...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -12

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Seni, dedi bekledi… Galiba seviyorum. Tamı tamına böyleydi galiba ve galiba kelimesini kulanmış olması sonradan rahatsız etmişti onu. Bir geri çekilme umudunu içeren, birazda korkak bir ifade şekliydi ve herhalde doğululara özgü bir durum. Ayşe bu ayrıntıyı fark etmiş miydi? Anlayamadı.

- Bu duruma ne dediğini merak ediyorum.

Ayşe şaşkın bir heyecan içinde renk vermemeye çalıştı. Derneğin karşısındaki kötü poğaçalar yapan küçük pastaneye beş dakikalığına çağırıp söylemişti bunları. Provaya hemen dönmesi gerekiyordu kızın.

- Bir düşüneyim, dedi. Neşeli gevezeliği içinde bir şeyler daha eklemişti ama o gün onun aklında kalan cümle şuydu sadece.
- Haftaya Cumartesi vereyim cevabımı.

Altı gün vardı Cumartesi’ye, sıkıntılı bir bekleyiş içinde geçecek 6 gün daha diye düşündü bir an, sonra rahatlamış olduğunu fark etti. O yapacağını yapmıştı bundan sonra yapacak bir şey yoktu artık, kararı karşı taraf verecekti. Olumsuz bir cevap alma endişesini aklına getirmeden heyecanlı bir hafta geçirdi ve o cumartesi Bebek’teki kafe ye belki de yarım saat önce gidip oturdu. Ayşe neşeli bir sevimlilik içinde neredeyse tam vaktinde geldi. İlk yarım saat konu ile ilgisiz şeyler konuşup durdular. Sonunda oluşan sessizliğin içinden ''Evet?'' diye sordu.

- Tamam. dedi Ayşe. Olabilir, arkadaşlığımız başlasın ama evlilik gündeme gelmesin hiç.
- Evlilik mi dedi o, peki hiç konuşmayız. Canına minnet.

Sonraları düşündüğünde evlenilecek biri değil eğlenilecek birisin sen mi demek istemişti diye aklından geçirdi. Bundan daha iyi ne olabilirdi Tanrı aşkına. O gün neyi nasıl konuştuklarını hatırlamıyordu. Birkaç saat süren beraberlikleri sonunda Karaköy yolcu iskelesinden yolcu etmek içinden gelmedi, onu Kadıköy’e kadar geçirip Moda dolmuşuna bindirdi. Cebinde kalmış son parayla pahalı Taksim dolmuşlarına binip Yıldız’a eve döndüğünde, rahatlamış bir mutluluğun kucağına teslim etmişti kendini. Hiç kimseye hiç bir şey söylemedi. Onları beraber başka yerlerde gören birileri çıkana kadar kimse hiçbir şey öğrenemedi. O’nun pekte romantik olmayan hali yadırganır bir şeydi bir kentli kız için ve ilerde ilişkilerini nasıl bir çıkmazlara sokacağının ne o farkındaydı nede diğeri.



Yüzde 43 oy almasına rağmen Karaoğlan’ın sol partisi hükümeti kuracak çoğunluğu tutturamamış, seçim öncesi var olan Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmuştu tekrar. Sol cephe açısından büyük bir hayal kırıklığıydı bu ve hükümetin kurulduğu gece Üsküdar meydanında yakılan ateşler karşı yakadan seyrediliyor, Kırım türküleri ve seslendirilen milliyetçi marşlar, karşıda Beşiktaş sahiline çarpıyor, işlediği suçların hesabını vermeye niyetli gözükmeyen ülkücü gençlik, sabahlara kadar çılgınlar gibi eğleniyordu. Denizin bu tarafında, Beşiktaş’ta ise yas. Seçim propagandalarında ne terör konuşulmuştu ne halkın çektiği ıstırap. Mavi gömleği ve hemen arkasında elini tutmuş Rahşan’ı ile halka o gün daha yakın görünen kasketinin altındaki Ecevit, komünist damgası altında eziliyor ve Halaskargazi caddesini çığırtkanlıkla dolaşıp duran hoparlörlü minibüsler halkı Taksim meydanında yapılacak Bayrağımın Altında mitingine çağırıyordu. Bayrak Burada Ecevit Nerede diye bağırıyordu Demirel, Taksim meydanında toplanmış kalabalığa ve ülkücülerin yaptığı aşikar cinayetlerle ilgili gazeteciler sıkıştırdığında, ‘’Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz’’ diye ekliyordu.

Kışkırtma, öğrencilerin kendi aralarındaki karşılıklı cinayetleri yetersiz bulmuş olacak ki, saygın bilinen öğretim üyeleri, hukukçular ve sendikacılar birer birer pusularda öldürülmeye başlamış, öğrenciler üzerindeki terör nokta hedefler olmaktan çıkıp, üniversite çıkışlarında kalabalıkların otomatik tüfeklerle toplu taranmalarına dönmüştü. Devlet destekli olduğu bütün bir sol ve demokratlar tarafından iddia edilmesine rağmen hiçbir zaman aydınlatılamayacak olan bu cinayetlerin arkasından üniversiteler işgal ediliyor ve toplu cenazeler on binlerin katıldığı ve şehri altüst eden gösteri ve mitinglere dönüyordu. Feryal’in ve Cimok’un dahil olduğu beş kişiden oluşan grup Üsküdar meydanında saldırıya uğrayıp dayak yedikleri ve Cimok’u bir eczanede yaraları sarılırken zor buldukları günler çok gerilerde kalmış, artık çatışmalar dayak ve arbede ile geçiştirilecek boyutu çoktan aşmıştı. Çeşitli olaylarda ve gece afişlerinde yakalanma ve gözaltılar Çerkes gençlerine ulaşmış, Sansaryan Han’ını ziyaret etmişlerin sayısı daha şimdiden yediyi geçmiş, Çelej’in Gayrettepe Siyasi Şube’deki sicili üç çentik görmüş durumdaydı. Örselenmelerinden hiç bahseden yoktu.

Milliyetçi Cephe’nin (MC) önleyemediği saldırılar karşısında halkı biraz daha koruyabilir diye düşünülen Ecevit’in durumu daha da evlere şenlikti.  Demirel’den daha az soyut olmayan sloganlarla;  Ne ezilen ne ezen / İnsanca Hakça bir düzen deyip dolaşıyor, ezilmeye verdiği örnekler arasında domatesin Mersin’de on kuruş ama Ankara’da otuz kuruş olduğunu anlatıp, aracı-tefeciyi kaldırmak üzere devletin işe el koyacağını ilan ediyor, akşam televizyonda Demirel’den cevabını alıyordu. Napçekmiş yani? Devleti, celep mi yapcek.

Terör ve kuyrukları önleme üzerine hiç bir partinin çare gösterdiği yoktu ve belki umudu da. Erbakan Hoca henüz garson devlet kavramını öğrenmiş ve kullanıyor değildi, çıkan kargaşa ortamının ülkeyi nereye sürüklediğini pek kavramışa benzemiyor, destekleyip durduğu hükümeti düşürme tehditleriyle kadayıfın altının kızarmasını bekliyordu. Amerika’dan dönen ortağı Başbakan’ın, Oval Ofis’te masaya yumruk attığı haberi Türk gazetelerinde afişe çıktığında, Hoca akşam televizyona çıkıp, ‘’O, diyordu, Beyaz Saray’da, olsa olsa takla atar.’’

Sürüp giden karmaşa ve siyasi liderler arasında oynanan komedya, Bedri Koraman ve GırGır dergisi için tükenmez ilham kaynağı yaratıyordu yaratmasına ama halk için durum değişikti. Geçim derdini bir yana bırakmış, can derdine düşmüş olan şehir halkı, daha bir yıl öncesine kadar anarşist öğrenciler arasında yaşanan ve kendisinden uzak sandığı silahlı çatışma ve ölüm hissini artık ensesinde hissediyor, umutsuzluğunu sessiz bir çaresizlik içinde, içine gömüyordu. Tokat civarında bir ilçenin kaymakamı çıkan olaylar nedeniyle haftada bir sokağa çıkma yasağı ilan ediyordu nerdeyse. Bu yasak o geceyi sakinleştirme dışında bir işe yaramıyor bir hafta sonra tekrar patlıyordu olaylar.

Olaylardan çekinen valiler, halkın herhangi bir sebeple bir araya gelmesini sağlayan eğlenceleri de yasaklıyor Anadolu ya turneye çıkmış tiyatro ve gösterileri izin vermeyerek önlüyor, satılmış biletleri ile baş başa kalmış organizatörler, sanatçılar ve kendilerini dolandırılmış hisseden müşterilerin elinden zor kurtarıyordu canlarını. Çorum’da Pazar günleri çeşitli meydanlarda düzenlenen kaz dövüşleri de bu yasaklanmış olanlardan biriydi ve ona üzüldüğü bir şey olarak görünmemişti. Ağır aksak meydana doldurulmuş kazların arasında, süserek birbirlerini kaçırmaları gibi görünen dövüşün galibi, toplanmış kalabalığın anlayabileceği bir şey değildi ve hakemler tarafından karar verilerek sonuçlanıyordu çoğu zaman. Oynanan küçük çaplı bahis, itiraz ve itiş kakışlara neden oluyor bazen bıçaklı saldırılarla yaralananlara rastlanıyordu. Destancı Tiko o hafta çan saatin dibinde bu kavganın destanını megafonla okuyor, toplanmış kaz sürüleri geldikleri gibi bütün bir sokağa dışkılarını bırakarak, sersem sepelek kümeslerine dönüyordu.

Dağılıp parçalanmış sol arasında hiçbir koordinasyon yoktu ve intikam cinayetlerinin sınırı taşra parti başkanlarını çoktan geçmiş, milliyetçi partiden milletvekili seçilip bakan olmuş bir işadamına kadar ulaşmıştı. Bir yıl öncesine kadar büyük şehirlerin derdi olan terör artık bir iç savaş halini alıyordu. Alevilerin yaşadığı bölgelerden gelen haberler, ilerde olacak çatışmaların şimdiden habercisiydi ama bunu önlemeye niyetli ne bir devlet vardı ortada, ne de siyasilerin aklı eriyordu duruma.

Şişli meydanında üç kız / biri Çiğdem biri Nergis / vuruldular güpe gündüz / sorarlar bir gün, sorarlar. / sabahın bir sahibi var / sararlar bir gün sararlar.

Sabahın sahibi var mıydı, o kadarda anlaşılamadı ama bu üç güzel masum kız yinede şanslı sayılırdı. Ruhi Su hiç olmasa, cenazelerinde on binlerin birlikte ve gözyaşları içinde söylediği, çok içli bir türkü yazmıştı onlar için. O kadar çok kız ölüp gitti ki sonraki yıllar, o kadar çok şairimiz olmadı hiçbir zaman.

2. MC Hükümeti çok fazla dayanamadı, Demirel’in partisinden istifa eden ‘’11 namuslu’’ milletvekili içinden on tanesinin bakan olduğu Ecevit başkanlığında bir hükümet kurulduğunda, gazeteci Abdi İpekçi’nin Nişantaşı’nda bir ülkücü tarafından vurulmasına daha bir yıldan fazla zaman vardı. Daha sonra açılacak davalarda yolsuzluklardan, cumhuriyet tarihinin 36 yıl gibi en büyük cezasını alacak yegane iki bakanı, bu 11 namusludan ikisiydi.

İçişleri Bakanlığı’na getirilen eski bir orgeneral terör karşısında çaresiz kalıp istifa ettiğinde, yerine geçmeye parti ileri gelenleri içinden kimse bulunamamış, işe talip olan bir taşralı vekil, ikinci sınıf bir artist eskisi ile Yıldız yokuşunda bir evde gazeteciler tarafından basılana kadar, birkaç ay bakanlık yapmıştı. Ancak gazeteler, sıkıcı terör haberleri arasında eğlenceli bir şey bulmanın sevinci ile Aynur’un bakana ne kadar saygı duyduğunun hikayesini ve bu derin aşkın yataktaki karşılıklı kabiliyetlerine kadar tüm detaylarını tefrika halinde yayınlayacaklardı, aylarca. Mısır Büyükelçiliği’ni basıp üç gün işgal altında tuttuktan sonra teslim olan 3 Filistinliyi kucaklayıp öpmesiyle ünlenen bakan, Aynur’u da öperek Türk halkının gönlünde taht kurmuş ve partinin ağır topları arasına girmeyi yıllar yılı garanti altına almıştı.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm