan şehre
turist olarak gelmiş Çerkes bir gurubu Laleli'de bir otelde
buldular. Haber biraz yanlıştı. İçlerinde sadece bir Adige ve bir
Oset vardı, gerisi Rus'tu. Otelin küçük lobisinin sohbete imkan
vermediğini anlayan Oset thamade, odaya çıkmalarını teklif etti.
Valizlerinden çıkardıkları Çerkes peyniri ve kurutulmuş et ile
birlikte bir sofra kurdular, O’nun ve Beşgül’ün Rus votkasıyla
tanışması böyle oldu. Tanışma faslından sonra, merak ettikleri
şeyleri sorup duruyorlardı birbirlerine ama cevap alma konusunda
bir sıkıntı olduğu anlaşılıyordu. Ayrı düşmüş Çerkes halkı,
bölünmüş dünyanın iki tarafında kalmış ve birbirine güvenemez hale
gelmişti sanki veya nedenini anlayamadıkları bir takım çekinceler
sürüyordu.
Napolyon lafı dolandırmadı, öğretmen olduğunu öğrendiği Adige'ye;
-
Klasikleri okuyor musunuz,
diye sordu.
- Nedir,
dedi klasik dediğiniz?
-
Marks, Engels
vesaire.
- A ha
dedi, biraz düşündü, biz onları okulda kopya çekiyoruz.
Bizde Cumhuriyet Tarihi'ni kopya çekiyorduk aslında, ülkemizde,
bulundurmak bile risk taşıyan bu kitaplar orada ders kitabıydı ve
onlar kopya çekiyorlardı. Napolyon çok bozuldu. O’na döndü Türkçe
olarak;
-
Bunlar,
dedi
revizyonist. Gidelim. |