Yurtsever
kelimesine el koyup kendilerine yakıştıran Maocu gruplar
Aydınlık hareketini dışlamış, kendi aralarında tartışıp
duruyor, ortak bir platform oluşturmaya çalışıyorlardı. Birleşik cephe umudu ile
insanlar, Kartal’dan Tepebaşı’na, sigara dumanı altındaki soğuk
salonları dolduruyor, oradan oraya sürüklenip, aslında
birbirlerini defterden silmek üzere yapıldığı sonradan anlaşılacak
tartışmaları izlemek zorunda kalıyorlardı. Yinede eğlenceli
durumlar çıkmıyor değildi, o kadar. Ortak düzenledikleri
Tepebaşı’ndaki bir eğlence gecesinde saz şairleri içinden birisi,
hemen o günlerde 3 üncü dünyacılar tarafından ortaya atılmış bir
tartışmanın türküsünü yazıvermişti hemen.
- Oportünist oportünist dıngı dıngı dıngıdan Üç dünya teorisi,
Oportünist dıngı dıngı dıngıdan
Yaydığı ağzıyla, neredeyse söylev gibi türküsüne başladığında
bütün salon ayağa kalkmış, Kah-rol-sun / Üç Dün-ya Te-o-ri-si
diye sloganlar atmış, yer yerinden oynamıştı. Müzik kalitesi bir
yana, hiçbir kafiyeye uymayan sözleri ve hiç kimse için hiç bir
şey ifade etmeyen anlamına bu tezahüratlar anlaşılır gibi değildi.
Bütün bunlar olurken sahnede bu türküyü söyleyen Aşık Vicdani’nin
fermuarı açıktı ve siyah pantolonu içinden çizgi gibi beyaz donu
görünüyordu. Fark edenlerden birisi sahneye çıkıp kulağına durumu
bütün seyircilerin önünde fısıldamış ve gülüşmelere neden olmuştu.
Vicdani bir fısıldayana bir de dönüp seyirciye baktı, hiç
bozuntuya vermemiş pozlarda fermuarını çekti.
- Ne yapalım kardaşlar, burjuvazi cırcırları adam gibi yapmıyor.
Büyük alkış aldı ve bu sefer burjuvaziye karşı sloganlar sıralandı
peş peşe ve yine alkışlarla, bir türkü isteğinde bulundular
şairden.
Alo alo Ankara
Moskova mıdır ora
Bizde satlık bir yurt var
Kim verecek çok para
Alo alo ararım
Bay Kartır'ı sorarım
Bizde satlık bir yurt var
Vaşington mu dur ora
Salonda herkes yine ayaktaydı ve o günlerin ünlü sloganı yeri göğü
inletiyordu.
Ne Ameri-ka ne Rus-ya / Ba-ğım-sız De-mok-ra-tik Tür-ki-ye.
Vicdani’nin Partizanlı kardeşi Aşık Emekçi, ağabeyinden çok
daha iyiydi sahnede. Güzel bir halk türküsüne uyarladığı içli
sazıyla,
- Yaktı beni patron ağa devleti, diyordu hiç olmasa.
O ve arkadaşları durumun seyircisiydiler ve mutsuzluk
suratlarından okunuyordu. Üstelik aynı geceye rica üzerine 6
çiftten oluşan bir Kafkas Halk Dansları Grubu götürmek zorunda
kalmışlardı ve grup birazdan gösteriye çıkacaktı. Müzisyenler
sahnede yerini alır almaz dansçılar, Kah-rol-sun Bur-ju-va Kül-tü-rü
sloganları ve protestolarla karşılandı. Davet eden siyasi
gurubun bir mahcubiyetle olsa gerek, slogan atanların üzerine
yürümesiyle, salonda sandalyelerin uçuştuğu bir arbede başladı.
Araya girenler ve sahneye fırlayanlar; iki dişi dökülmüş ve ağzı
kan içinde kalmış bir partizan ve baygınlık geçiren bir kız orta
sahneye serildiğinde önleyebildi kavgayı. Sahneye çıkanlar
arasında o da vardı ve biraz ortalık sakinleşince mikrofondan.
- Bir şey daha var, dedi. Bu danslar burjuva olamaz, olsa olsa
feodal kültürdür.
Şaşkın kalabalık feodalizm üzerine bir slogan üretemedi o an ama
çeşitli guruplar içinden sataşmalar devam etti bir süre ancak,
farklı garmon müziği ve rüzgar gibi sahneye fırlayan dansçıların
gösterisiyle salon, bu sefer çılgın tezahüratlarla coştu, alkışlar
ve ıslıklar arasında gösteriyi bitirip terk ettiler sahneyi. Terk
ediş, o terk ediş, bir daha hiçbir zaman, devrimcilerin
gösterilerine katılmayı aklının ucundan geçiren hiç kimse çıkmadı.
O, Çelej, Selo ve Merzey’den oluşan hücre, yeşil gözlü bacı için
gerçek bir şansızlıktı. On yıl sonra yıkılıp telef olacak ve
ülkeye her zaman ve her şeyde olduğu gibi çok geç ulaşmış bu sol
ideolojinin, dört doğal sayılabilecek lider kişiliğine, sıradan
sempatizanlara yapılabildiği gibi ezber öğretilmesi o kadar kolay
bir şey değildi. Tabi korkaklıkla suçlamak gibi bir koz vardı
ellerinde ve içten içe herkesi kemiren bir şeydi bu. Oysaki
korkmak gayet insani bir durumdu ve akılla en ilgili olanı.
Aslolan hayattır.
Korku ile düşünce özgürlüğü birbirini kollayan ve birbirini tehdit
eden iki şeydi ve ideolojinin tahammül edemeyeceği bir şey.
Sorgusuz cesaret ve koşulsuz itaat, bunlar bunu istiyorlar galiba
diye düşündü. Bu duygular zihninde gidip geliyor ve gereksiz yere
korkak damgası yemekten daha da çok korkuyordu. Ayrıca bir
Mayıs'taki beklenmeyen genel başarısızlık, Çerkeslere ait
olabilecek talepler konusunda bir kıdemli tarafından kendisinden
rica edilen ‘Şimdi bu konuları açma, siyasetimiz şovenistlikle
suçlanır’ ifşası kafasını daha bir karıştırmıştı. Çok evrensel,
insani doğru şeyler her konuşulduğunda ikide bir Çerkesleri ortaya
attığı veya tartışmanın şirazesini bozacak zıpçıktılıklar yaptığı
yoktu onun ama bu siyasette bulunmasının temel nedeni diğer daha
az önemli nedenlerin yanında, esas olarak Çerkeslerin meselesi idi
ve konuşulmaya değerdi. Ayrıca, siyaseti oluşturmuş bu ezik köylü
topluluğunun ağzına, evrensel insani meseleler pekte yakışıyor
sayılmazdı.
Bu yeni düzenlemenin tek iyi tarafı aylardan beri, kaldığı başka
bir evden yanlarına sorgusuz sualsiz gelip yerleşen Murat’ın
bilinmeyen bir bölgeye gönderilmiş olmasıydı. Beraber kaldıkları
aylar boyunca aranan bir illegal intibaı uyandırmıştı ve sigara
almak için bile evden dışarı burnunu uzatmaması, işyerinde sekiz
saat çalışıp okulda beş saat geçiren ve yorgun argın eve
gelmişlerden hizmet beklemesi ve onları geç saatlere kadar
uyutmaması çekilir bir şey olmaktan çıkmıştı çoktan. Yinede onu
çalıştığı yerden telefonla arayıp para istedi ve buluşmayı casus
filmlerindeki esrarlı bir havaya bürümeyi becerdi ama olağanüstü
bir acemilikle. Unkapanı köprüsünün tam ortasında buluşacaklardı.
Köprünün kalabalık olduğunu duymuştu ama seçtiği köprü yanlış
köprüydü ve köprü üzerinde geçen arabalar dışında in cin top
oynuyordu. Beni takip ediyorlar hissini uyandıran bir şeyler
mırıldandı, sen çabuk kaybol buradan. Takip edilselerdi
avlanmaları işten bile değildi, zira tam orta noktadan ayrılıp iki
yöne doğru uzaklaşıp bir otobüse binmeleri için hiç kimsenin
olmadığı köprüde birer kilometre yürümeleri gerekecekti. Gitmiş
olması çok şey değiştirmiş değildi ve gittiği yerde mutsuzdu.
Diğerlerinin tahammüllü davranmasının bir nedeni Çerkeslere ait
saygılı tahammül etme haliydi ve diğeri ise dediği gibi bir kaçak
ise onu kollama içgüdüsü. Yoksa tartışmalar biraz berraklaştıkça,
meselelere yaklaşımının pekte derin olmayan hali, yavaş yavaş su
yüzüne çıkmıştı zaten.
Diğerleri ile daha az olan yakınlığı onunla çatışıp tartışma
görevini yalnızca ona bırakıyor ve aralarındaki sürtüşme belki de
bir daha düzelmeyecek bir ayrılık noktasına doğru götürüyordu
onları. Yine çevrelerinden çok sevdikleri bir genç kızla flörtle
çıkmaya başlayıp tekrar Yıldız’a uğrar hale geldiğinde, ne sokağa
çıkma sıkıntısı kalmıştı geriye nede illegalite problemi. Bu durum
ise onları, aldatılmış olma hissine sürüklemeye yetip artmıştı
bile.
Faşizm ile sosyal-faşizmin eşdeğer bir şey olduğunu ve ikisinin de
bizler ve halkımız için aynı derecede tehlikeli olduğunu
söylediğinde sordu.
- Nereden bahsediyorsunuz dedi hangi ülkeden?
- Buradan dedi Bacı, Türkiye’den.
- Faşizmi anlarım da dedi o, Merzifonlu köylülerin
sosyal-faşizmden çektiği nasıl bir sıkıntı olabilir?
- Farkı yok ki, dedi. Aynı şey, yani olgu olarak.
Daha fazla tartışmayı sürdürmedi. Diğerlerinin de kafaları
almamıştı söylenenler ama çok müdahil olmadılar. Prag şehrinde
deseydi anlaşılır bir şeydi ve o da durumu böyle anlıyordu zaten
ama Behice Boran hanımefendinin bu halka nasıl yapıp da eziyet
çektirdiğini anlayamadı bir türlü o gün ve bu günde. Ezberlenmiş
şeyleri anlatıp duran bu güzel kadınla daha fazla didişmenin bir
anlamı yoktu,
Siyaseti terk etti.
Yüzüne karşı hemen hiçbir şey söylenmeyecek olsa da, korkaklık ve
fırsatçılık da dahil benzeri birçok şeyle suçlanacağını
hissediyordu. Bütün bunları ve içine düşeceği yalnızlığı çokta
hesap etmeden, ayrılma cesaretini göstermişti. Korkularından
birini yenmişti en azından. Şimdi eski arkadaşlarının ilişki
kurmaya çekindiği, yalnızlaşmış bağımsız bir hayat vardı önünde ve
nasıl bir şey olacağını hiç kestiremediği. |