...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -2

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Mimarlar Odası'na asılmış el yazması bir ilan üzerine başvurup ve küçük bir çizim imtihanı sonrasında girdiği iş biraz nefes almasına yaramıştı yaramasına ama yeni yer, eski alıştığı salaş mimarlık ofislerine hiç benzemiyordu. Türkleşmiş bir Alman’ın yönettiği çizim atölyesi, neredeyse kimsenin gıkı çıkmadan 8 saat boyunca resim çizdiği bir disiplin atölyesiydi ve olağanüstü yorucuydu. Akşam saat 16'dan sonra gidilen okulda, neredeyse 5 saat uyuklayarak geçiriyordu dersleri. Yinede ulusal yarışmalara katılan ve kalburüstü projelere imza atan ünlü sayılacak iki ortaklı bu atölye de direnmek zorundaydı.

Sefil ve dağınık geçirdiği bütün bir yazın sonunda kendisini yiyip bitiren umutsuzluğun hesabını çıkarmış, işsiz ve aşksız olduğunu üstüne birde öğrenciliğinin kötüye gittiğini tespit etmişti. Hepsini birden düzeltmek mümkün görünmüyordu ama birisinden başlaması gerektiğini anlamıştı ve diğerleri de peşinden gelebilirdi. Ofiste beğenilir bir ressam olmayı başarıp kısa bir sürede şef yardımcısı pozisyonuna getirildiğini öğrendiğinde kendisini sevdiğini sandığı patronundan bir dilekte bulundu, haftada bir gün of istedi ve düşük maaşa razı olarak. Patron pek hoşlanmadı bu durumdan ama istediği izni de verdi. Okula ve aşka ayıracağı bir ekstra gün. Hiç fena değildi.

O sefil geçen yaz boyunca geceleri gündüzüne karışmıştı, gece sabahlara kadar oturuyor gündüz uyuyor ve merakına düştüğü ve yeni yeni keşfettiği şairlerin ele geçirdiği bütün kitaplarını okuyor ve onların şiirinin müziğini keşfetmeye çalışıyordu. Nazım’dan Attila İlhan’a, Orhan Veli’den Cahit Külebi’ye eline ne geçerse okuyor ve zaman içinde ısınamadıklarını ayıklıyordu. Sonraki yıllar sevip beğeneceği Can Yücel’i Cemal Süreyya’yı tutmamıştı o kadar. Ahmet Arif iyiydi de Hasan Hüseyin’i sevmemişti pek. Hatta bu konuda Beşgül ve Selo ile girişip duruyorlar, o zamanlar Nazım’a rakip gösterilen Hasan Hüseyin üzerine yazılar getirip gözüne sokmaya çalışıyorlardı. Siyasi iklimin etkisindeydi elbette ama şiir dediğin birazda başka bir şey olmalıydı. Bütün bu yaz karmaşasının sonunda oturdu ve otuz günde el yazması yirmi sekiz şiir yazıp Ankara’ya bıraktı. Aylar sonra çıkan derginin ilk sayısında ilk şiirinin yayınlandığını başkasından telefonda öğrendiğinde, dergiye ulaşmak için nelerini vermezdi.

Nazım’ın müziğini öğrenmişti öğrenmesine ve o kalıpta yazmıştı o şiirleri ama bir rafta tozlanıp kalacağını sanarak. Tutup yayınlanmaya başladığında ürktü. Ürktü çünkü herhangi bir özgün üslubu yoktu henüz ve ‘yazılmış olanlar gibi yazmış olmak’ bilenler açısından küçümsenecek bir durum olarak gelecek karşısına, diye korktu. Kendisinin de pek haberi olmadan Ankara dönüşçüleri arasında beğenilen şiirlere kendi yakın çevresinden ilgilenen hemen hiç kimse çıkmadı, bir tek Cimok hariç. İlgilenip eleştirenler ise kendi hissettiği rahatsızlığı anlamamışlardı bile, yeterince devrimci değildi ve milliyetçi hisleri içeriyor, köylüleri hor görüyor diyorlardı vesaire. Köylüleri değil köylülüğü hor görüyordu evet, arada bir fark olduğunu anlamak istememişlerdi. Cimok’ta şiire yakın birisi değildi belki, fakat bir ressam olarak hem başka şeyler hissediyordu ve hem de kendi uğradığı anlamsız eleştirileri iyi biliyordu. En yakın arkadaşlarına beğendiremiyorsa ve üstüne üstlük bir aparma kokuyorsa, bunu bırakmak gerekliydi diye düşündü ve bıraktı. Mimarlık dünyasından bir hayli farkında olduğu ‘özgün olamama durumu’ rahatsız edici bir şeydi ve farklı bir müzik bulana kadar, bir daha hiç yazmadı.

İlk yaz fırtınası geçeli ve o uzak kasabadan yüreği burkularak döneli beri aradan geçen zaman içinde serinleyen yüreği ve köprülerin altından akan onca suya rağmen, genç kızın hala kendini esir ettiği bağlılığı karşısında basireti bağlanıyor ve onu çaresizlikler içinde bırakıyordu. Planlanmış karşılaşmaların hemen başında oluşan gerilim, ikisinin de konuşmasını zorlaştırıyor ve üçüncü kişilerinde olduğu bu görüşmeler, hiçbir özel şeyin konuşulamadığı bir karabasana dönüşüyordu, Bu karşılıklı sessizlik ise sanki umutlu bir çözümsüzlük içine gömüyordu onları. Bir akşam okul çıkışı eski gençlik aşkına uğramak istedi. Güzel sanatlar öğrencisi ablasında misafir kalıyordu ve okula yakındı. Zili birkaç defa çalmasına rağmen kapı açılmadı, kapıcı şok haberi verdi sonunda, memlekete gitmişlerdi çünkü babaları ölmüştü. Beyaz saçlı ve olağanüstü yakışıklı birisiydi hatırladığı kadarıyla ve çokta genç birisi olarak veda etmişti hayata. O zamanlar o acıları çok bildiği yoktu henüz, derinden sarsılmış olarak döndü eve ve evdeki arkadaşları haberi çoktan öğrenmiş durumdaydılar. O gün biraz konuşmak ve eğer olmayacaksa neden olmayacağını anlatma cesaretini toplayıp gitmişti oraya ama olmamıştı. Öyle bir cesareti bir daha hiçbir zaman bulamayacak ve zaten gelip geçen zaman içinde belki de görüşmek kısmet olmayacaktı.

Bu ölüm, aşağıda, Bayır sokaktaki sefil evde kalan öğrenci ahalisi için, güler yüzle karşılanıp sıcak çaylar ikram edilen ve Güner’in sıcak abla kucaklamalarının sonu olmakla kalmayıp, yine onun açtığı vahada, birbirlerine yaptıkları acımasız şakaların yumuşatılmasının sonu olacak, ve yeni yeni filizlenen terör, zamanla ürkütülmüş bir ortam içinde gülmeyi unutturup sessiz bir endişe içine sokacaktı onları. Çünkü, O sevgili ablaları kısa bir süre sonra okulu bitirecek ve Kıbrıs gazi madalyası da dahil, daha şimdiden bir çok madalyanın sahibi, yine bizler gibi Çerkes ve geleceği parlak bir yüzbaşı ile evlenip şehri terk edecekti.

Onlar ise evlerine sıkışıp kalacaklar, çapraz ayaklı ve naylon kaplı masayı kurup, poker oynamaya devam edeceklerdi. Mademki yoksulluklarının nedeni kendileri değil emperyalizmdi ve onun uzantısı olan yerel iktidar, yoksulluklarından utanma bir yana, neredeyse gurur duyacakları bir durum çıkıyordu ortaya. Eh buda sığınılacak miskin bir limandı. O halde iyi öğrenci olmakta sökmezdi veya ne gerek vardı. Devrimci ahlaka pekte yakışmadığı iddia edilen bu küçük çaplı kumar, gece sabahlara kadar süren bir eğlenceye dönüşüyor, Cimok’un uyanıp halamı? sorularına rağmen bırakılmayıp, yine onun acıyarak bir tabakta ezip ikram ettiği Reyhanlı çökeleği ve biberli ekmeklerle geceler devam ediyordu. Zıbe’den pokerden kazandığı siyah kadife ceket ile hafta sonunda derneğe gittiğinde iltifatlarla karşılanmıştı ama, ceketi kumarda kazanmış olduğunu kimseye söylememişti.

Dernekte oluşturdukları tiyatro gurubunun başkanı seçilmişti. Seçilmesinin yegane nedeni bu işten anladığından değil, diğerlerinin çoğunun seyirci olarak bile bu işle ilgilerinin olmayışıydı. AST ve dörtten fazla devlet sahnesinin sürekli gösteri yaptığı başkentten geliyordu ve bir nasılsa tiyatroya merak salmış ve o dönem iyi bir seyirci olmuştu. Birkaç yıl sonra soğuyup hor göreceği tiyatro o zamanlar hoşuna giden bir şeydi. Sonraları, o yıllar Türk sinemasının çekilmez hali ve yeni vizyon yabancı sinemanın hiç gelmiyor olması, onu eskimiş Amerikan kovboy filmleri ile Memduh Ün sineması arasında hiçte istemediği bir aralıkta bırakmıştı, tiyatroya sığınmış olmasının aslı astarı, buydu. İstanbul Sinema Günleri ile başlayan, İtalyan Ustaları da dahil yeni ve farklı filmlere ulaşılmaya başlandığında artık, ne Genco Erkal replikleri çekiliyordu nede Rana Cabbar, hele Yıldız Kenter aman yarabbi. Düşünüp taşınıp 15 dakikayı geçmeyen küçük bir skeç yazdı. Üzerinde ÇRT yazan kartondan kesilmiş, iki kafanın sığabileceği büyüklükte bir televizyon tek dekordu ve dernek çevresinden bir iki mavra haber, hava durumu ve Aziz Nesin’ den uyarlanmış kısa bir hikayeden ibaretti skeç ama, cumartesi kalabalığını güldürmeye yetmişti. Gel gör ki, bu mutluluk kısa sürmüş, dernek başkanının hafifçe eleştirildiği bu ve benzeri bir iki vukuatın sonunda gençlik kolu, Başkan tarafından feshedilmişti.

Aslında iyi bir insandı, para kazanamayan bir avukat ve olağanüstü asosyal birisiydi. Dernek’te gözlüklü Fehmi’nin tutuşturmaya çalıştığı sobanın başında oturan sekiz genci karşısına alıp rahatsızlıklarını dile getireceğine, odasına geçip oraya bağlattığı megafondan, o sekiz kişiye önceden yazdığı anlaşılan bildiriyi okumuştu. Muhtemel ki daha kalabalık kitleler için düşünmüştü bildiriyi ama durum 8 kişiden ibaretti ve onlarla yüz yüze gelmekten çekinmişti. Bir dernek başkanı için ne büyük şanssızlık. Derneğe siyaset girmemeli sözlerinin bir ayet gibi okunduğu yıllardı ve yasalar öyleydi ama Çerkes'im demek başlı başına siyasetti zaten. 12 Mart dönemini yaşamış bir avukat olarak dükkanını korumaya çalışıyor, o da bu hayta gençliğe hiç güvenmiyordu. Gençlikte ona güvenmedi, bir ay sonra yapılan Gençlik Kolu seçimini çok daha çetin ceviz bir kadro kazandı ve dört ay sonra yapılan genel kurulda aday olma cesaretini gösteremeyip, dört dönem süren başkanlığı küskünlük ve birazda hüzünle bitti.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm