...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -3

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Oluşturdukları düşünce platformu etrafındaki gurup kısa bir süre sonra dernek yönetimine etkili bir şekilde dahil olmuş ve zaten şenlikli olan dernek bu sefer, panel ve tartışmaların merkezi haline gelmişti. Ancak tartışılıp duran şeyler o dönemlerde bütün üniversite ortamlarında konuşulan konuları içeriyor, ve bu içerikteki ağır tumturaklı teorik laflar bir türlü Çerkes meselesine bağlanamıyordu. Kadın hakları konusunda veya faşizm ile ilgili bir panelin Kaberdey kadınların sorununa bir çözümü olup olmadığına dair sorular bir türlü cevaplanamıyor -onlarda onun gibi canım- diye geçiştiriliyor, tatmin olmamış gülüşmelere neden oluyordu. Bir aile derneği olan dernek o niteliğini yavaş yavaş yitirmeye başlıyor ve radikalleşiyordu. Grup duruma hakim olmakta zorlanıyor, bağımsızlığını yitirmeye başlıyordu. Ülkenin siyasi atmosferi hızla Çerkeslerin arasına girmişti ve kendiliğinden gelişmiş bu doğal önderliğe sahip çıkmaya çalışan cümle farklı siyaset, Çerkes gençliğinin arasına dalmış durumdaydı.

Eski dönemlerden tanıdığı eski bir arkadaşı çok daha iddialı bir siyasi olarak çıkıp gelmiş ve Beşiktaş evlerinden birine yerleşmişti. Bir birikimi vardı ve etkisi iyi anlatmaktan çok, kendisine karşı savunulan fikir ve düşüncelere karşı takındığı saldırgan tutum ve anlatabilmekten çok, anlaşılamaz söylemi dönemin ikliminde işe yaramış ve çevresinde etki yaratmıştı. Tanıştığı ilk gençlik yıllarında pek önemsemediği ve şu anda daha az bildiği bu adam karşısında yinede direnmeye kararlıydı ama bir şanssızlık olmuş, duruş ve davranış tarzı ve konuları basitçe izah edebilen birisi olarak hayranlık duyduğu Bursalı Mürsel ile bir araya geldiklerinde, ikisinin de aynı siyasetten olduğunu öğrenmişti. Mürsel’in de ciddiye aldığı birisi gibi duruyordu Murat ve bu his onu yanılmıştı. Lise birden terk bir haylaz olarak tanıdığı Murat, İsviçre gibi bilmediği diyarlarda çok şeyler öğrenmiş, tecrübelerden geçmiş bir devrimci olarak karşısındaydı ve kendisi ile birlikte tüm gurubu siyasete davet ediyordu. Hangi tecrübelerden geçtiği ve ne bildiği hakkında derli toplu bir fikri yoktu ama 12 martta mahkum olmuş ve ordudan bir bahriye üsteğmeni olarak atılmış diğerini tanıyordu ve durumu bir referans olarak kabul etme durumuna düşmüştü. Yinede kolay teslim olmaya niyeti yoktu pek.

Guruba hevesli olanlar onunla sınırlı değildi. Ne dediklerini pek bilmedikleri ve Maocu-Sovyetçi gibi kaba ayrımlar dışında farklarını anlayamadıkları birkaç siyasi, evlere geliyor ve bitmez tükenmez tartışmalara katılıyor, kendi propagandalarını yapıp gidiyorlardı. Ve onlar arasındaki haris çekişmelerin seyircisi olarak ve kendileri ile ilgileniyor olmalarını biraz da hazla karşılıyordu. Yinede kendi kendine oluşmuş ve Çerkeslerin dünyasını anlamaya çalışmak dışında bir iddiası olmayan bu mütevazi guruba gösterilen ilgi onu şaşırtıyordu. Dönem içinde oluşan siyasi iklim onun haylaz bağımsızlığına meydan okuyor, birazda sorumluluk duyduğu grubun düşünsel zayıflığı, teorik bir siyasete dahil olma ihtiyacını kendiliğinden ortaya çıkartıyordu.

Bir yandan takip etmeye çalıştığı mimarlık dünyasındaki literatür onu çelişkiler içinde bırakıyor, olağanüstü diye düşündüğü Osmanlı Mimarisinin mirasçısı olması gereken bu yeni Türk mimarisinin, yerlerde sürünen kalitesini hayretler içinde kavramaya çalışıyordu. Yetmiş beş sınıf arkadaşından pek azı bu işe meraklıydı, diğerleri ne olduğunu anlamadan gelmişlerdi okula. Okulda ders veren hocalar içinde eli ayağı düzgün bir proje çıkarabilmiş tek bir hoca yoktu, mimarinin entelektüel bir düşünce meselesi olduğunu biraz teorik olarak anlatabilen ise bir tek Maruf hoca vardı. Gerisi duvar nasıl örülür, sıva nasıl yapılır gibi artık epeyce anlamsızlaşmış derslerin hocasıydılar. Proje hocaları ise genç öğrenciler arasında estirdikleri teröre karşı, kaliteli bir eğitimin çok uzağında, öğrenciler tarafından sorulan nadir zekice sorulara tahammül edemiyor, sinirli bir zayıflıkla öğrenciyi küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Mimarlık tarihi dersi neredeyse liselerdeki Askerlik dersine benzer bir önemsenmezlikle işlenip hiç ırgalanmıyordu ve öğrenciler, kopya çekme antrenmanı olarak geçiştiriyordu bu dersi. Neredeyse bir dokunulmazlıkla ayrı tutulan Sedad Hakkı Eldem hoca dışında, kimsenin inceliklerle örülmüş eski mirasa başını dönüp de baktığı yoktu. Hoca, yeni betonarme teknolojiye uydurmaya çalıştığı zarif cumba ve saçaklarla uğraşıp didiniyor ve siyasete bulanmış Mimarlar dünyası onu muhafazakarlıkla suçluyordu. İki milyonluk kentin çekilmez ulaşım ağı hakkında girilen şehircilik derslerinde hocalar kentin beş yüz bin nüfuslu halini anlatıp özlüyor , kenti basıp dolduran ve dolduracak olan yeni kalabalıklara bir öneri getiremiyorlardı. Hocalardaki hava birazda şöyleydi, biz önersek ne olacak ? dinleyen mi var. O da başkentten gelmiş birisi olarak Cumhuriyetin, bu Osmanlı başkentinden intikam aldığı iddialarına hak veriyordu.

Bütün bu işlerden sorumlu olması gereken Sosyal Demokrat belediye başkanının işleri başından aşkındı. Ücretlerini zamanında ve düzenli alamayan işçiler, her ay başında belediye meydanını dolduruyor, işçi liderlerinin üç gün boyunca başkanının odasını işgalle gazetelere poz verip direnmesi sonunda, merkezi hükümet parayı serbest bırakıyordu. Bu durum başkanın mesaisinin neredeyse dörtte birini alıyordu. Yık-yap metodu ile başlayan inşaatlaşma süreci bir daha hiçbir zaman tamir edilemeyecek yaralara ve tarihi dokuların kaybolup gitmesine neden olacaktı. Buna yapılan itirazların çoğu da samimiyetten uzak siyasi çağrılardı ve toplum bir sağırlar diyalogu içinde bu güzeller güzeli şehrin intiharını seyrediyordu.

Mimarlığın, bir medeniyet göstergesi ve bir zenginlik işi olduğu kabul edilmekle birlikte, - bahsedilen zenginliğin, aslında bir düşünce zenginliği - olarak algılanması gerektiğini düşünen küçük öğrenci guruplar, o zamanlar uluslar arası ödüller almış, Endenozya ve Mısır projelerini inceleyip tartışıyor ve şehri bir veba gibi sarmış gecekondu salgınına karşı bir çare olarak sindirmeye çalışıyordu. Projeler çevrede ne varsa o malzeme ile ve bizzat sahipleri tarafından inşa edilecek sevimli ve soylu şeylerdi. Mısırlı mimar Hassan Fathy’nin kerpiçlerden inşa edilecek, Nil keçisi ile ünlü yoksul bir bölge için önerdiği, serin avluları, küçük meydanları ve servis yolları ile oluşturduğu olağan üstü mimari doku, kısıtlı imkanlarla da iyi projeler çıkabileceği umudunu sürdürüyordu hala. Yine Endenozya’da bir bataklığın kurutularak yoksul kesimler için yerleşim bölgesi kurulması ile ilgili uluslar arası mimarlık yarışmasının birincisi, Fathy’e benzer fikirler öneren Arjantinli bir mimar gurubuydu. Dünyada buna benzer düşünceler dolaşıyor olsa da, okullar ve hocalar bunları kavrayıp tartışmaktan uzaktılar. Bütün bunları konuşup tartıştığı tek kişi ÖDTÜ'den gelen eski bir öğrenci arkadaşı Şeref’ti sadece.

Şeref çıkıp geldiğinde, onu Boyacıköy’e küçük köfteci dükkanı na götürüyor, orada ve Bebekte ki evde, büyük küçük herkesin bir arada rakı içebildiği Trakyalı ailenin yanında, Beşiktaş bodrumlarındaki bunaltıcı havadan kurtulup, kendini tatilde, hava değişiminde gibi hissediyordu. Tek sıkıntı ise Şeref’in mimarlık dışında hiç bir şeyden bahsetmemesi idi, hatta kızlardan bile. Boyacıköy sahili şehrin üzerine çökmüş kabusun epeyce uzağında idi ve boğaz, şehrin başından geçmiş bunca badireden habersiz, Marmara ya doğru, nazlı bir çalkantıyla akıyordu.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm