Oluşturdukları
düşünce platformu etrafındaki gurup kısa bir süre sonra dernek
yönetimine etkili bir şekilde dahil olmuş ve zaten şenlikli
olan dernek bu sefer, panel ve tartışmaların merkezi haline
gelmişti. Ancak tartışılıp duran şeyler o
dönemlerde bütün üniversite ortamlarında konuşulan konuları
içeriyor, ve bu içerikteki ağır tumturaklı teorik laflar bir türlü
Çerkes meselesine bağlanamıyordu. Kadın hakları konusunda veya
faşizm ile ilgili bir panelin Kaberdey kadınların sorununa bir
çözümü olup olmadığına dair sorular bir türlü cevaplanamıyor
-onlarda onun gibi canım- diye geçiştiriliyor, tatmin olmamış
gülüşmelere neden oluyordu. Bir aile derneği olan dernek o
niteliğini yavaş yavaş yitirmeye başlıyor ve radikalleşiyordu.
Grup duruma hakim olmakta zorlanıyor, bağımsızlığını yitirmeye
başlıyordu. Ülkenin siyasi atmosferi hızla Çerkeslerin arasına
girmişti ve kendiliğinden gelişmiş bu doğal önderliğe sahip
çıkmaya çalışan cümle farklı siyaset, Çerkes gençliğinin arasına
dalmış durumdaydı.
Eski dönemlerden tanıdığı eski bir arkadaşı çok daha iddialı bir
siyasi olarak çıkıp gelmiş ve Beşiktaş evlerinden birine
yerleşmişti. Bir birikimi vardı ve etkisi iyi anlatmaktan çok,
kendisine karşı savunulan fikir ve düşüncelere karşı takındığı
saldırgan tutum ve anlatabilmekten çok, anlaşılamaz söylemi
dönemin ikliminde işe yaramış ve çevresinde etki yaratmıştı.
Tanıştığı ilk gençlik yıllarında pek önemsemediği ve şu anda daha
az bildiği bu adam karşısında yinede direnmeye kararlıydı ama bir
şanssızlık olmuş, duruş ve davranış tarzı ve konuları basitçe izah
edebilen birisi olarak hayranlık duyduğu Bursalı Mürsel ile bir
araya geldiklerinde, ikisinin de aynı siyasetten olduğunu
öğrenmişti. Mürsel’in de ciddiye aldığı birisi gibi duruyordu
Murat ve bu his onu yanılmıştı. Lise birden terk bir haylaz olarak
tanıdığı Murat, İsviçre gibi bilmediği diyarlarda çok şeyler
öğrenmiş, tecrübelerden geçmiş bir devrimci olarak karşısındaydı
ve kendisi ile birlikte tüm gurubu siyasete davet ediyordu. Hangi
tecrübelerden geçtiği ve ne bildiği hakkında derli toplu bir fikri
yoktu ama 12 martta mahkum olmuş ve ordudan bir bahriye üsteğmeni
olarak atılmış diğerini tanıyordu ve durumu bir referans olarak
kabul etme durumuna düşmüştü. Yinede kolay teslim olmaya niyeti
yoktu pek.
Guruba hevesli olanlar onunla sınırlı değildi. Ne dediklerini pek
bilmedikleri ve Maocu-Sovyetçi gibi kaba ayrımlar dışında
farklarını anlayamadıkları birkaç siyasi, evlere geliyor ve bitmez
tükenmez tartışmalara katılıyor, kendi propagandalarını yapıp
gidiyorlardı. Ve onlar arasındaki haris çekişmelerin seyircisi
olarak ve kendileri ile ilgileniyor olmalarını biraz da hazla
karşılıyordu. Yinede kendi kendine oluşmuş ve Çerkeslerin
dünyasını anlamaya çalışmak dışında bir iddiası olmayan bu
mütevazi guruba gösterilen ilgi onu şaşırtıyordu. Dönem içinde
oluşan siyasi iklim onun haylaz bağımsızlığına meydan okuyor,
birazda sorumluluk duyduğu grubun düşünsel zayıflığı, teorik bir
siyasete dahil olma ihtiyacını kendiliğinden ortaya çıkartıyordu.
Bir yandan takip etmeye çalıştığı mimarlık dünyasındaki literatür
onu çelişkiler içinde bırakıyor, olağanüstü diye düşündüğü Osmanlı
Mimarisinin mirasçısı olması gereken bu yeni Türk mimarisinin,
yerlerde sürünen kalitesini hayretler içinde kavramaya
çalışıyordu. Yetmiş beş sınıf arkadaşından pek azı bu işe
meraklıydı, diğerleri ne olduğunu anlamadan gelmişlerdi okula.
Okulda ders veren hocalar içinde eli ayağı düzgün bir proje
çıkarabilmiş tek bir hoca yoktu, mimarinin entelektüel bir düşünce
meselesi olduğunu biraz teorik olarak anlatabilen ise bir tek
Maruf hoca vardı. Gerisi duvar nasıl örülür, sıva nasıl yapılır
gibi artık epeyce anlamsızlaşmış derslerin hocasıydılar. Proje
hocaları ise genç öğrenciler arasında estirdikleri teröre karşı,
kaliteli bir eğitimin çok uzağında, öğrenciler tarafından sorulan
nadir zekice sorulara tahammül edemiyor, sinirli bir zayıflıkla
öğrenciyi küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Mimarlık tarihi dersi
neredeyse liselerdeki Askerlik dersine benzer bir önemsenmezlikle
işlenip hiç ırgalanmıyordu ve öğrenciler, kopya çekme antrenmanı
olarak geçiştiriyordu bu dersi. Neredeyse bir dokunulmazlıkla ayrı
tutulan Sedad Hakkı Eldem hoca dışında, kimsenin inceliklerle
örülmüş eski mirasa başını dönüp de baktığı yoktu. Hoca, yeni
betonarme teknolojiye uydurmaya çalıştığı zarif cumba ve
saçaklarla uğraşıp didiniyor ve siyasete bulanmış Mimarlar dünyası
onu muhafazakarlıkla suçluyordu. İki milyonluk kentin çekilmez
ulaşım ağı hakkında girilen şehircilik derslerinde hocalar kentin
beş yüz bin nüfuslu halini anlatıp özlüyor , kenti basıp dolduran
ve dolduracak olan yeni kalabalıklara bir öneri getiremiyorlardı.
Hocalardaki hava birazda şöyleydi, biz önersek ne olacak ?
dinleyen mi var. O da başkentten gelmiş birisi olarak
Cumhuriyetin, bu Osmanlı başkentinden intikam aldığı iddialarına
hak veriyordu.
Bütün bu işlerden sorumlu olması gereken Sosyal Demokrat belediye
başkanının işleri başından aşkındı. Ücretlerini zamanında ve
düzenli alamayan işçiler, her ay başında belediye meydanını
dolduruyor, işçi liderlerinin üç gün boyunca başkanının odasını
işgalle gazetelere poz verip direnmesi sonunda, merkezi hükümet
parayı serbest bırakıyordu. Bu durum başkanın mesaisinin neredeyse
dörtte birini alıyordu. Yık-yap metodu ile başlayan inşaatlaşma
süreci bir daha hiçbir zaman tamir edilemeyecek yaralara ve tarihi
dokuların kaybolup gitmesine neden olacaktı. Buna yapılan
itirazların çoğu da samimiyetten uzak siyasi çağrılardı ve toplum
bir sağırlar diyalogu içinde bu güzeller güzeli şehrin intiharını
seyrediyordu.
Mimarlığın, bir medeniyet göstergesi ve bir zenginlik işi olduğu
kabul edilmekle birlikte, - bahsedilen zenginliğin, aslında bir
düşünce zenginliği - olarak algılanması gerektiğini düşünen küçük
öğrenci guruplar, o zamanlar uluslar arası ödüller almış,
Endenozya ve Mısır projelerini inceleyip tartışıyor ve şehri bir
veba gibi sarmış gecekondu salgınına karşı bir çare olarak
sindirmeye çalışıyordu. Projeler çevrede ne varsa o malzeme ile ve
bizzat sahipleri tarafından inşa edilecek sevimli ve soylu
şeylerdi. Mısırlı mimar Hassan Fathy’nin kerpiçlerden inşa
edilecek, Nil keçisi ile ünlü yoksul bir bölge için önerdiği,
serin avluları, küçük meydanları ve servis yolları ile oluşturduğu
olağan üstü mimari doku, kısıtlı imkanlarla da iyi projeler
çıkabileceği umudunu sürdürüyordu hala. Yine Endenozya’da bir
bataklığın kurutularak yoksul kesimler için yerleşim bölgesi
kurulması ile ilgili uluslar arası mimarlık yarışmasının
birincisi, Fathy’e benzer fikirler öneren Arjantinli bir mimar
gurubuydu. Dünyada buna benzer düşünceler dolaşıyor olsa da,
okullar ve hocalar bunları kavrayıp tartışmaktan uzaktılar. Bütün
bunları konuşup tartıştığı tek kişi ÖDTÜ'den gelen eski bir
öğrenci arkadaşı Şeref’ti sadece.
Şeref çıkıp geldiğinde, onu Boyacıköy’e küçük köfteci dükkanı na
götürüyor, orada ve Bebekte ki evde, büyük küçük herkesin bir
arada rakı içebildiği Trakyalı ailenin yanında, Beşiktaş
bodrumlarındaki bunaltıcı havadan kurtulup, kendini tatilde, hava
değişiminde gibi hissediyordu. Tek sıkıntı ise Şeref’in mimarlık
dışında hiç bir şeyden bahsetmemesi idi, hatta kızlardan bile.
Boyacıköy sahili şehrin üzerine çökmüş kabusun epeyce uzağında idi
ve boğaz, şehrin başından geçmiş bunca badireden habersiz, Marmara
ya doğru, nazlı bir çalkantıyla akıyordu. |