İsa
Shapsugh, neredeyse bir ressamlar atölyesine dönmüş Bayır
sokaktaki evin mukimlerinden biriydi ve çevresindeki bütün
arkadaşları ile sorunlu ve uyumsuz, akademide bir hocasından
duyduğu, ‘’herkes kendine biçilmiş rolü oynar’’ diye, ne
anlama geldiğini kimsenin anlamadığı bir hırıldama ile bütün
söylenenlere itiraz ederdi. Hocanın
muhtemel ki bir bütün içinde yerine oturtarak sarf ettiği bu
cümleyi olur olmaz kullanış tarzı; evde diğer herkesin sinirini
bozan hallerinden sadece bir tanesiydi. Buna benzer davranış
tarzları, onu uyumsuz bir hale sokmakla kalmıyor, kalabalık içinde
yapayalnız bir hale düşürüp, herhangi birisiyle düzgün bir ilişki
kurmasına engel oluyordu. İnandığı hiçbir şey yoktu ve sevdiği
herhangi bir şey, bunlara Tanrı’da dahil. İsrail’den göç edip
Hatay’a yerleştirilmiş birkaç Çerkes aileden birinin oğluydu ve
yaratıcılığıyla olmasa da pintiliğiyle tam bir Prusya Yahudi'si
idi ve zaten olağanüstü de yoksul. Başına sıkıntı olmuş gözleri
görmeyen bir hemşerisinin getir götür hizmetlerini homurdanarak da
olsa yapmaktan geri durmuyordu yalnız. Ev çevresinde konuşulan;
Çerkesler dünyasının çileli yazgısı, sol arayışlar, dönüş ütopyası
ve dahi kızlar üzerine muhabbetlerin fırsat verildiğinde içine
etmeye her an hazırdı ve eline bir kız eli değdiği de vaki değildi
henüz. Evde kaybolan giysilerinin peşinde diğerlerinin soyunup
dökülmesini isteyip, rüzgârın balkondan uçurduğu donlarını
arayarak yeterince sinirli haller yaratmaya neden oluyor ve vasat
yeteneğiyle kimselere göstermeye cesaret edemediği kötü desenler
çizip bir köşelere saklıyordu.
Yapılan toplantılar umurunda değildi, hiçbir disipline uymuyor,
mutfağa astıkları ve herkesin harcamalarını yazıp ay sonlarında
mümkün olduğunca hesaplaşmaya çalıştığı bütçeye katılmıyor, en çok
kendi kasabasından gelmiş olanlarla sürtüşüyor, farkında olmadan
gruptan uzaklaşıyordu. Zaten yeterince kalabalıklaşmış ev, sonunda
yeni gelmişlerin katılımı ile yeni bir bodrum katının zorda olsa
kiralanmasına neden olmuş ve birkaç kişi ile birlikte evi terk
etmişti. O yinede, onunla bir sohbet imkânı yaratmaya ve
daha çok onu dinlemeye çalıştığı durumlarda bile, sabrının sonunu
denediğinin farkındaydı. Ne Çerkeslere tahammülü vardı onun ne de
diğerlerine, kimi ve neyi beğendiği ise bir sır. Kendini ifade ve
ifşa etme gereğini lüzumsuz bulma ve içe kapanıklığını, saldırarak
savunmaya çalışır hali, herhangi bir arkadaşının yanaşıp anlama
çabasını başından boşa çıkartıyordu. Ve kimse yanaşamadı kendisine
ve diğer yandan, şehrin ve gençliğin içinde bulunduğu keşmekeş
iklim, bu psikolojik ve bireysel problemlere şefkatle
yaklaşılmasına engeldi zaten. Bu yeni evde de dayanamamış izini
kaybettirip kaybolmuştu. Uzun bir zaman ne olduğu ve nereye
kaybolduğu ile ilgili ne özleyeni oldu ne hatırlayanı. Yıllar
sonra, ağzına dayadığı av tüfeğinden çıkan fişek, beynini
parçalayıp ancak üç gün sonra ev sahibi yaşlı kadın tarafından
öldüğü fark edilene kadar, bir daha hiç bir zaman hatırlanmadı.
Öğrenilen tek şey, kısa süre önce evlenip bir hafta içinde karısı
tarafından terk edildiği ve ardında bir intihar mektubu
bıraktığıydı.
Tutunamamıştı.
Yeni iş yerinden aldığı bir buçuk asgari ücret kadar olan yüksekçe
maaşı, Selo ile bir ev tutmasına olanak sağlamıştı. Selo, servisi
ve öğle yemeği de olan büyük bir armatör firmada çalışıyor ve
hukuk okuyordu. Özenle döşemeye çalıştıkları ev, Beşiktaş
eskiciler pazarından alınan şeylerle oluşturulmuştu ama masa ve
sandalyeler bir anaokulundan eskicilere düştüğü için evde eski
kahve tabureleri gibi alçak ve komik duruyor, insana, kapalı
çarşıda bir arasta kahvesinde oturuyor hissi veriyordu. Yinede
ahşap bir kütüphanesi, kahverengi beyaz pötikare masa örtüsü,
Ankara’dan getirdiği perde ve orijinal sayılacak yün kilimi ile
epeyce fiyakalı sayılırdı eski evlere göre ve üstelik kaloriferi
de vardı.
Biraz kafa dinleme istekleri, kursaklarında kaldı. Daha iki hafta
geçmeden, evde neredeyse oturacak sandalye bulmakta zorluk
çektikleri bir merkeze dönüştü. Merzey’in İstanbul’a gelişi o
tarihe rastlar.
|