Seni,
dedi bekledi… Galiba seviyorum. Tamı tamına böyleydi
galiba ve galiba kelimesini kulanmış olması sonradan rahatsız
etmişti onu. Bir geri çekilme umudunu içeren, birazda korkak
bir ifade şekliydi ve herhalde doğululara özgü bir durum. Ayşe
bu ayrıntıyı fark etmiş miydi? Anlayamadı.
- Bu duruma ne
dediğini merak ediyorum.
Ayşe şaşkın bir heyecan içinde renk vermemeye çalıştı. Derneğin
karşısındaki kötü poğaçalar yapan küçük pastaneye beş dakikalığına
çağırıp söylemişti bunları. Provaya hemen dönmesi gerekiyordu
kızın.
- Bir düşüneyim, dedi. Neşeli gevezeliği içinde bir şeyler daha
eklemişti ama o gün onun aklında kalan cümle şuydu sadece.
- Haftaya Cumartesi vereyim cevabımı.
Altı gün vardı Cumartesi’ye, sıkıntılı bir bekleyiş içinde geçecek
6 gün daha diye düşündü bir an, sonra rahatlamış olduğunu fark
etti. O yapacağını yapmıştı bundan sonra yapacak bir şey yoktu
artık, kararı karşı taraf verecekti. Olumsuz bir cevap alma
endişesini aklına getirmeden heyecanlı bir hafta geçirdi ve o
cumartesi Bebek’teki kafe ye belki de yarım saat önce gidip
oturdu. Ayşe neşeli bir sevimlilik içinde neredeyse tam vaktinde
geldi. İlk yarım saat konu ile ilgisiz şeyler konuşup durdular.
Sonunda oluşan sessizliğin içinden ''Evet?'' diye sordu.
- Tamam. dedi Ayşe. Olabilir, arkadaşlığımız başlasın ama evlilik
gündeme gelmesin hiç.
- Evlilik mi dedi o, peki hiç konuşmayız. Canına minnet.
Sonraları düşündüğünde evlenilecek biri değil eğlenilecek birisin
sen mi demek istemişti diye aklından geçirdi. Bundan daha iyi ne
olabilirdi Tanrı aşkına. O gün neyi nasıl konuştuklarını
hatırlamıyordu. Birkaç saat süren beraberlikleri sonunda Karaköy
yolcu iskelesinden yolcu etmek içinden gelmedi, onu Kadıköy’e
kadar geçirip Moda dolmuşuna bindirdi. Cebinde kalmış son parayla
pahalı Taksim dolmuşlarına binip Yıldız’a eve döndüğünde,
rahatlamış bir mutluluğun kucağına teslim etmişti kendini. Hiç
kimseye hiç bir şey söylemedi. Onları beraber başka yerlerde gören
birileri çıkana kadar kimse hiçbir şey öğrenemedi. O’nun
pekte romantik olmayan hali yadırganır bir şeydi bir kentli kız
için ve ilerde ilişkilerini nasıl bir çıkmazlara sokacağının ne o
farkındaydı nede diğeri.
Yüzde 43 oy almasına rağmen Karaoğlan’ın sol partisi hükümeti
kuracak çoğunluğu tutturamamış, seçim öncesi var olan Milliyetçi
Cephe Hükümeti kurulmuştu tekrar. Sol cephe açısından büyük bir
hayal kırıklığıydı bu ve hükümetin kurulduğu gece Üsküdar
meydanında yakılan ateşler karşı yakadan seyrediliyor, Kırım
türküleri ve seslendirilen milliyetçi marşlar, karşıda Beşiktaş
sahiline çarpıyor, işlediği suçların hesabını vermeye niyetli
gözükmeyen ülkücü gençlik, sabahlara kadar çılgınlar gibi
eğleniyordu. Denizin bu tarafında, Beşiktaş’ta ise yas. Seçim
propagandalarında ne terör konuşulmuştu ne halkın çektiği ıstırap.
Mavi gömleği ve hemen arkasında elini tutmuş Rahşan’ı ile halka o
gün daha yakın görünen kasketinin altındaki Ecevit, komünist
damgası altında eziliyor ve Halaskargazi caddesini çığırtkanlıkla
dolaşıp duran hoparlörlü minibüsler halkı Taksim meydanında
yapılacak Bayrağımın Altında mitingine çağırıyordu.
Bayrak Burada Ecevit Nerede diye bağırıyordu Demirel, Taksim
meydanında toplanmış kalabalığa ve ülkücülerin yaptığı aşikar
cinayetlerle ilgili gazeteciler sıkıştırdığında, ‘’Bana
milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz’’ diye ekliyordu.
Kışkırtma, öğrencilerin kendi aralarındaki karşılıklı cinayetleri
yetersiz bulmuş olacak ki, saygın bilinen öğretim üyeleri,
hukukçular ve sendikacılar birer birer pusularda öldürülmeye
başlamış, öğrenciler üzerindeki terör nokta hedefler olmaktan
çıkıp, üniversite çıkışlarında kalabalıkların otomatik tüfeklerle
toplu taranmalarına dönmüştü. Devlet destekli olduğu bütün bir sol
ve demokratlar tarafından iddia edilmesine rağmen hiçbir zaman
aydınlatılamayacak olan bu cinayetlerin arkasından üniversiteler
işgal ediliyor ve toplu cenazeler on binlerin katıldığı ve şehri
altüst eden gösteri ve mitinglere dönüyordu. Feryal’in ve Cimok’un
dahil olduğu beş kişiden oluşan grup Üsküdar meydanında saldırıya
uğrayıp dayak yedikleri ve Cimok’u bir eczanede yaraları
sarılırken zor buldukları günler çok gerilerde kalmış, artık
çatışmalar dayak ve arbede ile geçiştirilecek boyutu çoktan
aşmıştı. Çeşitli olaylarda ve gece afişlerinde yakalanma ve
gözaltılar Çerkes gençlerine ulaşmış, Sansaryan Han’ını ziyaret
etmişlerin sayısı daha şimdiden yediyi geçmiş, Çelej’in Gayrettepe
Siyasi Şube’deki sicili üç çentik görmüş durumdaydı.
Örselenmelerinden hiç bahseden yoktu.
Milliyetçi Cephe’nin (MC) önleyemediği saldırılar karşısında halkı
biraz daha koruyabilir diye düşünülen Ecevit’in durumu daha da
evlere şenlikti. Demirel’den daha az soyut olmayan sloganlarla; Ne
ezilen ne ezen / İnsanca Hakça bir düzen deyip
dolaşıyor, ezilmeye verdiği örnekler arasında domatesin Mersin’de
on kuruş ama Ankara’da otuz kuruş olduğunu anlatıp, aracı-tefeciyi
kaldırmak üzere devletin işe el koyacağını ilan ediyor, akşam
televizyonda Demirel’den cevabını alıyordu. Napçekmiş yani?
Devleti, celep mi yapcek.
Terör ve kuyrukları önleme üzerine hiç bir partinin çare
gösterdiği yoktu ve belki umudu da. Erbakan Hoca henüz garson
devlet kavramını öğrenmiş ve kullanıyor değildi, çıkan kargaşa
ortamının ülkeyi nereye sürüklediğini pek kavramışa benzemiyor,
destekleyip durduğu hükümeti düşürme tehditleriyle kadayıfın
altının kızarmasını bekliyordu. Amerika’dan dönen ortağı
Başbakan’ın, Oval Ofis’te masaya yumruk attığı haberi Türk
gazetelerinde afişe çıktığında, Hoca akşam televizyona çıkıp,
‘’O, diyordu, Beyaz Saray’da, olsa olsa takla atar.’’
Sürüp giden karmaşa ve siyasi liderler arasında oynanan komedya,
Bedri Koraman ve GırGır dergisi için tükenmez ilham kaynağı
yaratıyordu yaratmasına ama halk için durum değişikti. Geçim
derdini bir yana bırakmış, can derdine düşmüş olan şehir halkı,
daha bir yıl öncesine kadar anarşist öğrenciler arasında yaşanan
ve kendisinden uzak sandığı silahlı çatışma ve ölüm hissini artık
ensesinde hissediyor, umutsuzluğunu sessiz bir çaresizlik içinde,
içine gömüyordu. Tokat civarında bir ilçenin kaymakamı çıkan
olaylar nedeniyle haftada bir sokağa çıkma yasağı ilan ediyordu
nerdeyse. Bu yasak o geceyi sakinleştirme dışında bir işe
yaramıyor bir hafta sonra tekrar patlıyordu olaylar.
Olaylardan çekinen valiler, halkın herhangi bir sebeple bir araya
gelmesini sağlayan eğlenceleri de yasaklıyor Anadolu ya turneye
çıkmış tiyatro ve gösterileri izin vermeyerek önlüyor, satılmış
biletleri ile baş başa kalmış organizatörler, sanatçılar ve
kendilerini dolandırılmış hisseden müşterilerin elinden zor
kurtarıyordu canlarını. Çorum’da Pazar günleri çeşitli meydanlarda
düzenlenen kaz dövüşleri de bu yasaklanmış olanlardan biriydi ve
ona üzüldüğü bir şey olarak görünmemişti. Ağır aksak meydana
doldurulmuş kazların arasında, süserek birbirlerini kaçırmaları
gibi görünen dövüşün galibi, toplanmış kalabalığın anlayabileceği
bir şey değildi ve hakemler tarafından karar verilerek
sonuçlanıyordu çoğu zaman. Oynanan küçük çaplı bahis, itiraz ve
itiş kakışlara neden oluyor bazen bıçaklı saldırılarla
yaralananlara rastlanıyordu. Destancı Tiko o hafta çan saatin
dibinde bu kavganın destanını megafonla okuyor, toplanmış kaz
sürüleri geldikleri gibi bütün bir sokağa dışkılarını bırakarak,
sersem sepelek kümeslerine dönüyordu.
Dağılıp parçalanmış sol arasında hiçbir koordinasyon yoktu ve
intikam cinayetlerinin sınırı taşra parti başkanlarını çoktan
geçmiş, milliyetçi partiden milletvekili seçilip bakan olmuş bir
işadamına kadar ulaşmıştı. Bir yıl öncesine kadar büyük şehirlerin
derdi olan terör artık bir iç savaş halini alıyordu. Alevilerin
yaşadığı bölgelerden gelen haberler, ilerde olacak çatışmaların
şimdiden habercisiydi ama bunu önlemeye niyetli ne bir devlet
vardı ortada, ne de siyasilerin aklı eriyordu duruma.
Şişli meydanında üç kız / biri Çiğdem biri Nergis / vuruldular
güpe gündüz / sorarlar bir gün, sorarlar. / sabahın bir sahibi var
/ sararlar bir gün sararlar.
Sabahın sahibi var mıydı, o kadarda anlaşılamadı ama bu üç güzel
masum kız yinede şanslı sayılırdı. Ruhi Su hiç olmasa,
cenazelerinde on binlerin birlikte ve gözyaşları içinde söylediği,
çok içli bir türkü yazmıştı onlar için. O kadar çok kız ölüp gitti
ki sonraki yıllar, o kadar çok şairimiz olmadı hiçbir zaman.
2. MC Hükümeti çok fazla dayanamadı, Demirel’in partisinden istifa
eden ‘’11 namuslu’’ milletvekili içinden on tanesinin bakan olduğu
Ecevit başkanlığında bir hükümet kurulduğunda, gazeteci Abdi
İpekçi’nin Nişantaşı’nda bir ülkücü tarafından vurulmasına daha
bir yıldan fazla zaman vardı. Daha sonra açılacak davalarda
yolsuzluklardan, cumhuriyet tarihinin 36 yıl gibi en büyük
cezasını alacak yegane iki bakanı, bu 11 namusludan ikisiydi.
İçişleri Bakanlığı’na getirilen eski bir orgeneral terör
karşısında çaresiz kalıp istifa ettiğinde, yerine geçmeye parti
ileri gelenleri içinden kimse bulunamamış, işe talip olan bir
taşralı vekil, ikinci sınıf bir artist eskisi ile Yıldız yokuşunda
bir evde gazeteciler tarafından basılana kadar, birkaç ay bakanlık
yapmıştı. Ancak gazeteler, sıkıcı terör haberleri arasında
eğlenceli bir şey bulmanın sevinci ile Aynur’un bakana ne kadar
saygı duyduğunun hikayesini ve bu derin aşkın yataktaki karşılıklı
kabiliyetlerine kadar tüm detaylarını tefrika halinde
yayınlayacaklardı, aylarca. Mısır Büyükelçiliği’ni basıp üç gün
işgal altında tuttuktan sonra teslim olan 3 Filistinliyi
kucaklayıp öpmesiyle ünlenen bakan, Aynur’u da öperek Türk
halkının gönlünde taht kurmuş ve partinin ağır topları arasına
girmeyi yıllar yılı garanti altına almıştı. |