...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -4

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Milliyetçi Cephe ile eski tek parti arasında gidip gelen hükümetler; ikinci harpten beri şehrin unutup gittiği uzun kuyrukların oluşmasına neden olacak olağanüstü beceriksiz bir ekonomik program yürütüyordu. Yoklar listesine halkın günlük ihtiyacı olan yağ, sigara, tüp, benzin gibi şeyler her gün ve her gün ekleniyor, şehir halkı bezgin bir suskunlukla gününü kuyruklarda geçiriyordu. Sıkıntıların bir kısmı, hükümetin, sanki bir Sovyet ülkesi gibi ürünlere yapılan zamlara şerh koymasından kaynaklanıyor ve firmaları, hükümetin kendi yarattığı enflasyondan gelen fiyat artışlarıyla baş başa bırakıp, üretemez hale getiriyordu. Bunun sonucu ise çekilmez kuyruklar ve çığırından çıkmış bir karaborsa idi.

Üsküdar’da bir berber dükkanında 6 Lira'ya Samsun sigarası satıldığını biliyorlardı ama bölge silahlı muhafazakarların elinde idi ve yeşil parkalı sol öğrencilere karşı pek şakaları yoktu.

Bandırma’da tanıdığı bir esnaf sayesinde satın alabildiği iki piknik tüpünü İstanbul vapuruna sokmaya çalışırken bir bombacı şüphesiyle gözaltına alınan Çelej, üç gündür serbest bırakılmış değildi. Bütün bunlara karşın, milliyetçi cephe hükümetinden daha az saldırgan tutumu ve ortanın solu sloganı ile ortaya çıkmış eski tek parti, kent ahalisi ve devrimci gençlik için sadece can güvenliği açısından tercih edilir gibi görünüyordu. Gerçi Partizan adlı bir örgüt, Boğaziçi Üniversitesi 2. yurt duvarına, Faşist Ecevit yazılı, koca bir bez pankart asmaktan geri durmamıştı.

Şehir halkı için, hemen her yerde küçük korsan mitingler olağan hale gelmişti ve uzun, kalabalık protesto yürüyüşleriyle Harem otobüs garajlarına, memleketlerine gönderilmek üzere teslim edilen cenazelerin sonu gelmez olmuştu. Karşı görüşlü örgütler tarafından vurulup öldürülmüş öğrenciler için düzenlenen cenaze törenleri, öğrenci gençlik arasındaki siyasi örgütlerin boy gösterisi ve slogan yarışına dönüyor, şehrin trafiğini alt üst edip, her seferinde polisle girişilen irili ufaklı bir arbede ile nihayet buluyordu.

Leyland marka eski otobüsler içinde sıkışıp kalmış halk, trafiği altüst eden öğrenci eylemlerine karşı homurdanıyor, atılan sloganların ne anlama geldiklerini anlamaya çalışıyor, bazen otobüsleri terk edip saatlerce yürümek zorunda kalıyordu.

Belediyenin yeni aldığı ve tepesinde havalandırma penceresi olan İkarus marka otobüsler bildiri dağıtmak için yeni imkanlar yaratmıştı. Öğrenciler, küçük el bildirilerini havalandırma penceresine koyup otobüsten iniyor, otobüs hareket ettiğinde kağıtlar uçuşup durak ve yollara yayılıyordu. Böyle bir otobüs Dolmabahçe’de polis tarafından önü kesilip bütün bir otobüs gözaltına alınınca, Memo son imtihanına girememiş ve mezuniyeti 6 ay uzamıştı.

Durum bununla kalmadı. Altı aylık süreyi geçirmek üzere gittiği memleketinde küçük kağıt bir Türk bayrağı parçasına bir telefon numarası yazmaya kalktı ve hakaretten gözaltına alındı. doksan gün süren mecburi gözaltı, son sınavını da suya düşürmüş, diploma on sekiz ay sonrasına kalmıştı. Bütün bunlar normal durumlardı aslında ama onun için değil, masum çalışkan bir öğrenciydi ve siyasetle hiçbir zaman hiçbir şekilde ilgisi olmamıştı. Belediye bu havalandırma pencerelerini sabitleyip açılmasını yasaklayarak işi çözmüştü ama yaz günleri o otobüslere binmek, içerde havasızlıktan ölmeyi göze almak demekti. Polisle girişilen bu arbedelerin sonu ise polis araçlarının taşıyabileceği kadar sayıda gözaltı ile bitiyor ve geceleri çıktıkları duvar yazılarıyla öğrenci gençlik, dertlerini şehrin duvarlarına döküyordu.

Şehri alt üst eden bu dinamizm,bir yandan bir değişimin habercisi gibi bir heyecan yaratmakla birlikte, sol siyasi örgütler arasındaki ‘kendileri için önemli’, kitleler açısından anlaşılmaz görüş ayrılıkları ve siyasi çekişmeler, sıradan kalabalık öğrenci kitlelerini umutsuzluğa sürüklüyordu. Sadece Mao öğretisini takip eden grup sayısı 6 dan fazlaydı, diğerlerinin sayısını tanrı bilir. Sınıfında bulunan öğrencilerin yarısından fazlası okulu bırakıp daha şimdiden memleketine dönmüş durumdaydı ve ilerde dönüp gelecekler, gidenlerin pek azı olacaktı. Şehrin bu içine düştüğü kaos ortamı o ve arkadaşlarını sürekli bir yere doğru çekmeye çalışıyor, bunlara ilaveten Çerkesler meselesinin, bu karmaşanın neresine yerleştirileceğini kestiremiyorlardı.

Sovyet sisteminde uygulandığı söylenen Milli Mesele, onlarında meseleye o yönde sarılmasına ve göçüp geri döneceğine pek akıl erdiremedikleri Türkiye Çerkes halkının, -Çerkes kalabilmesi - için bir sosyalist devrime ihtiyaç duyacağı fikrine yanaşıyorlardı yavaş yavaş.

Sürgünden beri serpilip gelişen doğal bir Rus düşmanlığı Çerkesler arasında yaygındı ve bu durum zamanla antikomünist bir dalgaya dönüşmüştü ister istemez. Aşılması hiçte kolay olmayan bu durumun yanında, tartışıp durdukları Çerkes olmayan devrimciler arasında Çerkeslerin taleplerini hayretle karşılayanlar çoğunluktaydı ve bunu bir milliyetçi talep olarak görüp, neredeyse hor görerek reddediyorlardı. İcat çıkarmayın şimdi demeye getiriyorlardı, aslolan birliktir. Mevcut düzen de aynı şeyleri söylüyordu zaten, Çerkesler devrime neden katılsın o zaman? Diğer yandan ülke içindeki dağınık yaşamları, pratikte bölgesel bir özerkliği neredeyse imkansız kılıyor ve Sovyet örneğine tıpa tıp benzetmekte zorlanıyorlardı. Kala kala Sovyet Yahudileri için uygulanan bir kültürel özerklik kalıyordu, ne anlama geldiğini kestiremedikleri.

Türkiye Çerkesleri arasında var olan anti-Sovyet duygular, dönüşü savunanlar açısından da problemli bir durumdu. Dönüşçüler ile yapılan tartışmalarda karşılıklı zaaflar çok fazla öne sürülmüyor ve karşılıklı bir özen gösteriliyordu. Türkiye Çerkeslerinin tutucu kesimleri onlara da komünist damgasını vurmuştu çoktan ve bu durum onlar için yeterince rahatsız ediciydi zaten.

Napolyon Faruk’un getirdiği bir haber üzerine Kafkasya’dan şehre turist olarak gelmiş Çerkes bir gurubu Laleli'de bir otelde buldular. Haber biraz yanlıştı. İçlerinde sadece bir Adige ve bir Oset vardı, gerisi Rus'tu. Otelin küçük lobisinin sohbete imkan vermediğini anlayan Oset thamade, odaya çıkmalarını teklif etti. Valizlerinden çıkardıkları Çerkes peyniri ve kurutulmuş et ile birlikte bir sofra kurdular, O’nun ve Beşgül’ün Rus votkasıyla tanışması böyle oldu. Tanışma faslından sonra, merak ettikleri şeyleri sorup duruyorlardı birbirlerine ama cevap alma  konusunda bir sıkıntı olduğu anlaşılıyordu. Ayrı düşmüş Çerkes halkı, bölünmüş dünyanın iki tarafında kalmış ve birbirine güvenemez hale gelmişti sanki veya nedenini anlayamadıkları bir takım çekinceler sürüyordu.

Napolyon lafı dolandırmadı, öğretmen olduğunu öğrendiği Adige'ye;

- Klasikleri okuyor musunuz, diye sordu.

- Nedir,
dedi klasik dediğiniz?

-
Marks, Engels vesaire.

- A ha
dedi, biraz düşündü, biz onları okulda kopya çekiyoruz.

Bizde Cumhuriyet Tarihi'ni kopya çekiyorduk aslında, ülkemizde, bulundurmak bile risk taşıyan bu kitaplar orada ders kitabıydı ve onlar kopya çekiyorlardı. Napolyon çok bozuldu. O’na döndü Türkçe olarak;

-
Bunlar, dedi revizyonist. Gidelim.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm