Mimarlar
Odası'na asılmış el yazması bir ilan üzerine başvurup ve küçük
bir çizim imtihanı sonrasında girdiği iş biraz nefes almasına
yaramıştı yaramasına ama yeni yer, eski alıştığı salaş
mimarlık ofislerine hiç benzemiyordu. Türkleşmiş bir Alman’ın yönettiği
çizim atölyesi, neredeyse kimsenin gıkı çıkmadan 8 saat boyunca
resim çizdiği bir disiplin atölyesiydi ve olağanüstü yorucuydu.
Akşam saat 16'dan sonra gidilen okulda, neredeyse 5 saat
uyuklayarak geçiriyordu dersleri. Yinede ulusal yarışmalara
katılan ve kalburüstü projelere imza atan ünlü sayılacak iki
ortaklı bu atölye de direnmek zorundaydı.
Sefil ve dağınık geçirdiği bütün bir yazın sonunda kendisini yiyip
bitiren umutsuzluğun hesabını çıkarmış, işsiz ve aşksız olduğunu
üstüne birde öğrenciliğinin kötüye gittiğini tespit etmişti.
Hepsini birden düzeltmek mümkün görünmüyordu ama birisinden
başlaması gerektiğini anlamıştı ve diğerleri de peşinden
gelebilirdi. Ofiste beğenilir bir ressam olmayı başarıp kısa bir
sürede şef yardımcısı pozisyonuna getirildiğini öğrendiğinde
kendisini sevdiğini sandığı patronundan bir dilekte bulundu,
haftada bir gün of istedi ve düşük maaşa razı olarak. Patron pek
hoşlanmadı bu durumdan ama istediği izni de verdi. Okula ve aşka
ayıracağı bir ekstra gün. Hiç fena değildi.
O sefil geçen yaz boyunca geceleri gündüzüne karışmıştı, gece
sabahlara kadar oturuyor gündüz uyuyor ve merakına düştüğü ve yeni
yeni keşfettiği şairlerin ele geçirdiği bütün kitaplarını okuyor
ve onların şiirinin müziğini keşfetmeye çalışıyordu. Nazım’dan
Attila İlhan’a, Orhan Veli’den Cahit Külebi’ye eline ne geçerse
okuyor ve zaman içinde ısınamadıklarını ayıklıyordu. Sonraki
yıllar sevip beğeneceği Can Yücel’i Cemal Süreyya’yı tutmamıştı o
kadar. Ahmet Arif iyiydi de Hasan Hüseyin’i sevmemişti pek. Hatta
bu konuda Beşgül ve Selo ile girişip duruyorlar, o zamanlar
Nazım’a rakip gösterilen Hasan Hüseyin üzerine yazılar getirip
gözüne sokmaya çalışıyorlardı. Siyasi iklimin etkisindeydi elbette
ama şiir dediğin birazda başka bir şey olmalıydı. Bütün bu yaz
karmaşasının sonunda oturdu ve otuz günde el yazması yirmi sekiz
şiir yazıp Ankara’ya bıraktı. Aylar sonra çıkan derginin ilk
sayısında ilk şiirinin yayınlandığını başkasından telefonda
öğrendiğinde, dergiye ulaşmak için nelerini vermezdi.
Nazım’ın müziğini öğrenmişti öğrenmesine ve o kalıpta yazmıştı o
şiirleri ama bir rafta tozlanıp kalacağını sanarak. Tutup
yayınlanmaya başladığında ürktü. Ürktü çünkü herhangi bir özgün
üslubu yoktu henüz ve ‘yazılmış olanlar gibi yazmış olmak’
bilenler açısından küçümsenecek bir durum olarak gelecek
karşısına, diye korktu. Kendisinin de pek haberi olmadan Ankara
dönüşçüleri arasında beğenilen şiirlere kendi yakın çevresinden
ilgilenen hemen hiç kimse çıkmadı, bir tek Cimok hariç. İlgilenip
eleştirenler ise kendi hissettiği rahatsızlığı anlamamışlardı
bile, yeterince devrimci değildi ve milliyetçi hisleri içeriyor,
köylüleri hor görüyor diyorlardı vesaire. Köylüleri değil
köylülüğü hor görüyordu evet, arada bir fark olduğunu anlamak
istememişlerdi. Cimok’ta şiire yakın birisi değildi belki, fakat
bir ressam olarak hem başka şeyler hissediyordu ve hem de kendi
uğradığı anlamsız eleştirileri iyi biliyordu. En yakın
arkadaşlarına beğendiremiyorsa ve üstüne üstlük bir aparma
kokuyorsa, bunu bırakmak gerekliydi diye düşündü ve bıraktı.
Mimarlık dünyasından bir hayli farkında olduğu ‘özgün olamama
durumu’ rahatsız edici bir şeydi ve farklı bir müzik bulana kadar,
bir daha hiç yazmadı.
İlk yaz fırtınası geçeli ve o uzak kasabadan yüreği burkularak
döneli beri aradan geçen zaman içinde serinleyen yüreği ve
köprülerin altından akan onca suya rağmen, genç kızın hala kendini
esir ettiği bağlılığı karşısında basireti bağlanıyor ve onu
çaresizlikler içinde bırakıyordu. Planlanmış karşılaşmaların hemen
başında oluşan gerilim, ikisinin de konuşmasını zorlaştırıyor ve
üçüncü kişilerinde olduğu bu görüşmeler, hiçbir özel şeyin
konuşulamadığı bir karabasana dönüşüyordu, Bu karşılıklı sessizlik
ise sanki umutlu bir çözümsüzlük içine gömüyordu onları. Bir akşam
okul çıkışı eski gençlik aşkına uğramak istedi. Güzel sanatlar
öğrencisi ablasında misafir kalıyordu ve okula yakındı. Zili
birkaç defa çalmasına rağmen kapı açılmadı, kapıcı şok haberi
verdi sonunda, memlekete gitmişlerdi çünkü babaları ölmüştü. Beyaz
saçlı ve olağanüstü yakışıklı birisiydi hatırladığı kadarıyla ve
çokta genç birisi olarak veda etmişti hayata. O zamanlar o acıları
çok bildiği yoktu henüz, derinden sarsılmış olarak döndü eve ve
evdeki arkadaşları haberi çoktan öğrenmiş durumdaydılar. O gün
biraz konuşmak ve eğer olmayacaksa neden olmayacağını anlatma
cesaretini toplayıp gitmişti oraya ama olmamıştı. Öyle bir
cesareti bir daha hiçbir zaman bulamayacak ve zaten gelip geçen
zaman içinde belki de görüşmek kısmet olmayacaktı.
Bu ölüm, aşağıda, Bayır sokaktaki sefil evde kalan öğrenci ahalisi
için, güler yüzle karşılanıp sıcak çaylar ikram edilen ve Güner’in
sıcak abla kucaklamalarının sonu olmakla kalmayıp, yine onun
açtığı vahada, birbirlerine yaptıkları acımasız şakaların
yumuşatılmasının sonu olacak, ve yeni yeni filizlenen terör,
zamanla ürkütülmüş bir ortam içinde gülmeyi unutturup sessiz bir
endişe içine sokacaktı onları. Çünkü, O sevgili ablaları kısa bir
süre sonra okulu bitirecek ve Kıbrıs gazi madalyası da dahil, daha
şimdiden bir çok madalyanın sahibi, yine bizler gibi Çerkes ve
geleceği parlak bir yüzbaşı ile evlenip şehri terk edecekti.
Onlar ise evlerine sıkışıp kalacaklar, çapraz ayaklı ve naylon
kaplı masayı kurup, poker oynamaya devam edeceklerdi. Mademki
yoksulluklarının nedeni kendileri değil emperyalizmdi ve onun
uzantısı olan yerel iktidar, yoksulluklarından utanma bir yana,
neredeyse gurur duyacakları bir durum çıkıyordu ortaya. Eh buda
sığınılacak miskin bir limandı. O halde iyi öğrenci olmakta
sökmezdi veya ne gerek vardı. Devrimci ahlaka pekte yakışmadığı
iddia edilen bu küçük çaplı kumar, gece sabahlara kadar süren bir
eğlenceye dönüşüyor, Cimok’un uyanıp halamı? sorularına rağmen
bırakılmayıp, yine onun acıyarak bir tabakta ezip ikram ettiği
Reyhanlı çökeleği ve biberli ekmeklerle geceler devam ediyordu.
Zıbe’den pokerden kazandığı siyah kadife ceket ile hafta sonunda
derneğe gittiğinde iltifatlarla karşılanmıştı ama, ceketi kumarda
kazanmış olduğunu kimseye söylememişti.
Dernekte oluşturdukları tiyatro gurubunun başkanı seçilmişti.
Seçilmesinin yegane nedeni bu işten anladığından değil,
diğerlerinin çoğunun seyirci olarak bile bu işle ilgilerinin
olmayışıydı. AST ve dörtten fazla devlet sahnesinin sürekli
gösteri yaptığı başkentten geliyordu ve bir nasılsa tiyatroya
merak salmış ve o dönem iyi bir seyirci olmuştu. Birkaç yıl sonra
soğuyup hor göreceği tiyatro o zamanlar hoşuna giden bir şeydi.
Sonraları, o yıllar Türk sinemasının çekilmez hali ve yeni vizyon
yabancı sinemanın hiç gelmiyor olması, onu eskimiş Amerikan kovboy
filmleri ile Memduh Ün sineması arasında hiçte istemediği bir
aralıkta bırakmıştı, tiyatroya sığınmış olmasının aslı astarı,
buydu. İstanbul Sinema Günleri ile başlayan, İtalyan Ustaları da
dahil yeni ve farklı filmlere ulaşılmaya başlandığında artık, ne
Genco Erkal replikleri çekiliyordu nede Rana Cabbar, hele Yıldız
Kenter aman yarabbi. Düşünüp taşınıp 15 dakikayı geçmeyen küçük
bir skeç yazdı. Üzerinde ÇRT yazan kartondan kesilmiş, iki kafanın
sığabileceği büyüklükte bir televizyon tek dekordu ve dernek
çevresinden bir iki mavra haber, hava durumu ve Aziz Nesin’ den
uyarlanmış kısa bir hikayeden ibaretti skeç ama, cumartesi
kalabalığını güldürmeye yetmişti. Gel gör ki, bu mutluluk kısa
sürmüş, dernek başkanının hafifçe eleştirildiği bu ve benzeri bir
iki vukuatın sonunda gençlik kolu, Başkan tarafından
feshedilmişti.
Aslında iyi bir insandı, para kazanamayan bir avukat ve olağanüstü
asosyal birisiydi. Dernek’te gözlüklü Fehmi’nin tutuşturmaya
çalıştığı sobanın başında oturan sekiz genci karşısına alıp
rahatsızlıklarını dile getireceğine, odasına geçip oraya
bağlattığı megafondan, o sekiz kişiye önceden yazdığı anlaşılan
bildiriyi okumuştu. Muhtemel ki daha kalabalık kitleler için
düşünmüştü bildiriyi ama durum 8 kişiden ibaretti ve onlarla yüz
yüze gelmekten çekinmişti. Bir dernek başkanı için ne büyük
şanssızlık. Derneğe siyaset girmemeli sözlerinin bir ayet gibi
okunduğu yıllardı ve yasalar öyleydi ama Çerkes'im demek başlı
başına siyasetti zaten. 12 Mart dönemini yaşamış bir avukat olarak
dükkanını korumaya çalışıyor, o da bu hayta gençliğe hiç
güvenmiyordu. Gençlikte ona güvenmedi, bir ay sonra yapılan
Gençlik Kolu seçimini çok daha çetin ceviz bir kadro kazandı ve
dört ay sonra yapılan genel kurulda aday olma cesaretini
gösteremeyip, dört dönem süren başkanlığı küskünlük ve birazda
hüzünle bitti. |